30 Temmuz 2020 Perşembe

‘Allah’ın izniyle…’

 

 

 

‘Allah’ın izniyle…’

  


 

Cumhuriyet Halk Partisi’nin 37. Olağan Kurultayı, 25- 26 Temmuz’da Ankara Bilkent Odeon Gösteri ve Kültür Merkezi’nde gerçekleştirildi. Parti genel başkanlığı için tek aday Kemal Kılıçdaroğlu’ydu. İlhan Cihaner, Aytuğ Atıcı ve Tolga Yarman da, daha önce Kemal Kılıçdaroğlu karşısında genel başkanlık için aday olacaklarını açıklamışlardı. Ancak genel başkanlığa aday gösterilmek için kurultay delegelerinden gerekli sayıdaki ‘imzayı toplayamadılar’. Dolayısıyla da aday olamadılar.

Yapılan genel başkanlık seçiminde, kayıtlı 1.356 delegeden 1.318’i oy kullandı. Kullanılan bu oylardan 67’sinin geçersiz sayıldığı açıklandı. Kemal Kılıçdaroğlu, delegelerden 1251’inin oyunu alarak tekrar CHP Genel Başkanı seçildi.

İki gün süren kurultay sonucunda, CHP’yi önümüzdeki genel seçimlere taşıyacak ‘yeni kurmay heyeti’ böylelikle belirlenmiş oldu. Aslında ‘tek adaylı’ CHP il kongreleri, bir bakıma, 37. Olağan Kurultay’ın bu şekilde sonuçlanacağının sinyallerini açık seçik vermişti. Kemal Kılıçdaroğlu’nun, tek adaylı kurultayda seçileceği belliydi. Kendisi, ‘yeni dönemde’ yapılacak ‘her yeni girişimde ’ CHP’nin ‘meşrû kurulları tarafından’  tam yetkili ‘kılındı’.

Muharrem İnce, daha önceki açıklamalarında, ‘tek adaylı’ il seçimlerinden çok adaylı kurultay çıkmayacağını öngörmüş ve bu durumu haklı olarak ‘demokrasicilik oyunu’ olarak nitelemişti. Muharrem İnce, iç işleyiş olarak Ak Parti’ye benzemeye çalışan CHP'den millete hayır gelmeyeceğini de vurgulamıştı.

5 Eylül 2014'teki CHP 18. Olağanüstü Kurultayı'nda Kemal Kılıçdaroğlu 740, Muharrem İnce ise, 415 oy almıştı.  3- 4 Şubat 2018 tarihlerinde yapılan CHP 36. Olağan Kurultayı'nda Kemal Kılıçdaroğlu 790,  Muharrem İnce ise, 447 oy almıştı.

Muharrem İnce, 37. Kurultay’da aday olmadığı gibi, sessizliğini korudu ve kurultay salonunun bir köşesinde kurultay programını izlemekle yetindi.

Aslında CHP’nin 37. Olağan Kurultayı’nın Mart ayında yapılması plânlanıyordu. Ancak koronavirüs tedbirleri sebebiyle, kurultayın 25- 26 Temmuz 2020 tarihlerinde yapılması kararlaştırıldı.

Önder Sav, 37. Kurultay’ın koronavirüs şartlarında yapılmasının ciddî sağlık sorunlarına yol açabileceğine dikkat çekerek bir erteleme önermişti. Önder Sav’ın, 37. Kurultay’ın ertelenmesi önerisinin arkasında yatan gerçek sebebin koronavirüs mü, yoksa Kemal Kılıçdaroğlu’nun ‘yeni ittifak’ arayışlarını akamete uğratmaya yönelik mi olduğunu zaman içindeki ‘gelişmeler’ gösterecek.

Şahin Mengü de,  Önder Sav gibi koronavirüs şartlarında 37. Kurultay’ın yapılmasına karşı çıkan CHP’lilerdendi.  Hatta kurultayın ertelenmesi için Ankara Asliye Hukuk Mahkemesi’ne bir erteleme başvurusu da yapmıştı. Ancak Mahkeme, bu erteleme talebini kabul etmedi.

