2 Aralık 2019 Pazartesi

MİSAK-I MİLLÎ’NİN LAZLARI







MİSAK-I MİLLÎ’NİN LAZLARI









"Türk kökenli ve başka kökenli Müslüman veya Hıristiyan bütün halkların ve onların aklı başında Aydınlarının gözü ve kulağı Ankara'daki Millî Meclist'eydi."





GİRİŞ



Yakın zamanlara kadar Misak-ı Millî denildiğinde,  ilk akla gelen yalnızca bugünkü millî sınırlarımızdı. Bu algı, “Yurtta Sulh, Cihanda Sulh” söylemiyle de taçlandırılırdı. Bütün bunlar, bu alandaki resmî ideoloji yaklaşımının bir sonucu olarak karşımıza çıkmaktaydı.  Türkiye Cumhuriyeti, bu yaklaşımının bir sonucu olarak Misak-ı Millî sınırları içinde yaşayan herkesi Türk, ancak Misak-ı Millî sınırları dışında kalmış bütün Türkleri de yok sayıyordu.  Eskiden Osmanlı Devletinin sınırları içinde veya etki alanındaki kimi bölgelerde yaşayan ve Osmanlı Devletinin tarih sahnesinden silinmesiyle de Misak-ı Millî sınırları dışında kalan ve Türk kökenli olmayan ancak Müslüman kimi halklar da aynı dış Türkler gibi, Türkiye Cumhuriyeti tarafından yok sayılıyor ve sahipsiz bırakılıyordu. Gürcüler, Acar(alı)lar, Abhazlar, Çeçenler, Hemşinliler, Karaçay- Balkar(lı)lar, Zazalar, Ahıskalılar, Kürtler, Çerkesler, Lazlar Türkiye Cumhuriyeti tarafından Kuzey ve Güney Kafkasya’da sahiplenilmeyen Müslüman halklar arasındaydı. Oysa; Türk kökenli ve başka kökenli Müslüman veya Hıristiyan bütün halkların ve onların aklı başında Aydınlarının gözü ve kulağı Ankara'daki Millî Meclist'eydi.


Soğuk Savaş sonrası başlayan yeni dönemle birlikte, Misak-ı, Millî, devlet adamlarımız, siyasetçilerimiz, bilim adamlarımız, gazetecilerimiz ve yazarlarımız tarafından farklı açılardan da dile getirilip irdelenmektedir. Bu bağlamda Balkanlar ve Ortadoğu’nun farklı devletlerinde yaşayan Türkler ve Türk kökenli olmayan diğer Müslümanların insan hakları bağlamındaki ciddî sıkıntıları bir şekilde Türkiye gündemine yansımış, duyarlılıklar artmış ve sıkıntılarının çözümü konusunda kısıtlı da olsa bazı adımlar atılmıştır.
Kuzey ve Güney Kafkasya’da yaşayan, Osmanlı Devletinin eski sınırları içinde veya etki alanında kalmış kimi bölgelerde yaşayan Türk ve diğer milliyetlerden Müslüman halklar ve bunların geçmişte tabi tutuldukları kültürel asimilasyon büyük ölçüde Türkiye kamuoyunun bilgi ve ilgi alanı dışındadır. Bu makalenin amacı, Misak-ı Millî değerlendirmeleri açısından Müslüman Lazları okuyucuyla tanıştırmak ve Türkiye Cumhuriyeti ve Sovyetler Birliğindeki ideolojik ve siyasî kavgaların gölgesinde sahiplenilmeyen Lazcanın günümüzdeki durumuna da dikkat çekmektir.









LAZLAR VE LAZCA


Lazlar[1]; günümüzde Türkiye Cumhuriyeti ile Gürcüstan Cumhuriyeti sınırları içinde kalan Doğu Karadeniz ve Güney Batı Kafkasya coğrafyasının en eski ve yerli halklarındandır. Lazlar; Megreller, Gürcüler, Svanlar ile akrabadır.  Lazların en yakın akrabaları olan Megreller (‘Hıristiyan Lazlar’) günümüzde Gürcüstan, Abkhazya ve Rusya Federasyonu’nda yaşamaktadır. Çok az sayıda da olsa Müslüman Laz Abkhazya’da ve Rusya Federasyonu’nda yaşamaktadır. Türkiye Lazları Müslüman,  Gürcüstan Lazlarının çoğu Ortodoks Hıristiyandır. Abkhazya Lazlarının çoğu ise Müslümandır. Lazların en yakın akrabaları olan Megreller Ortodoks Hıristiyandır. Günümüz Laz ve Megrelleri eski Kolkhların torunları olarak da anılmaktadır.

Lazca, ‘Güney Batı Kafkasya Dil Ailesi’ sınıflandırılması içinde yer alır. Bu dil ailesi içinde Lazcanın yanı sıra Megrelce, Gürcüce ve Svanca da yer almaktadır. Bu diller aynı dil ailesinde yer almasına rağmen, yalnızca Lazca ve Megrelce konuşanlar arasında karşılıklı birbirlerini anlama söz konusudur. Günümüzde Lazca ve Megrelce, eski Kolkh Dilinin günümüzdeki temsilcileri olarak da anılmaktadır.

Laz aydını Hopalı Faik Efendinin, 19. Yüzyılın 70’li yıllarında Arap Alfabesi üzerinden bir Laz Alfabesini Osmanlı Devleti sınırları içinde oluşturduğu[2] ve Lazcayı yazılı bir dil haline getirme çabaları içinde bulunduğu bilinmektedir.

            Hiç kuşku yok ki, Soğuk Savaş öncesi dönem ile Soğuk Savaş dönemi bütün dünyada artık her açıdan kapandı. O dönemlerin aktör ve figüranları da tarihteki yerlerini aldı. Geçmişte yanlış anlaşılan Misak-ı Millî ve “Yurtta Sulh, Cihanda Sulh” algı ve söylemlerinin artık gözden geçirilmesi ve bunların gerçekte sınırlarla içine kapanan bir ülkeyi temsil etmediğinin kabul edilmesi gerekmektedir.  Türkiye’nin de kendisini Soğuk Savaşın bittiği döneme göre her alanda yeniden düzenlemesinin gereği ortadadır. Türkiye Cumhuriyetinin, kardeşleşme projesi çerçevesinde Türkçe dışındaki bütün anadilleriyle ilgili ciddî ve kalıcı kurumsal adımlar atması da bir diğer gerekliliktir.





 “ANASIR-I İSLÂMİYE”

Türkiye’de son dönemlerde sıkça gündeme gelen bir alıntı ile başlamak istiyorum. Bu alıntı Millet Meclisinde yapılmış konuşma tutanaklarından aktarılmış. Konuşma tarihi 1 Mayıs 1920. Tutanaktan okuyoruz:[3]

“…Yusuf Kemal Bey (Kastamonu Mebusu)
- ...Her Türkün söyleyeceği şey: Memleketimizde görülecek ilk iş sıhhıye işidir. Çünkü sıhhat olmazsa çünkü Türklük sıhhatli bulunmazsa, o Türkler üzerine bina edeceğimiz hiçbir iş kalmaz....Türkleri muhafaza etmek için evvelâ sıhhati muhafaza etmeli... Türklüğü bitiren hastalıkları bir an evvel kaldırmazsak, eğer Türk ailesinin ve Türk ferdinin refahını temin edecek esbabı istikmâl etmezsek hepsi boştur...”

Yusuf Kemal Beyin bu konuşması üzerine Sivas Mebusu Emir Paşa Kürsüye çıkar.
O da şöyle konuşur:

“Yusuf Kemal Beyefendi Hazretlerinin irad-ı kelâm ettiği sırada sıhhatlerinin muhafazası lüzumunu yalnız Türklere hasretmiş olmasına itiraz ediyorum... (İslâm demekti sedâları... Kelime ile oynamayın sesleri) Müsaade buyurun. Zannederim ki Müslümanlık namına teessüs etmiş bir Hilafet vardır. Değil buradaki Müslümanlar, aktar-ı cihanda bulunan umum Müslimînin bu Hilafete merbutiyetlerini unutmamak iktiza eder. Rica ederim ki, yalnız Türklük namını istimal etmeyelim. Çünkü Türklük namına biz buraya cem‘ olmadık. (gürültüler). Rica ederim sadece Türkler değil, Müslümanlar demek, hatta Osmanlılar demek kâfidir efendim. (İslâm deniliyor sadâları...) Bu vatanda Çerkes, Çeçen, Kürd, Laz ve daha birtakım İslâm kabileleri vardır. Bunları hariçte bırakacak, tefrikaya sebep olacak söz söylemeyelim. (Gürültüler)

Reis:
- Müsaade buyurunuz, devam etsin!
Emir Paşa (devamla):
- Bendeniz bu mesele hakkında uzun söz söyleyecek değilim. Bu gibi sözlerin şimdiye kadar bir faidesini görmedik. Hepimiz Hilafete merbutuz. Bu Hilafet-i muazzamayı birçok asırlardan beri muhafaza edenin Türk kavm-i necibi olduğunu da kimse inkar edemez. Yalnız tefrikayı icab edecek hiçbir söz söylenilmemesini tekrar temenni ediyorum.”
Mustafa Kemal Paşa kürsüye çıkar ve aşağıdaki konuşmayı yapar:
“Mustafa Kemal Paşa:

- Efendiler, meselenin bir daha tekerrür etmemesi ricasıyla bir iki noktayı arz etmek isterim: Burada maksud olan ve Meclis-i âlinizi teşkil eden zevat yalnız Türk değildir, yalnız Çerkes değildir, yalnız Kürd değildir, yalnız Laz değildir. Fakat hepsinden mürekkep anasır-ı İslâmiyedir, samimi bir mecmuadır. Binaenaleyh bu heyet-i âliyenin temsil ettiği; hukukunu, hayatını, şerefini kurtarmak için azmettiği emeller, yalnız bir unsur-ı İslâm‘a münhasır değildir. Anasır-ı İslâmiyeden mürekkep bir kitleye aittir. Bunun böyle olduğunu hepimiz biliriz. Hep kabul ettiğimiz esaslardan birisi ve belki birincisi olan hudut meselesi tayin ve tespit edilirken, hudud-u millîmiz İskenderun‘un cenubundan geçer, şarka doğru uzanarak Musul‘u, Süleymaniye‘yi, Kerkük‘ü ihtiva eder. İşte hudud-ı millîmiz budur dedik! Hâlbuki Kerkük şimalinde Türk olduğu gibi Kürd de vardır. Biz onları tefrik etmedik. Binaenaleyh muhafaza ve müdafaası ile iştigal ettiğimiz millet bittabi bu unsurdan ibaret değildir. Muhtelif anasır-ı İslâmiyeden mürekkeptir. Bu mecmuayı teşkil eden her bir unsur-ı İslâm bizim kardeşimiz ve menafii tamamıyla müşterek olan vatandaşımızdır. Ve yine kabul ettiğimiz esasatın ilk satırlarında bu muhtelif anasır-ı İslâmiye ki: vatandaştırlar, yekdiğerine karşı hürmet-i mütekabile ile riayetkârdırlar ve yekdiğerinin her türlü hukukuna; ırkî, ictimaî, coğrafî hukukuna daima riayetkâr olduğunu tekrar te‘yid ettik ve cümlemiz bugün samimiyetle kabul ettik. Binaenaleyh menafiimiz müşterektir. Tahsiline azmettiğimiz vahdet, yalnız Türk değil, yalnız Çerkes değil hepsinden memzuc bir unsur-ı İslâmdır. Bunun böyle telâkkisini ve suitefehhümata meydan verilmemesini rica ediyorum. (Alkışlar)…”

Mustafa Kemal Paşa 1 Mayıs 1920’de Misak-ı Millî ile ilgili olarak şunları söylüyor:

“…Hep kabul ettiğimiz esaslardan birisi ve belki birincisi olan hudut meselesi tayin ve tespit edilirken, hudud-u millîmiz İskenderun‘un cenubundan geçer, şarka doğru uzanarak Musul‘u, Süleymaniye‘yi, Kerkük‘ü ihtiva eder. İşte hudud-ı millîmiz budur dedik!”

