26 Haziran 2020 Cuma

Yaşar Kemal’i Öldürmek

 




                                                              Yaşar Kemal’i Öldürmek


 

Geçtiğimiz hafta Sözcü Gazetesi’nde “Ahlâk Sorunu” başlıklı bir makale yayımlandı. Makalenin yazarı Soner Yalçın, son dönemde odatv’ye yönelik adlî soruşturma ve uygulamalar ile yazarlarının tutuklanması karşısında aydınların büyük çoğunluğunun sessiz kalmalarından canının çok yandığını yazıyor.

Soner Yalçın,  odatv’ye yönelik gerek adlî soruşturma ve uygulamalarda gerek yazarlarının tutuklanması karşısında aydınların büyük çoğunluğunun yalnız bugün değil, 2011’de de benzer tavrı göstererek sessiz kaldıklarını vurguluyor.  

Ne var ki aydınların geçmişteki ve bugünkü sessizliğini Yaşar Kemal ile olan anıları üzerinden anlatmayı daha doğru buluyor.

Soner Yalçın makalesinde ‘Yaşar Kemal tartışmasız büyük yazarımızdır’ demesine ve kendisini ‘koca çınar’ olarak nitelemesine rağmen, “Yaşar Kemal şahsına yararı olmayan hiçbir şeyle ilgilenmedi” demekle Yaşar Kemal’in siyasî duruşu ve mücadelelerini tamamıyla yok saymakta, onu hiçleştirmektedir.  Böylelikle de Soner Yalçın, yazarın eserlerini okuyarak büyüyen kuşakların anılarını anlamsızlaştırdığının ve genç kuşaklara da Yaşar Kemal’i yanlış tanıttığının farkına varamıyor.

Soner Yalçın bütün bunlarla da kalmıyor. “Türk aydını neden ‘Yaşar Kemal tavrını’ bir türlü kıramıyor” diye sorarak da siyasî literatürümüze ‘Yaşar Kemal tavrı’ diye bir negatif kavramı yerleştirme çabasına da düşünmeden girişiyor.

Soner Yalçın, bir yandan “kavramlarla düşünmeyen bir toplumda tartışmanın sadece kişiler üzerinden yapıldığını” doğru olarak vurguluyor, öte yandan da kendisi Yaşar Kemal üzerinden bir tartışma yürütmeyi sürdürüyor. Kavramlarla düşünmeyen toplumlarda hep bir ‘suçlu’ arandığına yine doğru olarak dikkati çekiyor, fakat ‘suçlu’ olarak Yaşar Kemal’i gösterdiğinin farkına varmak istemiyor.

Yaşar Kemal, kendisine gönderilen röportaj sorularını hastalığı sebebiyle cevaplayamayacağını bildiriyor. Aynı dönemde aynı Yaşar Kemal’in İstanbul’daki Fransa Konsolosluğu’ndaki madalya törenine katılması ve gazetelerde çıkan fotoğraflarında gayet sağlıklı görünmesi cezaevindeki Soner Yalçın’ın gözünden kaçmıyor. Üstelik Yaşar Kemal’in, Fransa Konsolosluğu’nda ödülünü aldığı günlerde Fransa Silâhlı Kuvvetleri de Suriye ve Libya’yı bombalıyor. Bütün bunlar 2011’de oluyor.

Yıllar sonra, 2020’de, Soner Yalçın, “Ahlâk Sorunu” başlıklı bir makale kaleme alıyor. Yıllar önce aralarında yaşanmış ‘bir röportaj olayı’nı da işin içine karıştırarak günümüz duyarsız aydınlarını da ‘Yaşar Kemal tavrı’nın izinden gitmekle suçluyor. Bunu yaparken, Yaşar Kemal’e hakaret etmekle ve onu itibarsızlaştırmaya çalışmakla kalmıyor, günümüz aydınlarının bir ‘ahlâk sorun’u  bulunduğu imasında bulunarak hakaret ediyor.  

Soner Yalçın bu yazdıklarının tartışma götürmeyeceğine inanıyor.  Kendisini ‘yurtsever’ olarak nitelerken kendisinin yanında durmayanları ‘ahlâkî sorunlu’ veya ‘konsolosluklara biat edenler’ olarak yaftalıyor. Soner Yalçın’ın bütün bu niteleme, yaftalama ve ön kabullerinin fazlasıyla sorunlu olduğu ortada. Kim, kimi yaftalamaya ve nefret söylemiyle ötekileştirme hakkına sahip?!

“Ödül’ ve ‘nişan’ konuları ‘mayınlı alan’a giriyor. Soner Yalçın, bu alana hiç girmemeliydi.

 

Türk Edebiyatı’nın büyük yazarlarından Yaşar Kemal’in ölümsüz eseri “İnce Memed”

 


Soner Yalçın, bu makalesiyle insanlara hiç de hak etmedikleri suçlamalarda bulunmuştur. Yazdığı için de ‘dilim sürçtü’ ve ‘yanlış anlaşılmış’ deme gibi bir şansı da yok. Kamuoyundan bu konuyla ilgili olarak özür dilemesi gerekmektedir.

Soner Yalçın’ın yazısının yayınlanmasından sonra, kendisinin de bu yazdıklarından ötürü sosyal medyada karalandığına şahit oldum. Nasıl ki Soner Yalçın’ın Yaşar Kemal’i itibarsızlaştırmaya çalışması yanlışsa, kendisinin de bu durum fırsat bilinerek eleştirinin ötesinde bir tutumla karalanması bir o kadar yanlıştır.

Yazarlarımızın, çizerlerimizin, aydınlarımızın, insanlarımızın ön yargılı, ön kabullü tutum ve davranışlardan kendilerini bir an önce kurtarması temennisiyle. (22 VI 2020)

Ali İhsan Aksamaz

aksamaz@gmail.com

 

Yaşar Kemal’in 1960’larda radyodan TİP adına yaptığı konuşma:

https://www.youtube.com/watch?v=cahJlYSE_nc


http://www.kuzgunportal.com/2020/ali-ihsan-aksamaz-yasar-kemali-oldurmek-58454/


http://circassiancenter.com/tr/yasar-kemali-oldurmek/



24 Haziran 2020 Çarşamba

Kazım Koyuncu’yu Bir Kez Daha Anarken

 

 

 

Kazım Koyuncu’yu Bir Kez Daha Anarken




Kazım Koyuncu, 25 Haziran 2005’te aramızdan ayrılmıştı. Kazım Koyuncu, İstanbul’a okumak için gitti. Lazlığının farkına da orada vardı. Lazca’nın ölüyor olduğunu orada anladı. İstanbul’da yalnızca kimliğinin; Lazlığının, Lazca’nın farkına varmadı, bütün Türkiye’yi gördü; Türkiye’nin anadillerini, kimliklerini, kültürlerini; farklılıklarını gördü; tanıdı. Emek mücadelesini, kimlik mücadelesini, dayanışma ve mücadeleyi de gördü. Kazım Koyuncu, yalnızca Laz kimliğiyle değil, bu ülkenin aydını kimliğiyle de safını belirledi ve elinden geldiğince güzel günler için mücadele etti. Düşleri vardı.

Kazım Koyuncu, Türkçe şarkılar söyledi. Kazım Koyuncu, Lazca şarkılar söyledi. Kazım Koyuncu, Kürtçe şarkılar söyledi. Kazım Koyuncu, Hemşince şarkılar söyledi. Kazım Koyuncu, Gürcüce şarkılar söyledi. Kazım Koyuncu, Megrelce şarkılar söyledi. Ömrü olsaydı, belki Abhazca, Çeçence, Çerkesçe, Zazaca  şarkılar da söyleyecekti. Türkiye’nin çeşitli yerlerine gitti. Avrupa’ya gitti. Tiflis’e gitti. Zugdidi’ye gitti. Yaşasaydı, mutlaka Sokhumi’ye de, Soçi’ye de gidecekti. Diyarbakır’a gitmişti!