Aslında öncelikle üzerinde durulması gereken en önemli mesele CHP’nin tüzüğü. Bir ildeki milletvekili adaylarının tespitinde de, il ve ilçe belediye başkanı adaylarının belirlenmesinde de, o il ve ilçedeki CHP üyelerinin  ‘tam’ söz ve karar sahibi olması gerekir.

Türkiye’ye demokrasiyi getirme iddiasındaki CHP’nin öncelikle kendi içinde demokrasiyi ‘gerektiği gibi’ sağlaması ve kökleştirmesi beklenir. Muharrem İnce, parti içindeki bu demokratik işleyişin ‘tam olarak’ gerçekleşmesini sağlayacak tüzük değişikliğini birçok kez çeşitli zeminlerde dile getirmiş ve CHP’nin demokratik bir tüzükle yoluna devam etmesi gerektiğini canhıraş bir şekilde savunmuştu. Ancak  ‘çeşitli sebeplerden’ dolayı bu konuda başarılı olamamıştı.

CHP tüzüğünün beklentilere cevap verecek ölçüde demokratik olmaması, parti tabanı ile o anki genel merkez yönetimi, il ve ilçe yönetimleri arasında anti-demokratik ilişkiler yumağının oluşmasına sebep olduğuna kuşku yok. CHP’nin her seviyedeki yöneticilerinin seçiminde de, milletvekili adaylarının ve belediye başkanı adaylarının seçiminde de, partinin bütün politikalarının tespitinde ve uygulanmasında da partili bütün üyelerin söz ve karar sahibi olması sağlanamadığı için CHP bugüne kadar kendi içinde özlenen demokratik yapıya tam olarak bir türlü sahip olamadı.

1980 Askerî Darbesi’ne kadar, en azından CHP’nin kurultayları ve TBMM grupları, şimdiki CHP’nin kurultay ve Meclis gruplarından daha demokratik bir işleyişe sahiptiler.

Askerî Yönetim tarafından kapatıldığı için, CHP,12 Eylül 1980’den 9 Eylül 1992’ye kadar ülkenin siyasî hayatında yer alamamıştı. ‘Yeni dönemde’ çıkan 3821 sayılı yasayla CHP, 9 Eylül 1992’de tekrar  siyasî faaliyetlere başlama imkânına kavuşmuş oldu. CHP’nin aynı tarihteki 25. Olağan Kurultayı’nda genel başkanlık için iki isim yarışmıştı: Erol Tuncer ve Deniz Baykal.

25. CHP Kurultayı’nda Deniz Baykal değil de, Erol Tuncer Genel Başkan seçilebilmiş olsaydı, CHP’nin de, Türkiye’nin de kaderleri muhtemelen çok daha farklı bir çizgide gelişecekti.

Deniz Baykal’ın ‘Genel Başkanlığı’yla birlikte CHP’de Kurultay ve Meclis gruplarının işlevsizleştirilmesi ve parti içi kısmî demokrasinin de ortadan kaldırılması süreci başlamış oldu. Böylelikle Deniz Baykal, CHP’de bir ‘tek adam yönetimi’ oluşturmanın yolunu açmış oldu. Kemal Kılıçdaroğlu da, Deniz Baykal’ın ‘bu demokrasi mirasıyla’ CHP’nin genel başkanlık koltuğuna oturdu ve  ‘bu mirasla’ CHP’yi on yıl boyunca ‘yönetti’.

Muharrem İnce’nin, CHP içindeki demokratik işleyişi daha işlevsel kılmak için yeni bir tüzük oluşturulması talep ve çabaları bilinen süreçte ‘akamete uğradı’. 37. Kurultay sürecinde Muharrem İnce’nin sessizliğini koruması oldukça dikkat çekiciydi. Bu kurultay sürecinde dikkat çeken bir diğer nokta da Ekrem İmamoğlu’nun söyledikleriydi.  Ekrem İmamoğlu, Genel Başkan Kemal Kılıçdaroğlu ile ilgili zerre kadar sorgulayacağı bir şey olmadığını söyledi ve sadece etrafını iyi bir yönetimle toparlamaları gerektiğini vurguladı. Daha önce Muharrem İnce de Genel Merkez’deki bir ‘çete’den söz etmişti.