Mustafa Kemal Paşa bu konuşmasında İslâm Milletine de vurgu yapıyor:

“…Burada maksud olan ve Meclis-i âlinizi teşkil eden zevat yalnız Türk değildir, yalnız Çerkes değildir, yalnız Kürd değildir, yalnız Laz değildir. Fakat hepsinden mürekkep anasır-ı İslâmiyedir, samimi bir mecmuadır…”

Oysa ‘Kimilerince ‘hürriyet şairi’, ‘vatan şaiiri’ olarak da adlandırılan Namık Kemal, kendi dindaş ve vatandaşlarının anadillerine ilişkin olarak 1878’de şunları yazıyordu:

            “Ülkemizde Türkçe dışındaki tüm dilleri yok etmemiz gerekirken, Arnavutlara, Lazlara ve Kürtlere, onların kimliklerini benimseyerek manevi bir silah mı verelim? …Dil… ulusal birliğe karşı en sağlam - belki de dinden bile daha sağlam bir engeldir.” [4]

Bir başka yerde de Namık Kemal şöyle der:

“Eğer düzenli okullar kurar… şu an uygulanmayan programları uygularsak, Laz ve Arnavut dilleri yirmi yılda tamamen unutulacaktır.”[5]

Kuşkusuz Namık Kemal’in ‘millet’ kavramına ilişkin bu düşünceleri, kaynağını 1789 Fransız Devrimi ve o devrimin yaşanmasına sebep olan toplumsal gelişmelerden almaktadır. Gel Gör ki, Osmanlı Devleti, o toplumsal gelişmelerden yoksundu.

Namık Kemal, birçok Jön Türk gibi Mustafa Kemal Paşanın  da ilham kaynağıdır. Mustafa Kema Paşal, Namık Kemal’in ‘millet’ kavramına yaklaşımını gerçekçi bulmuyor olmalı ki, Millet Meclisinin, İslâm Milletini meydana getiren bütün unsurların hukuk, hayat ve şerefini kurtarmak için mücadele edileceğine de dikkat çekiyor:

“…Binaenaleyh bu heyet-i âliyenin temsil ettiği; hukukunu, hayatını, şerefini kurtarmak için azmettiği emeller, yalnız bir unsur-ı İslâm‘a münhasır değildir. Anasır-ı İslâmiyeden mürekkep bir kitleye aittir. Bunun böyle olduğunu hepimiz biliriz….”




OSMANLI DEVLETİ’NDEKİ SİYASÎ PARTİ PROGRAMLARINDA ANADİLİ



Mustafa Kemal Paşanın Mecliste söylediklerinden, Milleti oluşturan Müslüman unsurların Kurtuluştan sonra bir takım siyasî, ekonomik ve kültürel haklara sahip olacakları sonucu açıkça anlaşılmaktadır. Nitekim Mustafa Kemal Paşanın çatısı altında bu konuşmasını yaptığı Millet Meclisinde Lazistan ve Kürdistan milletvekilleri de vardı.[6] Ankara’daki yeni hükümet Lazistan ve Kürdistan söylemini de milletvekillerini de Osmanlı Devlet geleneğinden devralmış ve devam ettirmekteydi. Ayrıca Osmanlı Devletinde varlığını sürdürmüş olan bazı siyasî partiler de Türkçe dışındaki anadillerine ilişkin görüşlerini programlarında beyan etmişlerdir. [7]

İttihat ve Terakki Fırkasının 1909 programının 9. maddesinde şöyle deniyor:

“Özgür eğitim-öğretim partimizin ilkesidir. Osmanlı vatandaşı özel okul açmakta, öğrenim görmede özgürdür. Osmanlı ülkesindeki tüm okullar devletin gözetim ve denetiminde olacaktır. Uygulayacakları programlarda birliktelik Maarif Bakanlığınca sağlanacaktır.
İlkokul parasız ve zorunludur. Anaokullarında Türkçe öğretim yapılırken ilkokullarda eğitim her kavmin kendi dilinde yapılacaktır. İlkokulların masrafları ile öğretmenlerin maaşları yöre ve cemaatlere ait olacaktır. Devletin eğitim gideri olarak topladığı vergiler mahalli bütçelere devredilecektir…”

İttihat ve Terakki Fırkasının 1913 programının 41. maddesinde şunlar yazıyor:

“Eğitim görmek her Osmanlı vatandaşının hakkıdır. Özel ve Cemaat Okulları devletin gözetim ve denetimine tabidir. Devlet okullarında ilköğretim zorunlu ve parasızdır. Türkçe resmi dil olarak okutulurken, her azınlık kendi diliyle de eğitim verebilir…”

1908’de kurulmuş olan Osmanlı Akhrar Fırkasınının programın 19. maddesi konuya şöyle yaklaşıyor:

“İlköğretim zorunludur. Bütün genel ve özel okullarda eğitim dili Türkçe’dir. Yöresel dil ikinci planda yer alacaktır.”

1909’da kurulmuş olan Osmanlı Demokrat Fırkası Programının 9. maddesi şöyle diyor: 
“Ayrılıkçı girişimleri taşımamak koşuluyla ilkokullarda yöresel dil (Anadili) kullanılacaktır...”

1910’da kurulmuş olan Akhali Fırkası programının 16. maddesi şunları yazıyor:

“Devletin resmî dilinin Türkçe olması nedeniyle okul ve medreselerde Türkçe eğitimine devam edilecektir. Devletin resmî dininin İslâm olması nedeniyle de Arapça öğretimine özel önem verilecektir. Diğer halkların dillerinde eğitim yapmaları serbesttir.”

1911’de kurulmuş olan Hürriyet ve İtilâf Fırkası ise, programının 20. maddesinde şöyle yazıyor:

“Köy okullarında ve genel olarak ilkokullarda eğitim yörenin diliyle (anadilinde) yapılacaktır.”

1912’de kurulmuş olan ve kurucuları arasında Yusuf Akçura’nın da bulunduğu Millî Meşrutiyet Partisi, programının 33. maddesinde şu görüşlere yer vermekte:

“… Bütün ilkokul, ortaokul ve ilköğretmen okulları özel kanunlarla il Genel Meclislerine devredilecektir.
İlköğretim parasızdır. Zorunlu ilköğretimin fiili olarak uygulanılmasına çaba gösterilecektir.
Her nahiye merkezinde ilkokul binalarının önem sırasına göre yapılmasına öncelik verilecektir. Yöredeki ilköğretim o yöredeki nüfus çoğunluğunun diliyle yapılacaktır.
Ancak devletin resmî dili olan Türkçe de bu okullarda mutlaka öğrenilecektir. İlk ve ortaokullara öğretmen yetiştiren Darülmuallimler ihtiyaç ölçüsünde açılacaktır.”
1918’de kurulmuş olan Teceddüt Fırkası, programının 113. maddesinde konuya ilişkin yaklaşımını şöyle ifade ediyor:
“Devlet ilkokullarında resmî dil öğretimi zorunlu olmakla birlikte yörenin anadilinde öğretim yapılacaktır.”




YENİ DÖNEMDE “MİSAK-I “MİLLΔ VE “ANASIR-I İSLÂMİYE”


24. 07.1923 tarihinde imzalanan Lozan Antlaşması öncesi yapılan müzakereler sırasında ‘Azınlıklar Alt Komisyonu’ndaki görüşmelerde azınlıkların korunması için konulacak hükümlerin Anadoluda konuşulan Lazca, Çerkesçe, Kürtçe , Gürcüce, Abhazca gibi anadillerini konuşanları da kapsaması gündeme gelir; tartışılır. Ancak İsmet Paşa; Lazca, Çerkesçe, Kürtçe, Gürcüce, Abhazca gibi anadillerinin güvence altına alınmasına karşı çıkar. İsmet Paşanın bu tavrı aslında, Mustafa Kemal Paşanın o konuşmasının özüne tamamıyla aykırıdır. İsmet Paşanın kendince gerekçesi vardır. Müslümanlara ve onların aralarında ayırım gözetilip gözetilmediği ise, ilerleyen yıllarda görülecekti. Ancak kendisi şöyle demişti:

“Türkiye'de hiçbir Müslüman azınlık yoktur; çünkü Müslüman nüfusun çeşitli unsurları arasında hiçbir ayırım gözetilmemektedir.”[8]

Yeni dönemle birlikte Mustafa Kemal Paşanın 1 Mayıs 1920 tarihinde Millet Meclisinde dile getirdiği Misak-ı Millî kavramı ve İslâm Milletini meydana getiren unsurların hak ve hukuklarının da savunulacağı düşüncesinden vazgeçildi. Namık Kemal’in ‘millet’ kavramı sahiplenildi ve gereği yapılmaya başlandı. Misak-ı Millî, Mustafa Kemal Paşanın yukarıdaki konuşmasında çerçevesini çizdiği şekilde değil, bugünkü sınırlar çerçevesinde algılanılmaya ve sahiplenilmeye başlandı. Bu yaklaşımla beraber, Türkiye kendi içine kapandı. Bu yeni dönemde, Mustafa Kemal Paşanın aynı konuşmasında sahiplendiği İslâm Milleti ve onu meydana getirdiğini kabul ettiği çeşitli unsurlar yok sayıldı. Yok sayılan yalnızca bu unsurlar değildi. Bu unsurların anadilleri yok sayıldı. Üstelik bu anadillerinin konuşulmaları bile yasaklandı. 8 Aralık 1925’te, Milli Eğitim Bakanlığı; Kürt, Çerkes ve Laz, Kürdistan ve Lazistan gibi ifadelerin kullanılmasını yasaklayan bir genelge yayınladı.

Mustafa Kemal Paşa, bu yeni düşüncesini, 1930’da manevî kızı Afet İnan’a yazdırdığı ‘Yurttaşlık İçin Medeni Bilgiler’ adlı eserinde açıklamıştır. Şunlar yazılmış:

“Bugünkü Türk milleti siyasî ve içtimaî camiası içinde kendilerine Kürtlük fikrî, Çerkezlik fikri, Lazlık fikri veya Boşnaklık fikri propaganda edilmek istenmiş vatandaş ve millettaşlarımız vardır. Fakat mazinin istibdat devirleri mahsulü olan bu yanlış adlandırmalar, birkaç düşman aleti mürteci beyinsiz haricinde, hiçbir millet ferdi üzerinde üzüntüden başka bir tesir hasıl etmemiştir. Çünkü bu milletin fertleri de Türk toplumunun geneli ile aynı müşterek maziye, tarihe, ahlaka ve hukuka sahip bulunuyorlar.”[9]

            Bir kez daha vurgulamakta fayda var: Kanunlarda yapılan düzenlemelerle Lazistan ve Kürdistan kavramlarının kullanılması terk edildi. İller ve ilçeler yeniden düzenlendi. Soyadı Kanunu çıkartıldı. Bu kanunla aynı sülâleden ailelere farklı soyadları verildi. Köylerin adları değiştirildi.[10]

            Türkiye Cumhuriyeti, Osmanlı Devleti ile her türlü bağını koparmak adına çok köklü kararlar aldı ve bunları katı bir şekilde uyguladı. Bu uygulamalarından bazıları ciddî insan hakları ihlâlleri içermektedir. Türkiye Cumhuriyeti’nin yakın zamanlara kadar Türkçe dışındaki anadillerine karşı uygulamaları kültürel asimilasyon özelliği taşımaktadır. Oysa; Lozan Antlaşmasının 39. maddesinin yalnızca Hıristiyan azınlıkların dillerini değil, Türkçe dışındaki Müslüman anadillerinin de varlık ve yaşamalarını da güvence altına aldığına, ancak bunun Türkiye Cumhuriyeti tarafından uygulanmadığına ilişkin günümüzde çeşitli yorumlar yapılmaktadır.   Lozan Antlaşmasının 39. Maddesi şöyle:

‘‘Herhangi bir Türk yurttaşının gerek özel ya da ticari ilişkilerinde, gerek din, basın ya da her türlü yayın konusunda ve gerek toplantılarda herhangi bir dili serbestçe kullanmasına karşı hiçbir sınır konulmayacaktır.’’[11]

Bir yazar, makalesinde bu maddeyi aktardıktan sonra şu soruyu soruyor:

“... Şimdi lütfen söyleyin... Türkçeden başka dilde yayın yapılmasına engel olmaya hakkımız var mı? Var dersek Lozan'a bağlılık yüzünden mi yapacağız bunu, yoksa Lozan'ı tanımadığımızdan mı? Lozan'ın 77'nci yılında yanıt verin bakalım...”





