11 Kasım 2022 Cuma

Laz Kültürüne ilişkin makaleler (Özgür Gündem Gazetesi/ ARŞİV)

 





 

 

Lazlara Gülmenin Dayanılmaz Hafifliği

 

 

 

Geleneksel ve günümüz Türk Tiyatrosu’nda, Laz tiplemesi ve Lazlara biçilen rol:

 

            Lazlar, sözde sanatçıların malzemesi yapılmamalıdır. Geleneksel Türk Tiyatrosu’ndaki ve günümüz sözde tiyatro ve TV parodi ve skeçlerindeki Laz tiplemesiyle, Laz’ın hiçbir bakımdan gösterilmeye çalışıldığı gibi ortak bir benzerliği yoktur.

 

            Bizi kim güldürür? Kime güleriz? Neden güleriz? Bu ve benzer soruların cevabını, iki bin yıl önce, Platon vermiş. Belki de bizim böyle soracağımızı düşünmüş: “Kendini bilmeyen insan eğer zayıf durumda bir kişiyse gülünç görünür.” Platon’un bu cümlesinin ışığı altında Geleneksel Türk Tiyatrosu; Kukla, Karagöz, Meddah, Ortaoyunu ve günümüz Türk Tiyatrosu’nda; sözde parodi ve skeçlerde Lazlara biçilen rol üzerinde durmak istiyorum.

 

            Geleneksel Türk Tiyatrosu tiplemeye dayanır. Geleneksel Türk Tiyatrosu’nun Laz tiplemesi özelliğinin, günümüz sözde TV parodi ve skeçlerinde, tiyatro yaptığını sanan ve bilimsellikten uzak bazı sanatçılar tarafından Laz karakterine dönüştürülmeye çalışılması, bu konu üzerinde durmanın önemini ortaya çıkarmaktadır.

 

            Dr. Sokullu, yaptığı araştırmada şu görüşlere yer vermektedir; “Karagöz oyunlarında çok sık yapılan alay insanın hayvansal yanın eleştirmeye, dürtüsel davranışları göstermeye yönelmiştir. Fakat bu gülünçlemenin aşağılama, küçültme gibi bir amaçla yapılmadığı, seyirciye ‘karşı’ bir tavır takındıracak bir gülünçleme yönteminin kullanılmadığı fark edilir.” (1)

 

            Oysa gerçek durum çok daha farklı görünmektedir. Kukla, Karagöz, Meddah ve Ortaoyunu’nda insanlar meslekleriyle, olumsuz ve komik kişisel özellikleriyle ve toplum karşıtı diğer özellikleriyle karakterize edilmezler. Bunun yerine şive, lehçe, deyiş gibi etnik özellikleri abartılarak tiplenirler. Görünüşte bu özelliklerle gülünçleme yapılıyor gibi geliyorsa da, oyunlardaki Laz, kendisini değil tüm Lazları temsil etmektedir. Yani Laz, Geleneksel Türk Tiyatrosu’nda sözde her yönüyle geldiği etnik kökeniyle yansıtılır. Geleneksel Türk Tiyatrosu’nu izleyen kişi, hayatında hiç Laz görmemişse, gördüğü Laz tiplemesiyle, oyundan tüm Lazları tüm özellikleriyle tanıyarak ayrıldığı izlenimine kapılabilir. Oyunun görünmeyen, esas amacı da böylece gerçekleşmiş olur.

 

            M. And’ın da tipleme konusundaki görüşleri şöyledir: “Kukla, Karagöz ve Ortaoyunu kişilerinin en büyük özelliği tip olmalarıdır. Bunlar durağan ve değişmez genellemelerdir; kendi istemlerini kullanma güçleri yoktur, bu yüzden sürekli olarak kendi kendilerini yinelerler.” (2)

 

            Laz tiplemesi, “ağzı kalabalık, karşısındakine konuşma fırsatı vermeyen” (3) bir tiplemedir. Laz, bir özelliğinden hiç vazgeçmez, vazgeçirilmez ve hep insanları kendisine güldürür. Ona gülünmenin gerçek nedeni sadece “ağzı kalabalık” oluşu mudur? Hayır. Ancak Kukla, Karagöz, Meddah ve Ortaoyunu’nda rolü bellidir. “Kendini bilmez ve aynı zamanda da zayıf durumdadır.” (4) Bunun sonucunda da alay konusu olup, aşağılanması kaçınılmazdır. Bu görüşümüz İslam Ansiklopedisi de paylaşmaktadır: “Türk atasözleri ve Karagöz oyunları çok zaman Lazları mevzuu olarak ele alırlar.” (5)

 

            Dr. Sokullu, “gülünçlemenin aşağılama, küçültme gibi bir amaçla yapılmadığını” (6) belirtme ihtiyacı hissediyorsa da, “Yöresel halk temsilcilerinin beşeri zaafından çok tipik soy özelliklerinin karikatürleştirildiğini” (7) belirtmektedir. Dr. Sokullu, “Tipik soy özellikleri” derlen “şive, deyiş” özelliklerini kastediyor olmalı.

 

Kukla, Karagöz, Meddah ve Ortaoyunu’nda Laz’ın kendisine gülünmesini sağlayan nedir? “Acelecilik ve gevezelik gibi belirli kalıplaşmış davranışlar” (8) mı? “Kız’a kiz, amca’ya emice, tamam’a temem” diyerek “Genellikle a’dan sonra u; ı’dan sonra u getirmesi” (9) mi? Yoksa sevdiği kadına tatlı sözler söylemesi gerektiğinde, “Baklava, sarıği burma, kaymaklı ekmek kadaifi…” (10) demesi mi? Laz’ın kendisine güldürdüğü ne şivesidir ne de acele konuşması. Laz’a gülmelerinin nedeni tiplemede kendisine yüklenen aklı kıtlıktır. Ona yüklenen, ondan istenen aklı kıt bir tutum sergilemesidir. “Zayıf durumdaki kendini bilmeyen” (11) tiplendirmesiyle komik duruma düşürülmektedir. Çünkü Laz’ın, “Kendi istemlerini kullanma gücü yoktur.” (12)

 

            Laz’ın, Karagöz oyununda, “Zayıf durumdaki kendini bilmeyen” tiplendirmesine kısa bir örnek: “Nerelüsün, onu sorayrum. Ofli misun, Ünyeli misun, Fatsali misun? Ofli isen çöylü misun, şehirli misun, çöylü isen kimlerdensun, deyilsen şehrun hançi mahallesindensun, diba tahu…” (13) Laz’ın nasıl gülünç duruma düşürüldüğünü gösteren birçok örnek de Ortaoyununda vardır. (Laz’ın değişmediğini gösteren günümüz Türk Tiyatrosu’ndan da bir örnek için bkz. S. Şendil, Yedi Kocalı Hürmüz, s.30) Laz tiplemesinin bolca kullanıldığı sözde TV skeç ve parodileri de bu konudaki yanlışlıkların devam ettiğini göstermektedir. “Temel’e demişler ki, hangi tarihte doğdun? O da, çok küçüktüm, hatırlamıyorum, demiş.” (14)

 

            Geleneksel Türk Tiyatrosu’nda Laz’a biçilen rol bellidir: “Kendi istemlerini kullanma gücü yoktur” (15) Geleneksel Türk Tiyatrosu; Kukla, Karagöz, Meddah ve Ortaoyunu’nda kullanılan tipleme özelliği Laz’ı vermeye çalıştığımız olumsuz durumlara düşürmüştür. Bu durum, Geleneksel Türk Tiyatrosu’nun geçmişte ulaştığı noktayı göstermektedir. Geleneksel Türk Tiyatrosu’nun geçmişi konusunda sadece örnekler verebiliriz, karşılaştırmalar yapabiliriz. Çünkü o tarihe mal olmuştur. Asıl üzerinde durulması gereken, bugün Çağdaş Tiyatro yaptığını sanan, ticari kaygılı çalışmaların hâlâ Laz tiplemesini kullanmalarıdır. Eğer Geleneksel Türk Tiyatrosu’nun çağdaş örneklerini ortaya koyma gibi amaçları olanlar varsa bunu “İnsana ilişkin gülünçlemede insan zaafıyla ilintili karakter ve mizaca yönelik alay” (16) olarak yapabilirler. Bu konuda çok başarılı örnekler mevcuttur.

 

İşte Çağdaş Ortaoyunu:

“Ömer Hayyam’ın Beklenmedik Derdesti.

Savak’tan Behruz Tebarüz, kara çarşaf içinde bir köşeye sinmişken, Ömer Hayyam sağdan girer.

Behruz: Hişşşt

Hayyam: Bana mı hişşşt edirsen?

Behruz: Yok mobana. Sen kimsen kim, geceyarısı düşeşi dübeş geçe, bilâperva Pahlavi Meydanı’nda dolaşırsen? Arz-ül hüviyet ı Beyan-ül vaziyet ı ismin nedir?

Hayyam: Sizden mana karşı tebarüz eden bu samimiyet nedir?

Behruz: Evvel sual men sormuşem, ismin nedir?

Hayyam: Ömer

Behruz: İsm-ül sülale?

Hayyam: Hayyam

Behruz: Edresen nedir?

Hayyam: Zatıalinizi ne ilgilendirir?

Behruz: İlgilendirir kim sormuşem ve minel cevap ı

Hayyam: Mallahallah, me kadar meraklısınız, menim edresem masit: Mahalle-ül Pahlavi, Cadde-ül Şah Rıza Sokak, Musaddık çıkmazı, Şehinşah apartımanı, numara penç, daire yek… Hatta negatif yek, çün menem ev yek kat yerin altında.

Behruz: Yerin altında ha? Yeraltı faaliyeti ha?” (17)

 

            Gerek Türkiye gerekse Gürcistan Cumhuriyeti içinde kalan bölgede yaşayan Lazlar, Geleneksel Türk Tiyatrosu’nda ve günümüz sözde tiyatro ve TV skeç ve parodilerindeki tiplemelerden çok farklı özelliklere sahiptirler. Nüfus coğrafyası, uzmanlarının yaptıkları bilimsel araştırmalara göre, Lazların yoğun olarak yaşadığı Doğu Karadeniz Bölgesi, insanların yaşamalarına, üremelerine ve gelişmelerine son derece uygundur. (18) Lazlar, coğrafyalarının kendilerine bahşettiği özellikler sonucu çalışkan, dürüst, zeki, çevik, tuttuğunu koparan güzel insanlardır. Lazlar, yaşadıkları Doğu Karadeniz Bölgesinde tarihin ulaşabildiği en eski tarih kadar eskidirler; bu coğrafyanın otohtonlarıdırlar.

 

            MÖ 3. yüzyılda Apollonius’un anlattığı “Altın Post Efsanesi” Lazların ülkesi Kolkhis’te (19) geçmekte ve MÖ 6. yüzyıldan itibaren koloniler kurmaya başlayan Greklerin Laz ülkesinin yeraltı ve yerüstü kaynaklarını nasıl talan etmeye çalıştıklarını gözler önüne sermektedir. (20)  Lazların geçmişte kurdukları Laz Devleti “Lazika” (21), bulunduğu coğrafyanın ticari ve askeri önemi sonucu zamanın büyük devletleri olan Bizans İmparatorluğu ve Pers İmparatorluğu’na karşı bağımsızlığı için sayısız mücadeleler vermiştir. “Devlet, bireyleri siyasal bilince sahip toplumların en yüksek müessesesi” (22) olduğuna göre; geçmişte devlet olabilen ve böyle tarihi mirasın yaşayan temsilcileri olan Lazlar (23), sözde sanatçıların malzemesi yapılmamalıdır. Geleneksel Türk Tiyatrosu’ndaki ve günümüz sözde tiyatro ve TV parodi ve skeçlerindeki Laz tiplemesiyle, Laz’ın hiçbir bakımdan gösterilmeye çalışıldığı gibi ortak bir benzerliği yoktur.

 

            Sanatçı, eğer sanatçı olduğu iddiasında ise, tarihi sorgulamalı, yanlışta ısrar etmemelidir. Yaşadığımız coğrafyadaki insanları kaynaştırıcı roller üstlenilmelidir. Konu bulma güçlüğü çekmenin mümkün olmadığı bir ülkede yaşadığımızı biliyoruz. Cesaret, akıllara değişik mizah unsurları getirecektir. Bu konuda en canlı örnek değerli sanatçı Ferhan Şensoy, Çağdaş Ortaoyunu çalışmalarıyla sanatını başarıyla sürdürmektedir. Bazılarının bazı konularda ondan öğrenecekleri olabilir.

 

Notlar:

 

(1) Dr. Sevinç Sokullu, Türk Tiyatrosunda Komedyanın Evrimi, KBY, Ankara, 1979, S. 124.

(2) Metin And, Geleneksel Türk Tiyatrosu, İnkılap Kitabevi, İstanbul, 1985, S. 457.

(3) Age, S. 479.

(4) Dr. Sokullu, age, S. 14.

(5) V. Minosky, İslam Ansiklopedisi, Maarif Basımevi, İstanbul, 1757, Cilt 7, S. 27.

(6) Dr. Sokullu, age, S. 124.

(7) Age, S. 104.

(8) M. And, age, S. 459.

(9) Age, S. 462.

(10) S. Şendil, Yedi Kocalı Hürmüz, Tiyatro-Film-Yayıncılık, İstanbul, S. 30.

(11) Dr. Sokullu, age, S. 14.

(12) M. And, age, S. 457.

(13) Age, S. 479.

(14) Cumhuriyet 2, 30 Mayıs 1993, S. 5.

(15) M. And, age, S. 457.

(16) Dr. Sokullu, age, S. 124.

(17) Ferhan Şensoy, Şahları da Vururlar, Orta Oyuncular Yayınları, İstanbul, 1982, S. 8

(18) Şehzat Ayartepe, Karadeniz Haber Gazetesi, Sayı 41, S.4, 7 “Lazların Tarihçesi” (1 Aralık 1976).

(19) Andrew Mango, Discovering Turkey, B.T. Batsford Ltd, Londra, 1973, S. 23

(20) Michael Grant, Myths of the Greeks and Romans, Weidenfeld and Nicolson, Londra, 1962, S. 298

(21) V. Minosky, İslam Ansiklopedisi, Maarif Basımevi, İstanbul, 1757, Cilt 7, S. 25

(22) Ş. Ayartepe, aynı yazı.

(23) Bilge Umar, Türkiye’deki Tarihsel Adlar, İnkılap Kitabevi, İstanbul, 1993, S. 511.

+

(Ali İhsan Aksamaz, Özgür Gündem Gazetesi, 15 VI 1993)

 

+

 

 

 

Yaşadıkları Coğrafyanın Otohtonları: Lazlar

 

 

 

Lazlar hakkında bilgi edinmek isteyenlerin ilk başvuracakları kaynaklar ansiklopedilerin ilgili maddeleri ve bazı kitapların Lazlardan da bahseden bölümleridir. Gerek ansiklopediler gerekse kaynak olarak ansiklopedileri alan kitapların, Lazlar hakkında bizlere vermeye çalıştıkları bilgiler aydınlatıcı olmaktan çok uzaktır. Daha doğrusu yanıltıcı ve kafa bulandırıcıdır. Lazlar hakkında ciddi araştırmalar yapılmamış olması; araştırma ihtiyacının belirmemiş olması ansiklopedilere, kitaplara yansıyan eksik ve yanlış bilgilerin zaman içinde meşruiyet kazanmasına, Lazlar hakkındaki eksik ve yanlış bilgilerin doğru olarak kabul görmesine ve aktarılmasına neden olmuştur.