CHP’nin 37. Olağan Kurultayı, 25- 26 Temmuz 2020’de işte bu tarihsel arka plânla gerçekleşti.

Halk TV ve TELE1, CHP’nin 37. Olağan Kurultay’ını naklen verdi. Kemal Kılıçdaroğlu, İlhan Cihaner, Aytuğ Atıcı ve Tolga Yarman’ın kurultay konuşmalarını hem Halk TV’deki canlı yayında hem de daha sonra youtube’de izledim. Bu kurultaya ilişkin basında yazılanları okudum.  Yine bu kurultaya ilişkin çeşitli TV programlarında konuşulanları da imkânlarım ölçüsünde dinledim.

Şimdi de, CHP’nin 37. Kurultayı’nda yaşananları ve Kemal Kılıçdaroğlu, İlhan Cihaner, Aytuğ Atıcı ve Tolga Yarman’ın açıklamalarını kısaca değerlendirmek istiyorum.

İlhan Cihaner’in, kurultayda konuşmaya başlamasıyla birlikte Kemal Kılıçdaroğlu ve diğer parti yöneticileri salonu terk etti. Arkasından delegeler. Bu durum bile tek başına CHP’deki şu anki parti içi demokrasiyi göstermesi bakımından oldukça manidar. İlhan Cihaner, bu davranışı haklı olarak ciddiyetsizlik olarak niteledi.

Kemal Kılıçdaroğlu’nun il kongrelerinde ‘tek aday ve blok liste’ dayattığını söyleyen İlhan Cihaner,  CHP İstanbul, Ankara ve İzmir kongrelerindeki bu dayatmalardan utanıp utanmadığını sordu.

İlhan Cihaner, bu kurultayda genel başkan adaylığı için delegelerden 100’den fazla imza topladığını ancak Kemal Kılıçdaroğlu ile ‘uyumlu’ kimi belediye başkanı ve parti yöneticilerinin, kendisinin adaylığı için imza veren delegeleri ‘işle ve aşla’ tehdit ederek imzalarını çektirdiklerini iddia etti. Bu konuda delillerinin bulunduğunu da ekledi. Ancak İlhan Cihaner’in bu iddiaları Kemal Kılıçdaroğlu tarafından (şimdiye kadar) cevapsız bırakıldı.

İlhan Cihaner, Kemal Kılıçdaroğlu’nun zamanında Ekmelettin İhsanoğlu’nu cumhurbaşkanı adayı gösterdiğini, savaş teskerelerine evet dediğini, milletvekili dokunulmazlıklarının kaldırılmasını desteklediğini söyleyerek eleştirdi ve kendisine sordu:

 

Ekonomiyi iflas ettiren Ali Babacan'la mı ekonomiyi kurtaracaksınız?’ 

 

İlhan Cihaner’in bu ciddî iddia, eleştiri ve sorusu da (şimdiye kadar)  cevapsız kaldı.

Aytuğ Atıcı, kendisi konuşurken Kemal Kılıçdaroğlu’nun kurultay salonunda bulunmamasını eleştirdi. Aytuğ Atıcı konuşurken de salonda çok az sayıda delege bulunuyordu. Aytuğ Atıcı; 76 ili gezdiğini, CHP’lilerle tek tek konuştuğunu, seçmenlerinin iktidar için her yolu mübah saymadığını ve seçmenlerinin ‘ey CHP, başkası olma, kendin ol, böyle çok daha güzelsin’ diye telkinlerde bulunduğunu söyledi.

Aytuğ Atıcı’nın bu söyledikleri ve önemli değerlendirmeleri de cevapsız kaldı.

Tolga Yarman, ‘CHP Yönetimi’nin baskı altında olduğunu,  CHP olarak dışarıdan baskı altında olduklarını söyledi. Tolga Yarman, Kemal Kılıçdaroğlu’nun, konuşmasında doğruları söylediğini ama bütün doğruları söylemediğine dikkat çekti ve ‘sadece doğruları da söylemedi,’ dedi.

Tolga Yarman’ın, ciddî iddiaları da (şimdiye kadar) cevapsız kaldı.