“YENİ DÖNEM”DE LAZİSTAN SANCAĞI, LAZLAR VE LAZCA

            Müslüman Lazlar Osmanlı Devletine her zaman sadakat gösterirler. Müslüman Lazların yaşadıkları ülkeye olan bağlılıkları ve vatan savunmasındaki vatanseverlikleri tamdır. Oluşturdukları gönüllü teşkilâtlarla Çarlık ordularına gerilla savaşı ile karşı koydular.  Ancak Osmanlı Devletinin, Çarlık Rusyası karşısındaki her yenilgisi, Müslüman Lazları kitlesel göçlerle yüz yüze bıraktı. 1828- 1829[12] Osmanlı- Rus Savaşından başlamak üzere, 1877- 1878 Osmanlı- Rus Savaşları[13] sırasında ve Birinci Dünya Savaşı sırası ve sonrasında da Müslüman Lazların Osmanlı Devleti topraklarına kitlesel olarak göç etmek zorunda kaldıklarını biliyoruz. Bu göçlerin sebepleri dinî idi. Büyük Britanya’nın Batum Konsolosu 1878- 1882 arasında yöreden 80.000 Müslüman Lazın göç ettiğini yazmaktadır.[14]
            Müslüman Lazların Osmanlı Devletine olduğu gibi, Kurtuluş Savaşına da bağlılıkları tamdır. Arhaveli İsmail’in şahsında Müslüman Lazların bu bağlılıkları ve kahramanlıkları şiirle de dile getirilir:

              “...  Ve çok uzak
çok uzaklardaki İstanbul limanında
gecenin bu geç vakitlerinde
 kaçak silâh ve asker ceketi yükleyen Laz  t a k a l a r ı
hürriyet ve ümit
su ve rüzgârdılar...”[15]

Gerek Osmanlı-Rus Savaşları, gerek Birinci Dünya Savaşı ve gerekse de Kurtuluş Savaşında ortak vatan uğruna gönüllü olarak kanlarını döken ve çoğu o zamanlar doğru dürüst Türkçe konuşamayan Müslüman Lazların çocukları ve torunları yeni dönemle birlikte anadillerini konuşma yasaklarıyla karşılaştı. Aşağıda bu yasaklara ilişkin birkaç tanıklık aktarmak istiyorum.
1924 doğumlu M. Recai Özgün Lazca konuşma yasaklarına ilişkin anılarını şöyle aktarıyor:
“ ... Otuzlu yıllarda okullarda Temizlik ve İntizam Kolu, Kızılay Kolu gibi isimlerle çalışma kolları oluşturulurdu. Bunlar arasında ‘Lazca Konuşanlarla Mücadele Kolu’ diye bir kol daha vardı. Ben dördüncü ve beşinci sınıfta iken bir müddet bu kolun başkanlığını yaptığımı hatırlıyorum. Bu işi faydalı olduğuna inanarak yapardık. Çünkü talebeler de öğretmenler de Laz kökenli idiler ve Türkçeleri meramlarını ifade edemeyecek kadar bozuktu.
‘Lazca Konuşanlarla Mücadele Kolu’ndaki faaliyetlerime hiç anlam veremezdim. Çünkü okulda tamam; Lazca konuşanlara ihtarımı yapardım, ama eve gelince, köye çıkınca hiç Türkçe bilmeyen babaannem, dedem, komşuma hiç etkili olamıyordum. Hal böyle olunca, onlarla ben de Lazca konuşuyordum. Yani ‘görevli de suç işliyordu’. Garip bir kandırmaca. Bir çocuğun ikiyüzlü gelişmesinde felâket etkili olacak bir uygulama. Ayrıca onlara, ‘Lazca konuşmayın’ demek , ‘Siz hiç konuşmayın’ anlamına geliyordu. Çünkü Lazcadan başka dil bilmiyorlardı. Böyle bir teklif, onların aklımızdan şüphelenmelerini gerektiriyor ve şaşkın şaşkın gülmelerine vesile oluyordu. Bu çok büyük bir çelişki idi. Çocuk ruhumda oluşan bu çapraşık duygular, beni konunun nedenlerini anlamaya doğru iterdi, ama hiçbir izah tarzını da bulamazdım. Bu konudaki pozisyonumu iki yüzlülük imiş gibi algılardım ve hatırladığıma göre utanır veya sıkılırdım...”[16]

Mecit Çakırusta’nın tanıklığı ise şöyle:

“Ben 1926 senesi 20 Mart doğumluyum. 1930’lu yıllarda ilkokul tahsilimi Ardeşen/ Dutkhe’de yaptım.  Okulda Lazca konuşmak yasaktı. Yalnızca okulda değil, dışarıda da konuşulmayacaktı. Bunun tespiti için de talebeler arasında görevlileri vardı. Öğretmen, Lazca konuşanları tespit edip kendisine isimlerini getirenleri ödüllendiriyor ve talebeleri ispiyonculuğa teşvik ediyordu. Lazca konuşanları da –yine talebelere yaptırdığı – özel fındık ağacından çubuklarla avuçlarını kırbaçlıyordu veya parmaklarımızı birleştirip tırnaklarımıza cetvelle vuruyordu. Bu tutum ve davranışın bana yaptığı psikolojik tahribatın yaşam boyu uzun zamanımı aldığını, bu aşağılanma suçluluk, ama bu suç ve yabancılık bende hep var olacaktı. Üstümden atamayacaktım. Çünkü ben Laz’dım ve Lazca konuşuyordum, Lazca şarkı söylüyordum. Ülkemizdeki bu tür baskılar, ülke insanına çok büyük beyin tahribatlarını yaptığına inanıyorum. Öyle düşünüyorum. Ülkemde bir tek Nobel ödüllü olmaması acaba bu tür baskıların bir sonucu mudur diye düşünüyorum.”[17]

1939 doğumlu olan Hopalı ”Yılmaz Avcı’nın anısı da şöyle:

 “ ... Okullar açıldığı gün öğretmenimizin okulda Lazca konuşmayı yasaklaması ile beraber bizim de en önemli iletişim kaynağımız kesilmiş oldu. Ancak teneffüslerde, öğretmenden uzak olduğumuz noktalarda kontrollü olarak Lazca konuşabiliyorduk. Zira, Türkçe bize çok zor geliyordu. Tabi bu arada yakayı suçüstü ele verenler de mutlaka cezalarını çekiyorlardı. Yine bir gün teneffüse çıkar çıkmaz, hala oğlu Muhammet’in, okulun önünden geçmekte olan bir atı görür görmez, iyi Türkçe bildiğini bizlere ispat etmek istercesine,“Aha, tskheni gelii!!! (İşte, at geliyor!!!) “diye bağırmasıyla beraber, öğretmenin parmaklarının kulağına yapışması bir oldu. Öğretmen, “Aha, tskheni gelii, haa!!!” diye bağırıp bir tokat yapıştırdı. Sonra bir ve bir daha. Bu olaydan sonra bizler de çaktırmadan Lazca konuşabilmek için bir arayış içine girmiştik. O büyük mücadele sonunda, öğretmenin galip geldiğini söylemeye her halde gerek yok!”[18]

1945 Pazar Doğumlu Yavuz Bahadıroğlu, yaşadıklarını şöyle kaleme almış: 

“Arkadaşlarımdan biri (hangisi olduğunu hatırlayamıyorum) kolundaki kırmızı kollukla çok havalı duruyor karşımda. Kırmızı kolluğun üstüne nakış iğnesiyle ablasının işlediği beyaz yazıyı sökmeye çalışıyorum: “Lz. Kl. Bşk.”…
Anlamını çıkaramayınca da soruyorum: “Ne yazıyor?..”
“Lazca Kolu Başkanı” diyor gururla, “Başöğretmen seçti.”
“Ne işe yarıyor?” diye soruyorum bu kez.
“Lazca konuşanları Başöğretmene şikâyet edeceğim.”
“Yani şimdi ben Lazca konuşsam da söyler misin?”
Kısa bir tereddütten sonra karşılık veriyor: “Evet, vazife vazifedir.”
“Peki, sen evinde hiç Lazca konuşmaz mısın?”
Bu soruya uzun süre cevap veremediğini, sonra da kem-kümlerle geçiştirdiğini hatırlıyorum. Çünkü hepimizin ailesinde olduğu gibi, onun ailesinin yaşlıları da doğru düzgün Türkçe bilmiyordu. Ailemizle iletişim kurmak için hepimiz evde Lazca konuşmaya mecburduk. (…) Konu zaman içinde öylesine abartıldı ki, günün birinde tek kelime Lazca konuştuğum için Laz öğretmenimden enseme okkalı bir şaplak yedim.
Yıllar sonra bir köy düğününde bunun hesabını yarı şaka yarı ciddi sorduğumda gülmüş, “Vaktiyle Köy Enstitülerinde bize ‘tek lisan, tek vatan, tek millet’ diye öğretmişlerdi” demişti.
Bilmez olur muyum? Biliyorum ve ana dilde konuşamamanın, yazamamanın, okuyamamanın acısını bugün bile içimde hissediyorum…” [19]


1944 doğumlu Fındıklılı Nurdoğan Demir’in, o yıllara ilişkin olarak yazdıkları ise şöyle:

“…O yaşımda başka bir dilin varlığını bile bilmiyordum. Lazca konuşmayacaktım da ne konuşacaktım ki? Yoksa biz, hani şu öğretmenlerimizin konuştuğu dilden mi konuşacaktık? Öğretmenler Türkçeyi bana göre çok güzel konuşuyorlardı. Açıkçası imreniyorduk. Ama o dilden bildiğimiz on kelimeyi geçmiyordu ki, nasıl olacaktı bu iş? O zamanlar bizim için ‘Lazca konuşma’ demek, ‘Hiç konuşma’ demekle eşti. İlk zamanlar adeta ağzımız kilitlenmişti. Dilsiz kalmıştık!”[20]
1956 doğumlu Pazarlı T.M., o döneme  ilişkin tanıklığını şöyle aktarıyor :
“Türkçeyle ilk tanışmam, annemin beni elimden tutup kayıt yaptırmak için okula götürdüğü gün oldu. Bir odaya girdik. Annemin elini sıkıca tutuyordum. Sonradan müdür olduğunu öğrendiğim adam, bir şeyler konuşuyordu. Ben ise hiçbir şey anlamıyordum.(...)
Artık sınıftaydım. Sıramda oturuyor, bir yandan da okul bahçesinde bekleyen annemi gözlüyordum. Sınıftaki öğretmenin konuşması yine benim bilmediğim bir dildeydi ve O’nu anlamıyordum.
Teneffüsler benim için oyun oynamak için değil, arkadaşlarımla (Lazca ) konuşma ihtiyacını karşılayabildiğim yegâne zamanlardı.
Derslerin teneffüslerden sonraki ilk beş dakikası dayak seansları ile geçiyordu. Suçumuzun ne olduğunun bilincinde değildik. Sonraları anladık ki, suçumuz Lazca konuşmakmış. Lazca konuşanların isimlerini okulda kurulu olan ‘Lazca Konuşturmama Kolu’ görevlileri okul idaresine bildiriyordu. Bu görevliler, yaşça bizden daha büyük olanlardı. Bütün günlerimiz bu uygulamalarla geçiyordu.
Bir süre sonra, dayak yememek için Lazca konuşmamayı, yani susmayı tercih ettim. Başka bir dil, yani Türkçeyi bilmiyordum ve dolayısıyla da dersleri anlamıyordum. Tahtada yazılı olanları muntazaman defterime geçiriyordum. Öğretmen, başarılı bir öğrenci olduğumu (!) düşünmüş olacak ki, ikinci sınıfa geçtim.
İkinci sınıfta yavaş yavaş Türkçe konuşmaları anlamaya başladım.
Aradan yıllar geçti. Lazca konuştuğumuz için bizi döven öğretmenimizle bu konuyu konuştum. ‘Lazca Konuşturmama Kolu’ diye eğitsel kolun olduğunu O’ndan öğrendim.
‘Niye bizi çok dövüyordunuz? Çok mu yaramazdık?’ diye kendisine sorduğumda şu cevabı verdi : ‘Hayır! Seni uslu bir çocuk olarak hatırlıyorum.’
‘Sizden yediğim sopaları birbirine eklesem Boğaz’a üçüncü köprü olur.’
Öğretmenimiz, bugün güzel (!) Türkçe konuşmamızı bu uygulamalarına bağlıyor. Başarılı” olduğunu kabul etmek gerek!”[21]