 

 



 “DENİZLERİN ÇOCUKLARINDAN DAĞLARIN ÇOCUKLARINA SELÂM!”



Kazım Koyuncu, İstiklal’ Caddesi’nin, Beyoğlu’nun, Taksim’in ışıltılı cadde ve sokaklarının değil, Tarlabaşı’nın, Dolapdere’nin, Kasımpaşa’nın karanlık, içinde bin bir dert, sıkıntı ve belâ barındıran sokaklarının da çocuğuydu. Dertli insanların dertleriyle o da dertlendi. Yalnızca okumuş-yazmış entelektüellerin, aydınların dostu değildi. Mendilci çocukları, tinerci gençleri, fahişeleri, travestileri de tanıdı; ekmeğini, soğanını, tuzunu onlarla da paylaştı. Onlarla da dost oldu. Onları da, düşlerindeki güzel günler için mücadeleye katmaya çalıştı; kendince çaba gösterdi. Düşlerini hiç terketmedi!

 


Kazım Koyuncu, hak mücadelesi veren işçilerle yan yana durdu. Onlara destek verdi. Köylülerin  HES’lere karşı verdikleri mücadelede onlarla da beraberdi. Gerektiğinde yürüdü. Gerektiğinde koştu. Gerektiğinde pankart taşıdı. Gerektiğinde şarkı söyledi. Gerektiğinde de sustu. O’nun yapmaya çalıştığı kameralara poz vermekten çok öte bir şeydi.

Kazım Koyuncu, Diyarbakır’a gitti. Yüzbinlerce kişiye şarkılar söyledi. Lazca da, Kürtçe de, Arapça da, Megrelce de, Türkçe de. Kazım Koyuncu, Diyarbakır’ı da Hopa kadar seviyordu. Yaşasaydı, kuşkusuz Diyarbakır’a yine gidecek ve barış mesajları verecekti. Bu ülkede yaşayan herkesin kendi kimliklerinin farkındalığıyla kardeşleşmelerine katkı sunacaktı. Diyarbakır’daki Newroz kutlamalarında yüzbinlerce kişiye söyledikleri hatırdadır: “Denizlerin çocuklarından Dağların çocuklarına selam getirdim!” Kazım Koyuncu, Tiflis’e de gitti. Zugdidi’ye de gitti. Gürcüce, Megrelce, Lazca şarkılar söyledi. Orada da Diyarbakır’da verdiği mesajı verdi; dostluk dedi; kardeşleşme dedi; anadillerimiz dedi. Halkların kimliklerini unutmadan, yaşatarak  kardeşleşme mesajları verdi hep.

Kazım Koyuncu, Artvin’de, Bergama’da siyanürle altın aranmasına karşı çıktı. Kazım Koyuncu Akkuyu’daki nükleer, Gökova’daki termik, Fırtına Vadisi’ndeki HES’lere karşı mücadele etti. Kazım Koyuncu, deniz ile karayı birbirinden ayıran Samsun-Sarp sahil yoluna da karşı çıktı. Kazım Koyuncu, vicdanî red hakkını da savundu.

Kazım Koyuncu; bir insan, bir Laz, bir aydın ve bir sanatçıydı. Kardeşleşme mesajları veren bir sanatçıydı.


 

 


POPÜLER KÜLTÜR’ÜN OBJESİ DEĞİLDİ



Biz O’na Dina diyorduk ve öyle tanıyorduk. O, bu adı çok seviyordu. Dina 1972 yılında Hopa’da doğmuş. İlköğretimi ve lise’yi Hopa’da okumuş. Üniversitede okumak için İstanbul’a gitmiş. İstanbul Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi’nin öğrencilerinden biri olmuş, ancak politik sebeplerden okulunu bırakmış.

1990 yılında, “Çağdaş Sanat Atölyesi”nde çalışmaya başlamış. 1991 yılında Ali Elveri adlı arkadaşıyla birlikte “Dinmeyen” adlı müzik grubunu kurmuş. Aynı yıl, “Çağdaş Sanatçılar”ın oynadığı “Faşizmin Korku ve Sefaleti” adlı piyesin müziğini yapmış. Bu grup, “Sisler Bulvarı” adlı bir de albüm yapmış. 1993’te yakın arkadaşı Sarigina ve diğer arkadaşlarıyla birlikte “Zuğaşi Berepe” adlı müzik grubunu kurdu. Bu müzik grubu, “Ogni” adlı dergiden sonra Laz kültürü için çok önemli bir barınak oldu. “Zuğaşi Berepe”nin 1995 yılında çıkardığı ilk albümün adı  (“Bilmiyoruz”)/ “Va Mişk’unan”dır. Bu müzik grubuna ait diğer albümlerin adları da şöyle: “İgzas”, “Bruxell Live”. “Bruxell Live”,  1997’de Med Tv’de canlı verilen konser kaydıdır. “Zuğaşi Berepe”, 1999’da dağıldı. Bundan sonra Dina başka projelerde rol aldı ve solo albümler yapmaya başladı.

Dina’nın güzel sesi vardı. Muhalifti. “Popüler Kültür”ün objesi değildi. Şarkılarıyla binlerce dinleyici çılgına dönüyordu. Dina için, müzik piyasasının lordları da çılgına dönüyordu. Dina’nın terinden para kazanmak için çılgına dönüyorlardı.

Dina ”Gülbeyaz” ve “Sultan Makamı” adlı televizyon dizileri için müzikler yaptı. Bütün Türkiye, Dina’nın adını duydu. Popüler sanatçılardan biri oldu. Bu, O’nun milâdı idi. Meşhurdu. Dina, şimdi başka bir yolu izleyecekti. Artık popüler’di. Dina’nın terinden para kazanmak isteyenler, basın alanında da büyük güce sahiptiler. Böylece magazin basın her gün Dina’nın haberlerini vermeye başladı.

Dina hastalandı. Hastalığının kanser olduğu anlaşıldı. Bu kötü hastalıktan kurtulmak için, iyileşmek için, kemoterapi için hastanelere gidiyordu. Son güne kadar ümidi vardı. Kavgası vardı kötülükle.





 

 

 “YERYÜZÜNE ŞARKILAR SÖYLEDİK”



Kazım Koyuncu,  33 yaşında; 25 Haziran 2005’te aramızdan ayrıldı.
Hayata veda ettiği gün ölümsüzleşti. Ardından da bir efsane haline geldi. Onu ölümsüzleştiren ve çok kısa bir sürede de efsane haline getiren taşıdığı kimliği ve verdiği mücadeledir. Yaşarken sergilediği duruş çok önemlidir. Şan, şöhret ve paraya tapmadı. Kazım Koyuncu’nun mirası yalnızca; sesi, sanatçılığı ve albümleri değil. Onun müzikalitesi konusunda son kararı şüphesiz müzik otoriteleri verebilir. Bizi ilgilendiren ve hep ön plâna çıkarmamız gerekense; Kazım Koyuncu’nun duruşu ve mücadelesidir. Kazım Koyuncu’nun mirası budur. Kazım Koyuncu’yu  sağken de, günümüzde de  önemli ve aranır kılan da  bu mirasıdır.
Onun bir mesajı vardı. Bugünden Kazım Koyuncu’nun yaptıklarına ve söylemlerine bakıldığında bu mesaj çok daha iyi algılanıyor: O, Türkiye’de ve Dünyada yaşayan herkesin kendi anadilleri, kimlikleriyle kardeşleşmesini istiyordu. Kazım Koyuncu’nun duruşu, eylemleri ve söylemleri açık ve nettir:

 

 “ ... Kötü şeyler gördük, savaşlar, katliamlar, ölen-öldürülen çocuklar gördük. Kendi kültürünü, kendi dilini, kendisini kaybeden insanlar, topluluklar gördük. Yanan köyler, kentler, ormanlar, hayvanlar gördük. Yoksul insanlar, ağlayan anneler, babalar, her gün bile bile sokaklarda ölüme koşan tinerci çocuklar gördük. Biz de öldük. Ama her şeye rağmen bu yeryüzünde şarkılar söyledik...”