 

            “Bugün Trabzon’da antik kalıntı olarak bazı yerlerde Helenistik devir özellikleri gösteren ve çoğu kısmı Bizans çağından kalma sur haricinde fazla bir şey sayılamaz. Trabzon içinde eski denilebilecek kalıntı olarak ‘Küçük Ayasofya’ diye tanınan kilise ile şehirden çok uzakta Maçka yakınındaki Sümela Manastırı gösterilebilir. Küçük Ayasofya’daki çalışmalar sayılmazsa kazı ve araştırma yapılmamıştır.” (1) “Kılıç Kökten’in 1944-1954’te yaptığı yoğun araştırmalara karşın, Rize ilindeki yazılı tarih öncesi yerleşmeleri aydınlatacak herhangi bir bulguya rastlanılmamıştır. İÖ 2000’in başlarında, Rize yöresinde tarım ve hayvancılıkla geçinen, toprağa bağlı kimi topluluklar yaşıyordu. Ancak bu toplulukların varlığını kanıtlayan, yaşamlarına ilişkin bilgi veren buluntular, doğrudan doğruya Rize yöresinde değil, komşu Gürcistan Cumhuriyeti topraklarında ele geçmiştir…” (2) “Artvin ili sınırları içinde yazılı tarih öncesini aydınlatacak araştırma yapılmamıştır…” (3) “Türkiye’de, üniversitede ‘Tarih Enstitüsü’nün kuruluşu 1916’da İstanbul’da başlarken, 1933 yılındaki ‘üniversite ıslahatı’na değin, burada ders veren tarih hocalarımızın hiçbiri, herhangi bir üniversitede tarih tahsili görmemiş ve tarihten doktora yapmamışlardı. (…) İlmi anlamda tarihin araştırılması, Batılı müsteşriklerden sonra, Türkiye’mizde ancak 1933’ten sonra İstanbul Edebiyat Fakültesi’ndeki Tarih Enstitüsü’nde (şimdiki Tarih Dalı’nda) ve Ankara’da 1935’te açılan Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi’nde başladı…” (4)

 

            Yukarıdaki itiraf niteliğindeki alıntıları okuduktan, Arkeoloji haritasından (5), Türkiye’de kazı yapılmayan tek bölgenin (güney) Doğu Karadeniz Bölgesi olduğunu gördükten sonra, Türkiye’de hiç kimsenin bu bölgenin tarihi, kültürleri ve insanları hakkında hiçbir bilgi vermeye, yazmaya hakkı olmadığı düşünülebilir. Ancak aşağıdaki alıntılar bilek ya da bilmeyerek okuyucuya yanlış bilgilerin, eksik bazı doğru bilgilerle ulaşmaya devam ettiğini göstermektedir.

 

            “… En eski Yunan müellifleri Lazlardan bahsetmemektedirler…” (6) “… Diğer Kafkas halkları gibi, Lazların menşei konusunda da kesin bilgi yoktur. Eski Yunan kaynaklarında onlardan söz edilmez. Tarihte adlarına, Hıristiyanlığın ilk yüzyıllarından itibaren rastlanır …” (7) “… Lazların eski tarihleri, Kafkasya kavimlerinin isimlerinde umumiyetle hakim olan katiyetsizlik yüzünden karışıktır. En eski Yunan müellifleri Lazlardan bahsetmemektedirler …” (8) “Lazlara gelince; milattan önce yaşamış olan tarihçilerin hiçbiri Doğu Karadeniz Bölgesindeki halklar arasında Lazlardan söz etmediklerinden ve ancak miladın ilk yüzyılı içinde yaşayan tarihçiler eserlerinde Lazların Trabzon’daki varlığından söz edilmekte olduğundan…” (9) “… Lazların en eski tarihi çok karışıktır. Eski Yunan kaynaklarında onlardan söz edilmez. Bu topluluğun adına tarih kaynaklarından ancak Hıristiyanlığın ilk dönemlerinden başlayarak rastlanır. Ancak tarihleri hakkında derli toplu bilgi verilmez …” (10) “… Doğu Karadeniz kıyıları ve iç bölgeleri muhtemelen Kafkasyalı vahşi kabileler tarafından yurt tutulmuştu…” (11) “… Bir etnik birim olarak Lazların ilk önce Plinius’un Naturalis Historia (MS 79-23/24) adlı yapıtında söz edilmiştir…” (12) “Doğu Karadeniz’in tarihi MÖ 756 yılına kadar karanlık…” (13)

 

            Çeşitli ansiklopedi ve kitaplardan aktarılan yukarıdaki alıntılar Lazlar hakkındaki yazıların, hangi amaçla yazılmış olurlarsa olsunlar, okuyucuya verdiği ve kabul ettirdiği gözlenen en belirgin bilgi şudur: “Lazlar milattan önce yeryüzünde yoktu…” Milattan önce Laz adına rastlanılmamış olması, Yunanlı yazarların Lazlardan ancak milattan sonra başlamak üzere eserlerinde bahsetmeleri, Laz olarak anılan insanların, bu adın kullanılmasından ve eski Yunanlı yazarların eserlerine girmelerinden önce yeryüzünde yaşamadıkları anlamına gelmez. Zaman zaman tarihi kaynaklarda Laz göçlerinden (14) bahsedilmiş olması da Lazların (Güney) Doğu Karadeniz Bölgesine sonradan geldikleri şeklinde bir anlam çıkarmayı da gerektirmez.

 

            Lazlar, Laz adıyla tarihi kaynaklara geçmeden önce de sonra da hem Türkiye Cumhuriyeti ve hem de Gürcistan Cumhuriyeti sınırları içinde kalan Karadeniz kıyılarında yaşamışlar ve yaşamaya da devam etmektedirler. Tarih içinde çeşitli adlarla anılmış ve anılmakta olsalar bile yaşadıkları coğrafyanın otohtonlarıdırlar. Yukarıdan aşağıya ve aşağıdan yukarıya tarih içinde çok değişik nedenlerden kaynaklanan göçler görüldüyse de, bu göçler aynı halkın yaşadığı yerlerde ve yerlere olmuştur.

 

            Ord. Prof. Dr. Şemseddin Günaltay gibi, bazı bilim adamlarımız (Güney) Doğu Karadeniz yöresi ve bu yörenin halkları hakkında yabancı, dürüst kaynaklardan edindikleri bilgileri mantık süzgeçlerinden de geçirerek ortaya birtakım bilgiler koymaya çalışmışlardır. Ş. Günaltay, “Thermodon’un doğusunda garptan şarka doğru Halib (Chalybe)’ler, Tibaren’ler, Mossinek (Mossineces)’ler, Makron (Macron) veya kocabaşlı insanlar (Macrocephales) adlarındaki kavimlerin yaşadığını” (15) yazmaktadır. MÖ 63 (64) yılında Amasya’da doğan ve dünya tarih çevrelerine temel başvuru kaynağı olan 17 kitapçık “Geopraphika” isimli eseri armağan eden Strabon da Ş. Günaltay’ın verdiği bu bilgiyi teyid etmektedir. (16) Ş. Günaltay, “Yunanlıların Makron dedikleri kavmin yerli adının Tzan veya Sann olduğunun anlaşıldığını” belirtmektedir. (17) Mahmut Goloğlu da “Makranlar’la Çanlar aynı insanlardır” (18) demektedir. Fahrettin Kırzıoğlu, “Tsanların, sonradan Laz diye tanınacak kavmin ikiz boyu olduğunu” belirtme ihtiyacı duymaktadır. (19) Strabon’un bizleri bilgilendirmesi de bu yöndedir. (20) The Cambridge Medieval History adlı eser, 6. yüzyıl Bizans- Pers savaşlarını anlatırken “Lazi” ve “Tzani” isimlerini ittifak içindeki iki ayrı, ancak birbirini tamamlayan bir güç olarak belirtmektedir. (21) İslam Ansiklopedisi, “Gürcülerin Lazlara Ç’an dediklerini, Ç’an kelimesinin muhtemelen Yunanca Sannoi/Tzannoi kelimelerinin aslı olduğunu, Lazlar ile Ç’anlar arasındaki sıkı akrabalık bağlarına rağmen, birbirlerinden ayrılmış göründüklerini” (22) yazmaktadır.

 

            Özetle; tarihin çeşitli dönemlerinde ve çeşitli dillerde Makron, Tçan, Tsan, Tzani, Ç’an, Chan, Zan, Sonnoi, Tsannoi, Lazi kelimeleriyle adlandırılmış olan insanlarla Türkiye Cumhuriyeti yurttaşı Müslüman Lazlar ve Gürcistan Cumhuriyeti yurttaşı Müslüman Lazlar ve Hıristiyan Megreller aynı kültürün insanlarıdır. (23)

 

 

 

 

Kaynaklar:

 

(1) Prof. Dr. Cevdet Bayburtluoğlu, Arkeoloji, TC Kültür ve Turizm Bakanlığı, Ankara, 1982, S. 344.

(2) Yurt Ansiklopedisi, Anadolu Yayıncılık, İstanbul, 1982-1983, Cilt 9, S. 6352.

(3)  Yurt Ansiklopedisi, Anadolu Yayıncılık, İstanbul, 1982, Cilt 2, S. 899.

(4) Dr. M. Fahrettin Kırzıoğlu, 1. Milletlerarası Türkoloji Kongresi, İstanbul, (Tebliğler 1. Türk Tarihi, İstanbul, 1979) S. 155.

(5) Türkiye Ansiklopedisi, Cumhuriyet Dönemi, İletişim Yayınları, İstanbul, 1973, Cilt 7, S. 25.

(6) V. Minorsky, İslam Ansiklopedisi, Maarif Basımevi, İstanbul, 1957, Cilt 7, S. 25.

(7) Meydan Büyük Lûgat ve Ansiklopedisi, Meydan Yayınevi, İstanbul, 1985, Cilt 7, S. 852.

(8) Dr. Tevkif Tarkan, Rize ve Hopa Yöresi Coğrafi Etüdü, Atatürk Üniversitesi Yayınları 45 (27-35), Erzurum, 1973, S.24.

(9) Mahmut Goloğlu, Anadolu’nun Milli Devleti Pontos, (50. Yıl Armağanı), S. 101.

(10) Türk Ansiklopedisi, Cilt 22, S. 498.

(11) Andrew Mango, Discovering Turkey, B.T. Bastford Ltd, Londra, 1973, S. 28.

(12) Rudiger Bennighaus (Peter Alford Andrews, Türkiye’de Etnik Gruplar, ANT, Tüm Zamanlar Yayıncılık, İstanbul, 1992, S. 312.

(13) Hale Soysü, Kavimler Kapısı-1, Kaynak Yayınları, İstanbul, 1992, S.17.

(14) Türk Ansiklopedisi, Cilt 22, S. 498.

(15) Ord. Prof. Dr. Şemseddin Günaltay, Yakın Şark 4, 1.Bölüm, Perslerden Romalılara Kadar, TTK Basımevi, Ankara, 1951, S. 25.

(16) Strabon, Geographika (Coğrafya), Kitap 2. Bölüm 1-2-3, İÜEF Yayınları (1437), 1969, S. 33.

(17) Ş. Günaltay, age, S. 25.

(18) M. Goloğlu, age, S. 97.

(19) M. Fahrettin Kırzıoğlu, 7. Türk Tarih Kongresi, 2. Seksiyon, Ankara, 1927, Cilt 1, S. 429

(20) Strabon, age, S. 33.

(21) The Cambridge Medieval History, Cambridge, 1936, Cilt 2 (Bizans-Pers Savaşları)

(22) V. Minorsky, age, S. 27.

(23) The News fron the Georgian Republic, Sayı 2, Stockholm, Aralık, 1991, S. 11.

 

(Ali İhsan Aksamaz, Özgür Gündem Gazetesi,19 VII 1993)

 

 

+

 Anadil Yönetmelikleri ve Gerçek

 

 

Avrupa Birliği’ne uyum sürecinde DSP-MHP-ANAP Hükümetinin hazırladığı “Çeşitli Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına  İlişkin Kanun”un  (Kanun No: 4771; Kabul tarihi: 03.08.2002- Resmi Gazete: 09.08.2002/ 24841) yürürlüğe girmesinin ardından, “Türk Vatandaşlarının Günlük Yaşamlarında Geleneksel Olarak Kullandıkları Farklı Dil ve Lehçelerin Öğrenilmesi Hakkındaki Yönetmelik” ( Resmi Gazete: 20.09.2002/ 24882) ve “Türk Vatandaşlarının Günlük Yaşamlarında  Geleneksel Olarak Kullandıkları Farklı Dil ve Lehçelerde Yapılacak Radyo ve Televizyon Yayınlar Hakkındaki Yönetmelik” (25.01.2004/ 25357) de yürürlüğe girdi. Oldukça uzun başlıkları olan bu yönetmeliklerden ilki için ben, bu makalemde, “Kurs Yönetmeliği”, diğeri için de “Radyo-TV Yönetmeliği” ifadelerini kullanacağım.

Öncelikle her iki yönetmeliğin başlığında geçen ifadelere dikkat çekmek istiyorum. “… Günlük Yaşamlarında…” ne anlama geliyor? Dil, günlük yaşam dışında başka nerelerde kullanılabilir ki, bu ifadeye ihtiyaç duyulmuş? “… Geleneksel Olarak Kullandıkları…” ifadesi de oldukça ilginç. Bu ifadeyi yazanlara sormak lâzım: Ne kadar Geleneksel? Örneğin, Anadolu’nun yerli dilleri Arapça, Gürcüce, Hemşince , Kırmanci, Lazca, Pontusça, Rumca, Süryanice, Zazaca  vb. anadiller kadar mı geleneksel?! Yoksa Anadolu’ya göçmen Abazaca, Adığece, Arnavutça, Boşnakça, Çeçence, İnguşça, Kabardeyce, Karaçay(lı)-Balkar(lı)ca, Kumukça, Ladino, Lakça, Pomakça vb. anadiller kadar mı geleneksel?!

“… Farklı Dil ve Lehçeler…”   ifadesi ise, bu yönetmelikleri yazanların oldukça paradoksal bir yaklaşım içinde olduklarını gösteriyor. “Dil” ve “lehçe” kavramlarının oldukça göreceli kavramlar olduğunu belirtmeliyim. Konumuzla bağlantılı olarak sorarsak, bir anadilinin dil mi, lehçe mi olduğuna kim, nasıl karar veriyor? Örneğin, Kırmanci ve Zazaca dil mi, lehçe mi? Hangisi hangisinin lehçesi? Çeçence ve İnguşça ile ilgili aynı soru sorulabilir? Ladino, İspanyolca’nın mı, Türkçe’nin mi, İbranice’nin mi lehçesi? Ya Adığece, Kabardeyce ilişkisine ne diyeceğiz? Abazaca ile Abhazca ilişkisi nasıl açıklanacak? Dil ve lehçe ilişkisine göre, Gürcüce ile Lazca, Hemşince ile Ermenice, Pontusça ile Rumca arasındaki ilişki nasıl tanımlanacak?

Kuşkusuz bu tür düzenlemelerde kanun ve yönetmeliklere bir başlık verilmeli. Anadillerle ilgili bu yönetmeliklerde, “Türkiye’nin Diğer Anadilleri” başlığı en uygun başlık olarak kabul edilebilirdi. Gerek “Kurs Yönetmeliği” ve gerekse de “Radyo-TV Yönetmeliği”nde en başta da, yine “Farklı Dil ve Lehçeler” ifadesi yerine, bu anadiller tek tek sayılmalıydı. Eğer şeklî ifadelerin dışında bir takım sınıflandırmalara ihtiyaç duyuluyorsaydı, bu anadiller “yerli-göçmen”“toplu olarak- dağınık olarak konuşulanlar”“Nüfus sayımlarında yer alan- hiç yer almamış” gibi veya konuşanlarını (“tahminî” ) sayısına göre vb. sınıflandırılabilirdi.

Genel olarak Kurs yönetmeliklerinin işi zora koşucu, kısıtlayıcı, şekilci, bürokrasiye önem verir özellikte olduğunu biliyoruz. “Amaç” bölümündeki 1. madde, yönetmeliğin amacını şöyle açıklıyor: “Bu Yönetmeliğin amacı, Türk vatandaşlarının günlük yaşamlarında geleneksel olarak kullandıkları farklı dil ve lehçelerin öğrenilmesine ilişkin 8/6/1965 tarihli ve 625 sayılı Özel Öğretim Kurumları Kanununa göre açılabilecek özel kursların açılış, işleyiş ve denetim esaslarını düzenlemektir.”