1960 doğumlu Ardeşenli K.S.’nin tanıklığı ise şöyle:

“Türkçe bilmemenin sıkıntısı okulda Lazca konuşma yasağıyla pekişirdi. Ama her çocuğun başında bekleyemezdi ‘yabancı’ dediğimiz, Laz olmayan, çoğu Orta Anadolu kökenli öğretmenler. Teneffüs zili çalar çalmaz dilimizin bağı çözülür, Lazca konuşuyorduk. İspiyoncu ve ihbarcı çocukların ikazlarına aldıran yoktu. Çocukluk arkadaşlarımı hâlâ aynı canlılıkla hatırlarım, şevkle Lazca konuşmalarını, ince seslerinin yankılandığı su değirmenindeki annelerinden öğrendikleri uzun Lazca ağıtları .”[22]




MİLLET MEKTEPLERİNDE ANADİLİ SORUNU ÇÖZÜLEBİLİRDİ

Bütün bu tanıklıkların, CHP’nin tek parti diktatörlüğü altında ve onun şekillendirdiği yıllarda yaşandığını biliyoruz. Bu çocuklara baskılar uygulayarak sindirmek, onları pedagojik sorunlarla karşı karşıya bırakarak kişilik ve kimliklerinde ağır yaralar açarak sözde eğitim- öğretim vermek yerine, Türkçeyi de kendi anadilini de iyi bilen, kendisine güvenen, kendisi ile barışık, çevresi ile uyumlu, üreten, sağlıklı ve mutlu vatandaşlar yetiştirilebilir; bugünküne benzemeyen bir vatan kurulabilirdi. 1 Ocak 1929 tarihinde faaliyete geçen Millet Mektepleri ile çözüm üretilebilirdi. Böylelikle; hem kendi anadili ve Türkçe ile iki-dillilik süreci bugünlere kurumsal bir yapı ile olarak oluşabilirdi. Hem Türkçeyi ve hem de kendi anadilini çok iyi bilen, konuşan ve okuyup yazabilen en az dört kuşak yetiştirilebilirdi. Bütün bunlar para ve diğer kaynakları aktararak değil, ancak öncelikle vatandaşına güvenen vatansever bir kafayla yapılabilirdi.
Askerliğini onbaşı veya çavuş olarak yapan ve Türkçe okuma- yazma bilen gençler Ankara Dil Tarih Coğrafya Fakültesi’nde açılacak bir ‘Türkiye’nin Anadilleri Enstitüsü’nde kısa dönem ancak yoğun bir eğitim ve öğretimden geçirilerek, kendi yörelerinde Türkçeyi Latin harfleriyle okumayı ve yazmayı öğrettikleri gibi, o yörenin anadilinin de öğretmeni olarak da görev yapabilirlerdi. CHP’nin tek parti iktidarı, 1930’lu yıllardan başlamak üzere Lazcaya da diğer anadilleri gibi kültürel asimilasyon uygulanmıştır.





CHP’NİN TEK PARTİ YÖNETİMİNDE


Devlet İstatistik Enstitüsünün, ‘İslâm Azınlık Dilleri’ adını verdiği anadilleri sahipsizdi TKF’nin 1926 programının 11. maddesi bu anadillerini vb. konularda şunları diyordu:
“...TKF, Halk Fırkasının Müslüman azınlıkları zorla Türkleştirmek, Hıristiyan ve Musevî azınlıkları da ezmek siyasetine her vasıtayla karşı koyar... TKF, onlar için hukukta tam bir eşitlik; dillerini kullanmak ve kültürlerini yayma ve eğitim konularında tam bir serbestî talep eder…”[23]

CHP’nin tek parti iktidarı Lazcaya kültürel bir asimilasyon uygulamakla kalmamış, aynı zamanda Lazların tarihsel olarak yaşadıkları eski Lazistan Sancağı bölgesinden sürülmelerine ilişkin bazı çalışmalar yapmış, soykırım projeleri üretilmeye çalışılmış ve bilinen (şimdilik) bir de rapor hazırlamıştır. CHP’nin ‘9. Bürosu’ tarafından İkinci Dünya Savaşı yıllarında hazırladığı bu raporu irdeleyen Rıdvan Akar şunları yazıyor:

“... anadilleri Türkçeden başka olan, ancak küçük gruplar halinde yaşayan Müslüman yurttaşlar konu ediliyor. Toplu halde yaşadıkları için kendi dil ve geleneklerini muhafaza eden bu topluluklar potansiyel tehlike olarak anılıyor. Lazların sınır boylarından iç kesimlere[24] kaydırılması, toplu yaşamalarına engel olunması, bunun mümkün olmadığı hallerde en zengin ve verimli köylerden başlayarak buralara yüzde elli oranında Türk yerleştirilmesi ve okullar açılması öneriliyor ...”[25]

Manisa Mebusu Mehmet Sabri Toprak, CHP’nin tek parti iktidarından aldığı cesaretle kendi vatandaşlarının anadilleriyle ilgili olarak meclise bir kanun teklifi sunar. Sabri Toprak’ın 1938’de verdiği kanun tasarısı çarpıcı bir örnek oluşturur. Bu tasarı, Türk vatandaşlarının evlerinin dışında umuma açık yerlerde, her zaman Türkçe konuşmalarını, aksi takdirde 1-7 gün arasında hapis ve 10 ile 100 kuruş arasında para cezasını öngörüyordu. Bunların diplomalarına da el konulacak ve doktorluk, öğretmenlik ya da gazetecilik yapamayacaklardı. Ceza olarak toplanan paraların bir bölümü de ihbarcılara ödül olarak dağıtılacaktı. Yine bu tasarıya göre Türkçe bilmeyen Türk vatandaşları bir yıl içinde öğrenmeye mecburdu. Yoksa onları Türk vatandaşlığından çıkartılmak bekliyordu.

Dönemin Antalya Mebusu Rasih Kaplan’ın Mecliste yaptığı konuşmasından Rıdvan Akar şunları da aktarıyor:

“ ... Bazı unsurlar pek arsızca hareket ederek Türk milletinin diline hürmet etmiyorlar. Evlerinde istedikleri dili konuşabilirler. Fakat umumi yerlerde... bir kısım Türk vatandaşının konuştuğu Türkçe değildir. Ey vatandaş, eğer Türk vatandaşı isen Türk diline saygı göster. Karşındaki Türkleri de rencide etme.”

CHP’nin tek parti iktidarının oluşturduğu bu iklimde bir yazar, henüz bir buçuk yaşında olan oğluna yazdığı mektupta söyle diyor:

 “Yağmur Oğlum;
Bugün tam bir buçuk yaşındasın. Vasiyetnameyi bitirdim kapatıyorum. Sana bir resmimi yadigâr olarak bırakıyorum. Öğütlerimi tut, iyi bir Türk ol!
Komünizm bize düşman bir meslektir. Bunu iyi belle. Yahudiler bütün milletlerin gizli düşmanıdır. Ruslar, Çinliler, Acemler, Yunanlılar tarihi düşmanlarımızdır.
Bulgarlar, Almanlar, İtalyanlar, İngilizler, Fransızlar, Araplar, Sırplar, Hırvatlar, İspanyollar, Portekizliler, Romenler yeni düşmanlarımızdır.
Japonlar, Afganlılar ve Amerikalılar yarınki düşmanlarımızdır.
Ermeniler, Kürtler, Çerkezler, Abazalar, Boşnaklar, Arnavutlar, Pomaklar, Lazlar, Lezgiler, Gürcüler, Çeçenler içerideki düşmanlarımızdır. Bu kadar çok düşmanla çarpışmak için iyi hazırlanmalı.
Tanrı yardımcın olsun.”[26]



SORGULAMAYAN AYDINLAR


CHP’nin tek parti iktidarının başlattığı kültürel asimilasyon o kadar başarılı olmuştur ki, aşağıdaki makaleyi kaleme alabilecek zihniyette insanlar da yetişmiştir. Makale 1970’li yıllarda ‘Rize’de Dil Sorunu’ başlığıyla bir dergide yayımlanmış. Makaleyi kimin yazdığı ve nereden yayınlandığından çok, makalede yazılanlar önemli:

“Türkiye’de öteden beri çeşitli diller yaşamaktadır. Bunlardan biri de Rize’nin bazı kazalarında hususiyle, Pazar, Ardeşen, Fındıklı ve bir de Çoruh’un bir iki ilçesinde konuşulanıdır. Bu dile nedense “Lâzca” ismi atfedilir. Lâzcanın menşei bizi ilgilendirmediği gibi onun üzerinde söz edecek de değiliz. Konumuzun ilişeceği husus bu dilin mahzurları ve değersizliğidir. Yukarıda yazdığım birkaç kazada bu dile Lâzca denmesi zannederim ki o muhitte yaşayanlara Lâz lakabı verilmesinden ileri geliyor. Lâzca bundan öncesine kadar hemen hemen orada yaşayanların ilk öğrendikleri, diğer bir deyişle anadilleri idi. Daha yeni konuşmaya başlayan çocuk şüphesiz ki, Lâzca kelime ve deyimler kullanacaktır. Çünkü ebeveyn ve muhitin müşterek lisanı budur.

Çocuk suçsuzdur. Hangi terbiye altında yetişirse o terbiye ile gelişir. Eğer bu bapta kendine bir suç atfedilecekse haksızlık edilmiş olur. O halde ebeveyn de kendi ebeveyni tarafından aynı dil öğretişine mâruz kaldığına göre suçu araştırmak dilin menşeini araştırmak kadar derinliklere sürükler bizi. Burada bir suç işlenmişse bu telâfi edilmelidir

 Evet, Lâzcayı ana dili yapmak suçtur. Şüphesiz ki bu suç hukukî değildir. Fakat içtimai bir suçtur. Bugün bile ekseri köylerde (Sahilleri istisna edebiliriz) altı yaşını doldurup ilkokul öğrencisi olmak hakkını edinen her çocuk hemen hemen hiçbir Türkçe kelime bilmemektedir. Böyle Türkçe kelimelerden yoksun boş kalıplar gibi okula gelen zavallı çocuklar zorlu bir sıkıntı içindedirler. Yalnız birinci sınıfların mevcut olduğu bir köy ilkokulunda Türkçe’yi bilen yalnız tek kişidir. Tek kişi sadece Türkçe öğretip onları yetiştirme çabasındadır. Bereket öğretmenlerin de çoğu bu adı geçen dili bilmektedir. Lazcayı bilmeyen bir öğretmenin yukarıdaki tanımda olan bir ilkokuldaki manzarasını düşünün. Çocukla öğretmen arasında derin bir anlamamazlık fırtınası kasırgası esecek ve netice olarak da semere sıfır olacaktır. Burada öğretmenlerin bu kutsî çabalarını överek belirtebilirim. Onların öğrenci yetiştirmek babında ne kadar çok çalışıp ne keder güç sarf ettiklerini düşündükçe yüreğimde beliren hürmet ve saygı duyguları tüylerimi ürpertiyor. Öğretmen önce okulda, yolda ve evde bu dili konuşmayı şiddetle yasaklar. Konuşanları şikâyet etmelerini tenbihler. Konuşanlara en ağır müeyyideleri tatbik eder. Fakat bütün bu tedbirler istenileni vermekten uzak düşmektedir. Çünkü bir kere bu dil çocuk üzerinde derin bir kök salmıştır. Onu unutmasına ve Türkçeyi lâyıkı veçhile öğrenmesine hemen hemen imkân yoktur. Hayatı boyunca da bunun acısını daima çekecektir 

O halde bu derece hiçbir şey demek olan ve üstelik zararlı olan bu dil neden konuşulsun? Onu konuşup ana dili yapmak suç değil de nedir? Sonra hakiki dilimiz Güzel Türkçeyi ihmal etmek demek değil midir?