“Noderi” (“imece”), ilksel komünal üretim, paylaşım ve mülkiyet ilişkilerinin Lazca’daki adıdır. Kazım Koyuncu’nun sergilemeye çalıştığı duruşun temelinde, Laz halkının “noderi” geleneğinin derin izlerinin de olduğu açıkça görülüyor. Kazım Koyuncu, büyürken ve öğrenirken Laz halkının ve diğer halkların dayanışmacı bilge geleneklerinden beslenmiş ve daha sonra da onların hak ve kimlik mücadelesine bilgisi, gücü ve cesareti oranında destek vermeye çalışmıştır.

Kuşkusuz aile ve akraba ortamında bazı donanımlar edinmişti. Politik bir duruşu da oluşmuştu. Liseyi bitirdi. İstanbul’a gitti. SBF’ne girdi. Orada edindiği ilişkiler, kişisel gelişimine çok olumlu katkılar yaptı; hak mücadelesinin daha da farkına vardı. Başarılı bir öğrenci olmadığını duymuştum. Okulu sevmemiş. İlgi alanı başkaydı. Müziğe gönül vermişti. Müzikle ilgilenen binlerce gençten yalnızca bir tanesiydi. 1993 sonuna kadar onu yakın çevresi dışında pek kimse de tanımıyordu. 1993 Kasım’ında Ogni Dergisi’nin yayınlanmaya başlamasıyla beraber, Kazım Koyuncu kendi kimliğine ilişkin de donanımlı hale gelmeye başladı. Solisti olduğu Lazca sözlü rock müzik yapan “Zuğaşi Berepe” (“Deniz’in Çocukları”) ile beraber yavaş yavaş tanınmaya başladı. Basının Lazca sözlü rock müziğe ilgisi büyüktü. Bu durum “Zuğaşi Berepe”yi, “Zuğaşi Berepe” de Kazım Koyuncu’yu önplana çıkardı. “Zuğaşi Berepe”nin “Va mişk’unan” (“Bilmiyoruz”) adlı ilk kasetine Ogni Dergisi’nin maddi- manevi desteği önemliydi. “Zuğaşi Berepe”nin dağılmasından sonra, Kazım Koyuncu yoluna tek başına devam etti. Kendisini daha da geliştirdi. Yeni öğrendikleriyle müzikalitesini de daha nitelikli hale gelmeye başladı.


Kazım Koyuncu, politikacı değildi, ancak doğru politik söylemlerini ve hak mücadelesini hiç bir zaman bırakmadı. Zaten onu ölümsüzleştiren de yalnızca söylediği şarkılar değil, bu söylem ve mücadelesiydi. Ona bu şarkıları söyletenin de o söylem ve mücadelesi olduğunu hatırlamak gerek. Şan, şöhret, para kazanayım da keyfime bakayım, demedi. Tam tersine fedakârca mücadele etti. Lazca şarkılar söyledi. Diğer dillerde şarkılar söyledi. Lazca’nın farklı bir dil olduğunu Türkiye’de çoğu kişi ondan öğrendi. Yalnızca Lazca şarkı söylemekle kalmadı; Lazca’yı çeşitli platformlarda savundu. Doğayı kirletenlerle mücadele etti. Karadeniz otoyolunun doğaya zarar vereceğinin düşünüyordu. Buna karşı da kavga verdi. Emek mücadelesinde yerini aldı. Ülkemize barışın gelmesi için mesaj vermek amacıyla Diyarbakır’a gitti ve kardeşlik şarkıları söyledi.

Kazım Koyuncu, düzgün duruşu olan  bir Laz aydını olduğu  için Harbiye’deki anfi tiyatroda onbinlerce insan ağladı. Mendil satan çocuklar ağladı. Tinerci gençler ağladı. Fahişler ağladı. Travestiler ağladı. İşçiler ağladı. Köylüler, kentliler ağladı. Türkler, Kürtler, Gürcüler, Zazalar,, Abhazlar- Abhazlar ağladı. Halk ağladı. Gözyaşlarıyla da Trabzon’a, oradan da Hopa’ya uğurlandı. Hopa’daki cenazesine Sarpi’den, Zugdidi’den, Tiflis’ten gelen Lazlar, Megreller, Gürcüler da katıldı. Türkler, Hemşinliler, Poşalar, Ruslar oradaydı.

Ümit Kıvanç, “Kazım için belgesel bir film” hazırladı: “Şarkılarla Geçtim Aranızdan”.  Gürcistan’da ise Yönetmen
გიორგი კალანდია/ Giorgi Kalandia da, ლაზეთის მაფშალია  “Lazetişi Mapşalia” (Lazistan’ın Bülbülü”) adlı bir başka belgesel film çekti.

 

 

 

 

 

 

 

 

BİRİ GÜRCİSTAN’DAN DİĞERİ TÜRKİYE’DEN İKİ KAZIM KOYUNCU BELGESELİ

 

 

 

            

 

 

 

 



Bugün daha iyi anlaşılıyor ki, Kazım Koyuncu, cesur bir insandı; kardeşleşmenin köprüsüydü. Onu, her 25 Haziran’da, yılda bir kez yuvarlak sözlerle anmak, O’na haksızlık. O’nun duruşuna, mücadele anlayışına uygun bir şeyler söylemek gerek; yazmak gerek.

 

 

 

 

KAZIM KOYUNCU İLE İLGİLİ TÜRKİYE’DE YAYINLANAN KİTAPLAR

 

 

Bizim bildiğimiz  Kazım Koyuncu, insanî değerleri tüketen ve sömüren kapitalist yabancılaşmaya yakın bir yerlerde durmuyordu. “Sistemin şarkıcıları”ndan birisi hiç de değildi. Onun onurlu mirasına sahip çıkabilmek için, bu mücadelenin bilincinde olmak ve Kazım Koyuncuları çoğaltmak gerekiyor.

 

 

Şimdi arkadaşı Sarigina’nın yıllar önce sözlerini yazdığı şarkıda Kazım Koyuncu’ya kulak verelim:



*”Komişkun,
Muruntskhi çima vikaçare
Leta sordasen
Ti goyomaktasen
Kapula kale si bzirare
‘Hayde’ mitsvare
Ernesto steri
Vidat Muruntskhepeşi opşa na on ar ntsa tudeşa”*

*(“Biliyorum
Bir yıldız yağmuruna tutulacağım
Toprak çökecek
Başım dönecek
Arkamda seni bulacağim
Bana “haydi’ diyeceksin
Ernesto gibi
GidelimYıldızların bol olduğu bir gökyüzünün  altına”)

 

 

 

 

(Önerilen Okumalar: Ali İhsan Aksamaz,  “Lazca Yaşadıkça Yaşayacak Bir Adam Kâzım Koyunu”, 05 V 2006, hopam.com; Ali İhsan Aksamaz,” Kâzım Koyuncu’yu Anarken”, 25 VI 2012, Özgür Gündem Gazetesi, İstanbul; Ali İhsan Aksamaz,  Denizin Çocuğu Kazım Koyuncu”, Özgür Gündem Gazetesi,  26 IX 2012, İstanbul; Ali İhsan Aksamaz, “Hopa ve Lazları Anlatan Bir Kitap: Bedia Xala”, yusufbulut.com, 07 XII 2012; Ali İhsan Aksamaz, “Kâzım Koyuncu, Nekrofili ve Vali” 15 X 2013, yusufbulut.com; Ali İhsan Aksamaz” Kâzım'ın Sevdası/ Kazimişi Qoropa”, 05 VII 2015, yusufbulut.com; Birol Öztürk, “Kazım Koyuncu- Didou Nana”, Yason, 2014, İstanbul; Birol Öztürk, “Kazım Koyuncu”, Gece Kitaplığı, 2018, Ankara; Hüseyin Şimşek, “Zuğaşi Berepe”/Denizin Çocukları”, Aydınlık Gazetesi, 29 X 1993, İstanbul;  Kazım Koyuncu: “Kenarda Kalanların Sesiyim! Neden?”, Karadeniz Haber Gazetesi, 04 V 2005, Trabzon; Paluri Arzu Kal Demirçi, “Şair Ceketli Çocuk”, Chiviyazıları, 2017, İstanbul; Uğur Biryol, “Kazım’ın Sevdası/ Kazimişi Oropa”, İletişim Yayınları, 2015, İstanbul)