Başta, bu “dil ve lehçeler”in adları yazılmalıydı. Yine bu “dil ve lehçeler”, madem konuşuluyor, neden ve kimlere öğretileceği de açıkça belirtilmeliydi!

Bu yönetmeliğin “en ilgi çekici” maddesi, “Görevlendirme” ilgili olan 7. madde. Şöyle diyor: “Açılmasına izin verilen kursta; müdür, müdür yardımcısı, öğretmen ve usta öğretici ile diğer personel görevlendirilir.

Çalışma izni verilecek personelin, 625 sayılı Özel Öğretim Kurumları Kanunu ile  Milli Eğitim Bakanlığına Bağlı Özel Öğretim Kurumları Yönetmeliğinde belirtilen nitelik ve koşulları taşıması, Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olması, Talim ve Terbiye Kurulunca belirlenen nitelik ve koşullara sahip olması gerekir.

Görevlendirilecek personele 625 sayılı Özel Öğretim Kurumları Kanununun 23 ncü maddesi ve Milli Eğitim Bakanlığına Bağlı Özel Öğretim Kurumları Yönetmeliğinin ilgili madde hükümlerine göre çalışma izni verilir…”

            Bu madde, bu kadar açıklamada bulunmasına rağmen, anadillerini bilmeyen insanlara ders verecek öğretmenlere ilişkin somut bir bilgi vermiyor. Yakın zamana kadar yok sayılan dillerde ders verecek öğretmenlerin nereden sağlanacağı açıkça belirtilmeliydi.

            “Kurs Yönetmeliği”, derslerde kullanılacak alfabe ve ders materyallerine ilişkin de bilgi vermiyor. Örneğin  derslerde “Kuzey Kafkasya Dilleri”nin yazımında (Kuzey Kafkasya’da olduğu gibi) “Kiril Alfabesi”ni, “Güney Kafkasya Dilleri”nin yazımında (Gürcistan ’da  olduğu gibi) “Kartuli Anbani”yi ve Zazaca ve Kırmanci dillerinin yazımında, (Orta Doğu’da olduğu gibi) “Arap Alfabesi”ni kullanmayı da isterlerse, ne olacak? Ya da “o bölgelerde” hazırlanmış kitapları aynen veya küçük değişikliklerle kullanmak isterlerse, yetkililerin tavrı ne olacak? Bütün bunlar, bu yönetmelikte yer alabilirdi. Bu yönetmeliğin, yurttaşların gerçekliklerinden hareketle değil, bürokrat zihniyetle ve üstelik de baştan savma hazırlandığının bir göstergesidir.

            “Kurs yönetmeliğinin” başlığı gibi bu yönetmeliğin başlığı da aynı eleştirilerimizin muhatabı. Ancak bu yönetmeliğin içeriği daha da ”ilginç”. Bu yönetmeliğin 5. maddesinde yer alan, “Bu dil ve lehçelerde sadece yetişkinler için haber, müzik ve geleneksel kültürün tanıtılmasına yönelik yayınlar yapılabilir.”  ve “Bu dil ve lehçelerin öğretilmesine yönelik yayın yapılamaz.”  ifadesi, yıllarca yasaklanan anadillere sözde özgürlük vermek için hazırlanan bu yönetmeliğin nasıl yasakçı bir zihniyet taşıdığını gösteriyor. Çocukları, ruhen ve bedenen gelişmeleri konusunda korumayan, gerekli tedbirleri almayan bir anlayış, bu çocukları anadillerine karşı, vebadan uzak tutmaya çalışır gibi davranmakta, kafalarda bugün bile karantinalar oluşturmaya çalışmaktadır. Anadilde radyo-TV yayınlarını yalnızca “yetişkinlere” yönelik bir çizgide tutmaya çalışmak nasıl bir ruh halinin tezahürüdür?! Çocuk yetişkin olmayacak mı? Yetişkin bir zamanlar çocuk değil miydi? Günümüzün yetişkini, çocukluğunda anadilinin konuşulmasının bile çeşitli şekillerde yasaklandığını bilmiyor mu? Günümüzün çocuğu, ileride yetişkin olunca bu “komik uygulamaları” sorgulamayacak mı?

 Yine aynı maddede yer alan,” Kamu ve özel ulusal yayın lisansı sahibi radyo ve televizyon kuruluşları, bu dil ve lehçelerdeki yeniden iletim konusu yayınları da dahil olmak üzere; radyo kuruluşları günde 60 dakikayı aşmamak üzere haftada toplam beş saat, televizyon kuruluşları ise günde 45 dakikayı aşmamak üzere haftada toplam dört saat yayın yapabilirler.” hükmü ise süre açısından da bir kısıtlayıcılık göstergesidir.

Aynı maddedeki, “Bu dil ve lehçelerin öğretilmesine yönelik yayın yapılamaz.” şeklindeki vurgu üzerinde uzunca düşünmeyi gerektiriyor. TRT’nin eğitim-öğretime ayırdığı televizyon kanallarından biri,”TV 4”, İngilizce, Fransızca, Almanca öğreten yayınlar yapıyor. Ama bu ülkenin yurttaşlarının kendi anadillerini öğrenmelerine ve geliştirmelerine yönelik yayınların yapılması daha baştan engellenmeye çalışılıyor. Doğaldır ki, TRT’nin TV ve radyo kanallarında, bu saydığımız Batı Dilleri de İspanyolca, Rusça, Çince de ve diğer Batı dilleri de öğretilebilmelidir. TRT’nin TV ve radyo kanallarında Türkiye’nin diğer anadilleri de öğretilebilmelidir. Bu ülkenin yurttaşlarının anadilleri TRT’nin TV ve radyo kanallarında öncelikle öğretilmelidir!

            5. madde “altyazı ve tercüme konusunda ise şöyle diyor: “Bu dil ve lehçelerde yeniden iletim konusu yayınlar dahil, televizyon yayını yapan kuruluşlar bu yayınlarını içerik ve süre açısından bire bir olmak kaydıyla, Türkçe alt yazıyla vermekle veya hemen akabinde Türkçe tercümesini yayınlamakla, radyo yayını yapan kuruluşlar ise programın yayınlanmasını takiben Türkçe tercümesini yayınlamakla yükümlüdür.” 

Bu kadar kısıtlayıcı hükümler getiren bir yönetmeliğin, “Türkçe tercümesi…”  ile neyi kastettiğini açıkça belirtmesi gerekirdi! Örneğin; tercümeler 1930’ların Türkçesi’yle yapılırsa ne olacak?! 

Yarın bir gün, bir uluslararası firma, bu anadillerinden birinde veya hepsinde reklam hazırlayıp bu anadillerdeki programlar kuşağında yayınlatmak isterse ne olacak? Yönetmelik bu konuya değinmeyi unutmuş!

8. maddede yer alan ifade ise yurttaşlara güvenmemenin açık bir tezâhürü: “… Yayın kuruluşları farklı dil ve lehçelerde yaptıkları yayın süresince stüdyo düzeni, mevcut logo, ses efekti ve tanıtıcı ses işaretleri dışında simgeler yer vermemekle yükümlüdürler. Gerektiği takdirde, sadece Türkiye Cumhuriyeti’nin simgesi niteliğindeki görüntü ve işaretler kullanılabilir.”

Geçici 1. madde ise “teknik bir konu”ya değiniyor: “Türk vatandaşlarının günlük yaşamlarında geleneksel olarak kullandıkları farklı dil ve lehçelerin izleyici-dinleyici profili belirleninceye kadar bu dil ve lehçelerdeki yayın sadece kamu ve özel ulusal yayın kuruluşları tarafından yapılır.

Üst Kurul ülke çapındaki talepler yanında, gerekli araştırmalar yaptırarak izleyici-dinleyici profili çıkarır.”

Burada geçen “ulusal yayın” tanımı, “tanımlar” bölümünde şöyle açıklanıyor: “Bütün ülkeye yapılan, radyo, televizyon ve veri yayını…” Aynı bölüm, “Bölgesel Yayın” kavramını da tanımlıyor:” Birbirine komşu en az üç il ve en çok bir coğrafi bölge alanının asgari yüzde yetmişine yapılan  radyo, televizyon yayını…” “Yerel Yayın” ise şöyle tanımlanıyor: ” Mülki taksimat itibarıyla en az bir ilçe ( merkez ilçe dahil) veya bir ilin alanının en az yüzde yetmişine yapılan radyo, televizyon ve veri yayını.”

“İzleyici-dinleyici profili” hangi kıstaslara göre çıkartılacak? Türkiye’nin bütün anadillerinin şu ya da bu oranda  ülkenin hemen her yerinde konuşulduğunu biliyoruz. “İzleyici-dinleyici profili” çalışmalarından, anadiller aleyhine çıkacak her türlü sonucun birçok bakımdan şaibeli olacağına kuşku yok. Bu yönetmelik çerçevesinde TRT, beş anadilde 7 Haziran 2004 Pazartesi günü radyo ve TV yayınlarına başladı Bu anadiller TRT’nin yayın sırasına göre şöyleydi: Boşnakça, Arapça, Kırmançi, Çerkesce ve Zazaca . TRT’nin bu anadillerdeki yayınları; içerik, süre, yayınlandıkları saatler vb. açılardan eleştirilere uğradı. Ancak öncelikle üzerinde durulması gereken konu, yayın yapılan anadillerinin sayısının neden beş ile sınırlandırıldığıdır. TRT’nin neden Abazaca, Arnavutça, Gürcüce, Pomakça, Lazca gibi anadillerinde de radyo ve TV yayını yapmadığı çok yazıldı, çizildi. Yurttaşlar bu konuda dilekçe haklarını da kullandılar, ama TRT hep sessiz kalmayı tercih etti.

Öncelikle önemli olan TRT’nin, yani devletin, radyo ve televizyonda Türkiye’nin yaşayan diğer anadillerinde yayın yapmasıdır. Bugüne kadar “Siyasî Otorite” tarafından yok sayılan; değil kurumsallaşmaları, bazı dönemlerde konuşulmaları bile engellenen bu anadilleriyle otoritenin barışması ve hataların tamiri yönünde adımlar atılması önemli bir başlangıç olacaktır. TRT, yayın yaptığı anadillerin sayısını olması gerektiği sayıya çıkartmalıdır. Bunu yaparken, programların içeriği, süresi, yayınlanma süresi, sunuluş şekilleri, yayın saatleri vb. konularda bu anadillerden yana olumlu düzenlemelere gitmelidir.

 Türkiye’nin diğer anadilleri denilince, akla birçok soru geliyor. Bunlardan biri, Türkiye’nin kaç tane diğer anadiline sahip olduğudur. Bu soruya sağlıklı bir cevap verebilmenin bile oldukça zor olduğu aşikârdır. Çünkü, resmî anlayış, “Türkiye’nin diğer anadilleri” gibi bir sosyal gerçekliği, yönetmeliklerin ruhundan da anlaşıldığı gibi tanımamaktadır. Bunun yanı sıra, “Muhalif Kesimler”in de bu konuya ilişkin değil somut çözüm projeleri, kökü çok eskilere dayanan böyle bir pedagojik özlü bir demokrasi sorununun bulunduğuna dair bir tespitleri bile yoktur; yeri geldiğinde sloganik ve ajitatif birkaç cümle ve  “Ustalar’dan alıntılar”la o andaki durumlarını kurtarma çabasındadırlar.

Türkiye’nin diğer anadilleri konusunda öncelikle yapılması gereken, böyle pedagojik özlü bir demokrasi sorunun bulunduğunun “Siyasî İrade” tarafından tespit edilmesi, ardından da bu sorunun çözümü için projeler üretecek yerli ve yabancı uzmanlardan komisyonların oluşturulmasıdır. Ancak böylelikle bu anadillere yıllardır yapılan haksızlıkların önlenmesi yolunda kalıcı adımlar atılabilir ve bu anadillerin kurumsallaşarak gelecek kuşaklara aktarılmaları sağlanabilir.

Günümüzdeki somut uygulamalarla ilgili olarak da, Türkiye Cumhuriyeti’nin imzacısı olduğu ve dolayısıyla da uygulayacağını taahhüt ettiği, anadilleri konusuyla direkt bağlantılı uluslararası antlaşmalar, sözleşmeler vb. açısından gerek “Kurs Yönetmeliği” gerekse “Radyo-TV Yönetmeliği”nin “Hukuk”a uygunluğunun irdelenmesi, kuşkusuz Baro ve “Hukukçular”ın bilgi alanına giriyor. Böylelikle, bu yönetmelikler çerçevesinde, “Anadil Kursları”na yönelik Millî Eğitim Bakanlığı’nın uygulamaları ve “Türkiye’nin diğer anadillerindeki radyo-TV yayınlarına” yönelik  TRT Genel Müdürlüğü’nin uygulamaları “Hukuk” açısından değerlendirilebilecek ve varsa hukuk dışı uygulamalardan sorumlu kişi ve kurumlar hakkında tez elden yasal işlemlerin başlatılması için zaman kaybedilmemiş olacaktır.

Konuya taraf olan vakıf, dernek ve kişilerin de içinde yer alacağı özerk yapıdaki bir“Anadillerini Planlama Kurumu” bir nüve olarak çalışmaları başlatabilir. Anadilleri ile ilgili bütün çalışmaları tek elden yürütecek böyle bir kurum öncelikle oluşturulmalıdır. Bu kurum, anadillere ilişkin olarak demokratik özlü ve telâfi edici genel bir yönetmelik hazırlamalıdır. Bu bağlamda “anadil sorunu”, anlaşılır ve bizim olan terimlerle tartışılmalı ve bu alanda bir literatür oluşturulmalıdır.

Daha sonra öncelikle, “Türkiye’nin diğer anadilleri envanteri” çıkarılmalıdır. Bu yapılırken, yalnızca Türkçe ile hiçbir akrabalığı olmayan ve sıklıkla bu makalemde adını andığım anadilleri değil, Azerice, Kazakça, Kırgızca, Özbekçe, Tatarca, Uygurca gibi “kimileri” tarafından Türkçe’nin lehçeleri sayılan diller de dikkate alınmalıdır. Biliyoruz ki, nüfus sayım sonuçlarında adı geçen anadillerin en az iki katı kadar daha anadili Türkiye’de konuşulmaktadır; bunlar, ad olarak ve kullanıldıkları yöreler olarak tespit edilmelidir. Oluşturulacak ilgili komisyonlar bu anadilleri için “Latin Alfabesi”ne dayanan alfabeleri oluşturmalıdır. Ardından da, ilk aşamada en az on bin kelimelik temel Türkçe kelime dağarcığı tespit edilmeli ve buna göre bu anadillerin sözlükleri oluşturulmalıdır. Bu sözlükler (varsa diğer alfabeleriyle ve) Latin alfabesine dayalı alfabeleriyle yayınlanmalıdır. Yapılacak yazılı, sözlü ve görsel yayınlar mümkün olduğunca bu sözcük dağarcığına dayanmalıdır. İlk etapta ilköğretim birinci sınıf öğrencilerinin düzeylerine uygun masal kitapları ve çizgi filmler radyo ve TV yayınlarında da kullanılabilecek şekilde hazırlanmalıdır.

Bütün bunlarla eşzamanlı olarak, bu anadillerle ilgili çalışmaları yürütecek, yani; masal kitapları, ilköğretim öğrencilerinin düzeylerine göre “sosyal bilgiler” ve “fen bilgisi“ vb. kitapları, çizgi filmler, tiyatro eserleri, radyo- TV programlarını hazırlayıp sunacak, gazete ve dergileri yayınlayacak personelin yetiştirilmesi sağlanmalıdır. Bu personelin yetişmesinde, bu anadillerle ilgili ve/ veya çalışmalar yapan ülkelerin akademik personelinden de faydalanabilir. 