 

Kemal Kılıçdaroğlu’nun, daha önce İYİ Parti’nin seçimlere katılabilmesi için gösterdiği ‘demokratik tavır’ hatırlarda.  Bu ‘demokratik tavrı’;  İlhan Cihaner, Aytuğ Atıcı ve Tolga Yarman için de gösterebilirdi. Bu kurultayda, onların da aday olabilmeleri için gerekli imzaların toplanması konusunda inisiyatif alabilirdi. Ancak Kemal Kılıçdaroğlu’nun, böylesi bir ‘demokratik tavırdan’ özenle kaçındığı anlaşılıyor.

Sonuçta Kemal Kılıçdaroğlu, neredeyse bütün delegelerin oylarıyla 37. Kurultay’da CHP’ye 6. defa Genel Başkan seçilmiş oldu. Kemal Kılıçdaroğlu; Mustafa Kemal Atatürk, İsmet İnönü, Bülent Ecevit ve Deniz Baykal’dan sonra CHP’nin 5. Genel Başkanı oldu.

Kemal Kılıçdaroğlu, kurultay konuşmasında Türkiye’nin sorunlarını beş ana başlık altında sıraladı: ‘demokrasi’, ‘ ekonomi’, ‘dış politika’,’ toplumsal barış’ ve ‘eğitim’. Bu sorunların çözümü için de on üç öneri sundu. Bütün vatandaşları kucakladıklarını ve hepsinin sorunlarına çözüm üreteceklerini açıkça ilân etti.  37. Kurultay’ın,  2023'te ‘Cumhuriyet’i ‘Demokrasi’yle taçlandırmalarını sağlayacak bir kurultay olduğunu söyledi. Onbinlerin, yüzbinlerin, milyonların gözü ve yüreğinin bu kurultayda olduğunu, bütün vatandaşların da, Ortadoğu'dan Afrika'ya, Avrupa'dan Rusya'ya tüm dünyanın da gözünün bu kurultay üzerinde olduğunu savundu.  Bu kurultay sayesinde, Türkiye’yi yaşadığı sosyal ve ekonomik krizden nasıl çıkaracaklarını bütün dünyaya anlatacaklarını söyledi. Kemal Kılıçdaroğlu, Türkiye’yi bu krizden çekip çıkartacaklarını da duyurdu.

Kemal Kılıçdaroğlu, 31 Mart 2019 Yerel Seçimleri’nde duvarın arkasına geçtiklerini, şimdi de o duvarı dostlarıyla birlikte ve Milletin ferasetiyle parça parça yıkacaklarını söyledi. Yasama, yargı ve medyanın bir kişinin vesayeti altında olduğunu, demokrasinin sadece kâğıt üzerindeki bir sözcük haline geldiğini, Saray ne diyorsa Yargı’nın onu yaptığını, Egemen Güçler ne diyorsa, Saray’ın aynısını yaptığını ifade etti.

Kemal Kılıçdaroğlu, önümüzdeki seçimlerde ‘dostlar’ıyla birlikte iktidar olacaklarını, Firavunların iktidarını yıkıp, halkın iktidarını kuracaklarını,  her Firavun'un bir Musa'sının, her Nemrut'un da bir İbrahim'i olduğunu da söyledi. Yeni bir siyaset anlayışını Türkiye Cumhuriyeti'ne getireceklerini vurguladı. İlk hedeflerinin de yeni bir anayasa ile güçlendirmiş demokratik parlamenter sisteme geçmek olduğunu söyledi. İfade, örgütlenme ve basın özgürlüğünü koşulsuz güvence altına alacaklarını ve medya özgürlüğünü de evrensel ölçülerde güvence altına alacaklarını ifade etti.

Toplumsal barış ve huzuru sağlayacaklarını, başta Kürt sorunu olmak üzere, tüm sorunları demokratik zeminlerde ve Meclis çatısı altında çözeceklerini söyleyen  Kemal Kılıçdaroğlu,  Kürt sorununu egemen güçlerin bir manivela olarak kullanmalarına asla izin vermeyeceklerini duyurdu. Kadınlara yönelik şiddetin önlenmesini öncelikli bir devlet politikası haline getireceklerine, toplumsal barışın Türkiye’de kalıcı hale getirilmesi için de bütün terör örgütleri ve suç örgütleriyle mücadeleyi tavizsiz bir şekilde sürdüreceklerine dikkat çekti.