Öyleyse bu dilin kökünü kazımalıyız. Diyeceksiniz ki dil bir havuç değildir ve kolay kolay bunun sonu getirilemez. Ama ben bunun aksini söylemekte israr edeceğim. Zira bu dili ayakta tutacak hiçbir kaynak yok... maarif ile ailelerin elbirliği ile çalışmaları yeter. Her aile en azından öğretmen kadar kendi çocuğu üzerinde dursa ve ona doğuştan Türkçeyi öğretse dava zamanla halledilmiş olur ve çocuklar da bu acaip dilin şerrinden kurtulmuş olurlar.”[27]


CHP’nin tek parti yönetimi ve Soğuk Savaş yılları sırasında diğer anadillerine karşı izlenen kültürel asimilasyon politikaları Lazcayı da hızlı bir yok oluş sürecine sürükledi. Bu dönemde Lazca açısından önemli bir gelişme oldu.  Türkiye Lazları arasında Lazca Masallar derlendi. Bu çalışmayı yapan ne yazık ki, Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı değildi. Ve çalışmaları, yine ne yazık ki, Türkiye’de değil Fransa’da yayınlandı. Bu Lazca masal derlemelerini yapan kişi Fransız dilbilimci Georges Dumézil idi.[28]





BAZI İL VE İLÇELERİN SINIRLARI SIKÇA DEĞİŞTİRİLDİ


Yalnızca Lazistan Sancağı lâğvedilmedi. Bu sancak içinde yer alan kazalar arasında da düzenlemelere gidildi. Bir ara Rize ve Artvin birleştirilerek Çorukh vilâyeti oluşturuldu. [29] Sonra tekrar Rize ve Artvin vilâyetleri oluşturuldu. Daha da sonra Laz köylerinin adları değiştirilmekle kalınmadı, farklı bir dil konuştukları ve toplu olarak yaşadıkları için Eski Lazistan Sancağının demografik yapısını değiştirme konusunda raporlar düzenlendi. Bütün bunlar kültürel asimilasyonlar CHP’nin tek parti iktidarında ve onun açtığı yolda gerçekleştirildi. Bu uygulamalar entegresyon değil, kültürel asimilasyondu. 

16 Mart 1921 tarihinde Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükümeti ile Rusya Sovyet Federatif Sosyalist Cumhuriyeti arasında imzalanan Moskova Antlaşmasıyla Eskiden Lazistan Sancağı içinde yer alan köylerin çok büyük bir kısmı Türkiye sınırları içinde kaldı. Sınır ise, Sarp Köyünü ikiye böldü. Köyün yarısı Türkiye Cumhuriyetinde diğer yarısı ise Rusya Sovyet Federatif Sosyalist Cumhuriyeti’nde kaldı. Ancak bu sınır, köyden geçen dereye göre çizilir. Böyle olunca da bu köyde yaşayan akrabalar ikiye bölünür. Kimisinin evi bir ülkede, tarlası bir diğer ülkede kalmış olur. Pasavanla iki ülke arasındaki günübirlik geçişlere 1937 yılına kadar izin verilir. Bu tarihten sonra karşılıklı geçişlere son verilir, ta ki 31 Ağustos 1988 tarihine kadar.  Bu sınır, yalnızca bu iki ülkenin arasındaki sınır olmakla kalmadı, Soğuk Savaş yıllarında ise, Nato ve Varşova askerî paktlarının da hassas sınırlarından bir tanesi haline geldi.[30]






ENTEGRASYON DEĞİL,  ASİMİLASYON


İkinci Dünya Savaşı öncesi, savaş yılları ve ardından gelen soğuk savaş yıllarında uygulanan asimilasyon politikalarıyla Lazca Türkiye’de hep erozyona uğradı, sahipsiz kaldı. Lazca konuşuluyordu, ancak gazete, kitap, radyo ve okul olmadan geleceğe taşınması zor görünüyordu. Uygulanan asimilasyoncu politikalar dilin yok oluşunu hızlandırmakla kalmıyor, resmî ideoloji ve resmî tarih tezleriyle desteklenen kimi yayınlar da kütüphanelerdeki yerini alıyor ve Laz tarihi karartılıyordu. Bu şartlar altında Müslüman Lazların kimliğini yaşatacak aydınlar da yetişemiyordu.

Sovyetler Birliği ile Türkiye Cumhuriyeti arasındaki kimi siyasî sürtüşme ve tartışmalar Lazlar ve Lazistan Sancağının eskiden kapsadığı alan üzerinden de yürütüldüğü için, bu, Lazcayı sahiplenecek aydınların yetişmesini engelleyici bir diğer faktör olarak karşımıza çıkıyor. Bu konuda Türk Tarih Kongresine sunulan bir tebliğ ilginç bir özellik taşır.[31] Tebliği sunan kişi, Lazların kökenine ilişkin asılsız iddialarda bulunmakla kalmaz, Sovyetler Birliği ve Gürcistan Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti ile ilgili hesaplaşmalarını Lazlar üzerinden yapmaya çalışır. Bu yapılanın vatanseverlikle bağdaşmadığını belirtmek zorundayım.

Lazlar, 1972’de bu yazar tarafından hedef alınmak için ne yapmışlardı? Geriye dönük olarak gazete ve ilgili dergi arşivleri incelendiğinde, o yıllarda yazarı böyle bir makale yazmaya sevk edecek tek bir haklı sebebin bulunmadığı açıkça anlaşılıyor. Yazarın, yalnızca Lazları değil, Megrelleri, Svanları ve Gürcüleri de hedef aldığını ve aşağıladığını da görüyoruz. Bu yazar, söz konusu makalesinde asıl hedef aslında Sovyetler Birliği ve Gürcüstan Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti’dir. Yazar, Sovyetler Birliği’nin 1945’te Türkiye’den toprak talebinde bulunmasının ve 1968’de İstanbul’da Ahmet Özkan Melaşvili imzasıyla yayımlanan ‘Gürcüstan’ başlıklı kitabın acısını Müsküman Lazlardan çıkarmaya çalışmıştır.






NEDENSE ‘LAZ’ FIKRALARINA YASAK YOK


Soğuk Savaş yılları Müslüman Lazlar ve Lazca bakımından böyle olumsuz şartlarda geçti. Bir de ‘Laz’ fıkraları vardı. Lazlık adına ne varsa, CHP’nin tek parti iktidarının oluşturduğu resmî ideoloji ve resmî tarih tezleri tarafından karartılmış, saptırılmış ve yasaklanmıştı. Ancak Lazların fıkralardaki gibi kalmaları çok istenmiş olmalı ki, bu fıkralara bir yasaklama getirilmemiş:

“Garson:
- Burası canlı beyin lokantası. Her türlü beyin var efendim! En pahalısı da Laz beyni!
 Müşteri:
- Aa! Neden o?
Garson:
-İki Laz kesiyorsun, bir beyin çıkıyor!”[32] 
Nüfus sayımlarında vatandaşların anadillerine ilişkin sorular sorulduğunu ancak bu anadilleriyle ilgili olarak gereğinin yapılmadığını burada bir kez daha belirtmeliyim.





DİE’NİN TANIMLAMASI: İSLÂM AZINLIK DİLLERİ


 Devlet İstatistik Enstitüsü’nün, anadili sonuçlarını açıkladığı son nüfus sayımı 1965’de yapılandır. Türkiye’de konuşulan diller şöyle sınıflandırıyordu:
A. Türkçe
B. “İslâm Azınlık Dilleri”: Abazaca, Acemce, Arapça, Arnavutça, Boşnakça, Çerkezce, Gürcüce, Kürtçe, Kırmanca, Kırdaşça, Lazca, Pomakça, Zazaca
C. “Diğer Azınlık Dilleri”: Ermenice, Yahudice, Rumca
D. “AngloSakson Dilleri”: Almanca, Flamanca, İngilizce
E. “Latin Dilleri”: Fransızca, İspanyolca, İtalyanca
F. “Slav Dilleri”: Bulgarca, Çekçe, Hırvatça, İsveççe, Lehçe, Romence, Rusça, Sırpça
G. “Diğer Diller”: Bilinmeyen[33]
DİE’nin “İslâm Azınlık Dilleri” olarak adlandırdığı anadillerinin dışında da anadillerinin bulunduğunu belirtmeliyim. Türkiye’deki nüfus sayımlarında hiçbir zaman dikkate alınmayan benim şimdi adlarını hatırlayabildiğim anadilleri şöyle: Pontusça, Hemşince, Ubıkhça, Vaynakhça (Çeçen-İnguşça), Asetince (Osetçe), Avarca, Lezgice, Kumukça, Gazi Kumukça (Lakça), Dargice, Karaçay(lı)-Balkarya(lı)ca, Uygurca, Tatarca, Kırgızca, Kazakça, Özbekçe, Nogayca. Ayrıca aynı kaderi paylaşan Süryanice de unutulmamalı.






SARP SINIR KAPISI


Misak-ı Millî’nin Müslüman Lazları bu süreçlerden geçerek Soğuk Savaş yılları sonrası döneme ulaştılar. Sovyetler Birliğinin çözülüş sürecine girmesiyle birlikte çok önemli birkaç gelişme oldu. Bunlardan ilki Batı Almanya'da yaşayan zamanın Laz gençlerinin de içinde yer aldığı ‘Lazebura Çalışma Grubu’nun oluşmasıdır. Bu grup, Sovyetler Birliği Lazlarının kültürel hakları iptal edilmeden önce kullandıkları Latin alfabesine dayanan Lazca alfabeden çok az farklılıklar taşıyan yeni bir Laz alfabesini 1984'te Lazca metinlerle birlikte yayımladı. Alfabenin Türkçe de yayımlanan sunuş bölümündeki şu ifadeler dikkat çekicidir:
"Lazca alfabenin açıklanmasının asıl amacı, dilsel ve kültürel gelişmeye yardımcı olmaktır. Tek tek dillere karşı saygı göstermek ve değer vermek, bugün eski Türk ve İslâm geleneklerinin derinliklerinde bulunmaktadır. Bunun en güzel örneğini şu atasözü vurguluyor: ‘Bir lisan, bir insan. O halde: İki lisan, iki insan’ (...) Binlerce seneden beri kuşaktan kuşağa ulaşan Lazca, artık yazı dili olarak da Türkçe ile birlikte gelecek kuşaklara aktarılsın! Lazuri Nena va ğurasen. İnşâllah!"[34]
Lazebura Çalışma Grubu, alfabenin ardından 1991’de ‘Nananena/ Anadili’ adlı ders kitabını ve 1992’de de ‘Lazuri Ambarepe/ Lazca Haberler’ adlı Lazca dergiyi yayımlar. Gerek Lazca alfabenin sunuş yazısında ve gerekse de diğer yayınların içeriğinde siyasî anlamda tek satır yoktur. Özellikle vurgulanan Lazca'nın yaşamasıdır.
 Bir diğer gelişme Türkiye Cumhuriyeti ile Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği arasındaki Sarp Sınır Kapısının 31 Ağustos 1988 tarihinde açılmasıdır. Sarp Sınır Kapısının açılması Türkiye ve Sovyetler Birliği Lazlarının kucaklaşması açısından önemlidir.





LAZCAYI YAŞATMA MÜCADELESİ


Üçüncü önemli gelişme, Gürcüstanlı iki Lazın yıllar önce yazdıkları kitabın Türkiye'de yayımlanmasıydı. Kremlin tarafından şekillendirilmiş ‘Gürcü resmî ideoloji ve tarih tezleri’nin ağır izlerini taşıyan bu kitap eksikliklerine, yanlışlıklarına ve çevirideki kimi sıkıntılara rağmen, kimi Lazları tarihlerini araştırmaya itmesi bakımından önemli bir yayındır.[35]

Bütün bu gelişmeler, Laz aydınlarının birbirlerini tanımasına ve ortak bir anlayışa iter. Bu süreçte dil ve kültürlerinin hızla bir yok oluşa gittiğini gören bir grup Laz aydını arayışa girer. Lazca'nın tarihsel olarak kullanıldığı yörede bir grup genç insan bir ‘Laz Kütüphanesi’ kurmayı planlar. Ayrıca bir de ‘Laz Kültür Merkezi’ oluşturma düşünceleri vardır. Bu çabaları açık bir biçimde yasaklanmamasına rağmen, yetkililerin tutumu nedeniyle başarılı olamazlar.
Bir ‘Laz Vakfı’ veya ‘Laz Enstitüsü’ kurma fikri İstanbul'da yaşayan çeşitli yaş, meslek ve siyasî görüşten Lazlar arasında da etkili olur. Bir ‘girişim komitesi’ oluşturulur ve kendisini basın yoluyla deklare eder:

"Biz, dil, kültür ve ulusal demokratik haklar diyebileceğimiz haklarımızı almak istiyoruz. Bunun dışında amacımız ayrışmak değil. Yine birlikte olmak. Ama kendi kimliğimizi muhafaza edip gönüllü birliği sağlayabilmek….  Onun haricinde bir başka amaç taşımıyoruz." [36]

Girişim Komitesinin çabaları dikkat çeker. Vakıf kurma çalışmaları sırasında ‘Bölücülük mü yapıyorsunuz?’, ‘Devlet mi kuruyorsunuz?’ gibi şüphelerle karşılaşırlar. ‘Girişim Komitesi’, mülakatlarında Anadolu'da her zaman var olduklarını vurgularlar:
“Bizler ne Ermeniyiz, ne Pontusuz, ne Gürcüyüz, ne Türküz. Bizler Lazız. Ve yaşamımızı böyle de sürdüreceğiz. [37]

Bir gazetenin bu girişimi sunuş biçimi, resmî ideolojinin yaklaşımını örnekler. Bu gazete, ‘komite' ile ilgili haberini şu başlıkla verir:
"Birlik ve beraberliğe en çok ihtiyacımız olduğu dönemde çatlak bir ses: 'Türk değil Laz'ız!"