 Ancak, bütün bu personelin yetişmesi ve alanlarında çalışmalar yapması ve oluşacak demokratik tartışma ortamından sonra, “anadil eğitim- öğretimi mi?”, “anadilde eğitim- öğretim mi?” tartışmalarının da, anadil kurslarının da, radyo-TV yayınlarının da bir anlamı olabilir. Gerek bu konularda personel yetiştirilmesi gerekse de yazılı, görsel, işitsel vb. her türlü materyalin hazırlanmasındaki bütün harcamalar, kuşkusuz ilgili devlet kuruluşları tarafından karşılanmalıdır. Bu şekilde hareket edildiğinde ve konuşanlarının sayılarına bakılmaksızın, Türkiye’nin konuşulan bütün diğer anadillerine aynı mesafede durularak yürütülecek çalışmalar, demokratikleşme yolunda önemli kazanımlar sağlayabilir, yurttaşlık bağlarının pekiştirilmesine katkıda bulunabilir ve “etnik” aidiyetleri temel alan örgütlenmelerin önüne geçebilir.

 

 (Ali İhsan Aksamaz, 6 IX 2004, Ülkede Özgür GÜNDEM Gazetesi)

+


 

Yeni baskı Lazca aritmetik kitabı

 

Önce sizi 7 Haziran 2004 Pazartesi gününe götürmek istiyorum. TRT bu tarihte; bazı anadillerinde radyo ve televizyon yayınlarına başlamıştı. Bu yayınlar; içerik, süre, yayınlandıkları saatler vb. açılardan birçok haklı eleştiriye uğradı. Ancak bu anadilleri arasında Lazca yoktu. Eksik, gedik de olsa; Boşnakça, Arapça, Kırmançi, Çerkesce ve Zazaca yayınlar TRT’de devam etti. Çeşitli yazılı başvurularımıza rağmen, TRT sessiz kaldı. Zaman zaman TRT’den çeşitli vesilelerle yapılan açıklamaları yorumlayarak, sorularımıza bir cevap bulmaya çalıştık; boşuna! Gel gör ki, TRT’nin neden kısıtlı da olsa Lazca yayın yapmadığına, Lazca’yı neden yok saydığına ilişkin makul bir gerekçe yine de bulamadık. TRT, Lazca’yı yok saydı. TRT’ye ve TBMM’ne yazılı başvurularımız aralıksız sürdü. TRT’nin neden Lazca yayın yapmadığı konusunu çeşitli zeminlerde, sempozyumlarda ve panellerde dillendirdik; tebliğler sunduk; onlarca makale yazdık. Lazca konusunu kamuoyunda hep sıcak tutmaya çalıştık.      

Lazca, özel çabalarla 26 Eylül 2011 tarihinden itibaren Boğaziçi Üniversitesi’nde seçmeli ders olarak okutulmaya başlandı. Yine özel çabalarla oluşturulan http://www.lazcaacikogretim.com/ ise, internet üzerinden temel Lazca dersler veriyor. Bütün iyiniyetlere rağmen, bu çabalar yetersiz kalmaktadır. Devletin vatandaşlarının anadilleri ile barışması ve bu anadillerin yaşaması ve geliştirilmesi için kurumsal desteği gerekmektedir.

Geçtiğimiz hafta ilginç bir gelişme oldu. Başbakan Recep Tayyip Erdoğan ve Milli Eğitim Bakanı Ömer Dinçer’in anadillerimize ilişkin açıklamaları damgasını vurdu. Açıklamalara göre; Lazca da artık okullara, sınıflara girecekti. TRT’nin 2004’te Lazca’yı yok sayması, buna karşılık Milli Eğitim Bakanı’nın geçen hafta Lazca’nın da müfredatlara girdiğini açıklaması devlet kurumları arasındaki çelişkili yaklaşımları bir kez daha gözler önüne serdi.

1920’li yıllardan başlamak üzere Laz kimliği Türkiye’de yok sayıldı. “Türk Burjuvazis”nin resmî ideoloji ve resmî tarih tezlerinin bir tezahürü olan inkâr- imha- asimilasyon politikaları büyük ölçüde başarılı olmasına rağmen, Lazca hâlâ yaşıyor. Laz aydınları ise, bu bilinçle yirmi yıldır anadillerinin, kimliklerinin kurumsal olarak geleceğe taşınması noktasında çaba gösteriyorlar. Bu çabalarının bir sonucu olarak 1933’te Sovyetler Birliği’ndeki yayınlanan aritmetik kitabının tıpkı basımı İstanbul’da yayınlandı. İlginçtir; kitap çok kısa aralıklarla iki farklı yerden yayınlandı. Üstelik; bu kitapların yayınlanması Başbakan ve Milli Eğitim Bakanı’nın anadil açıklamalarıyla aynı zamana denk geldi. Bu olumlu bir tesadüftü.

Başbakan Recep Tayyip Erdoğan ve Milli Eğitim Bakanı Ömer Dinçer’in açıklamalarıyla üç kavram da kamuoyunda tartışılmaya başlandı: “Seçmeli ders”, “anadil öğretimi” ve “anadilde eğitim”. Burada, bu tartışmalara girmeyeceğim. Dikkat çekmek istediğim Sovyetler Birliği’ndeki Lazca anadil okullarıdır.

Lazlar, Türkiye’nin yanı sıra Gürcüstan’a bağlı Acaristan Özerk Cumhuriyeti ve Abhazya’da yaşarlar. Laz kimliği 1930’lu yılların ikinci yarısına kadar Sovyetler Birliği tarafından tanındı. Bu bağlamda Sovyetler Birliği’ndeki partili Laz önder kadrolar, Lazca anadil okullarının kuruluşunda bulundular. Lazca ders kitapları yayınladılar. Lazca gazeteler yayınladılar. Lazca tiyatro eserleri sergilediler. İskender Tzitaşi, bütün bu çalışmalardaki partili öncü isimdir.

Bu; Lazca Aritmetik kitabı Abhazya Devlet Matbaası’nda 1933’te basılmış. Kitabı matematikçi ve pedagog Natalya S. Popova’nın, matematikçi ve pedagog Natalya S. Popova’nın matematikçi ve pedagog Natalya S. Popova Rusça olarak hazırlamış. Kitap Lazca’ya İskender Tzitaşi adıyla uyarlanmış. Kitap, eğitimin üretimle bağlantısına katkı sağlayacak şekilde hazırlanmış. Pedagojik esaslar da göz önünde bulundurularak yazılan kitap, günümüze adeta göndermelerde bulunuyor. Geoaktif Yayınları’ndan tıpkı basımı yapılan kitap 245 sayfa.

(Ali İhsan Aksamaz, Özgür Gündem Gazetesi, 20 VI 2012)

+

 

 

Kazım Koyuncu’yu anarken

 

Kazım Koyuncu, 25 Haziran 2005’te aramızdan ayrılmıştı. Kazım Koyuncu, İstanbul’a okumak için gitti. Lazlığının farkına da orada vardı. Lazca’nın ölüyor olduğunu orada anladı. İstanbul’da yalnızca kimliğinin; Lazlığının, Lazca’nın farkına varmadı, bütün Türkiye’yi gördü; Türkiye’nin anadillerini, kimliklerini, kültürlerini; farklılıklarını gördü; tanıdı. Emek mücadelesini, kimlik mücadelesini, dayanışma ve mücadeleyi de gördü. Kazım Koyuncu, yalnızca Laz kimliğiyle değil, bu ülkenin aydını kimliğiyle de safını belirledi ve elinden geldiğince güzel günler için mücadele etti. Düşleri vardı.

Kazım Koyuncu, Türkçe şarkılar söyledi. Kazım Koyuncu, Lazca şarkılar söyledi. Kazım Koyuncu, Kürtçe şarkılar söyledi. Kazım Koyuncu, Hemşince şarkılar söyledi. Kazım Koyuncu, Gürcüce şarkılar söyledi. Kazım Koyuncu, Megrelce şarkılar söyledi. Ömrü olsaydı, belki Abhazca, Çeçence, Çerkesçe şarkılar da söyleyecekti. Türkiye’nin çeşitli yerlerine gitti. Avrupa’ya gitti. Tiflis’e gitti. Zugdidi’ye gitti. Yaşasaydı, mutlaka Sukhumi’ye de Soçi’ye de gidecekti. Diyarbakır’a gitmişti!

Kazım Koyuncu, İstiklal’in, Beyoğlu’nun, Taksim’in ışıltılı cadde ve sokaklarının değil, Tarlabaşı’nın, Dolapdere’nin, Kasımpaşa’nın karanlık, içinde binbir dert, sıkıntı ve bela barındıran sokaklarının da çocuğuydu. Dertli insanların dertleriyle o da dertlendi. Yalnızca okumuş-yazmış entelektüellerin, aydınların dostu değildi. Mendilci çocukları, tinerci gençleri, fahişeleri, travestileri de tanıdı; ekmeğini, soğanını, tuzunu onlarla da paylaştı. Onlarla da dost oldu. Onları da düşlerindeki güzel günler için mücadeleye katmaya çalıştı; kendince çaba gösterdi. Düşlerini hiç terk etmedi!

Kazım Koyuncu, hak mücadelesi veren işçilerle yan yana durdu. Onlara destek verdi. Köylülerin, HES’lere karşı verdikleri mücadelede onlarla da beraberdi. Gerektiğinde yürüdü. Gerektiğinde koştu. Gerektiğinde pankart taşıdı. Gerektiğinde şarkı söyledi. Gerektiğinde de sustu. O’nun yapmaya çalıştığı, fotoğraf ve kameralara poz vermekten çok öte bir şeydi.

Kazım Koyuncu, Diyarbakır’a gitti. Yüzbinlerce kişiye şarkılar söyledi. Lazca da, Kürtçe de, Arapça da, Megrelce de, Türkçe de. Kazım Koyuncu, Diyarbakır’ı da Hopa kadar seviyordu. Yaşasaydı, kuşkusuz Diyarbakır’a yine gidecek ve barış mesajları verecekti. Bu ülkede yaşayan herkesin kendi kimliklerinin farkındalığıyla kardeşleşmelerine katkı sunacaktı. Diyarbakır’daki Newroz kutlamalarında yüzbinlerce kişiye söyledikleri hatırdadır: “Denizlerin çocuklarından Dağların çocuklarına selam getirdim!” Kazım Koyuncu, Tiflis’e de gitti. Zugdidi’ye de gitti. Gürcüce, Megrelce, Lazca şarkılar söyledi. Orada da Diyarbakır’da verdiği mesajı verdi; dostluk dedi; kardeşleşme dedi; anadillerimiz dedi. Halkların kimliklerini unutmadan, yaşatarak kardeşleşme mesajları verdi hep.

Kazım Koyuncu, Artvin’de, Bergama’da siyanürle altın aranmasına karşı çıktı. Kazım Koyuncu, Akkuyu’daki nükleer, Gökova’daki termik, Fırtına Vadisi’ndeki HES’lere karşı mücadele etti. Kazım Koyuncu, deniz ile karayı birbirinden ayıran Samsun-Sarp sahil yoluna da karşı çıktı. Kazım Koyuncu, vicdani red hakkını savundu.


Kazım Koyuncu; bir insan, bir Laz, bir aydın ve bir sanatçıydı. Kardeşleşme mesajları veren bir sanatçıydı.

***



Biz O’na Dina diyorduk ve öyle tanıyorduk. O, bu adı çok seviyordu. Dina 1972 yılında Hopa’da doğmuş. İlköğretimi ve liseyi Hopa’da okumuş. Üniversite okumak için İstanbul’a gitmiş. İstanbul Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi’nin öğrencilerinden biri olmuş, ancak politik sebeplerden okulunu bırakmış.


1990 yılında, “Çağdaş Sanat Atölyesi”nde çalışmaya başlamış. 1991 yılında Ali Elveri adlı arkadaşıyla birlikte “Dinmeyen” adlı müzik grubunu kurmuş. Aynı yıl, “Çağdaş sanatçılar”ın oynadığı “Faşizmin Korku ve Sefaleti” adlı piyesin müziğini yapmış. Bu grup, “Sisler Bulvarı” adlı bir de albüm yapmış. 1993’te yakın arkadaşı Sarigina ve diğerleriyle birlikte “Zuğaşi Berepe” adlı müzik grubunu kurdu. Bu müzik grubu, “Ogni” adlı dergiden sonra Laz kültürü için çok önemli bir barınak oldu. “Zuğaşi Berepe”nin 1995 yılında çıkardığı ilk albümün adı “Va Mişk’unan”dır. Bu müzik grubuna ait diğer albümlerin adları da şunlardır: “İgzas”, “Bruxell Live”. “Bruxell Live”, 1997’de Med Tv’de canlı verilen konser kaydıdır. “Zuğaşi Berepe”, 1999’da dağıldı. Bundan sonra Dina başka projelerde rol aldı ve solo albümler yapmaya başladı.


Dina’nın güzel sesi vardı. Muhalifti. “Popüler Kültür”ün objesi değildi. Şarkılarıyla binlerce dinleyici çılgına dönüyordu. Dina için, müzik piyasasının lordları da çılgına dönüyordu. Dina’nın terinden para kazanmak için çılgına dönüyorlardı.

Dina “Gülbeyaz” ve “Sultan Makamı” adlı televizyon dizileri için müzikler yaptı. Bütün Türkiye, Dina’nın adını duydu. Popüler sanatçılardan biri oldu. Bu, O’nun miladı idi. Meşhurdu. Dina, şimdi başka bir yolu izleyecekti. Artık popüler idi. Dina’nın terinden para kazanmak isteyenler, basın alanında da büyük güce sahiptiler. Böylece magazin basın her gün Dina’nın haberlerini vermeye başladı.

Dina hastalandı. Hastalığının kanser olduğu anlaşıldı. Bu kötü hastalıktan kurtulmak için, iyileşmek için, kemoterapi için hastanelere gidiyordu. Son güne kadar ümidi vardı. Kavgası vardı kötülük ile.

***


Kazım Koyuncu, 33 yaşında; 25 Haziran 2005’te aramızdan ayrıldı. Onun bir mesajı vardı. Bugünden Kazım Koyuncu’nun yaptıklarına ve söylemlerine bakıldığında bu mesaj çok daha iyi algılanıyor: O, Türkiyede ve Dünyada yaşayan herkesin kendi anadilleri, kimlikleriyle kardeşleşmesini istiyordu. Kazım Koyuncu’nun duruşu, eylemleri ve söylemleri açık ve nettir: “... Kötü şeyler gördük, savaşlar, katliamlar, ölen-öldürülen çocuklar gördük. Kendi kültürünü, kendi dilini, kendisini kaybeden insanlar, topluluklar gördük. Yanan köyler, kentler, ormanlar, hayvanlar gördük. Yoksul insanlar, ağlayan anneler, babalar, her gün bile bile sokaklarda ölüme koşan tinerci çocuklar gördük. Biz de öldük. Ama her şeye rağmen bu yeryüzünde şarkılar söyledik...”

Kazım Koyuncu, düzgün duruşu olan bir Laz aydını olduğu için Harbiye’deki anfi tiyatroda onbinlerce insan ağladı. Mendil satan çocuklar ağladı. Tinerci gençler ağladı. Fahişler ağladı. Travestiler ağladı. İşçiler ağladı. Köylüler, kentliler ağladı. Türkler, Kürtler, Gürcüler, Abhazlar, Abhazlar ağladı. Halk ağladı. Gözyaşlarıyla da Trabzon’a, oradan da Hopa’ya uğurlandı. Hopa’daki cenazesine Sarpi’den, Zugdidi’den, Tiflis’ten gelen Lazlar, Megreller, Gürcüler da katıldı. Türkler, Hemşinliler, Poşalar, Ruslar oradaydı.

Ümit Kıvanç, “Kazım için bir belgesel film” hazırladı: “Şarkılarla Geçtim Aranızdan”.  Gürcüstan’da ise Yönetmen Giorgi Kalandia da“Lazistanişi Mapşalia” (Lazistan’ın Bülbülü”) adlı bir başka belgesel film çekti.