Kemal Kılıçdaroğlu,12 Eylül 1980 Askerî Darbesi’nin eseri olan seçim barajının ve YÖK’ün kaldırılacağını ve Milletin vekilini, siyasî parti genel başkanlarının değil, milletin kendisinin seçeceğini de söyledi.

Kemal Kılıçdaroğlu, belirli alanlarda ‘kamulaştırmalar’ uygulayacaklarını, bir ‘stratejik plânlama teşkilâtı’ kurulacaklarını ve böylelikle de üretim ve hakça paylaşımın yolunu açacaklarını söyledi. Tarımın stratejik sektör olarak görüleceğini ve vatandaşın karnının kendi ürünlerimizle doyurulacağını vurguladı.  Kadına şiddeti önleyeceklerini ve seçimlerde ‘kadın kotası’ uygulamasını adaletli bir şekilde uygulayacaklarını da söyledi.

Kemal Kılıçdaroğlu, önümüzdeki seçimi kazanmaları halinde bu benzeri uygulamaları Millet yararına gerçekleştireceklerini söyledi.

Kemal Kılıçdaroğlu, kurultaydaki konuşmasında, iktidar olduklarında ‘Milletin vekilini, siyasî parti genel başkanlarının değil, Milletin kendisinin seçeceğini’ söylemesine rağmen,  bugüne kadar kendisinin neden CHP milletvekili adaylarının ve il ve ilçe belediye başkan adaylarının belirlenmesinde vaat ettiği o demokratik yöntemleri şimdiye uygulamadığına hiç değinmedi.  Oysa bütün bunlar, Muharrem İnce’nin tüzük değişiklikleri tekliflerinde dile getirdiği konulardandır. İlhan Cihaner, Aytuğ Atıcı ve Tolga Yarman’ın bu kurultayda aday olmalarının yolunu neden açmadığına da zımnen de olsa hiç değinmedi.

Kemal Kılıçdaroğlu’nun, 37. Kongredeki özgüveninin tam olduğu görüldü. Sık sık önümüzdeki ‘Genel Seçimler’i kazanacaklarına vurgu yaptı.  Kuşkusuz vurgusu, CHP’nin önümüzdeki ‘Genel Seçimler’de tek başına iktidar olacağına değildi.  ‘Dostları’yla birlikte önümüzdeki seçimleri kazanacaklarına olan inancının da tam olduğu görüldü.  Ancak ‘dostlarımız’ derken kimi kastettiği muallakta kaldı.

Kemal Kılıçdaroğlu, ‘dostlarımız’ derken kastettiğinin ‘Millet İttifakı’ , yani CHP ile İYİ Parti, Saadet Partisi ve Demokrat Parti düşünülebilir.  

Aslında Kemal Kılıçdaroğlu, ‘Amerikan’ın Sesi’nde 5 Temmuz’da yayınlanan mülâkatında bu ‘dostlar’ın kimler olduğunun ipuçlarını veriyordu. Kemal Kılıçdaroğlu’nın, bu ‘dostlar’ içinde yalnızca İYİ Parti, Saadet Partisi ve Demokrat Parti’yi değil, Gelecek Parti ve DEVA Partisi’ni de gördüğü  anlaşılıyor.

Kemal Kılıçdaroğlu, her nedense, partisinin en yüksek organında CHP’lilerle önümüzdeki seçimlere ilişkin kafasındaki ittifak düşüncelerini paylaşmaktan ve partililerin düşüncelerini almaktan kaçındı.