14 V 2020

Ali İhsan Aksamaz

aksamaz@gmail.com

 

 

https://www.youtube.com/watch?v=fg8AhB-4zhg

 

 

 https://sonhaber.ch/kazim-koyuncuyu-bir-kez-daha-anarken/?fbclid=IwAR2nwfgXy2rEg1M1NU64STyF8xFQ4H3Mt758-Pl0jdvJc40yJCSFwtrZ_L4


http://circassiancenter.com/tr/kazim-koyuncuyu-bir-kez-daha-anarken/

+


19 Haziran 2020 Cuma

Alasonyalı Murtaza






Alasonyalı Murtaza

 

CHP Grup Başkanvekili Özgür Özel, geçtiğimiz günlerde ‘Bekçi Yasası’na ilişkin olarak partisinin görüşlerini dile getirirken bekçilere de bir tavsiyede bulundu:

“Orhan Kemal’in ‘Murtaza’sındaki gibi bir bekçi olun, mahallenin bekçisi olun! Birileri bekçiyi tekçi yapmak istiyor, tekçi olmayın!”

Özgür Özel’in bekçilere bu tavsiyesi üzerine Sabah Gazetesi’nden Melih Altınok ve Hürriyet Gazetesi’nden Ahmet Hakan birer makale yazdılar.

Ahmet Hakan, ‘Bekçi Murtaza’nın bekçiler için doğru bir rol model olmadığına dikkat çekti. Romandan alıntılar yaparak da ‘Bekçi Murtaza’nın ‘tekçi’ olduğunu gözler önüne serdi. Makalesinin başlığından da anlaşılacağı gibi, Ahmet Hakan, Özgül Özel’in ‘Murtaza”yı okuduğundan pek de emin değil: “Özgür Özel ‘Murtaza’yı Gerçekten Okudu Mu?”

Ahmet Hakan, “Eğer Özgür Özel gerçekten ‘Murtaza’yı okumuş olsaydı, ‘tekçiliğe’ karşı ‘tekçi’ Murtaza’yı örnek göstermezdi” demek istiyor.

Melih Altınok’un makalesi, “Ya Özgür Özel Bekçi Murtaza’yı Okuduysa” başlığını taşıyor. Özgür Özel’in ‘Bekçi Murtaza’yı okumuş olma ihtimalinin bulunduğuna dikkat çekiyor ve kendisini konuya ilişkin bir açıklama yapmaya davet ediyor.

Ahmet Hakan ve Melih Altınok,  Özgür Özel’in ‘Bekçi Murtaza’ güzellemesiyle çuvalladığını göstermek istiyorlar.

Özgür Özel’den , ‘Bekçi Murtaza’ güzellemesinin sebebine ilişkin bugüne kadar bir açıklama gelmedi.

‘Murtaza’nın edebiyat ve sanat dünyasındaki serüvenine kısaca bir göz atmakta fayda var.

1952’de, önce Vatan Gazetesi’nde tefrika edilen ‘Murtaza’, aynı yıl Varlık Yayınları’ndan kitap olarak yayınlanır. ‘Murtaza’nın ikinci baskısı aynı yayınevinden 1957’de yapılır. ‘Murtaza’nın üçüncü baskısı 1964’de Cem Yayınları’ndan yapılır. Bazı bölümleri yazarı tarafından gelişletirilen ‘Murtaza’nın dördüncü baskısı yine Cem Yayınları’ndan çıkar. Roman, sonraki yıllarda Tekin Yayınları ve daha birçok yayınevi tarafından da yayınlanır.

Orhan Kemal, ‘Murtaza’yı Tunç Başaran ile birlikte senaryolaştırır ve 1965’te ‘Bekçi Murtaza’ filmi vizyona girer. Başrol oyuncusu Müşfik Kenter’dir.

‘Murtaza’, 1986’da bir kez daha beyaz perdeye aktarılır. Bu kez senaryoyu Ali Özgentürk yazar. Filmin adı ‘Bekçi’, başrol oyuncusu da Müjdat Gezen’dir.  

Hemen belirtmekte fayda var, romandaki ‘Murtaza’ karakterini Müşfik Kenter beyaz perdede lâyıkıyla canlandırıyor; ‘Murtaza’yı romandaki aslına daha yakın bir şekilde algılamamıza fırsat veriyor.  


Murtaza’ iki kez beyaz perdeye aktarıldı

 

Müjdat Gezen’in ‘Murtaza’ canlandırması,  ceberrut ‘Murtaza’yı  ‘huysuz fakat sevimli’ bir karakter haline dönüştürüyor.

Sanırım, Özgür Özel’i ‘Müjdat Gezen’in bu ‘Murtaza’ canlandırması yanıltıyor. Özgür Özel’i muhtemelen yanıltan bir başka husus da  ‘Murtaza’nın sıkı bir İsmet Paşa hayranı olması. Oysa ‘Murtaza’, İsmet Paşa’ya ‘sosyal-demokrat’ olduğu için değil, ‘gücü temsil eden tekçi yönetim’in önderi olduğu için hayranlık duymaktadır.

‘Murtaza’, tiyatroda da sergilendi. ‘Murtaza’yı sahneye koyan ve oynayan Ulvi Uraz da ‘çeşitli kaygılarla’ ‘Murtaza’yı özüne uygun sahneye aktarmadığı iddiasıyla eleştirilmiştir. Aynı şekilde Orhan Kemal de, ‘Murtaza’nın film- tiyatro versiyonlarındaki sapmalara karşı tavır almadığı iddialarıyla eleştiriye uğramıştır. Bütün bu konuları ortaya çıkarmak da dürüst edebiyat tarihçilerinin çalışma alanına giriyor.

Orhan Kemal, Adana’da iskân edilmiş Alasonyalı mübadil bir köylünün gerçek hayat hikâyesinden hareketle ‘Murtaza’ adlı eserini kaleme almıştır.

Orhan Kemal, 1940’lı yılların Adana’sındaki insan ilişkilerinin fotoğrafını çekiyor. Dönemin üretim, mülkiyet ve paylaşım ilişkileri ve etnik yapısı konusunda bizlere ipuçları veriyor.

‘Murtaza’, Adana’daki insan ilişkilerini CHP ve DP yandaşlığı veya karşıtlığı yaparak değil, olduğu gibi aktarıyor. Yalnızca ‘Murtaza’nın değil, dönemin tüm insanlarının hayatlarından kesitler aktarıyor.

‘Murtaza’ yalnızca ‘Murtaza’nın değil, onunla birlikte çevresindeki insanların nasıl bir  sefalet, cahalet ve umutsuzluk girdabı içinde olduklarını gözler önüne seriyor.

Herkesin ‘Murtaza’yı, onun yaşadıklarını hissederek okuması, anlaması ve anlamlandırması temennisiyle.