Bugün daha iyi anlaşılıyor ki, Kazım Koyuncu, cesur bir insandı; kardeşleşmenin köprüsüydü. Onu, her 25 Haziran’da, yılda bir kez yuvarlak sözlerle anmak, O’na haksızlık. O’nun duruşuna, mücadele anlayışına uygun bir şeyler söylemek gerek; yazmak gerek. Şimdi Sarigina’nın yıllar önce sözlerini yazdığı şarkıda Kazım Koyuncu’ya kulak verelim:

*”Komişkun,
Muruntskhi çima vikaçare
Leta sordasen
Ti goyomaktasen
Kapula kale si bzirare
‘Hayde’ mitsvare
Ernesto steri
Vidat Muruntskhepeşi opşa na on a ntsa tudeşa”*

*(“Biliyorum
Bir yıldız yağmuruna tutulacağım
Toprak çökecek
Başım dönecek
Arkamda seni bulacağim
Bana “haydi’ diyeceksin
Ernesto gibi
GidelimYıldızların bol olduğu bir gökyüzünün  altına”)

 

(Ali İhsan Aksamaz, Özgür Gündem Gazetesi, 25 VI 2012)

 

+

 

 

“Şurimşine”, çoksesliliği yaşatıyor

 

Roma İmparatorluğu döneminde, “Laz” ve “Megrel” terimleri aynı halkı ifade etmek için kullanılıyordu. Roma/ Bizanslıların “Laz” dedikleri halka, kendileri ve komşuları “Margali/ Megrel” diyor. Roma, Pers, Bizans, Arap, Osmanlı ve Rusya gibi büyük güçlerin Kafkasya ve Doğu Karadeniz bölgelerinde at koşturmalarıyla başlayan süreçte “Lazlar”, yani “Megreller” ikiye bölündü. Günümüzde Gürcüstan ve Abhazya sınırları içinde kalanlar çeşitli kaynaklarda “Margali, Megreli, Migreli, Mingreli, Megrelian, Mingrelian, Agrwa” adlarıyla anılırlar. Önce Osmanlı Ülkesi, şimdi ise Türkiye sınırları içinde kalanlar ise, “Lazi, Laz, Ç’ani, Lazian” adlarıyla anılırlar.†Birbirlerinden yüzyıllarca ayrı düşmüş olan aynı halkın Hıristiyan kalanları süreç içinde “Margali/ Megrel”; Müslümanlığı seçenleri de “Lazi/ Laz” adıyla özdeşleşti. Roma İmparatorluğu’nun vasalı olan devlete Batılılar “Lazika”, kendileri ve komşuları ise “Egrisi” der.


Lazca ve Megrelce, “Zan dilleri” (“Zanuri nena”) olarak bilinir; “Güney Kafkasya Dil Ailesi” içinde tanımlanır. Megreller, yerlisi oldukları Gürcüstan’da “Samargalo/ Samegrelo”; Abhazya’da “Gali/ Samurzakano” bölgelerinde topluca yaşar. Lazlar ise, yerlisi oldukları Osmanlı dönemindeki adlandırmayla “Lazistan Sancağı”nda, bugünkü tanımlandırmayla Rize ve Artvin sınırları içinde kalan tarihsel bölgelerde toplu olarak yaşarlar. 1920’li yıllarda Türkiye ile Sovyetler Birliği arasında sınır bugünkü şeklini aldı. Bu sınırla, Müslüman Lazlar da ikiye bölünmüş oldu. Bazı Laz köyleri, Acaristan Özerk Cumhuriyeti sınırları içinde kaldı. Bu sınırlar, daha sonraki yıllarda NATO ile Varşova sınırlarından da birisi oldu. Lazlar, bunun dışında Türkiye’nin batısındaki “93 Harbi muhacir köyleri”nde de toplu olarak yaşıyor. Lazlar, günümüzde Türkiye ve Gürcüstan’a bağlı Acaristan Özerk Cumhuriyeti dışında, Abhazya ve Rusya Federasyonu’nun çeşitli yerleşim birimlerinde de yaşar.

1920’li yılların ikinci yarısından itibaren Türkiye’deki Laz kimliği yok sayıldı. 1930’lu yılların ikinci yarısından sonra da Sovyetler Birliği’ndeki Laz kimliği ve Megrel kimliği yok sayıldı. Bu sebeple Hem Lazlar hem de Megreller “Kültürel Haklar”a sahip olamadı; çok kısa dönemlik küçük kazanımları da ellerinden alındı. Bu sebeple, günümüzde “Lazca anadil öğretimi” veya “Lazca anadilde eğitim” veren kurumlar bulunmamaktadır. Aynı durum Megrelce için de söz konusudur.

Kendilerinden bahsedeceğim Lazca Müzik Topluluğu “Şurimşine”, Gürcüstan Lazlarından oluşuyor. “Şurimşine”ye dört genç Laz kızı can veriyor. Üçü Sarpi köyünden, biri de Kvariati’den. Bu iki köy Acaristan Özerk Cumhuriyeti’ndeki Laz köylerinden ikisi. 24 yaşındaki Sofi Bakrazde, 18 yaşındaki Lela Bekirişi ve 16 yaşındaki Qeti Kakabadze ise Sarpil; 22 yaşındaki Maik’o Memişi ise Kvariatili.

“Şurimşine”, söyledikleri otantik ve polifonik Laz halk şarkılarıyla, Türkiye’de Lazca müzik yapanlara da önemli bir örnek oluşturuyor. “Şurimşine”, adını ilk kez geçen yıl Arhavi’de duyurdu. Gola Derneği’nin düzenlediği, “Yeşil Yayla Festivali”ne katıldı ve Lazların büyük beğenisini kazandı. Türkiye’de gördüğü bu ilgiden memnun olarak Gürcüstan’a dönen “Şurimşine”, çalışmalarını yoğunlaştırdı. Lazca şarkı repertuarını da genişletti. Geçen hafta İstanbul’a davetli olarak gelen “Şurimşine”, biri Gürcü Kültür Merkezi, diğer ise Gürcü Sanat Evi tarafından düzenlenen etkinliklere katıldı. Onlarla dayanışma gösterdi.

“Şurimşine”, kutsal bir anlama sahip. Lazların Pagan, Hıristiyan ve günümüzde de Müslüman inanç sistemlerinde yeri olan bir kavram; “ruhundan geldiğim, ruhunu yaşatacak olduğum” gibi bir anlama geliyor.

“Şurimşine”, otantik Laz halk şarkılarının yanı sıra, Lazların Hıristiyan oldukları dönemlerden kalma ilahileri de yeniden seslendiriyor.

Üçüncü sayısı geçen ay yayınlanan “Tanura Dergisi”nde İsmail Bucaklişi’nin “Şurimşine” ile Lazca olarak yaptığı söyleşisi de yer aldı. “Şurimşine”, kendileri hakkında merak edilenlere cevap veriyor.

 

(Ali İhsan Aksamaz, Özgür Gündem Gazetesi, 03 VII 2012)

 

+

 

 

 

 

 

Lazca Açıklamalı Aritmetik Ders Kitabı

 

Lazca ağırlıklı çalışmalarıyla tanınan “Lazika Yayın Kollektifi,” Lazca ve Laz kimliği açısından çok önemli bir kitabı daha okuyucuyla buluşturdu: “Oxesapuşi Supara”. Sukhumi’de 1933’de iki cilt halinde basılan kitaplar, “Lazika Yayın Kollektifi” tarafından  tıpkı basım olarak birarada yayınlanmış. Abkhazya ve Acaristan’daki Laz köylerinde eğitim vermiş olan Laz okullarında kullanılmak için hazırlanmış olan kitapların orijinalleri ilk olarak Abkhazya devlet matbaası tarafından basılmış.

            Bu kitap hem pedagojik hem de o yılların üretim ilişkilerine katkı sağlayacak şekilde hazırlanmış. Kitabı N. Popova, Rusça açıklamalarla hazırlamış. “Oxesapuşi Supara” adıyla ilk baskısı Sukhumi’de yapılmış olan bu Lazca kitap İskender Tzitaşi’nin adını taşıyor. O zamana kadar Lazcada kullanılmayan çeşitli terimlerin ilk kez bu kitapta kullanılması kitabın bir diğer özelliği. İskender Tzitaşi, SBKP üyesi bir partili ve Sovyetler Birliği (Abkhazya ve Acaristan) Laz Okulları direktörüydü. Sovyetler Birliği’nin ilk yıllarında Lazların anadili okulları vardı. Yaşadıkları yörelerde anadil dersleri de görüyorlardı. “Lazika Yayın Kollektifi”nin yayınladığı “Oxesapuşi Supara”, o yıllarda İskender Tzitaşi adıyla yayınlanan bir dizi Lazca okul kitabından yalnızca bir tanesi. “Alboni” (“Laz Alfabesi”), “Ok’itxuşeni Supara” (“Okuma Kitabı”- Fen Bilgisi, Sosyal Bilgiler, Yurttaşlık Bilgisi”) ve “Çkuni Ç’ara” (“Bizim Yazımız- Lazca”) bu kitaplar arasında bilinenlerdir. Sosyalizmin inşaası döneminde Sovyetler Birliği’nde doğan Laz çocuklarına pedagojik esaslara uygun olarak ve üretim için eğitim felsefesinden hareketle bu kitaplar hazırlanmış. Yaşadıkları yörelerde üretken birer Sovyet Yurttaşı olmaları hedeflenmiş.

            28 Aralık 1936’da Abkhazya Devlet Başkanı Abkhaz önder Nestor Lakoba şaibeli bir şekilde öldü. Bundan sonra SBKP içindeki diğer öncü Laz aydınları gibi İskender Tzitaşi’nin de Türk ajanı ve halk düşmanı ilan edilmesi ve tasfiyeleriyle başlayan dönemde Lazların kültürel hakları da ortadan kaldırıldı.  Daha sonraki dönemde hem Abkhazya hem de Acaristan Lazları nüfuslara “Gürcü” olarak kaydedildi. Bu uygulamalar Sovyetler Birliği’nin resmî uygulamaları haline geldiği için tartışılmadı; konuşulamadı. Ancak 15 Ekim 1997 tarihinde Abkhazya Parlamentosu aldığı kararla Lazların itibarlarının iadesini istedi ve düzenlemeler yapılması kararlaştırdı.

Sovyetler Birliği Lazlarının sayıları, gündeme gelememelerinde önemli bir faktördür. Ancak Sovyetler Birliği Lazlarının kapalı bir toplum özelliği taşımaları anadillerini Rusçanın yanı sıra bugüne kadar aktif olarak taşımalarında önemli bir rol oynadı. 1991 sonunda Sovyetler Birliği çözüldü. Ancak Sovyetler Birliği’nin Lazlara yönelik resmî ideolojisini, bu kez Gürcüstan devraldı: “Lazlar Gürcüdür; Lazca Gürcücenin bir ağızıdır. Lazca ile eğitim olmaz. Lazca ile en fazla şarkı söyleyebilirsiniz.”

            Türkiye Lazlarının durumu daha da vahimdir. Laz kimliği 1930’lu yıllardan itibaren yok sayıldı. Laz konuşmak yasaklandı. Okullarda Lazca konuşan çocuklar, yakın zamanlara kadar şiddete ve baskıya mazruz kaldı. “Türk Bujuvazisi,” Laz çocuklarının anadillerini unutmasını istiyordu. 1980’lerden itibaren şiddet ve baskıya da gerek kalmadı. Zira elektrik ve onunla birlikte radyo-televizyon yayınları en ücra köşelere kadar ulaşmaya başladı. “Türk Burjuvazisi”, epey yol almıştı ancak tamamen başarılı olamamıştı. 1990’lardan itibaren, bunu gören Laz aydınları dillerini, kimliklerini geleceğe taşımak için Lazca’ya sarıldılar. Lazcaya dikkat çekip özendirmeye başladılar.

İşte bütün bu gelişmeler çerçevesinde, “Oxesapuşi Supara”nın Türkiye’de yayınlanması çok önemli bir yere sahip.  Öncelikle Sovyetler Birliği Lazları’nın kültürel haklarının olduğu dönemi tescil etmekle kalmıyor, aynı zamanda Lazca anadil derslerinin ve eğitimin de mümkün olduğunu gösteriyor. Bu kitap, böylelikle de hem Gürcüstan hem de Türkiye’nin inkârcı- asimilasyoncu resmî ideoloji ve resmî tarih politikalarına da son vermesi çağrı özelliği de taşıyor. Ümt ederiz bu çalışmalar Lazca İncili Şerif ve Lazca Kuranı Kerim’in de yayınlanacağının müjdecisi olur.

(Ali İhsan Aksamaz, Özgür Gündem Gazetesi, 09 VII 2012)

           

 

 

+

 

Laz edebiyatı ve kimliğinin üç önderi

 

Lazca, Doğu Karadeniz ve Güney Batı Kafkasya’nın eski ve yerli dillerinden bir tanesidir. Bu bölge Lazca’nın eski ve bugünkü vatanıdır. Gel gör ki, halk bugün bu dili yalnızca burada değil, Türkiye’nin Batı bölgelerindeki muhacir köylerinde de konuşuyor. Bu köyler çoğunlukla Marmara Bölgesi’ndedir. Lazca’nın tarihsel bölgeleri büyük devletlerin savaş alanlarının ortasında yeralıyordu. Bu sebeple de Lazca çok kötü günler gördü. Çoğunlukla da yirminci yüzyılda. Bu, Birinci ve İkinci Büyük Savaş ve “Soğuk Savaş” yıllarındaydı. “Modern zamanların” anlayışıyla, hiç kimse Lazca’nın yüzüne bakmadı. Çünkü Lazlar çeşitli yerlerde yaşıyorlardı.

Şimdi sizlere Lazca’nın öncüleri; şairleri, yazanları ve şarkıcılarından bahsetmek istiyorum. Onların yazılmış-yayınlanmış şiirleri, yazıları, plakları- CD’leri ve kitapları var. Örneğin; İki yüz yıl öncesinden bugüne kadarki bu şairler, şarkıcılar ve yazarlar Osmanlı Ülkesi’nden, Türkiye’den, Çarlık Rusyası’ndan, Sovyet Ülkesi’nden, Gürcüstan’dan, Acaristan’dan, Abhazya’dandır. Onlardan bazılarının adları şöyle: Efendişi Faik, Tzitaşi İskender, Helimişi Hasan, Pehlivanişi Reşid, Vanilişi Muhammed, Mtanebiva Fahri, Abaşişi Nurdoğan, Turnaşi Yaşar, Koyuncuşi Kazım, Ocaklişi Erkan, Batzaşi Tzate, Tandilava Yaşar, Memişişi Nazi, Artzaşi M. Recai, Çakirustaşi Mecit, Avcişi Yılmaz, Cedeşi Musa, Badişi Sinan, Koçiva Selma, Bekirişi Yaşa, Keleşişi Bahadır, Cumhurişi Timur, Bakrazdeşi Dato, Sarigina Beşli, Zoğaşi Efkan, Karaalişi Musa, Topaliş Birol, Birbenişi Gökhan, Polatişi Hulya, Kesicişi Maksut, Duduşi Nuri, Tamtruli Osman, Buyuklişi Osman Şafak, Aksoyişi Kamili, Murğulişi Murat Ercan, Uzunhasanişi Hasan, Ançaşi Ridvan Özkurt.

Yaklaşık ikiyüz yıldan beri, Laz aydınlarının bir Lazca ve Laz kimliği mücadelesi var. Efendişi Faik, Tzitaşi İskender ve Helimişi Hasani bu uzun yolun çınarlarıdır:

EFENDİŞİ FAİK; Laz Edebiyatı ve onunla da Laz kimliği mücadelesinin ilk önderi sayılır. Ancak şimdilik hayatına ilişkin fazla bir şey bilemiyoruz. Efendişi Faik’in adını ilk olarak Nikolay Marr’dan duyuyoruz. Farklı kaynaklar da Efendişi Faik hakkında bize bilgi veriyor. Şöyle diyorlar: 1870’de Arap Alfabesine dayanan Laz Alfabesini düzenledi. Tamtuli Osmani de şöyle yazıyor: Efendişi Faik, Lazca ilk kitabı çıkaran Laz’dı. Lazca yazdığı için Sultan Abdülhamid onu yakaladı ve hapisaneye attı. Yazdıklarının hepsini yaktılar, kayboldular. Hapisaneden çıktıktan sonra Faik yine başladı ve Lazca yazıyordu. Lazların düşmanları Faik’i öldürdüler.”