Kemal Kılıçdaroğlu, ‘Amerika’nın Sesi’ne verdiği mülâkatta da sorulara net cevaplar vermekten özenle kaçınmıştı. Ancak Kemal Kılıçdaroğlu’nun, Ali Babacan ve Ahmet Davutoğlu hakkındaki somut kanaati şöyle:

“Ben Sayın Babacan’ın da Sayın Davutoğlu'nun da ülkeye iyi hizmetler yaptığını biliyorum, görüyorum. Belirli ciddi dönemlerde aksaklıklar olduğunu biliyoruz. O aksaklıkların onlardan değil büyük ölçüde Erdoğan'dan kaynaklandığını da biliyoruz. O gerçekler de bir şekilde gün yüzüne ağır ağır çıkmaya başladı.”

Ali Babacan ve Ahmet Davutoğlu, geçmişlerine ilişkin herhangi ciddî bir değerlendirme ve özeleştiri yapmamalarına rağmen, Kemal Kılıçdaroğlu, onları kucaklamaya hazır olduğunun sinyallerini veriyor.

Kemal Kılıçdaroğlu’nun, bu ‘dostlar’ı içinde Abdullah Gül ve HDP de var mı? Bütün bunları 37. Kurultay’da dile getirmekten özenle kaçındı. Kemal Kılıçdaroğlu, kurultay konuşmasında bu ‘dostlarımız’ tanımına açıklık getirmedi. Aslında ‘ben söyleyeyim, siz de duruma göre anlayın’ türünden bir yaklaşım sergiledi.

Kemal Kılıçdaroğlu, dış politikaya ilişkin konuşurken ‘egemen güçler’ diye bir tanım kullandı. ‘Egemen güçler’ tanımı da ‘dostlarımız’ tanımı gibi muallakta kaldı. ABD, AB, İran İslâm Cumhuriyeti ve Rusya Federasyonu’yla Türkiye’nin ilişkilerini değerlendirmekten ve kendi dış politikalarının hangi zeminlerde gelişeceğinden bahsetmekten de özenle kaçındı.

Kemal Kılıçdaroğlu,  kurultay konuşmasında ‘Kürt sorunu’ndan bahsetti.  Ancak ‘Kürt Sorunu’ ifadesiyle Türkiye’deki ‘Kürt Sorunu’nu mu, Ortadoğu’daki ‘Kürt Sorunu’nu mu, yoksa her ikisini birden mi kastettiğini bile tam olarak ortaya koyamadı.  ‘Kürt sorununu egemen güçlerin bir manivela olarak kullanmalarına asla izin vermeyeceklerini’ söyledi. Ancak bu söylediklerine de açıklık getirmeyi tercih etmedi.

Kemal Kılıçdaroğlu’nun CHP’nin 37. Kurultayı’ndan ‘güçlenmiş’ olarak ‘zaferle’ çıktığına hiç kuşku yok. Önümüzdeki ‘Genel Seçimler’de yeni bir cumhurbaşkanı seçtirmek gibi bir ‘misyon üstlendiği’ anlaşılıyor. ‘Millet İttifakı’ yerine ‘Dostlar İttifakı’ oluşturmaya çalıştığı da anlaşılıyor. Kemal Kılıçdaroğlu’nun bu ‘Dostlar İttifakı’nı CHP ile birlikte İYİ Parti, Saadet Partisi, Demokrat Parti’, Gelecek Parti, DEVA Partisi ve Halkların Demokrasi Partisi’yle oluşturmaya çalıştığı da anlaşılıyor.

Böyle bir ittifak, bu siyasî partiler arasında gerçekleşebilir mi? Bu siyasî partiler ortak bir cumhurbaşkanı adayı belirleme konusunda anlaşabilir mi?  Bu siyasî partilerin seçmenleri , ‘dostlar’ın belirlediği ortak bir cumhurbaşkanı adayına oy verirler mi? Bütün bu soruların cevabını ilerleyen zaman diliminde muhakkak hep beraber göreceğiz.

Kemal Kılıçdaroğlu’nun hem CHP içindeki ve hem de ‘dostlar’la olan bu siyasî manevraları hem kendisinin ve hem de CHP’nin kaderini nasıl belirleyecek? Acaba Kemal Kılıçdaroğlu’nun CHP’si ‘Dimyat’a pirince giderken eldeki bulgurdan da olacak’ mı? Bunu da zaman gösterecek.