 

(Önerilen Okumalar: Mehmet Ali Gökaçtı, “Nüfus Mübadelesi/ Kayıp Bir Kuşağın Hikâyesi”, İletişim Yayınları, 2003, İstanbul; Nezih Başgelen, “Anavatana Göç Edenler/ Türkiye Cumhuriyet’inde (1923-1938) Mübadil, Muhacir ve Mülteciler”, Arkeoloji ve Sanat Yayınları, 2008, İstanbul)

 

(15 VI 2020)

 Ali İhsan Aksamaz

aksamaz@gmail.com

 

.http://www.kuzgunportal.com/2020/ali-ihsan-aksamaz-alasonyali-murtaza-58287/


18 Haziran 2020 Perşembe

Nefret söylemi ve suskunluk



Nefret söylemi ve suskunluk




Geçtiğimiz günlerde, basında Türkiye’deki çay tarımında ve özel çay fabrikalarında mevsimlik işçi olarak çalışan Gürcistan vatandaşlarıyla ilgili birkaç haber yer aldı. O haberlere değinmek istiyorum. 

Koronavirüs salgını kısıtlamaları sebebiyle Sarp Sınır Kapısı kapatılarak Gürcistan’dan Türkiye’ye, Türkiye’den Gürcistan’a gidiş- gelişler de durdurulmuştu. Böyle olunca da çay hasadına yıllardır büyük katkı sağlayan ve sayılarının 40 bin civarında olduğu söylenen Gürcistan uyruklu emekçinin bölgeye gelişi de zamanında gerçekleşememişti. Bu iş gücünün, koronavirüs salgını tedbirleri çerçevesinde devreye giremeyeceği belli olunca da Doğu Karadenizli çay üreticileri, birinci sürgün çay hasadı için çareler aramaya başlamışlardı.

Doğu Karadeniz Bölgesi’ne yönelik yayın yapan bir internet sitesi, “Gürcistan’dan Çay İşçisi gelmeyince Para Yurtta Kaldı” başlığıyla İHA’nın bir haberini aktardı.

Habere göre, bu yıl 19 Mayıs sonrası birinci sürgün çay hasadı için Gürcistan uyruklu emekçiler gelemeyince, çay üreticilerinin kendileri ve başka kentlerden gelen akrabaları imeceyle hasadı kendileri gerçekleştirdiklerinden hem toplanan çayın kalitesi artmış hem de her yıl toplam olarak bu emekçilere ödendiği söylenen 100 milyon Amerikan doları Türkiye’de kalmış.  Yine aynı habere göre, bir çay üreticisi, Gürcistan uyruklu emekçilerin “çok pis çay topladıklarını” dile getirmiş ve Sarp Sınır Kapısı’nın artık bir daha hiç açılmaması temennisinde de bulunmuş.

Bu haberden anlaşıldığına göre, Koronavirüs salgını kısıtlamaları çay üreticilerinin kendi ürünlerine sahip çıkmalarına vesile olmakla kalmamış, yeniden imece dayanışmasının yaşatılmasına da imkan sağlamış.

Nihayet geçtiğimiz günlerde Türkiye ile Gürcistan arasındaki Sarp Sınır Kapısı’nın açılacağına ve karşılıklı gidiş- gelişlerin yeniden başlayacağına ilişkin haberler çıktı.

Bu gelişme üzerine Doğu Karadeniz’de yayın yapan bir başka internet sitesinde de “Eyvahhh! Gürcüler Geliyor!” başlıklı bir haber yayınlandı.

Bu haberi yapanlar, bu başlığı kullanmayı hangi sebepten tercih etmiş, bilemiyorum. Duyduğuma göre, bu başlık sonradan değiştirilmiş. O başlık daha sonra da hangi sebepten dolayı değiştirilmiş, onu da bilemiyorum. Zaten önemli de değil. Ancak başlığın değiştirilmesi olumlu bir gelişme.

Doğu Karadeniz’de çay tarımının bilimsel metotlara göre yapılması, geliştirilmesi, üreticinin ve emeğinin ve tarım alanlarının korunması konusunda ciddî çalışmalar yapan resmi ve/veya özel kurum, kuruluş ve dernekler var mı, varsa amaçlarına uygun olarak çalışıyorlar mı, çalışabiliyorlar mı, bilmiyorum.

Özellikle Gürcistan’dan çay toplamaya ve özel çay fabrikalarında çalışmaya gelen emekçilerin bölge ve Gürcistan ekonomisine yaptıkları katkılar konusunda ve bu emekçilerin barınma, beslenme, sağlık, asayiş ve benzeri hak ve diğer durumlarına ilişkin ciddi çalışmalar yapan ve kayıtlar tutan resmi ve/veya özel kurum, kuruluş ve dernekler var mı, bunu da bilemiyorum.

Ancak burada önemle üzerinde durulması gereken yukarıdaki ve benzeri haberlerdeki nefret söylemidir. Bu ve benzeri nefret söylemlerine daha önce de tanık olmuştuk.

21-22 Mayıs 2012 tarihlerinde Milliyet Gazetesi’nde çıkan “Özgürlük Bahçesi mi? Günahlar Şehri mi?”  ve “Hopa’da Ticaret Sarp’a Sardı” başlıklı haberlerde de nefret söylemi yer alıyordu. Ancak bu nefret söylemlerine karşı gereken tepki anında verilmiş, Galatasaray Lisesi önünde bir basın açıklaması yapılmış ve haberler hakkında da Basın Konseyi’ne şikayette bulunulmuştu.

DAHA ÖNCEKİ NEFRET SÖYLEMLERİ TEPKİSİZ BIRAKILMAMIŞTI



“Emek, emekçi” ve “Halkların kardeşliği” söylemlerini dillerinden düşürmeyenler, nefret söylemi de içeren bu son haberler karşısında sessizliklerini korumayı tercih ettiler.

Asıl ilginç olanı, Türkiye’deki “Çveneburi”/ “Gürcü” aydınları ve onların kurumlarının Gürcü emekçilere karşı nefret söylemi içeren bu ve benzeri haberlere kulaklarını tıkayarak ısrarla sessiz kalmalarıdır.

Ümit edelim, bu konularda duyarlılıklar artar da konu bölgede Gürcü ve yabancı düşmanlığına dönüşmez. Nefret söylemleriyle dolu bu ve benzeri haberlerin basında ve sosyal medyada yer alması da artık bir şekilde önlenir.



Ali İhsan Aksamaz

aksamaz@gmail.com




(Önerilen Okumalar: Ali İhsan Aksamaz, “Batum- Sarp- Hopa Hattına Milliyet Gazetesi’nin ‘ilgisi”, demokrathaber.org, 28 V 2012;  Ali İhsan Aksamaz, “Bir ‘Özür’ ve tepkisiz Rize ve Artvin ‘vekileri”, demokrathaber.org, 30 V 2012;  “Artvin’de Gürcü Papaza Dayak”, Yenişafak Gazetesi, 30 V 2007;  “Gürcüler Milliyet’i Protesto Etti”, Jineps Gazetesi, 16 VI 2012;  “Rize’de Gergin Gece”, rizeninsesi.net, 26 VIII 2014; “Türkiyeli Gürcüler Milliyet’i Protesto Etti”, demokrathaber.org, 27 V 2012.

https://www.dailymotion.com/video/xrb3zc


https://sonhaber.ch/nefret-soylemi-ve-suskunluk/

12 Haziran 2020 Cuma

“Gıda Güvenliği”

 



“Gıda Güvenliği”

 

“Birleşmiş Milletler Örgütü”, 24 Haziran 2018 tarihinde aldığı bir kararla 7 Haziranı “Dünya Gıda Güvenliği Günü” olarak ilân etti. “Dünya Sağlık Örgütü (WHO)” ve “Birleşmiş Milletler Gıda ve Tarım Örgütü (FAO)”,  geçen yıldan beri 7 Haziran’ı “Dünya Gıda Güvenliği Günü” olarak kutluyor.

“Dünya Gıda Güvenliği Günü”nün bu yılki “kutlanması” da günün “anlam ve önemine” uygun olarak yapıldı.