Gazetede manşete çıkartılan ifadelerden biri de şudur:

"...Biz ne Gürcüyüz, ne Ermeniyiz ne de Türk'üz..."

Bu gazetenin, bir hafta boyunca bir hedef gösterme kampanyası yürüterek Türk milliyetçisi duyarlı kesimlerin tepkilerini ‘Laz Vakfı Girişim Komitesi'ne yöneltmek ister.[38] Bütün bunlar bir vakıf kurulmasını engeller.  Ancak bir süre sonra ‘Ogni Kültür Dergisi’ yayın hayatına başlar. [39] ‘Çıkarken’ başlıklı makalede şu görüşlere de yer verilir:

"...Lazların da var olmak, kimliklerini yeniden ve çağdaş bir içerik ile kazanmak ve korumak, özgür ve korkusuzca yaşamak hakları vazgeçilmez bir doğal hak olarak kazanılmayı beklemektedir. (...) Ogni Anadolu mozaiğinin parçası olan Lazların dili, tarihi, edebiyatı, folkloru, müziği, sosyolojisi, etnografyası, arkeolojisi, coğrafyası ve diğer; bilim, kültür, sanat, araştırma, tanıtım ve yeniden inşa için yayın faaliyetiyle evrensel kültüre katkıda bulunurken diğer yandan Kafkas ve Anadolu'da yaşayan halkların ortak sesi, bölge halklarının kardeşlik köprüsü olacaktır."[40]

Laz dili ve kültürünü yaşatmaya yönelik bir vakıf 1992 yılında İstanbul’da değil, ama 1996 yılında İzmit'te kurulabilir. Vakıf senedinde, vakfın başlıca amacı şu şekilde belirtilir:

“Vakıf; Borçka, Hopa, Arhavi, Fındıklı, Ardeşen ve Pazar ilçelerinde yaşayan, kökeni bu bölgeler olup ekonomik ve sair sebeplerle yurdun çeşitli yöreleri dağılmış olan, bu bölgelerle benzer kültürlere sahip yurtdışında kalmış yerleşim birimlerinde iken savaşlar ve savaş sonrası göçler sebebiyle yurdun çeşitli yörelerine yerleştirilen yukarıda üç bölümde sayılan özelliklere sahip olup halen yurtdışında bulunan vatandaşlar arasında; ekonomik ve sosyal dayanışmayı sağlama müşterek kültür ve örf adetleri yaşatmak.”[41]

‘Sima Doğu Karadenizliler Hizmet Vakfı’, ‘Sima’ adını taşıyan bir de dergi yayımlar. Bu dergi, sayfalarında kültürel ve dilsel konularda makalelere yer verir ve önemli bir işlev üstlenir. ‘Ogni’ ve ‘Sima’dan sonra ‘Mjora’, ‘Skani Nena’, ‘Tanura’ ve ‘Ağani Murutskhi” ve internet üzerinden de ‘Gazeta Noğa’ adlı periyodikler de yayımlanır.

Laz aydınları[42], Türkiye Cumhuriyetinin birer vatandaşı olarak Lazcayı sahiplenme, geliştirme ve gelecek kuşaklara kurumsal aktarma amacıyla çalışmaya başlarlar.[43]






TRT’DE LAZCA YAYIN YOK


‘RTÜK’ten Lazca yayına Uyarı’ başlıklı haber, henüz yasal düzenlemelerin yapılmamasından kaynaklanan uygulamalara ilişkin durumu gözler önüne sermekteydi:

“Radyo ve Televizyon Üst Kurulu (RTÜK), Rize Gelişim TV’ye “Lazca” yayın yaptığı için uyarı cezası verdi. Üst Kurul, Gelişim TV’nin “Lazca” sunduğu müzik-eğlence programı ile “radyo ve televizyon yayınlarının Türkçe yapılması” ilkesini çiğnediğini savundu. Üst Kurul, bu kuralı bugüne kadar yalnızca Kürtçe yayınlar konusunda uygulamıştı. Gelişim TV'ye verilen ceza, aynı zamanda Kürtçe dışında başka dilde yapılan bir yayına ilk kez ceza uygulanması anlamına geliyor.”[44]

DSP-MHP-ANAP Hükümetinin hazırladığı ‘Çeşitli Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına İlişkin Kanunun[45] yürürlüğe girmesinin ardından, ‘Türk Vatandaşlarının Günlük Yaşamlarında Geleneksel Olarak Kullandıkları Farklı Dil ve Lehçelerin Öğrenilmesi Hakkındaki Yönetmelik’[46] ve ‘Türk Vatandaşlarının Günlük Yaşamlarında Geleneksel Olarak Kullandıkları Farklı Dil ve Lehçelerde Yapılacak Radyo ve Televizyon Yayınları Hakkındaki Yönetmelik’ de yürürlüğe girdi.[47]

Bunun ardından da TRT’nin yalnızca Boşnakça, Arapça, Kırmançi, Çerkesce ve Zazaca radyo ve televizyon yayını yapacağı duyuruldu. Beş anadilindeki radyo ve televizyon yayınları, 7 Haziran 2004 Pazartesi günü Boşnakça ile başladı. Yapılan resmî açıklamaya göre, Boşnakça, Arapça, Kırmançi, Çerkesce ve Zazaca TRT’nin sırasıyla yayın yapacağı dillerdi. TRT’nin bu anadillerindeki yayınları; içerik, süre, yayınlandıkları saatler vd. açılardan eleştirilebilir. Ancak öncelikle üzerinde durulması gereken konu, yayın yapılacak dillerin sayısının neden beş ile sınırlandırıldığıdır. TRT, Kırmançi, Zazaca, Boşnakça, Arapça ve Çerkesceyi hangi kıstasları göz önünde bulundurarak yayın yapmak için seçti? Bunu bilemiyoruz. TRT’nin, DİE’nin verilerini dikkate alarak bu dilleri belirlediği düşünülebilir.

            Anadillerine ilişkin soruların en son 1985 nüfus sayımlarında sorulduğunu biliyoruz. DİE’nin anadili sonuçlarını açıkladığı en son sayım ise 1965’tekidir. 2000 yılında yapılan son nüfus sayımlarında ise, anadiline ilişkin soru sorulmadığına göre; TRT, 1965 nüfus sayımı anadili verilerini mi dikkate aldı? Şimdi 1965 nüfus sayımı anadili verilerine bir bakalım: Anadili ve ikinci dili olarak Boşnakçayı 57.209 kişi; Çerkezceyi 106.960 kişi ve Arapçayı 533.264 kişi konuşuyordu. Yine aynı yıl verileriyle Lazcayı 81.165 kişi; Gürcüceyi 79.234 kişi; Pomakçayı 57.372 kişi; Arnavutçayı 53.520 kişi ve Abazacayı ise 12.399 kişi anadili veya ikinci dili olarak konuşuyordu.

Bu rakamlar, TRT’nin bir anadilini, konuşanının sayısına göre değerlendirmediğini gösteriyor. O zaman TRT’nin kıstası neydi? Bunu hiç öğrenemedik. Eğer TRT o tarihte, Anadolu’ya göçmen dilleri, yani Boşnakça ve Çerkesceyi dikkate alıyorsa, diğer göçmen dilleri olan Abazaca, Arnavutça,  Pomakça Lazcayı da dikkate almalıydı. Eğer TRT, Anadolu’da yerli dilleri, yani Kırmançi, Zazaca ve Arapçayı dikkate alıyorsa diğer yerli diller olan Lazca, Gürcüce vd. dilleri de dikkate almalıydı.  TRT’nin bu beş anadilinde yaptığı yayınlar birçok açıdan eleştiriye muhtaçtır. Ancak bu yayınlar, siyasî otoritenin, Türkiye’nin anadillerini tanıdığını ifade etmesi anlamında önemlidir.





LAZCA SEÇMELİ DERS OLUYOR


Lazca, TRT’nin yayın yaptığı diller arasında yoktu. Lazcayı çeşitli zeminlerde savunan aydınlar, TRT’ye farklı zamanlarda çeşitli şekillerde başvurarak, TRT’nin Lazca yayınlara ne zaman başlayacağını, TRT Lazca yayın yapamayacaksa sebebini soran ve TRT’nin Lazca yayın yapması konusunda yardım, öneri ve ortak projeleri aktaran dilekçe ve makalelerine rağmen, TRT, Lazca yayın yapmadı.

TRT Genel Müdürü, 2004 Haziran’ından beri TRT’ye Lazca yayın konusunda yapılan başvurulara ilişkin olarak şöyle diyordu:

“Lazlar için kanal açmaya gerek duymuyoruz. TRT 6 bir ihtiyacın ürünüdür. Doğu bölgesinde Kürtçe bilmeyen birçok insan vardı ve onların böyle bir uygulamaya ihtiyacı vardı. Eğer Türkçe bilmeyen Lazlar ya da Çerkesler olsaydı onlar için de benzer bir çalışma yapılırdı. Ancak Lazların hepsi Türkçe de bildiği için böyle bir ihtiyaca gerek duymadık. Benden sonra yerime gelecek olan kişi gerek görürse böyle bir çalışma yapabilir..."[48]

TRT’nin Lazca yayın yapmayacağı anlaşıldı. Aydınlar bu konuda çabalarına devam devam etti. Bununla beraber ilköğretim okullarında Lazcanın da seçmeli diller arasında yer alması için bir çalışmalar başlattılar. Eğitim-öğretim müfredat programlarını hazırladılar ve Millî Eğitim Bakanlığına sundular. Bu programları bakanlık tarafından onaylandı. Ardından  Lazca da seçmeli dersler arasında yer aldı.[49] Günümüzde Arhavi, Fındıklı, Borçka, Pazar ve Ardeşen ilçelerindeki kimi okullarda Lazca seçmeli ders olarak okutulmaktadır. Hiç kuşku yok ki, bu ders saatleri yetersizdir. Bunun yanı sıra, bu konuda başka birçok eleştiri getirilebilir. Ne var ki, Lazcanın konuşulmasının bile yasaklanmaya çalışıldığı yıllarla karşılaştırıldığı zaman, son yıllardaki gelişmelerin çok önemli olduğu görülür.







BAŞBAKAN ARDEŞEN’DE LAZCA PANKARTLA KARŞILANDI


Kemal Kılıçdaroğlu’nun, kendisine Lazca konusunda sorulan bir soruya net bir cevap veremediğini hatırlıyorum. Kendisi internetin karşısında sorulan soruları cevaplıyor. Bir genç soruyor:

“Lazca için ne gibi çalışmanız var?”
Kemal Kılıçdaroğlu cevaplıyor:
“Herkesin kendi anadilini öğrenmesini istiyoruz. Lazca’yı 1976’da yaptığım bir minibüs yolculuğu sırasında ilk kez duydum.”[50]

Kemal Kılıçdaroğlu, yeri geldiği zaman partisi için, devleti kuran parti tanımlamasını yapmaktadır. Ancak kendisine Lazca ile ilgili sorulan soruya cevap veremiyor. Bunun bir sebebi var. Partisinin Lazlar ve Lazcaya yönelik uyguladığı asimilasyon politikalarını ve bazı tanıklıkları yukarıda aktardım. Bunları kendisi de biliyor olmalı.