Bu makaleyi CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu’nun akıllarda kaldığını düşündüğüm bir cümlesiyle bitirmek istiyorum:

“18 yıldır yapamadılar, Allah'ın izniyle 1 yılda yapacağız.”

 

 (29 VII 2020)

Ali İhsan Aksamaz

aksamaz@gmail.com


 


http://www.kuzgunportal.com/2020/ali-ihsan-aksamaz-allahin-izniyle-59125/


https://sonhaber.ch/allahin-izniyle/



http://circassiancenter.com/tr/allahin-izniyle/


 

 


25 Temmuz 2020 Cumartesi

Çerkes ve Yunan Mitolojileri Üzerine Tematik Okumalar

 

 

 

 

Çerkes ve Yunan Mitolojileri Üzerine Tematik Okumalar

 

 

                                                   

Bu makalemde sizlere Balkar Selçuk’un ‘Çerkes ve Yunan Mitolojileri Üzerine Tematik Okumalar’ adlı kitabından bahsedeceğim. Kitap, Apra Yayıncılık’tan çıktı.

 

 

‘Çerkes ve Yunan Mitolojileri Üzerine Tematik Okumalar’ adlı kitapta Balkar Selçuk,  Yunan mitolojisinin iki ana yazarı Hesiodos ve Homeros’un kitapları ile Çerkes Nart mitolojisini karşılaştırıyor.

 

Kitap, iki bölümden oluşuyor. İlk bölüm “Olimpos ve Harama Uaşha’nın Sakinleri” başlığı altında tartışılıyor. Olimpos ve Harama dağları kozmik dağlar olarak görünüyor ve bu dağlar aslında Çerkes ve Yunan mitlerinin merkezinde yer alıyor. Yunan mitolojisinde Olimpos’da yaşadığı var sayılan antropomorfikler ile Çerkes Nart mitolojisinde Harama Dağı’nda yaşadığı kabul edilen Nartları bu başlık altında karşılaştırılıyor. Bu bölümde daha çok Hesiodos’un eserleri temel alınıyor.

 

İkinci bölüm,  ‘Ölüler Ülkesi’ başlığını taşıyor. Bu bölümde daha çok Homeros’un ‘İlyada ve Odisseia’sı ele alınıyor.

 

 

 MET ÇÜNATIQO YUSUF İZZET VE AYTEK NAMİTOK

 

 

 

1910’lu yıllarda İstanbul’da kurulan ‘Çerkes Teavün Cemiyeti’ bünyesinde tarih ve mitoloji konularını da araştıran bir grup aydının varlığı dikkat çekiyor. Bunlardan Met Çünatıko Yusuf İzzet, ‘İlyada ve ‘Odisseia’ üzerine yazdığı makalelerle öne çıkmıştır.  Met Çünatıqo, ‘İlyada’ tekstinde geçen savaşın Kafkasyalı kabileler ile Hint-Avrupalı işgalciler arasında geçen bir savaş olduğunu ileri süren ilk kişi.

 

 Met Çünatıqo, ‘Odisseia’ adlı eseri de incelemiş ve ‘Troya Savaşı’ndan sonra ülkesine dönmek için mücadele eden İthaka kralı Ulisse’nin hikâyesini etüt etmiştir. Met Çünatıqo, ‘Odisseia’ adlı eserdeki kahraman Ulisse’nin aslında Batı Kafkasya’ya uğradığını ve eski Çerkesya’da seyahat ettiğini tespit etmiştir.

 

1930’lu yıllarda ise Prof. Dr. Aytek Namitok, Sorbonne Universitesi’nde yazdığı ‘Çerkeslerin Etnik Kökeni’ adlı kitapta konuyu tekrar ele almış ve aynı sonuçlara ulaşmıştır.

 

 

FESSENDEN’İN ESERİNDEN (1925)

 

 

 

Kanadalı mucit ve bilim adamı Reginald Aubrey Fessenden de, 1925’de yayınlanan ‘The Deluged Civilization of the Caucasus Isthmus’/   ‘Tufan Öncesi Kafkas Kıstağı Medeniyeti’ adlı kitabında aynı sonuçlara ulaşmıştır.