7 Haziran “Dünya Gıda Güvenliği Günü” ile ilgili olarak “Türkiye Gıda ve İçecek Sanayii Dernekleri Federasyonu (TGDF)” ve “Türk Veteriner Hekimler Birliği” birer açıklamayla “günün anlam ve önemine” vurgu yaptı. Youtube’de akademik ünvanlı birkaç kişinin aynı minvâldeki kısa açıklamalarına da tesadüf ettim.

“Dünya Sağlık Örgütü” ve “Birleşmiş Milletler Gıda ve Tarım Örgütü” kuruldukları günden bu yana, kuruluş amaçlarında belirtilen görevlerini lâyıkıyla yaptılar mı, yapabildiler mi? Hayır!

İnsanların neden hâlâ açlık ve susuzluktan kırıldıklarını, neden doğal tohumla yapılan tarımdan uzaklaşt(ırıld)ıklarını ve neden sistemli bir şekilde GDO’lu tohum ve ürünlerine yönel(til)diklerini sorgulamadan ve soruna doğru çözüm yolları bulmak için kafa yormadan  “Dünya Gıda Güvenliği Günü”ne “güzelleme yapmak” en iyimser tabirle havanda su dövmeye benziyor. Gıda denilince tarım üretim ve ürünlerini büyük ölçüde göz ardı ederek yalnızca “hayvansal gıdaları” gündeme getirmek de bir başka yanlışlık.

Görünen o ki, “Dünya Sağlık Örgütü” ve “Birleşmiş Milletler Gıda ve Tarım Örgütü”nün “Gıda Güvenliği”nden anladığı, GDO’lu tohumla yapılan tarım üretimi ve bu ürünlerin tüketiminin bugünkü haliyle “güvenlik” altına alınmasıdır. Aynı şekilde hayvansal ürünlerin üretimi ve tüketiminin  “güvenliği” de bugünkü haliyle garanti altına alınmak isteniyor. Bu durumda da “Hayvan Hakları” unutulmuş oluyor.  Bu da, bugüne kadar olduğu gibi bundan sonra da insanların hem kendi aralarındaki hem de hayvanlarla olan ilişkilerindeki adaletsizliklerin ve kırımların devam etmesine onay verildiği anlamına geliyor.

Her 7 Haziran’da “Dünya Gıda Güvenliği Günü”ne “güzellemeler yapmak” ve yalnızca bilinen sorunları tekrarlamak yerine, çok yakın bir geçmişe kadar kendi kendine yeten birkaç tarım ülkesinden birisiyken, günümüzde Türkiye’nin neden GDO’lu tarım ürünlerini ithal eden bir ülkeye dönüştüğünü sorgulamak ve “ulusal gıda güvenliği” sorununa yeniden doğru çözüm yolları üretmek ve bunları uygulamaya koymak gerekir.

Türkiye’de tarımın neden günden güne acınacak bir hale ge(tiri)ldiği sorgularken de gündelik siyaset ve oy kaygılardan uzak, bu olumsuz gelişmede sorumluluğu olan eski siyasîlerin yanlış politika ve uygulamalarını da bütün çıplaklığıyla açığa vurmak ve onların yanlışlarını devam ettirmemek gerekiyor.

Eğer Türkiye’nin yeniden kendi kendini doğal tarım ürünleriyle de besleyebilen bir tarım ülkesi de olması gerçekten isteniyorsa,  CHP lideri Millî Şef İsmet İnönü ve Hükümetinin ABD ile imzaladığı askerî, siyasî, kültürel, ekonomik gizli ve açık anlaşmaların içerikleri, uygulanma süreçleri, sonuçları bugüne kadarki olumsuz etkileriyle gözler önüne serilmelidir. Aynı şekilde DP lideri Adnan Menderes ve Hükümetinin de ABD ile imzaladığı 12 Kasım 1956 tarihli Münakit Ziraî Emtia Anlaşması” ve diğer anlaşmaların içerikleri, uygulanma süreçleri, sonuçları bugüne kadarki olumsuz etkileriyle açığa vurulmalıdır.

“Truman Doktrini” ve “Marshal Plânı”nın Türkiye için ne anlama geldiğini bilmek ve akılda tutmak gerekir.

 

 

Haydar Tunçkanat, 1960’larda “meselenin aslı”nı açığa vurmuştu

 

 

Gıda Güvenliğini; “Dünya Sağlık Örgütü” ve “Birleşmiş Milletler Gıda ve Tarım Örgütü”nün bugünkü aklıyla anlamak ve kutsamak günümüzdeki bütün bu adaletsizliklerin sebebi olan “Beyaz Adam”ı bugüne kadar yaptıklarında aklamak ve gelecekteki yeni adaletsizliklerinde de kendisine yeniden onay vermek anlamına geleceğine hiç şüphe yok.  (10 VI 2020)

 

 

(Önerilen okuma: Haydar Tunçkanat, “İkili Anlaşmaların İçyüzü”, Alaca Yayınları, 2019, İstanbul)

 

 

Ali İhsan Aksamaz

aksamaz@gmail.com

 

 

 

 

 http://www.kuzgunportal.com/2020/ali-ihsan-aksamaz-gida-guvenligi-58074/

https://sonhaber.ch/gida-guvenligi/



5 Haziran 2020 Cuma

“Yürekli Bir Laz Kadını Bedia Hala”



“Yürekli Bir Laz Kadını Bedia Hala”


 

 Bedia Xala/ Guroni ar Lazi Oxorca” (“Bedia Xala/ Yürekli Bir Laz Kadını”) adlı kitap  “Kaldıraç Yayınevi”nden çıktı. Bu kitap hak ettiği ilgiyi gördü mü, bilemiyorum. Anı türündeki bu kitap, başlığından da kolayca anlaşıldığı üzere bizlere bir Laz kadınının hayat mücadelesini anlatıyor. Kitabın en önemli özelliği, Bedia Hala’nın şahsında, aslında Lazların yüzyılı aşkın geçmişlerine de  ışık tutulması. Kitap, Lazların yerlisi oldukları coğrafyadaki üretim, mülkiyet, paylaşım ilişkileri hakkında önemli bilgileri aktarıyor. Kitap, Rusya Lazistanı ve Lazları hakkında da bizleri bilgilendiriyor. Birden gözümüzün önüne gurbete çıkan Laz gençleri geliyor. Gurbet yani ekmek parası. O zamanlar gurbet, bizimkilerin “Rusye” dedikleri, Çarlık Rusyası içindeki kentler: Batumi, Anaklia, Poti, Zugdidi, Sokhumi, Oçamçire, Guadauta. İstanbul henüz o kadar gurbet değil o sıralar.

 

            Lazlar; Osmanlı-Rus ve Birinci ve İkinci Dünya Savaşlarından ve sonraki gelişmelerden hem ekonomik hem de kültürel olarak en çok etkilenen hem Doğu Karadeniz ve hem de Güney Batı Kafkasya’nın küçük halklarından. Önce imparatorluklar, ardından da emperyalistler arası didişme ve çatışmalardan Laz halkı çok çeker. Selma Koçiva, usta ve kıvrak kalemiyle, Bedia Hala’nın ağzından çıkanları bizlere tek tek aktarıyor. Yazdıklarının her satırıyla bizleri adeta o günlere götürüyor. O günlerin acılarını gözlerimizin önüne seriyor. Yalnızca yazdıklarında acıyı değil, umudu da görüyoruz.