TZİTAŞİ İSKENDER: Tzitaşi İskender, Laz anadili okullarının müdürüydü. Lazca gazete “Kızıl Yıldız”ı (1929) ve Laz Okullarının “Alfabe” (1935) ve “Okuma Kitabı”nı (1937) yayınladı. Sovyet İktidarı’nın ilk yıllarında, Acaristan ve Abhazya’daki Lazların Anadili okulları vardı. O zaman Lazca gazeteleri, Lazca tiyatroları ve Lazca kitapları vardı. Sovyet İktidarı, Laz çocukları kendi anadillerini okuma -yazmayı öğrensinler diye onlara destek oluyordu. Laz dilinin düşmanları İskender’i de öldürdüler.

HELİMİŞİ HASAN: 1907’de Hopa’da doğmuştur. Türkiye Komünist Partisi’nin üyelerinden biriydi. 1932’de Partili olarak Sovyet Ülkesi’ne gitti. Helimişi Hasan, Leningrad’ta “Küçük Halklar Kursu”nda okudu. Ondan sonra, Lazona’ya dönecek ve Laz halkı ile beraber burjuvazî ve emperyalistlere karşı emeğin mücadelesini verecekti. Ne var ki, bir kazada sağ ayağı koptu ve ölene kadar Sovyet Ülkesi’nde kaldı. İnançlı bir komünist kimliğine sahipti, bu sebeple onu ailesiyle beraber Sibirya’ya sürdüler. Şairdi, yazardı, ressamdı. Lazca yazıyordu. Laz köylerindeki halk yaşamına ilişkin tablolar çizdi. 1976’da vefat etti. Mezarı, Acaristan’ın Sarpi Köyü Mezarlığı’ndadır.

Kaynaklar: Nikolay Marr; Laz Dili Grameri, St. Peterburg, 1910; Osman T’amt’ruli, Nananena, Batı Almanya 1991; Ali İhsan Aksamaz, Kafkasya’dan Karadeniz’e Lazların Tarihsel Yolculuğu, İstanbul, 1997; İsmail Bucaklişi, Mu P’at E Skiri: Hasan Helimi’nin Yaşamı ve Şiirleri, İstanbul, 2006; Bazı internet siteleri.

(Ali İhsan Aksamaz, Özgür Gündem Gazetesi, 23 VII 2012)

 

 

+

 

 

Konjonktüre feda edilen bir kimlik

 

Laz kimliği, Türkiye’de 1920’li yılların ikinci yarısından sonra, Sovyetler Birliği’nde de, 1930’lu yılların ikinci yarısından sonra yok sayıldı. İkinci Dünya Savaşı öncesi-sonrası yıllar ve “Soğuk Savaş Yılları”nın resmî ideoloji ve resmî tarih tezleri hep Laz kimliğini törpülemekle meşguldü. Yerli ve yabancı eserler, hep bu resmî ideoloji ve resmî tarih tezlerini yansıttı: “Laz diye bir halk yok; Lazca diye bir dil yok.”

1980’li yılların ikinci yarısından itibaren Sovyetler Birliği çözülme sürecine girdi. Sovyet yönetimi, bir zamanlar desteklediği, ancak kısa bir süre sonra yok saydığı “Laz Kimliği”nin farkına 1980’lerde tekrar varmaya başladı. Batılı bazı ülkelerinde de bazı araştırmacılar, yine bu yıllardan itibaren Lazların varlığını “keşfetti”. Sovyetler Birliği, Batılı ülkeler ve Türkiye tarafından konjöktürel duruma feda edilen Lazlar yeniden gündeme gelmeye başladı. 1980’lerdeki bütün konjonktürel gelişmeler adeta bir işaret ve başlangıç oldu; akademik özlü araştırmalar başladı. Wolfgang Feurstein, 1980’lerin başında Batı Almanya’da yaşayan birkaç Laz gencinin de katılmasıyla “Kaçkar Çalışma Grubu”nu oluşturur; Arhavili Edediyat Öğretmeni Fahri Kahraman ile birlikte geliştirdikleri “Laz Alfabesi” de bu yıllarda son şeklini alır.

Akademik amaçlı “Feurestein/ Kahraman” Alfabesi, genel kabul görür ve bugüne kadar kullanılır. Aslında Latin alfabesine dayanan bu alfabe, Sovyetler Birliği’nde Laz kimliğinin tanındığı dönemde Laz Okulları Müdürü İskender Tzitaşi adıyla bilinen Laz Alfabesinden çok az farklılıklar taşır. Konunun en ilginç yanı; SB Lazlarının 1930’lu yılların sonlarına kadar kullandıkları alfabe ve Lazca ders kitapları hakkında, “Kaçkar Çalışma Grubu”nun başta yeterince bilgi ve belgesinin bulunmamasıdır. Bu da; Lazları hedef alan resmî ideoloji ve tarih tezlerinin ne kadar etkili ve yasaklayıcı olduğunu gösteriyor. “Kaçkar Çalışma Grubu”, 1984’te yayınladığı “Parpali” adlı teksir dergi ile bu Laz Alfabesini duyurur. 1991’de Osman Tamtruli adıyla “Nana Nena” adlı bir ders kitabı; 1992’de ise “Lazuri Ambarepe” (“Lazca Haberler”) adlı bir teksir dergi de bu çalışma grubu tarafından yayınlanır. Kuşkusuz; Batı Almanya’da Wolfganf Feurestein’ın inisiyatifi ile başlayan bu akademik çalışmalar Türkiye’deki Lazlara da ulaşır; ilgi uyandırır. Akademik bu çalışmalar, okumuş-yazmış kimi Lazlar arasında korku ve endişelere de yol açar. Bu korku ve endişeler; Lazlara yönelik resmî ideoloji ve resmî tarih tezlerinin ne kadar etkili olduğunu göstermesi bakımından da önemlidir.

1990’lı yıllarla birlikte Lazlar, kimlikleri açısından resmî ideoloji ve tarih tezlerinin yoğun etkisine rağmen, olumlu gelişmeler yaşarlar. “Kaçkar Çalışma Grubu”nun akademik yayınları Türkiye’de fazla yankı bulmaz. Ancak önemlidir. 1937 yılından başlayarak 31 Ağustos 1988 tarihine kadar kapalı kalan ve Lazları Türkiye ile Sovyetler Birliği arasında ikiye bölen ve birbirinden habersiz kılan Sarp Sınır Kapısı’nın yeniden açılması Laz Kimliği açısından önemli bir gelişmedir. Bir diğer gelişme ise, 1964’te SB’de “Lazeti” adıyla Gürcüce yayınlanan bir kitabın ancak 1992’de “Lazlar’ın Tarihi” adıyla İstanbul’da yayınlanmasıdır. Kitabın yazarları, SB tarafındaki Sarpi Köyünden iki Lazdır: Muhammed Vanilişi ve Ali Tandilava. Kitabı Türkçe’ye emekli bir polis memuru olan Hayri Hayrioğlu çevirir. Kitap, Laz kimliğinin SB tarafından reddedildiği döneme ait resmî ideoloji ve resmî tarih tezlerinin ağır izlerini taşır. Hayri Hayrioğlu’nun, SB’nin resmî ideoloji ve resmî tezlerini aynen aktarmasının yanı sıra kendi kaygularını da yansıtması kitabın “resmî” bütünlüğü içinde bile çelişkileri ortaya çıkarır. Kitap, SB’nin Lazlara yönelik tezlerini aktarıyor ve özetle şöyle diyor: “Lazlar Laz değildir; Gürcüdür. Lazca diye bir dil yoktur; Lazca Gürcücedir.”

“Lazlar’ın Tarihi” adlı kitap adeta kışkırtır. Lazlar, Gürcü kökenli olmadıklarını; Lazcanın Gürcüce olmadığını inatla araştırmak ve ispatlamak çabasına düşerler. Aslında Laz aydınları 1960’lı yıllarda da kimliklerinin peşine düşmüşlerdi; yazmışlardı. Şehzat Ayartepe bunlar arasında adı duyulanlardandı. Lazlar Aydınları, Gürcü kökenli olmadıklarının ispatlamaya çalışırken, Türk kökenli olmadıklarının da farkına varırlar.

Çeviri kitabın çelişkileri, “Kaçkar Çalışma Grubu”nun akademik yayınları ve Sarp Sınır Kapısı’nın etkileri Türkiye’de küçük bir Laz Aydını kitlesi oluşturur. SB’nin 1991 sonunda yıkılmasıyla esen “Özgürlük Rüzgarları” etkisini göstermeye başlar. Lazların tarihsel olarak yaşadıkları ve yerlisi oldukları bölgede bazı Laz aydınları bir arayışa girer; kültürel çalışmalar yaparlar. Bütün bu gelişmeler İstanbul’da yerleşmiş; köyleri, kasabaları ile bağlantıları çoktan kesilmiş Laz aydınlarını bile etkiler. Burada bir Laz Vakfı veya bir enstitü oluşturmak isterler. Gel gör ki, objetif ve subjektif olumsuzluklardan ve gelen baskı ve saldırılar sebebiyle başarısız olurlar. 1993 Haziran’ında İstanbul’daki Laz aydınları arasında yeni bir hareketlilik başlar. Toplantılar yapılır. Sonuçta; bir yayın organı çıkarmadan kimlik mücadelesi verilemeyeceği görüşü ağır basar. Kasım 1993’de “Ogni Dergisi” yayınlanır.

(Ali İhsan Aksamaz, Özgür Gündem Gazetesi, 30 VII 2012)

 

+

 

 

 

Hasan Helimişi Lazdı

 

Hasan Helimişi’nin adını ilk olarak 1994’te, Ogni Dergisi’nin Temmuz- Ağustos 5. sayısında duydum. Halkbilimci Wolfganf Feurstein, Bedia Leba’nın kendisiyle yaptığı söyleşide Hasan Helimişi’nin adını anmıştı. Hasan Helimişi’nin, Lazların ileri gelenlerinden ressam ve şair olduğunu belirtmişti. 1976’da da vefat ettiğini eklemişti. Sovyetler Birliği henüz çözülmüştü. Gürcüstan’da bir kaos vardı. Bağlantılarımız şimdiki gibi değildi. Sovyetler Birliği yıkılınca, Moskova kaynaklı “Lazlar Gürcüdür; Lazca Gürcücedir” resmî ideoloji söylemini Tiflis devralmıştı. Hasan Helimişi’yi kafamızın bir köşesine yazıp geçtik.

Lazolog İsmail A. Bucaklişi, 2000 yılında yayınlanan Mjora Dergisi’nin 1. sayısında bizlere bir sürpriz yaptı ve Hasan Helimişi hakkında ayrıntılı bir makale yazdı: “Romantik Bir Laz Sürgünü: Helimişi Hasani.” Makale, Hasan Helimişi hakkında oldukça doyurucu bilgiye sahipti. Hasan Helimişi’nin diğerleriye beraber bir resmî de yer alıyordu. Hasan Helimişi’nin tabloları hakkında 1979’da Rusça olarak yayınlanmış bir katolog da makaleye eklenmişti. Katoloğu Türkçe’ye Murat Papşu çevirmiş. Mjora Dergisi’nde Hasan Helimişi’nin iki şiiri de yayınlanmıştı: “Mu P’at E Skiri!” (Ne Yapalım Ey Oğul!”) ve “Onçamure” (“Dibek”).

Hasan Helimişi, 1907’de Ortahopa’da doğmuş. Varlıklı bir ailenin çocuğu. Birinci Dünya Savaşı sırasında muhacirlik yaşıyor. Çok genç yaşlarda TKF ile tanışıyor; kadroları arasında yer alıyor. 1932’de Sovyetler Birliği’ne gidiyor. Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği Halk Eğitim Komiserliği tarafından Leningrad’daki Ulusal Azınlıklar Okulu’na gönderiliyor. Dans, müzik, tiyatro gibi dallarda da eğitim alıyor. 1935’de bir tramvay kazası geçiriyor ve sağ bacağını kaybediyor. Eğitimini tamamlayamıyor. Türkiye’ye dönemiyor. Batum’a yerleşiyor. Ancak SBKP’deki tasfiye hareketi Hasan Helimişi’yi de etkiler. 1938’de tutuklanır. Kısa süre sonra serbest bırakılır. Ancak İkinci Dünya Savaşı bitiminde bu kez Sibirya’ya, Tomskir’e çoluk çocuk sürgüne gönderilir. Stalin’in ölümünden dört yıl sonra Batum’a gönderilir.

İsmail A. Bucaklişi’nin makalesinden, Hasan Helimişi’nin Lazca şiirleri olduğunu, Lazca şiirler derlediğini, rubailerinin bulunduğunu, “K’oreas Ar Lazi K’ulani” (“Kore’de bir Laz Kızı”) başlıklı bir romanının bulunduğunu da öğreniyoruz. Makalede şu dipnota da yer veriliyor: “Helimişi’nin Lazca olarak kasete aldığı kendi hayat hikayesinin Türkçe çevirisi için bkz.: Kafkasya Yazıları, Sayı 7, S. 87.” Bu dipnotta yer alan Lazca hayat hikayesini Birol Topaloğlu bana iletmişti. Hasan Helimişi’nin kendi sesinden dinlediklerim beni derinden etkilemişti. Konuşma Lazcaydı. Lazca böyle bir konuşmayla ilk defa karşılaşıyordum. Büyük bir heyacan duymuş ve içim coşkuyla dolmuştu. Hasan Helimişi’nin konuşmasını Lazca kaset kaydından Hasan Uzunhasanoğlu deşifre etmiş. Türkçeye ise, İsmail A. Bucaklişi çevirmiş.

Hasan Helimişi’nin Lazca- Türkçe hayat hikayesi, Lazca şiirleri ve Lazca şiir derlemeleri 2006’da “Mu P’at E Skiri” başlığıyla İsmail A. Bucaklişi tarafından kitaplaştırıldı. Kitabı Chiviyazilari yayınladı. Hasan Helimişi ile ilgili bir diğer önemli çalışmanın Elif Ergezen tarafından yapıldığını belirtmeliyim. Kısa metrajlı bir filmi var: “Şairişi Ğura” (“Şairin Ölümü.”)

1920’li yılların ikinci yarısından itibaren Türkiye’de, 1930’lu yılların ikinci yarısından itibaren Sovyetler Birliği’nde Laz kimliği’nin yok sayılmaya başlanması, Hasan Helimişi gibi insanların varlıklarına ve doğru hayat hikayelerine ulaşmamızı engelliyor. Hasan Helimişi partiliydi. Hapis yattı; Sibirya’ya sürüldü. Sürekli izlendi. Tiflis’te öldü. Cenazesi gizlice Sovyetler Birliği’ndeki Sarpi Köyü’ne getirildi ve toprağa verildi. Lazlara ve Lazcaya yönelik Moskova kaynaklı resmî ideoloji ve tarih tezlerini, Sovyetler Birliği çökünce Tiflis devraldı. Bu sebeple, Sovyetler Birliği’nin Laz kimliğini tanıdığı dönemlere ilişkin bilgi ve belgelere ulaşmada (şimdilik) zorluk çekiliyor. Ancak şunu biliyoruz ki; Lazca Anadil Okulları Direktörü İskender Tzitaşi de Hasan Helimişi de aynı dönemin insanlarıydı ve aynı kadroları oluşturuyorlardı. Zurab Vanilişi, İsmail A. Bucaklişi’ye bu konu hakkında bilgi ve belge vererek oldukça yardımcı olmuştur. Zurab Vanilişi’nin, babasının ölümü göze alarak Türkiye Lazları arasında, “Mç’ita Murutskhi” (“Kızıl Yıldız”) adlı Lazca gazeteyi de dağıtmak dahil, gizlice yürüttüğü faaliyetlere ilişkin anlattıkları ilginçtir.