Zamanın Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan Ardeşen’e geldiği zaman şu Lazca pankart da açılır: “Sen Mazlumları, Yetimleri Seviyorsun. Biz De Seni Seviyoruz.” Bu pankartın adlındaki imza Ardeşen Mahalle ve Köy Muhtarlarına Derneklerine ait.[51] Başbakanın, Lazca bir pankartla da karşılanabilmesi, devletin vatandaşların anadillerine geç de olsa artık nasıl yaklaştığını göstermesi bakımından anlamlıdır.






SOMUT ÖNERİLER


Anadilleri konusuna  taraf olan enstitü, vakıf, dernek ve kişilerin de içinde yer alacağı özerk yapıdaki bir ‘Anadillerini Planlama Kurumu’ nüve olarak bu anadili çalışmalarını yürütebilir. Anadilleri ile ilgili bütün çalışmaları tek elden yürütecek böyle bir kurum öncelikle oluşturulmalıdır. Bu kurum, anadillerine ilişkin olarak demokratik özlü ve telâfi edici genel bir yönetmelik hazırlamalıdır. Bu bağlamda, anadili konusu, anlaşılır ve bizim olan terimlerle tartışılmalı ve bu alanda bir literatür oluşturulmalıdır.
Bu yasak diller, 1920’lerde esas olarak Türkiye’nin belirli bölgelerinde konuşulurken, günümüzde doğal olan veya olmayan sebeplerden dolayı yaşanan göçlerle Türkiye’nin hemen her yerinde konuşulmaktadır.
Öncelikle, Türkiye’nin anadilleri envanteri çıkarılmalıdır. Ardından oluşturulacak ilgili komisyonlar bu anadilleri için Latin alfabesine dayanan alfabeleri oluşturmalıdır. İlk aşamada en az on bin kelimelik temel Türkçe kelime dağarcığı tespit edilmeli ve buna göre bu anadillerinin sözlükleri oluşturulmalıdır. Bu sözlükler (varsa diğer alfabeleriyle ve) Latin alfabesine dayalı alfabeleriyle yayımlanmalıdır. Başlangıçta ilköğretim birinci sınıf öğrencilerinin düzeylerine uygun masal kitapları ve çizgi filmler radyo ve TV yayınlarında da kullanılabilecek şekilde hazırlanmalıdır.
Bütün bunlarla eşzamanlı olarak, bu anadilleriyle ilgili çalışmaları yürütecek, yani; masal kitapları, ilköğretim öğrencilerinin düzeylerine göre “sosyal bilgiler” ve “fen bilgisi“ vb. kitapları, çizgi filmler, tiyatro eserleri, radyo- TV programlarını hazırlayıp sunacak, gazete ve dergileri yayınlayacak personelin ve öğretmenlerin yetiştirilmesi sağlanmalıdır. Bu personelin yetişmesinde, bu anadilleriyle ilgili ve/veya çalışmalar yapan komşu ülkelerin akademik personelinden de faydalanabilir. Gerek personel yetiştirilmesi gerekse de yazılı, görsel, işitsel vb. her türlü materyalin hazırlanmasındaki bütün harcamalar, kuşkusuz ilgili devlet kuruluşları tarafından karşılanmalıdır.
Yakın zamanlara kadar, Lazca gibi anadilleri gündeme geldiğinde kimileri bu dilleri bölücülük sebebi olarak lânse etmeye çalışmaktaydı. Kimileri de anadili tartışmalarını yalnızca ‘Kürtçe’ üzerinden yapmaktadır. Oysa bu diller lânse edilmeye çalışıldığı gibi ne bölücülük sebebidir ne de ‘Kürtçe’ Türkiye’nin tek yerel dilidir. Bu dillerin hepsi ülkemizin ve bütün insanlığın ortak zenginliğidir. Binlerce yıllık bir geçmişe sahip olan ve her türlü olumsuz şarta rağmen, günümüze ulaşma becerisini gösteren bu diller, ister yüz kişilik bir köyde konuşuluyor olsun, ister çok daha fazla insan tarafından toplu veya dağınık çok daha geniş yerleşim birimlerinde yaşatılıyor olsun, aynı eşitlikte geleceğe taşıma hakkına sahiptir. Bu diller de yaşamalı, geliştirilebilmeli ve her türlü iletişim aracıyla kurumsal olarak gelecek kuşaklara aktarılabilmelidir.


SONUÇ OLARAK




Müslüman Lazlar, Osmanlı- Rus Savaşlarında olsun daha sonraki savaşlarda olsun ağır bedeller ödediler. Ancak yaşadıkları ülkelerin resmî ideoloji ve resmî tarih tezleri onları ve anadilleri Lazcayı hep yok saydı. Böylece de onların geçmişlerine ilişkin birçok kahramanlık, bilgi ve belge yok sayıldı. Soğuk Savaş sonrası olumlu gelişmeler, Türkiye Cumhuriyetinin artık kendi vatandaşlarını ve insanlığın ve ülkenin maddî- manevî değerlerinden olan Lazca gibi anadillerini kucaklamasının yolunu açtı. Soğuk Savaş yıllarının izleri henüz tam olarak her alanda silinememiş olsa da o dönemin aktör ve figüranları tarihteki yerlerini aldı. Artık yeni bir dünya ve yeni bir Türkiye’de yaşıyoruz.

Mustafa Kemal Paşa’nın, Kurtuluş Savaşı yılları sırasında Misak-ı Millî ve Milletimizi oluşturan unsurların hak ve hukuklarına ilişkin kullandığı dil ve ifade ettiği düşüncelerinin ne kadar da isabetli olduğu artık günümüzde iyice anlaşılmış bulunmaktadır.  Bu sebeple yarının Çağdaş Yeni Türkiye’sinin, Mustafa Kemal Paşa’nın o yıllarda kullandığı dil ve ifade ettiği düşünceleriyle hayat bulabileceğini artık herkes kabul ediyor olmalı.  İlhamını Mustafa Kemal Paşa’nın o düşünce ve söylemlerinden ve Birinci Meclis’in ruhundan alacak, aslına uygun bir Misak-ı Millî algısına dönülmesinin de zaruriyeti her geçen gün anlaşılmaktadır. Bütün bunlara uygun olarak Mustafa Kemal Paşa’nın da 1 Mayıs 1920 tarihinde Mecliste dillendirdiği gibi bir millet ve vatandaşlık yaklaşımına dönülmelidir. Bu çerçevede vatandaşların hem ortak dilimiz Türkçe hem de kendi anadillerini sahiplenecekleri daha bilinçli bir ortak vatan ve vatanseverlik duygusunun geliştirilmesi için Anayasa ve ilgili diğer yasalarda düzenlemelere ve kalıcı kurumsal uygulamalara gidilmelidir.
.


Dipnotlar:


[1] Bkz.:  Ali İhsan Aksamaz, “ Bir Kafkasya Kavmi Olarak Lazlar”, Yeni Türkiye 81, Kafkasya Özel Sayısı- XI, Ankara, 2016.
[2]İstanbul’da yayımlandığı belirtilen “Tuta do Murutskhi/ Ay ve Yıldız)”ve “Lazım” isimli dergiler ise henüz nüshalarına ulaşılamayan yayınlardandır. Bu konuda bkz.:Cumhur Odabaşoğlu, “Trabzon Doğu Karadeniz Gazete ve  Mecmuaları, 1869-1928”, s.13, Trabzon, 1987. Ayrıca bkz.: Osman Tamtruli, “Nananena/ Anadili” Kaukasus- Verlag, Freudenstadt, Almanya
[3] Aktaran: M. Şevket Eygi, “İslâmsız Kurtuluş Olmaz”,  Millî Gazete, 30. 03. 2013.
[4] Bkz.: Andrew Mango, “Atatürk and the Kurds,” Middle Eastern Studies, Vol. 35, No. 4, 1999.
[5] Andrew Mango, a.g..m.
[6] Bkz.:https://www.tbmm.gov.tr/TBMM_Album/Cilt1/index.html
[7] Aktaran:  İsmail Aydın,  “Siyasî Parti ve Hükümet Programlarında Eğitim- Öğretim & Öğretmenler (1908- 1997), Eğitim Sen Yayınları, Ankara.
[8] Bkz.: Seha L. Meray, “Lozan Barış Konferansı Tutanaklar Belgeler”, Cilt: 1, Kitap: 1, Ankara 1969; Özer Faruk Gergerlioğlu, “Azınlıklara ve Azınlığı Hissedenlere Haksızlık Bitiyor Mu?”, www.cagdaskocaeli.com
[9] Bkz.: Nuran Tezcan , “Atatürk’ün Yazdığı Yurttaşlık Bilgileri”, Cumhuriyet Yayınevi, İstanbul, 1997.
[10]Lazistan Sancağının günümüz Türkiye Cumhuriyeti ile Gürcistan Cumhuriyeti içinde yer alan köy ve diğer yerleşim birimlerinin eski/ yeni adları için bkz.: Ali İhsan Aksamaz, “Kafkasya Kültür Kökenli Bir Topluluk: Lazlar”, Birikim Sosyalist Dergi, sayı 71/72, Birikim Yayınları, İstanbul,  1995.
[11] Aktaran: Oktay Ekşi, “Kopenhag ve Lozan”, Hürriyet Gazetesi, 23. 07. 2000.
[12] Bkz.: W.E.D. Allen, Paul Muratoff, “Kafkas Harekâtı, 1828- 1921 Türk- Kafkas Sınırındaki Harplerin Tarihi”, Genel Kurmay Basımevi, Ankara, 1996.
[13] Bu döneme ilişkin sosyal hayatı gözlerimiz önüne seren bir roman var. 93 Harbi diye bilinen bu Savaş sırasında nişanlı Laz kızı Aşela ve çevresinde yaşanan olaylar anlatılır.: Zuhal Kuyaş, “Aşela”, Kaynak Yayınları, İstanbul, 1985.
[14] Bkz.:EricLohr, “Russian Citizensip From Empire To Soviet Union (Report by vice concul Peacock on Batoum and Its Future Prospect, April 8, 1882 in Adjara and The Russian Empire)”, Harvard University Press, England, 2012; M. D. Sandwith, The Siege of Kars, London, 1856; Bedri Habiçoğlu, “Kafkasyadan Anadoluya Göçler”, Nart Yayıncılık, İstanbul, 1993. Batum’un savaş tazminatı olarak Çarlık Rusyasına verilmesine karşı çıkan Müslüman Gürcü ve Lazların  o dönem  Osmanlı Devletinin müttefiği olan Büyük Britanya nezdinde girişimlerde bulunmalara ilişkin olarak bkz.: The Sydney Morning Herald, 31 August 1878. Batum’un Çarlık Rusyasına verilmesi karşısında Müslüman Lazların tavrını  Ahmet Tevfik de dile getiriyor. Bkz. Ahmet Tevfik/ s. 23.; www.acikerisim.tbmm.gov.tr; Wiiliam Miller/ p.385.
[15] Nazım Hikmet, “Memleketimden İnsan Manzaraları”, Adam Yayınları, Yedinci Basım, İstanbul, 1992.
[16] Melahat Bul, “Lazca ile Mücadele Kolu Başkanlığından Laz Kültürünün Araştırılmasına Uzanan Bir Yol: M. Recai Özgün” Mjora, Sayı 1, Çiviyazıları Yayınları, İstanbul, 2000.
[17]Ali İhsan Aksamaz,  vd., “Andilde Eğitim ve Azınlık Hakları, 1. Baskı, Sorun Yayınları, İstanbul, 2005.
[18] Yılmaz Avcı,  “Türkçeyi Nasıl Öğrendik?”, Yeni Kafkasya Gazetesi, sayı 3, İstanbul, 2002.
[19] Yavuz Bahadıroğlu, “Kürtler, Lazlar ve sizler-bizler” Yeni Akit Gazetesi, 5 Ekim 2009.
[20]Nurdoğan Demir, “Hayde Biga Ezdi Jile Bulurt” (21.02.2007), www.lazuri.com
[21]Ali İhsan Aksamaz, a.g.k.
[22]Aktaran: Selma Koçiva, Lazona, 1. Baskı, Lazebura, Dortmund, 1999.
[23] Aktaran: “Türkiye İhtilâlci İşçi Köylü Partisi Davası Savunma “, 1. Baskı, Aydınlık Yayınları, İstanbul, 1974.
[24] Stalin iktidarı, Lazları da Ahıska Türkleri, Hemşinliler ve Ahıskalı Kürtleri gibi Türkiye sınırlarına yakın bölgelerden sürgün ederek soykırım uygulamıştır. Lazlar da, Gürcistan’ın Acaristan Özerk Cumhuriyeti’niden Kazakistan, Kırgızistan ve Özbekistan’a sürülmüşlerdir. Günümüzde Orta Asya’da yaklaşık 300 hane Laz yaşadığı sanılmaktadır. Bkz.: Nilüfer Devrişova, Bizim Ahıska Dergisi, sayı 22, 2011, Ankara. Ayrıca Bkz.: “Kızıl Acaristan Salnamesi” Acaristan Muhtariyeti Sosyalist Şura Cumhuriyeti  Fırka Halk Komiteleri Merkez Bürosu, Batum, 1338/ 1922 (e-library.ircica.org).