 

SAVAŞ YILLARI: KARNELİ YILLAR

 

 

            Kitapta açıkça görüyoruz ki, Laz halkı CHP’nin Millî Şefi İsmet İnönü’yü hiç sevmiyor. Kıtlık ve karne yıllarını da unutmuyorlar. Baskı ve zulümü de. Millî Şef İsmet İnönü’nün, iktidarını korumak için  ABD ile açık ve gizli askeri, siyasi, kültürel ve ekonomik kölelik anlaşmaları imzalamasını da hiç unutmuyorlar. ABD ile kölelik ilişkilerinin DP ile değil Millî Şef İsmet İnönü’nün CHP’si ile başladığını çok iyi biliyorlar. Lazca’nın konuşulmasının engellenmesinin bile Millî Şef İsmet İnönü döneminde yoğunluk kazandığını hatırlıyorlar. Okullarda Lazca konuştu diye şiddete maruz kalan ve hayatları boyunca unutamadıkları Laz çocuklarının elleri hem bu dünyada hem de öbür dünyada Millî Şef İsmet İnönü’nün yakasında olacak. Buna eminim. Bedia Hala’nın anlattıkları, bizleri Millî Şef despotizminin karanlık yıllarının girdabına götürüyor ve geçmişin gerçeklerini görmemiz için bizi adeta sarsıyor; hırpalıyor. Karaborsa yıllarını da hatırlıyoruz. Bir de “Kambur Rıza” var.

 

MİLLÎ ŞEF YÖNETİMİ, ÖNCE HİTLER ALMANYASI, SONRA DA ABD İLE İŞBİRLİĞİ YAPTI

 

 

            Bedia Hala, yalnızca kendi yaşadıklarını bizlerle paylaşmıyor. Büyüklerinin kendisine anlattıklarını da bizlere aktarıyor. Birinci Dünya Savaşı sırasında, Rus askerlerinin işgal ettikleri Doğu Karadeniz yöresinde Lazlara nasıl davrandıklarını konusundaki tanıklıkları da aktarıyor: “Bizim Lazlar, ‘Rus askeri için, yardım etmeyi seven, insana eziyet etmeyen askerlerdir.’ derdi.” Bu Rus askerlerinin hepsinin Rus olmadığını içlerinde  farklı Çarlık Rusyası halklarından, Megrellerden de askerler bulunduğunu hatırlamak gerek! Çarlık Ordusu’nun Lazlar konusunda hassas davrandığına kuşku yok.

 

            O zamanlar Azlağa  oldukça önemli bir köydür. Burada bir Rüştiye Mektebi bile vardır. Bu köyden bir çok önemli insanının çıktığını biliyoruz. Bugünün Gürcistan’ı, Abkhazya’sı, Batumi’si Günümüz Türkiyesi Lazlarının o zamanlar çalışmak için gittikleri yegâne yerler arasındaydı. Zaten gittikleri yerlerin yerli Lazları olsun ve hıristiyan kardeşleri Megreller olsun oralarda yabancılık çekmemelerinin bir başka sebebiydi.

 

Selma Koçiva da Lazca yasağına da dikkat çekiyor. Bu konuyu mutlaka bir kitap çalışması olarak işleyeceğinin müjdesini veriyor. Lazca konuşma yasaklarının  Millî Şef İsmet İnönü’nün başının altından çıkan melânetlerden bir tanesi olduğuna kuşku yok. Zira; Sokhum’da Lazca olarak yayınlanan “მჭითა მურუნცხი”/ “Mç̆ita Muruʒxi” (“Kızıl Yıldız”) adlı Lazca gazetenin Türkiye’ye girişini yasaklayan bakanlar kurulu, İsmet İnönü’nün başbakanlığında görev yapıyor. Başarılı oldular mı?! Hayır! Pedagojik sorunlar yarattılar. Kendisine ve çevresine başkalaşan ve yabancılaşan bir insan türü yaratmayı amaçladılar. Millî Şef İsmet İnönü’nün despot politikaları, ülkeyi kıtlığa götürmekle kalmadı, ülkenin kültürel ve dilsel zenginliğini de yoketmeyi amaçladı. Türkiye’yi önce Almanlara, sonra da ABD’ye köle haline getirdi. Bu söylediklerimizle ilgili olarak çok uzağa gitmeye gerek yok. O yıllarda yayınlanan yerel gazetelerin arşivlerinde yapılacak kısa bir gezinti Millî Şef İsmet İnönü iktidarlarının ne kadar ceberrut olduğunu çok açık bir şekilde gözler önüne serecektir. Bu konuda Cumhuriyet Gazetesi de önemli bir arşive sahip. Güneş balçıkla sıvanmıyor. Bu anlayış; ekonomik, sosyal, kültürel alanda binlerce yılda yoğrula yoğrula Anadolu’da ortaya çıkan sosyolojik yapıyı darmadağın etmeye çalıştı. Günümüz Türkiye’sinde hayatın hemen her alanındaki çarpıklığın arkasında, Millî Şef İsmet İnönü’nün temsilcisi olduğu anlayış yatıyor.

 

 

YEREL DİLLER GÖZ ARDI EDİLDİ

 

 

 

            Kitabın yazarı Selma Koçiva önemli bir tespitte bulunuyor:

 

 “Cumhuriyeti kuran Kemalistler, bütün memlekette, Türkçeyi Latin harfleriyle yazmayı yürülüğe koydular da, diğer dillerin yazılmasına dair bir kaygıları olmadı. Bir yandan okuma ve yazma sevgisini geliştirdiler, diğer yandan anadillerin yasak olduğu okulları da yarım aydınlıkta bıraktılar.”

 

            Selma Koçiva’nın bir başka vurgusu da çok önemli. Seksen yıl önce okullarda Türkçenin yanısıra yöresine göre diğer anadillerde, Laz çocukları için Lazca anadil dersleri olsaydı, bugünkü Türkiyenin bugünkünden farklı olacağına hiç kuşku yok. Ancak emperyalizmle uzlaşmış bir CHP’nin bunları yapması acaba mümkün müydü?!

 

            Bedia Hala’nın anlattıklarını Selma Koçiva’nın kaleminden büyük bir keyifle okurken birden eski Hopa canlandı hayal dünyamda. Başkalarının anlattıklarını, yazdıklarını hatırladım.  Birden Münir Yılmaz Avcı’nın 2005 Ağustos’unda tam da Azlağa önünden geçerken,  sahil yolunda söylediklerini hatırladım. Taksideydik.Sarp’a gidiyorduk. Batum’a, Zugdidi’ye, Tiflis’e gidecektik: “Bak Ali İhsan,” dedi; “ Azlağa’dan  buraya kadar çıplak ayakla gelirdik. Lastik pabuçlarımız ise koynumuzdaydı. Hemen burada, şu çeşmenin yanında  giyerdik. Eskimesin diye. Yokluk yıllarıydı.” Evet, yokluk yılları. Kıtlık Yılları. O günlerin Hopa’sı, günümüzün Hopası.

 

 

HOPA, BÜTÜN RENKLERİYLE HOPA’DIR

 

 

Hopa denince aklımıza Lazlar gelir. Lazca gelir. Artvin’de Gürcüler de yaşar. Gürcüce de.  Hemşinliler ve Hemşince de. Neden bilmem?! Aklıma geldi! Kısaca değineyim. Önce hatırlatayım: Hopa ve Lazca! Nedense aklıma “Sonbahar” filmi geldi! Senaryosunu Özcan Alper’in yazdığı film. Yönetmeni de Özcan Alper. Film Türkçe. Ancak filmde Gürcüceye de, Hemşinceye de yer vermiş senarist. Nedense Lazcayı görmemiş, görmek istemememiş; yok saymış. İlginç! Özcan Alper’in Lazcayı Hopa’da yok sayması ne kadar ilginçse, Mahsun Kırmızıgül’ün TV dizisi “Benim için Üzülme”de Lazcaya yer vermesi de bir o kadar ilginç ve yerinde ve doğru bir yaklaşım. Mahsun Kırmızıgül’ün Hopa’sı tam da Bedia Hala’nın Hopa’sına dikkat çekiyor.  Özcan Alper’in “Sonbahar”ı, Lazcayı yok sayışıyla Millî Şef İsmet İnönü’nün despotizm yıllarını hatırlatıyor bana. Özcan Alper’in Hopa’da Lazcayı görmemezlikten gelmesi ise, Laz çocuklarına Lazcayı yasaklayan despot öğretmen tavrını çağrıştırıyor. Film kahramanın kendi geçmişine ilişkin pişmanlıklarıyla kendi kendini yemesi ise, Özcan Alper’in bir başka talihsizliği.