Hasan Helimişi; Laz dilinin şairidir. Hasan Helimişi, Sovyetler Birliği’nde çok acı çekti. Bütün çektiği acılara rağmen, partisinden umudunu kesmedi; yazdıklarından ve söylediklerinden bu anlaşılıyor. Lazcayı terketmemiş, Lazcanın onun kimliği olduğu bilinciyle mezar taşını bile Lazca yazdırmıştı: “Skidalaşen ma na manç’en kaebzdi/ Ma am dunias em duniaş derdi var bzdi” (“Yaşamımdan bana düşeni aldım/ Bu dünyada öbür dünyanın derdini çekmedim”)

Lazcanın dil olduğunu inkâr edenler, Hasan Helimişi’ye sahip çıkamaz ve Laz kimliğini yaşatamaz.

 

(Ali İhsan Aksamaz, Özgür Gündem Gazetesi, 07 IX 2012)

 

+

 

 

 

 

Aydınlanmada bir öncü: Ogni Dergisi

 

Laz kimliği, Türkiye’de 1920’li yılların ikinci yarısından itibaren, Sovyetler Birliği’nde ise 1930’lu yılların ikinci yarısında itibaren yok sayıldı. Bütün bunlar hem Türkiye’deki hem de Sovyetler Birliği’ndeki günümüz Lazlarının kolektif hafızalarında ciddi travmalara ve unutkanlıklara yol açtı. “Soğuk Savaş” yılları bitene ve Sovyetler Birliği yıkılana kadar Türkiye’deki ve Sovyetler Birliği’ndeki resmî ideoloji ve resmî tarih tezleri işlevlerini “lâyıkıyla”†yerine getirdi. İnkâr ve asimilasyon politikaları Laz kimliğine yönelik olarak da aralıksız çalıştı. Yazılı kaynaklar ve eğitim-öğretim kurumları görevlerini yerine getirdi: Lazlar “Türkiye’de Türk kökenli,” “Gürcüstan’da ise Gürcü kökenli” idi. Lazca “Türkiye’de Türkçe’nin Doğu Karadeniz şivesi”, “Gürcüstan’da ise Gürcüce’nin yirmi kadar önemsiz şivesinden yalnızca bir tanesi” idi. Lazlar, Lazca, Laz kimliği her iki ülkede de inkâr edilmiş, yok sayılarak asimile edilmeye çalışılmıştır. Böyle olunca da, Türkiye’de de, Sovyetler Birliği’nde de Lazlara ve Laz diline ilişkin eserlere ulaşmak imkansızdı. Oysa; bu konuda sayısız Osmanlıca eser, meselâ Şemseddin Sâmî, “Kamusu’l-A’lam” adlı eserinde Lazca, Lazlar ve Lazistan hakkında ayrıntılı bilgi veriyor. Osmanlı’nın, Laz kimliğiyle büyük bir sorunu yoktu. Türkiye’de de 1920’lerin ikinci yarısına kadar Laz kimliği bir tehdit olarak algılanmamıştı. Keza, Sovyetler Birliği Lazlarının, 1930’lu yılların ikinci yarısına kadar Lazca Anadil Mektepleri vardı. Üstelik bu mektepler Lazca anadil sertifikaları bile veriyordu. Lazca gazete, Lazca tiyatroları da vardı.

1990’lı yıllara gelindiğinde hem Türkiye hem de Sovyetler Birliği Lazları kimliklerini büyük ölçüde kaybetmişti. Laz kimliğinin tamamen kaybolup gitmesini içlerine sindiremeyen bir avuç aydın “bir şeyler yapmalı” diyerek kolları sıvar ve Ogni Dergisi’ni yayınlamaya başlar. Bu iş gerçekten de çok zordur. Türkiye’de ve Sovyetler Birliği’nde Laz kimliği’ne, diline, tarihe ve kültürüne ait eserlere ulaşmak neredeyse imkansızdı. Çünkü her iki ülkedeki resmî ideoloji ve resmî tarih tezleri Laz kimliğini yok sayıyordu. Hem Osmanlı Ülkesi’nde hem de Sovyetler Birliği’nde Laz kimliğinin düşman olarak görülmediği yıllardaki yazılı kaynaklara ulaşmak (1990’lı yıllarda) çok zordu. Ayrıca Osmanlıca bilmeyi, Rusça bilmeyi gerektiriyordu. Ancak öncelikle akılda tutulması gereken, Laz kimliğinin özgün bir kimlik olduğunun bilinmesiydi. İşte Ogni Dergisi, bu şartlarda, ama inançlı bir duruşla işbaşı yaptı; hiçbir yere sırtını dayamadı, kendisini kullandırtmadı. Ogni Dergisi’ni çıkaranlar şunu çok iyi biliyordu: “Lazlar vardır, Laz kimliği vardır, Laz kimliği ancak Lazca ile yaşar. Laz kimliğini yok sayan içte, dışta her çeşit resmî ideolojiye karşı mücadele edilmelidir.”

Laz kimliği, Ogni Dergisi ile ortaya çıkmadığı gibi, Laz kimlik mücadelesi de Ogni Dergisi ile başlamadı. Laz kimlik mücadelesi, Laz dilini okullu-kitaplı bir dil haline getirme çabaları, Laz dilini kurumsal hüviyete sahip bir duruma getirme çalışmaları (şimdilik bilindiği kadarıyla) 20. yüzyılın başlarında Hopalı Faik Efendi ile başlamıştır. Yaşadıkları iki ülkede de Lazların, Laz kimliğinin yok sayılması, ne yazık ki Hopalı Faik Efendi hakkında da sağlıklı ve ayrıntlı bilgilere ulaşmamızı (şimdilik) engelliyor.

Ogni Dergisi; Yayın çizgisiyle, Laz kimliğini yok sayan ve asimile etmeye çalışan resmî ideoloji ve tarih tezlerine karşı bir mücadeleyi esas aldı. Lazların bir tarihi, bir dili, bir kültürü olduğuna sürekli olarak vurgu yaptı. Ciddi makalelerle çizgisini destekledi. Sovyetler Birliği’nin ilk yıllarında Laz kimliğine yönelik olumlu yaklaşımları ve o dönemin örneklerini okuyucusuna aktardı. Sovyetler Birliği’ndeki Lazca Anadil Mektepleri önemliydi. Bugün de Lazca Anadil Mektepleri olabilirdi. Ogni Dergisi, bu anlamlı mesajları vermeye çalıştı. Altmışlı, yetmişli yıllarda Türkiye’de Laz dili, tarihi vb. konularda yazanlar, birşeyler yapmaya çalışan Laz Aydınları kuşkusuz vardı. Ancak onların bu çabaları bireysel ve cılız kaldı; kolektif çabalar görülemedi. Ogni Dergisi, hem tutarlı bir çizgiye sahip olması hem de her anlamda kolektif bir çabayla yayınlanması ve dağıtılması sebebiyle, Lazların kimlik mücadelesinde çok önemli bir yere sahiptir. Ogni Dergisi’ni, kimlik mücadelesine inanan “çeşitli yaş ve duruşlardan bir kuşak” yayınlamıştır. Böyle olunca da bu “ilk kuşak” içinde bazı sıkıntılar yaşanmış ve Ogni Dergisi ancak altı sayı yayınlanabilmiştir.

Ogni Dergisi’nin; işleyişine, içeriğine, sürekliliğine ilişkin yöneltilebilecek haklı eleştiriler ve özeleştiriler kuşkusuz vardır. Gel gör ki, sağlam çizgi ve duruşuyla bir sonraki “kuşaklar”a kimlik mücadelesinde önemli bir miras bıraktığına hiç kimsenin kuşku yoktur.

 

(Ali İhsan Aksamaz, Özgür Gündem Gazetesi, 13 IX 2012)

 

+

 

 

Denizin Çocuğu Kazım Koyuncu

 

Kazım Koyuncu, 25 Haziran 2005’te hayata veda ettiği gün ölümsüzleşti. Ardından da bir efsane haline geldi. Onu ölümsüzleştiren ve çok kısa bir sürede de efsane haline getiren taşıdığı kimliği ve verdiği mücadeledir. Yaşarken sergilediği duruş çok önemlidir. Şan, şöhret ve paraya tapmadı.  Kazım Koyuncu’nun mirası yalnızca; sesi, sanatçılığı ve albümleri değil. Onun müzikalitesi konusunda son kararı şüphesiz müzik otoriteleri verebilir. Bizi ilgilendiren ve hep ön plana çıkarmamız gerekense; Kazım Koyuncu’nun duruşu ve mücadelesidir. Kazım Koyuncu’nun mirası budur. Kazım Koyuncu’yu sağken de günümüzde de önemli ve aranır kılan bu mirasıdır.

“Noderi” (“imece”), ilksel komünal üretim, paylaşım ve mülkiyet ilişkilerinin Lazcadaki adıdır. Kazım Koyuncu’nun sergilemeye çalıştığı duruşun temelinde, Laz halkının “noderi” geleneğinin derin izlerinin de olduğu açıkça görülüyor. Kazım Koyuncu, büyürken ve öğrenirken Laz halkının ve diğer halkların dayanışmacı bilge geleneklerinden beslenmiş ve daha sonra da onların hak ve kimlik mücadelesine bilgisi, gücü ve cesareti oranında destek vermeye çalışmıştır.  

Kuşkusuz aile ve akraba ortamında bazı donanımlar edinmişti. Politik bir duruşu da oluşmuştu. Liseyi bitirdi. İstanbul’a gitti. SBF’ne girdi. Orada edindiği ilişkiler, kişisel gelişimine çok olumlu katkılar yaptı; hak mücadelesinin daha da farkına vardı.  Başarılı bir öğrenci olmadığını duymuştum. Okulu sevmemiş. İlgi alanı başkaydı. Müziğe gönül vermişti. Müzikle ilgilenen binlerce gençten yalnızca bir tanesiydi. 1993 sonuna kadar onu yakın çevresi dışında pek kimse de tanımıyordu. 1993 Kasım’ında Ogni Dergisi’nin yayınlanmaya başlamasıyla beraber, Kazım Koyuncu kendi kimliğine ilişkin de donanımlı hale gelmeye başladı. Solisti olduğu Lazca sözlü rock müzik yapan “Zuğaşi Berepe” (Deniz’in Çocukları”) ile beraber yavaş yavaş tanınmaya başladı. Basının Lazca sözlü rock müziğe ilgisi büyüktü. Bu durum “Zuğaşi Berepe”yi, “Zuğaşi Berepe” de Kazım Koyuncu’yu ön plana çıkardı. “Zuğaşi Berepe”nin “Va mişk’unan” (“Bilmiyoruz”) adlı ilk kasetine Ogni Dergisi’nin maddi- manevi desteği önemliydi. “Zuğaşi Berepe”nin dağılmasından sonra, Kazım Koyuncu yoluna tek başına devam etti. Kendisini daha da geliştirdi. Yeni öğrendikleriyle müzikalitesini de nitelikli hale gelmeye başladı.

Kazım Koyuncu, politikacı değildi, ancak doğru politik söylemlerini ve hak mücadelesini hiçbir zaman bırakmadı. Zaten onu ölümsüzleştiren de yalnızca söylediği şarkılar değil, bu söylem ve mücadelesiydi. Ona bu şarkıları söyletenin de o söylem ve mücadelesi olduğunu hatırlamak gerek. Şan, şöhret, para kazanayım da keyfime bakayım, demedi. Tam tersine fedakârca mücadele etti. Lazca şarkılar söyledi. Diğer dillerde şarkılar söyledi. Lazcanın farklı bir dil olduğunu Türkiye’de çoğu kişi ondan öğrendi. Yalnızca Lazca şarkı söylemekle kalmadı; Lazcayı çeşitli platformlarda savundu. Doğayı kirletenlerle mücadele etti. Karadeniz otoyolunun doğaya zarar vereceğinin düşünüyordu. Buna karşı da kavga verdi. Emek mücadelesinde yerini aldı. Ülkemize barışın gelmesi için mesaj vermek amacıyla Diyarbakır’a gitti ve kardeşlik şarkıları söyledi.

Bizim bildiğimiz Kazım Koyuncu, insani değerleri tüketen ve sömüren kapitalist yabancılaşmaya yakın bir yerlerde durmuyordu. “Sistemin şarkıcıları”ndan bir tanesi hiç de değildi. Onun onurlu mirasına sahip çıkabilmek için, bu mücadelenin bilincinde olmak ve Kazım Koyuncuları çoğaltmak gerekiyor.

(Ali İhsan Aksamaz, Özgür Gündem Gazetesi, 26 IX 2012)

 

+

 

 

 

 

Lazca, 21. Yüzyılda da Yaşayacak

 

Mehmet Bekaroğlu’nun “Anadili Günü” sebebiyle İMC TV’ye Lazca olarak yaptığı ve Türkçe altyazıyla da yayınlanan açıklamasını izlemişsinizdir. İzlemeyenleriniz eğer varsa, öneririm; youtube’dan izleyebilirsiniz.

Mehmet Bekâroğlu, önemli bir noktanın altını çiziyor. Lazcanın anneden, babadan, çevreden öğrenildiğini belirtiyor. Ancak hemen ekliyor; okulda da öğrenilmeden Lazcanın tam olarak öğrenilemeyeceğine vurgu yapıyor. Doğru söylüyor. Bizler de Lazcanın kimliğimiz olduğu, kimliğimizin Lazca ile yaşayacağı bilinciyle “Ogni Dergisi”ni yayınlamaya başladığımız Kasım 1993’den bu yana Lazcanın mücadelesini, Lazcayı yaşamanın ve yaşatmanının mücadelesini veriyoruz. Lazca olmadan, kendimizi geleceğe taşıyamayız. Bunu biliyoruz. Lazcayı sahiplenmeliyiz, yaşamalıyız, geliştirmeliyiz ve böylelikle kurumsal olarak da geleceğe taşımalıyız.

Türkiye’de “Ogni Dergisi”yle başlayan milad ile ve özellikle de son yıllarda Lazca bir çok eser kültür hayatımıza kazandırıldı. Günümüzde Lazca denilince akla hemen “Lazika Yayın Kollektifi” geliyor; Lazca eserler buradan yayınlanıyor. “Lazika Yayın Kollektifi”, önümüzdeki günlerde de birçok eseri okuyucusuyla buluşturmak için hummalı bir çalışma yürütüyor. Kuşkusuz diğer yayınevleri de Lazca eserleri yayınlama konusunda diğerleriyle yarışıyor. Bu durum, Lazca açısından oldukça önemli ve güzel bir gelişme. Demek ki Lazca sahipsiz değil. Laz kimliği, kendisini geleceğe taşıyacak.

            Lazca eserlerin yayınlanması, Laz kimliğinin geleceğe taşınacağının müjdesini daha bugünden bizlere veriyor.  Laz aydınlarının samimiyetlerinin derecesi de bu Lazca eserlerle ölçülüyor. Lazca yazmak ve Lazca yayınlamak ve bunlara açıkça destek olmak Laz aydınlarının samimiyetlerini gösteriyor.

 Lazca seslendirmeli çizgi filmler, Lazca kısa metrajlı filmler, “Lazca radyo tiyatroları”, Lazca skeçler, Lazca belgeseller… Bütün bunlar yayınlandıkça ve sayıları arttıkça Lazcanın bir dil olduğu ve üstelik artık gözardı edilemeyeceği dost ve düşman herkes tarafından iyice anlaşılacak. Böyle olunca da Lazcayı samimi olarak sahiplenenlerin ortak duruşu daha da nitelikli bir anlam kazanacak. Birlikte yeni Lazca eserler üretecekler ve kısa sürede önemli bir külliyat oluşturabileceklerdir. İşte o zaman devlet dairelerinden Lazca yayın ve Lazca öğretim vb. konusundaki talepleri ciddiye alınabilecektir. 