[25] Bkz.: Rıdvan Akar, “Bir Bürokratın Kehaneti Ya Da ‘Bir Resmî Metin’de Planlı Türkleştirme Dönemi”, Birikim Sosyalist Dergi, sayı 110, Birikim Yayıncılık, İstanbul, 1998.
[26]  www.nihal-atsiz.com. Ayrıca bkz.: Ali İhsan Aksamaz,“Asabi Olmak İçn Mazeret Çok”, Birikim Sosyalist Dergi, sayı 77, Birikim Yayınları, İstanbul, 1995.
[27] Aktaran: Selma Koçiva, a.g.k.
[28]Georges Dumézil, “Contes Lazes”, Institut d’éthnologie, Paris, 1937; Georges Dumézil,  “Documents Anatoliens Sur Les Langues et Les Traditions Du Caucase, IV : Récits Lazes en Dialecte d'Arhavi (Parler du Şenköy)”, Paris, 1967.
[29] www.rizekulturturizm.gov.tr
[30]Sovyet yönetiminin ilk yıllarında kültürel otonomiye sahip olan Sovyetler Birliği Lazları, nüfus sayımlarına kendi etnik kimlikleriyle kaydedildi. Lazca anadil okullar açıldı. Laz çocukları kendi anadillerinde de eğitim görmeye başladı. Lazca, 1920’li yıllarda yazılı bir dil haline geldi. Latin Alfabesi’ne dayalı bir alfabe kullanıldı. Lazca ders kitaplarının yanı sıra, kültür hayatıyla ilgili kitaplar da yayımlanmaya başladı. Lazca tiyatro eserleri sergilendi, gazete ve broşürler çıkarıldı. Bu süreç içinde ‘Mçhita Murutskhi’ adlı bir de gazete yayına başladı. 1937-38  siyasî tasfiyeler döneminde Abhaz Halk Önderi Nestor Lakoba’dan sonra Lazca okullar direktörü İskender Tzitaşi de  Türkiye hesabına casusluk yaptığı iddiasıyla idam edildi. Laz Halkının önderleri baskılara uğradı. Laz Halkının kültür özgürlüğü engellendi. Bugünkü Batı Gürcistan’dan Lazlar sürüldü. Bu insanlar sürüldükleri yerlerde eritilmeye çalışıldı.  Bkz.:Yura Argun, “Abhazya’da Yaşam ve Kültür” (Çevirenler: Hayri Ersoy, Yalçın Karadaş) , s. 24, Nart Yayıncılık, İstanbul, 1990; “Abhazya Parlamentosu’nun Açıklaması”, Kafkasya Yazıları, Sayı 6, Çiviyazıları Yayınları, İstanbul, 1999; Ali İhsan Aksamaz, “Sovyetler Birliğinin Milliyetler Politikası ve Kafkasya”, Yeni Türkiye- 74, Kafkaslar Özel Sayısı- IV, Ankara, 2016.
[31] Bkz.:Fahrettin Kırzıoğlu, “Lazlar/ Çanarlar”, VII. Türk Tarih Kongresi, 2. Seksiyon, Cilt I, Ankara, 1972. 
[32]Asabi Gazetesi, 20.12.1997.Bkz.: Ali İhsan Aksamaz, “Doğu Karadenizde Resmî İdeolojiler Kuşatması”, 2. Baskı, Belge Yayınları, 2011, İstanbul.
[33] Bkz.: Fuat Dündar, “Türkiye Nüfus Sayımlarında Azınlıklar”, Doz Yayınları, İstanbul, 1999.
[34]Aktaran: Ali İhsan Aksamaz,  “Laz Kültürel Kimliğini Yaşatma Çabaları”, Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce, Cilt 4, “MİLLİYETÇİLİK” sayfa: 924-926, İletişim Yayınları, 1. Baskı, İstanbul, 2002.
[35] Bkz.: Muhammed Vanilişi, Ali Tandilava, ‘Lazların Tarihi’ (çeviren: Hayri Hayrioğlu, Ant Yayınları, İstanbul, 1992.  Bu kitap, 1964 yılında Tiflis’te ‘Gamomtsemloba Sabçhota Sakartvelo’ tarafından ‘Lazeti’ adıyla yayılanmış kitabın yeniden düzenlenmiş halidir.; Ayrıca bkz.: Ali İhsan Aksamaz, “Sarp Sınır Kapısı”, www.hopam.com
[36] Bkz.: Haşim Akman, “Laz Enstitüsü Kuruluyor”; Ahmet Hulusi Kırım, “Laz Burjuvazisi De Destekliyor”, Aktüel, 8-14 Ekim 1992.
[37]Deniz Teztel,  ”Lazlardan Alternatif Vakıf”, Cumhuriyet Gazetesi, 19.01.1993.‘Girişim Komitesi’nin bu açıklamaları, 19.10.1983 tarih ve 2932 sayılı, ‘Türkçeden Başka Dillerle Yapılacak Yayınlar Hakkındaki Kanun’un değiştirildiği bir döneme denk düşmektedir.
[38]Bugün Gazetesi, 31.01.1993.
[39]“Lazca Dergi Çıktı”, Hürriyet Gazetesi, 10.11.1993; Toktamış Ateş, “Ogni Dergisi”, Cumhuriyet Gazetesi, 27.11.1993; Yalçın Pekşen, “Ogni: Skani Nena!”, Hürriyet Gazetesi, 30.11.1993; Sadettin Kaşıkçı, “Lazlar Kimlik Arayışında”, Yörünge Haftalık Haber Dergisi, sayı 155, İstanbul, 1993; Naki Özkan, “Artık Lazların Da Bir Dergisi Var”, Ekonomi Politika (EP) Dergisi, sayı 53, İstanbul, 1993.
[40] Bkz.: “Ogni Kültür Dergisi”, Sayı 1, İstanbul, 1993. Bu dergi, hem Türkiye Cumhuriyeti Lazları hem de yurtdışında yaşayan Lazlar arasında büyük bir sevinçle karşılandı. Ne var ki, bu dergi İstanbul DGM Savcılığı tarafından toplatıldı ve hakkında dava açıldı. Dava beraatla sonuçlandı.
[41] Aktaran: M. Recai Özgün, “Kurtuluşumuzun Öyküsü”, 1.Baskı, Sima Doğu Karadenizliler Hizmet Vakfı Yayını, İzmit, 1998.
[42] Kimi yazarlar, hiç vazifeleri olmadığı halde, Laz aydınlarının kendi anadillerini  sahiplenmelerini casusluk faaliyeti ve bölücülük olarak saymış ve ardından da kanunlardaki boşluklardan istifade ederek bu insanları hedef göstermişlerdir. Bkz.: Ali Rıza Saklı, “Alman Ajanlarınn Lazlar Üzerine Oyunları”, internetten yayın yapan net gazete, 2001; Semih Tufan Gülaltay, “Tanrı’nın Türk’leri”, s.120-, 121, 133, Kafkas Yayıncılık, İstanbul, 2003; ”Shalva Tevzadzenin İddiaları”,www.gurculerinsesi.net; “Ali İhsan Aksamaz Kocaeli Gazetesinin Yazarını Basın Konseyine Şikâyet Etti” , www.ozgurcerkes.com
[43] Sima Laz Kültür ve Dayanışma Vakfının Anayasa Teklifi Metni” için bkz.:  www.slideshare.net
[44]Cumhuriyet Gazetesi, 16 Şubat 2002.
[45]Kanun no: 4771,  Kabul tarihi: 03.08.2002, Resmî Gazete: 09.08.2002- 24841.
[46] Resmî Gazete,  20.09.2002- 24882.
[47] Resmî Gazete, 25.01.2004 -25357.
[48] 09.07. 2009. Milliyet Gazetesi, 13. 06. 2004 tarihinde “Lazlar, Özel Yayına Karşı”  başlıklı bir haber yayınladı. Güya Lazlar TRT’nin Lazca yayın yapmasını istemiyormuş. Bu gazetenin, bu haberinde bu Lazların kimler olduğu belli değil. Milliyet Gazetesi, bu haberiyle Lazlardan tepki aldı. Bkz.: Ali İhsan Aksamaz, “Bir Haberin Türkçesi”, Radikal Gazetesi/ Radikal İki, 04.07.2004. Milliyet Gazetesini Ortadoğu Gazetesi izledi. Ortadoğu Gazetesi de, 14.06. 2004 tarihli “Lazlar’ın Lazca Yayın İsyanı”  başlıklı haberiyle Lazlar arasında büyük tepki çekti. Bkz:  Ali İhsan Aksamaz, “Asparagas Bir Haber”,  22.06.2004, Birgün Gazetesi. Ali İhsan Aksamaz, “TRT, Kararını Gözden Geçirmelidir”, Radikal Gazetesi/ Radikal İki, 13.06.2004
[49] “Lazca Seçmeli Ders Oldu”, www.eokul-meb.com
[50] Milliyet Gazetesi, 07.04.2011.
[51]www.kackar53.com




ÖNERİLEN OKUMALAR


-Andrew Mango, “Atatürk and the Kurds,” Middle Eastern Studies, Vol. 35, No. 4, (1999)  -( Çeviren: Hilal Bıçak),  Adnan Menderes Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi,  Sayı: 4.


-Ahmet Tevfik (Büyük Hasan Rıza Paşa Zâde), “Sevgili Vatandaşlarım Lazlara Ricâ-yı Mahsûsum ve Târihten Şânlı İki Sahîfe” (Hazırlayan: İrfan Çağatay), Lazi Kültür Yayınları, 1. Baskı, İstanbul, 2014.

- Baskın Oran, “Lozan’da Azunlıkların Korunması”, Toplumsal Tarih, sayı 115, İstanbul, 2003.

-“İskender Tzitaşi’den Mektuplar/ Sovyet Dönemi- Kızıl Lazistan- Laz Okulları” (Çeviren: Eren Mühürcü), Lazika Yayın Kollektifi, 1. Baskı, İstanbul, 2014.


-Justin McCarthy, “The Ethnisc Cleansing Of Ottoman Muslims (1821- 1922)”, Darwin Press, Michigan,1995.

-Sami N. Özerdim, “Atatürk Devrimi Kronolojisi”, Çankaya Belediyesi, Ankara, 1996.

-M. I. Isayev, “National Languages in the USSR: Problems and Solutions”, Progress Publishers, Moscow, 1977.

-James S. Olson, Lee Brigance Pappas, Nicholas C.J. Pappas, “An Ethnohistorical Dictionary Of The Russian And Soviet Empires”, Greenwood, USA, 1994.

-Robert Conquest , “Soviet Nationalities Policy in Practice”, The Bodley Head Ltd., London, 1967.

-Soner Cagaptay,” Islam, Secularism and Nationalism in Modern Turkey”, Routledge, London, 2005.

-William Miller, “The Ottoman Empire and Its Successors (1801- 1927)”,  Cambridge University Press, London, 1936.


Ali İhsan Aksamaz, MİSAK-I MİLLÎ’NİN LAZLARI,  05. 01. 2017




aksamaz@gmail.com

(Not: Yeni Türkiye Dergisi için hazırlandı.)