 

NEDEN HEP “BİRİNCİ” KALDIĞI PEK DE SORGULANMAK İSTENMEYEN “BİRİNCİ DOĞU HALKLARI KURULTAYI”

 

 

            Bedia Hala, Lazların ve yöre insanlarının yaşantı ve üretimlerine ilişkin ipuçları da veriyor. Lazca Yer adları, Lazca sebze ve meyve adları.. İmeceler… Ölüm ve ağıtlar.. Selma Koçiva’nın kaleminden işlemeyi bilenler için zengin bir etnografik malzeme sunuluyor. Lazcanın zenginliğine de dikkat çekiyor Bedia Hala. “Ogni Dergisi”nden de haberdar ve öneminin bilincinde. Günümüz Laz gençlerinin Lazcalarına, kimliklerine, doğalarına sahip çıkışlarıyla gurur duyuyor.

 

            Bedia Hala, Özcan Alper gibi yapmıyor. Komşularını görmemezlikten gelmiyor. Hemşinlileri de anıyor. Hemşinceyi de. Tam bir enternasyonalist gibi davranıyor. Başka halkları yok saymak için şark kurnazlıkları sergilemiyor. Ölümüne çok az kalmış hasta karekterler ardına saklanmıyor. Lazı ile, Gürcüsü ile, Hemşinlisi ile, Türkü ile  kardeşleşme diyor. Oratk vatan diyor. Birlikte üretim ve adaletli paylaşım diyor. Ac ve açıkta kimsenin kalmayacağı bir ülke diyor. Türkçe ortak anlaşma dilimiz. Lazca da yaşasın. Gürcüce de. Hemşince de. Böyle düşünüyor Bedia Hala. Bu mesajları veriyor. Duygu sömürüsü yapmıyor. Gerçekliği olduğu gibi tarihe kaydettiriyor. Bir kez daha tekrarlayayım: Halkların kardeşleşmesine katkı sunuyor.

 

Bedia Hala, Yöredeki sosyal uyanış ve hak mücadeleleri konusunda da duyarlı. Her milliyetten insanın hak mücadelesinde dayanışmasına önem verir. Dinsel farklılıkların önemli olmadığına da özel bir vurgu yapıyor. Mustafa Suphilerin, Osman Topçuoğullarının TKF’si ve birinci TİP’e ilişkin kimi tanıklıkları da anlatıyor.

 


 14 TEMMUZ 1919’DA OLUŞTURULAN TKF KURUCULAR KOMİTESİNİN BEŞ ÜYESİNDEN İKİSİ: MUSTAFA SUPHİ VE OSMAN ( TOPÇUOĞLU)

 

Hopa; ilk Lazca alfabeyi hazırlayan Faik Efendi’nin de, Lazcanın şairi ve ressam Hasan Helimişi’nin de, Laz şarkılarının sesi Kâzım Koyuncu’nun da, anadili Lazca olan Metin Lokumcu’nun da memleketi. Lazları ve Lazcayı yok saymak bu insanları da yok saymaktır. Faik Efendi, Hasan Helimişi, Kâzım Koyuncu, Metin Lokumcu olmadan Hopa nasıl fakir kalırsa, Lazlar ve Lazca olmadan da Hopa yine fakirleşir ve çoraklaşır. Lazlar, kardeşleşmenin ve birlikte yaşamanın gerçekte çimentosudur. Bunu görmek birilerinin işine gelmese de gerçeklik budur!

 

            Kitabın en önemli özelliği yarıya kadar Türkçe olması. Diğer yarısı ise, Lazca. Açıkça belirtmeliyim. Ben öncelikle kitabın Lazca bölümünü okudum. Bedia Hala’yı öncelikle Lazca üzerinden anlamaya çalıştım; büyük bir haz aldım. Resmi ideoloji ve resmi tarih tezlerinin inkâr-imha- asimilasyon politikalarına karşı Lazcanın hâlâ direndiğini görmek bizler için büyük bir sevinç. Eğer bu ülkede hâlâ Lazca yazılıyor ve konuşuluyorsa, bu önemli bir olgudur. Görmeyen gözlerin Lazcayı görmesi, duymayan kulakların Lazcayı duyması gerekir.

 

            Kitabın Lazca bölümüne Münir Yılmaz Avcı, büyük katkı sunmuş. Bu anlamda kitap tam da bir kolektif çalışma. Kitabın sonunda Bedia Hala’nın ve yakınlarının fotoğraflarının yer aldığı bir de albüm var. Kitaba Güler Günerhan, Ayfer Küçükali de anlamlı katkılar sunuyor. Nizamettin Alkumru’yu anıyoruz burada.

 

Kaldıraç Yayınevi, “Halklar Dizisi”nden bir “Selma Koçiva Kitaplığı” oluşturmuş. “Bedia Hala”, bu serinin ilk kitabı. Kitabın editörlüğünü Mehmet Deniz Bölükbaşı; kapak tasarımını Mehmet Aytek Yıldırım; baskı öncesi hazırlığı ise, İlknur Kavlak ve İdil Özkurşun yapmış. Grafik uygulama ve baskı işlerini ise, Kayhan Matbaası üstlenmiş. Kitabın bizlere ulaşmasına kadar katkı sunan, emek veren herkese şükranlarımızı sunuyorum.

 

 



1929’DA İZMİR GLEN TOBACCO’DAKİ EMEK VE SENDİKAL HAK MÜCADELESİ,  BİLİNEN İLK EMEKÇİ KADIN DİRENİŞİ OLARAK KABUL EDİLİYOR. BU DİRENİŞİN ÖNDERLERİNDEN SAFİYE TOPÇUOĞLU

 

 

 

 

Kitap; içeriği, Lazcası ve albüm bölümüyle bir dönemi ölümsüzleştirmekle kalmıyor. Laz insanlarının anı türünde yapacakları çalışmalara da örnek teşkil ediyor. Selma Koçiva’nın anı türünde de kaleminin ne kadar güçlü olduğunu burada görüyoruz. Bu bilge Laz kadınının bu alandaki çalışmalarının da devamını diliyorum.

 

 

 

 

Kaynaklar/ Önerilen Okumalar: Ali İhsan Aksamaz, “Hopa ve Lazları Anlatan Bir Kitap: Bedia Xala”, yusufbulut.com, “ 07 XII 2012; “Birinci Doğu Halkları Kurultayı- Bakû 1920 (Belgeler), Kaynak Yayınları, 1999, İstanbul;  Ferda Keskin,  “İsmet Paşa’nın Hayırsız Akrabaları”, Birgün Gazetesi, 31 III 2007; İstanbul; Haydar Tunçkanat, “İkili Anlaşmaların İçyüzü”, Alaca Yayınları, 2019, İstanbul;  Selma Koçiva, “Bedia Hala/ Yürekli Bir Laz Kadını”/ “Bedia Xala/ Guroni ar Lazi Oxorca” Kaldıraç Yayınevi, 2012, İstanbul; Yılmaz Avcı, “Türkçe’yi Nasıl Öğrendik?”, Yeni Kafkasya Gazetesi, Sayı 3, Şubat 2002, İstanbul.

 

 

 

 

Ali İhsan Aksamaz

aksamaz@gmail.com

 

 

 https://sonhaber.ch/yurekli-bir-laz-kadini-bedia-hala/


http://circassiancenter.com/tr/yurekli-bir-laz-kadini-bedia-hala/