            Hatırlarsınız; “Lazcayı Sahiplenme Mücadelesi” başlıklı makalede sitayişle değinmiştim. Müzisyen İlhan Baykan ve Murat Güven’in Türk Sanat Müziğinden çeşitli şarkıları Lazcaya adapte etmeleri ve Ramazan Kosanoğlu’nun da bir “Lazuri Navigasyon”  (“Lazca Navigasyon”) hazırlaması Laz aydınlarının Lazcaya ne kadar önem verip  sahip çıktıklarının bir başka göstergesi. Bu Lazca çalışmalara da youtube’dan kolayca ulaşılabiliyor.

İnternet üzerinden ulabileceğimiz bir diğer Lazca çalışma ise, İsmail Avcı Bucaklişi tarafından yürütülüyor: www.lazcaacikogretim.com. İsmail Avcı Bucaklişi, bu siteden Lazcanın nasıl öğretilebileceği konusunda mütevazi bir çalışma yürütüyor. Lazca konusunda bu yaptıklarını ve samimiyetini takdirle karşılamamak mümkün değil. Tek başına ve sahip olduğu kıt kaynak ve imkânlarla üretiyor ve bizlerle paylaşıyor. Aslında bu yaptıkları gizli bir mesaj da taşıyor: Bir elin nesi var; iki elin sesi var. Gelin birlikte kafa yoralım. Birlikte üretelim.

            Boğaziçi Üniversitesi’nde Lazca dersler de veren İsmail Avcı Bucaklişi, bu derslere ilişkin Lazca diyaloglar içeren klipler hazırlıyor. Bu klipleri internet ortamında bizlerle paylaşıyor. Mjoranda Seher Güney ve Mehmet Alper adlı sevimli gençlerin rol aldığı bu Lazca diyalog kliplerini büyük bir beğeni ve gözlerim buğulanarak izlediğimi sizlerle paylaşmalıyım. Lazca öğretilecekse, bu oldukça güzel bir yöntem. Lazca metin diyaloglarını hazırlayan ve çekimleri yapan İsmail Avcı Bucaklişi ve Mjoranda Seher Güney ile Mehmet Alper’in çalışmalarının önemli bir açığı doldurduğuna kuşku yok. Bir dil okulda nasıl öğretilir, nasıl öğrenilir?  İsmail Avcı Bucaklişi’nin bu çalışmaları önemli bir kilometre taşı oluşturuyor. Lazca Açıköğretim Sitesi’nin emekçileri de buradan selâmlıyorum.

 

(Ali İhsan Aksamaz, Özgür Gündem Gazetesi, 30 XI 2012)

 

+

 

 

 

Lazcayı sahiplenme Mücadelesi

 

Lazca, Ural- Altay veya Hint-Avrupa dil gruplarından bir dil değil. Megrelce ile birlikte “Güney Batı Kafkasya Dil Ailesi”nden. Sovyetler Birliği’nin ilk yıllarında, yönetim Lazca’ya kısa bir süre sahip çıktı; Lazca anadil okulları bulunuyordu. Lazca’nın Türkiye’deki durumu ise kötüydü. Egemenlerin 1920’li yılların ikinci yarısından itibarenki politikaları sonucu, diğer anadillerinin bugünkü durumu ne ise, Lazca’nın da durumu odur.

1993 Kasım’ında “Ogni Dergisi”nin yayınlanmasıyla birlikte, Türkiye’de 1920’li yılların ikinci yarısından itibaren hayatın hemen hemen her alanında uygulanan inkâr-imha- asimilasyon politikalarından payına düşeni alan Lazca’nın makûs talihini yenmek için önemli adımlar atılmaya başlandı. Laz aydınları, asimilasyon politikalarına “dur” demeye başladı. Bu sahip çıkışta, Laz aydınlarının hiçbir kurumsal destekleri ve kaynakları yoktu. Çok da örgütlü değildiler. Üstelik Lazların Kafkasya’da özerk bir cumhuriyetleri veya özerk bir bölgeleri yoktu; “Kültürel Haklar”a da sahip değildiler. SB’de yaklaşık 1925’in ikinci yarısından 1930’ların sonuna kadar “Kültürel Haklar”a sahip oldukları dönemde, Lazca anadil okullarında okutulan çoğu ders kitabına bile Türkiyeli Laz aydınları ancak 2012’de ulaşabildi.

1993’de, Laz aydınları; hiçbir destek görmeden ancak kendi fedakârlıklarıyla uzun bir yürüyüşe başladılar. Bu zaman dilimi içinde Lazca-Türkçe/ Türkçe- Lazca sözlükler hazırladılar ve yayınladılar. Lazca yemek kitabını, Lazca deneme kitabını, Lazca ilk romanı yayınladılar. Lazca şiir kitapları, masal kitapları da yayınladılar. Kültür ve tarihlerine ait konularda yine Lazca ağırlıklı kitaplar da çıktı. Dünya edebiyatının önemli çocuk klâsiklerinden “Küçük Prens”i Lazca’ya çevirdiler ve yayınladılar. Lazca makaleler yazarak internet sitelerinde okuyucuyla buluşturdular. Kitap fuarına kendi adları ve bu kitaplarıyla katıldılar. Boğaziçi Üniversitesi’nde Lazca dersler vermeye başladılar. Çeşitli kuruluş, dernek ve vakıflarda da Lazca dersler veriyorlar. Lazca şarkı söyleyen yerli ve yabancı sanatçı sayısı oldukça arttı. Onlarca Lazca kitap ve CD de yayınlanmayı bekliyor.

Türkiye ve Gürcistan’daki resmî ideoloji ve resmî tarih tezleri ve şizofren yaklaşımlı diğer tezler Lazcayı hep küçümsedi. Lazca’nın düşmanları yıllarca, Lazca’nın dil olmadığını, Lazca’nın alfabesi, yazısı ve edebiyatının olmadığı propagandasını yaptılar. Lazca’nın lehçeleri/ diyalektleri olduğu söylemlerini çok abartılı bir şekilde yaydılar. Kimi dönemlerde Lazca’nın konuşulmasını bile yasakladılar. Lazca yazılması ve yayınlamasını engellediler. Lazca’ya son nefesini verdirmek istediler. Böylece de Lazca’yı bugünkü haline getirmiş oldular ancak tamamen yok edemediler. Kimileri de kara propagandalardan etkilenerek ve cahilce ana-babaların çocuklarına Lazca’yı öğretmediklerini iddia ederek, Lazca’nın bugünkü durumundan ana-babaları suçlamaya kalkıştı. Bu kolaycı ve tehlikesizce bir suçlu bulma yoluydu. Oysa; sorumlu resmî ideoloji ve resmî tarih tezleriydi. Resmî ideoloji ve resmî tarih tezlerinin günahlarını açığa vurmak, onlarla hesaplaşmak ve mücadele etmek cesaret istiyordu. Lazca’nın bugünkü durumundan sorumlu olan gelmiş-geçmiş siyasî iktidarlardır; onların temsilcisi oldukları kapitalizm ve iş birliği içinde olduğu emperyalizmdir.

Emperyalizmi, kapitalizmi ve onların işbirlikçiliğini yapmış olan egemenlerin Lazca’ya da karşı uyguladıkları asimilasyoncu politikalarını ve oluşturduğu büyük korkuyu görmemezlikten gelerek, bunun yerine anne-babaları suçlamak dürüstçe bir tavır değildir. Hem eğer anne-babalar çocuklarına öğretmeseydi, bugün konuşanlar Lazca’yı nereden öğrendiler! Laz aydınları günümüzde Lazca konusundaki bütün gerçekleri biliyor. Üstelik arşivler de asla yalan söylemiyor.

Laz aydınlarının kimlik ve anadilleri için verdikleri mücadele kuşkusuz yine yeni meyvelerini de verecektir. Böylece de Lazca Türkiye’de Türkçe ile beraber; Gürcistan’da Gürcüce ile birlikte, Rusya Federasyonu’nda da Rusça ile birlikte yaşayacaktır. İlhan Baykan ile Murat Güven birer müzisyen ve Türk Sanat Müziği’nden çeşitli şarkıları Lazca’ya adapte de ediyor ve Karadeniz TV’de hem çalıp hem söylüyorlar. Büyük bir ilgi ve beğeniyle izleniyorlar.  Ramazan Kosanoğlu ise, geçtiğimiz günlerde bir “Lazuri Navigasyon” (“Lazca Navigasyon”) hazırladı ve internet ortamında paylaştı. Bütün bunlar Lazca’nın sahipsiz olmadığı gösteriyor. Laz aydınları, yazarak-çizerek ve okuyarak böyle sahip çıktıkça Lazca gelişecek ve standart bir dil olma yoluna girecektir; ölmeyecek ve geleceğe taşınacaktır. Sözü “Lazuri Navigasyon” a bırakıyorum: “Maz’gvak’ale goytit: sağdan dönün; Namoxtaten svaşen: geleceğiniz yerden; Goyktaten: Döneceksiniz; Nagamilen svaşa kogamaxtit: Çıkıştan ayrılınız; Gza nipşu: yol tıkandı; Oşkenda svaşa komoxtit: ortaya vardınız.”

 

(Ali İhsan Aksamaz, Özgür Gündem Gazetesi, 03 XII 2012)

 

+

 

 

 

 

Lazca yaşamalıdır

 

Lazca, Doğu Karadeniz ve Güneybatı Kafkasya’nın yerli halkı olan Lazların anadilidir. Yerli bir anadil olarak; toplu olarak yaşadıkları Rize’nin Pazar (Atina), Ardeşen (Art’aşeni), Çamlıhemşin (Vija), Fındıklı (Vitze), Artvin’in Arhavi (Arkabi) ve Hopa (Khopa), Borçka ilçelerinde; Gürcistan / Acaristan’ın Batumi kenti civarında konuşulur. Lazlar, savaşlar nedeniyle tarihsel yörelerinden göç etmek zorunda da kaldılar. Yine toplu olarak, Türkiye’nin Batı kesimlerindeki yerleşim birimlerinde de yaşarlar. Bu sebeple Lazca aynı zamanda da bir muhacir dilidir de.  Bu sebeple Lazca, Doksan Üç Harbi’nden (1877- 1878) sonra Osmanlı yönetimi dışında kalan ve savaştan etkilenen diğer bölgelerden göç ederek Akçakoca, Karamürsel, Sapanca, Yalova vb. muhacir köylerinde topluca ve dağınık olarak yaşayanlar arasında konuşulmaktadır. Lazca yalnızca Türkiye’de Batı kesimlerinde değil, aynı zamanda da Abkhazya’da da bir muhacir dilidir. Lazlar için gurbet İstanbul’dan çok önce “Rusya” idi. Para kazanmak için, Osmanlı Lazistanı’ndan Moskova’ya, Soçi’ye, Tiflis’e, Gagra’ya, Gudauta’ya, Sokhumi’ya, Oçamçire’ye, Anakliya’ya ve onun gibi şehirlere gidiyordular. Çoğunlukla da şimdiki Abhkazya’ya gidiyordular. İşte bu sebeple de, “Sovyet Devrimi”nin ilk yıllarında Abkhazya’da da önemli ve topluca yaşayan Laz muhacir yerleşimleri oluşmuştu.

Lazca’nın alfabesi ve gramerinin oluşturulması çaba ve mücadelesi, günümüzden yüz elli yıl kadar önce başladı. Bu konuda dilbilimci Nikolay Marr bilgi verir. Osman Tamtruli de bu konuda yazar. İskender Tzitaşi de Sovyet Ansiklopesi’nde bu konuyu aktarır. Lazca’nın yazılı bir dil haline getirilmesi mücadelesinde bayraklaşan isim Hopalı Faik Efendi’dir. Sultan 2. Abdulhamit döneminde takibata uğrarlar; sürgüne gönderilirler. Osmanlı Lazistan’ında Laz kimliğini yaşatmaya yönelik çabalar kesintiye uğrar. Sovyet yönetimi, ülkede yaşayan küçük halkları da hatırlar. Lazlar da bu halklar arasındadır.  Sovyet Lazları Halk önderi partili İskender Tzitaşi, 1920’li yılların ikinci yarısından başlamak üzere Lazların kimlik mücadelesinde bayraklaşır. Laz Alfabesi (“Lazuri Alboni”) oluşturulur. 1929’da Lazca ilk gazete yayınlanır. Alfabe geliştirilir.  Lazca Tiyatro eserleri sergilenir. En önemlisi de Laz anadilleri okuları açılır. Lazca ders kitapları hazırlanır: “Çkuni Ç’ara- Albonişi Supara (1932)” (“Yazımız- Alfabe Kitabı”), “Oxesapuşi Supara (1933)” “Alboni (1935)”, (“Matematik Kitabı”), “Okitxuşeni Supara (1937)” (Okuma Kitabı”). Lazların Sovyetler Birliği’ndeki “Kültürel Hakları” 1940’lara varmadan iptal edildi. Laz Halk Önderi İskender Tzitaşi, “halk düşmanı” ilan edildi, “yargılandı” ve idam edildi.

Türkiye Lazlarının kimliği ise, hiçbir zaman tanınmadı. Lazca yerleşim birimlerinin adları değiştirildi. Lazcanın yazılması şöyle dursun, konuşulması bile bazı dönemlerde engellenmeye çalışıldı. Sovyetler Birliği’nin çöküş sürecine girmesi ve çözülmesiyle birlikte Türkiye’deki Laz aydınları arasında da bir hareketlilik başladı. 1993 Kasım’ında “Ogni Dergisi”yle başladı bu entelektüel süreç. Başta Hopalı Faik Efendi’den, İskender Tzitaşi’den ve onların başlattıkları mücadele ve eserlerinden haberleri yoktu. Tekrar ateşi ve tekerleği keşfetmeye çalıştılar; bilindik hataları kişisel sürtüşme ve saflaşmaları yaşadılar. Bu sebeple de 2004’teki TRT’nin anadil yayınlarında da geçen yıl uygulanacağı duyurulan anadil dersleri müfredat hazırlama çabalarında da sınıfta kaldılar.

Laz aydınları, yüz elli yıllık kimlik mücadelesiyle irtibatlarını henüz sağlayamamış ve bu dönemi bilgi, belge ve önderleriyle ortaya çıkarıp sahiplenememiş olsalar bile, el yordamıyla ve bireysel çabalarla kimlik ve mücadelesine devam ediyorlar. Bu alanda son yıllarda Türkçe ve Lazca eserler ortaya koydular. Lazika Yayın Kolektifi, Laz Kültür Derneği, Sorun Yayınları ve Çiviyazıları’nın yayınları ilk akla gelebilenlerdir. Laz aydınları Lazca’ya önem veriyorlar. Lazcanın kimliklerinin en önemli unsuru olduğunu biliyorlar. Bu anlamda Ankara’da, İstanbul’da, Kocaeli’nde Lazca dil kursları çalışmaları yürütüyorlar. Ancak bütün bu çabalar, iyi niyetli de olsa yetersiz görünüyor. Gerek Lazların yaşadıkları ve yerlisi oldukları yerlerdeki ilkokullarda ve gerekse de Toplu olarak yaşadıkları Batı bölgelerindeki ilkokullarda Lazca anadil dersleri not ağırlıklı olarak okutulmalıdır. Bütün bunları devlet yapmalıdır. Çünkü Lazcanın bugünkü durumundan devlet tarafından uygulanan asimilasyon politikaları sorumludur. Yine aynı şekilde Lazların toplu olarak yaşadıkları Acaristan ve Abhazya’daki yerleşim birimlerinde de benzer iyileştirici düzenlemeler yapılmalıdır.

Laz kimliği ve Lazca, geçmişte uluslararası dengelere kurban edilmiştir. Bu dengeler ortadan kalktığına göre, artık bürokratik anlamda da değişikliklerin zamanı gelmiştir. Lazca yaşamalıdır.

 

(Ali İhsan Aksamaz, Özgür Gündem Gazetesi, 21.02.2013)

 

 

aksamaz@gmail.com

 

https://sonhaber.ch/lazlara-gulmenin-dayanilmaz-hafifligi/

https://www.circassiancenter.com/tr/laz-kulturune-iliskin-makaleler-ozgur-gundem-gazetesi-arsiv/