 

                                        

 

      Bu yazarlara göre;  Çerkesya ve Çerkes halkı Troya ile akraba olan Kelt- Ligür- Pelasg-Karia- Trak kabileler dünyasının bir parçasıdır. Çerkes etnogenesisinde  (Çerkes gen havuzunda) bu halkların ağırlıklı etkisi vardır. Fessenden de Eski Yunan mitlerindeki temel seyahatlerin Batı Kafkasya yani Çerkesya’ya yapıldığını iddia ederken bu temanın ‘Ölüler Ülkesine Seyahat’ olarak adlandırıldığını da belirtir. Ona göre; Homer’in ‘Odisseia’sındaki kahraman Ulisse önce Çerkesya sahilinde gezmiş, sonra Kuban ırmağı üzerinden Çerkesya’nın içine inmiş ve ‘Troya Savaşı’nda ölenlerin ruhlarıyla konuşmuştur. Fessenden,  bu çalışmasına bir de harita eklemiştir. 

                                                 

 

 

 

KAFKAS ÇERKESYASI’NDAKİ SİND- MEOTLAR VE DİĞER KABİLELER (M. Ö. 80)

 

 

 

Fessenden, genel olarak ‘Güneş Kültü’nden beslenen medeniyetlerin Kafkasya ile alâkalı olduğunu, bunun da Kafkas Dağları ile güneşin (Ekinoks- Gündönümü dönemlerinde) paralel olmasıyla alâkalı olduğunu iddia etmiştir. Hazırladığı haritada Eski Mısır’dan Yunanlılar’a kadar hangi medeniyetlerin Kafkasya’daki hangi bölgelerden beslendiğini ve nereleri kutsal saydıklarını tek tek işaretlemiştir.

 

Balkar, Selçuk ‘Çerkes ve Yunan Mitolojileri Üzerine Tematik Okumalar’ adlı kitabında

 bu üç araştırmacının tezlerine yer yer değiniyor. Balkar, Selçuk, daha ayrıntılı olarak da Nart mitolojisi tekstleri ile Yunanlı ediplerin yazdığı tekstleri de tematik olarak karşılaştırıyor.

 

‘Çerkes ve Yunan Mitolojileri Üzerine Tematik Okumalar’ adlı kitap, Balkar Selçuk’un,  yedi cilt olacak bir Çerkes Nart Mitolojisi etüt çalışmasının ilk kitabı. İkinci kitabı,  Kafkasya’da Kabardey Balkar Cumhuriyetinde 2017’de yayınlanmış. Balkar Selçuk, şu sıralar, Nalçik’te Çerkesçe olarak yayınlanmış “Nartlar Neterler Anunnakiler” kitabının İngilizce çevirisini yapıyor.

 

ASTAİ, SİNDOİ, BESSOİ, ODRYSAİ, MYSİA VE DİĞER THERAKES KABİLELERİ

 

 

Balkar Selçuk şunları ekliyor: “Aslında tarihsel olarak Çerkesya Anadolu ile sürekli ilişkisi olan bir bölgedir. Meselâ M.Ö. 85’lerde Mitridates VI Eupator, Romalıların Anadolu’yu işgaline karşı verdiği savaşlarda bazen ordugâhını Kırım ve Kerç bölgesine taşımış ve Çerkesya’dan topladığı halklardan oluşan ordularla Anadolu’ya tekrar inerek işgale karşı Roma lejyonlarıyla savaşmıştır. Romalılar Mitridates’i bir suikastle öldürttüğünde de Mitridates,  Çerkesya-Batı Kafkasya ve Fransa’daki  Keltlerden kurduğu ordularla Roma’ya inme planı yapmaktaydı.

 

 

 

Nitekim Anadolu’da ortaya çıkan Stoa ekolünün takvimleri ve Mitracılık dini de Çerkes Nart mitolojisindeki Sosrıqo’nun taştan doğması gibi taştan doğan Mitra kültü etrafında şekillenmiştir. Ve Mitridates VI Eupator Stoa ekolünün doğduğu Kilikya’da deniz donanmaları yaptırarak Romaya karşı savaşmış bir kahramandır. Mitridates VI Eupator dönemi, Çerkesya ile Anadolu’nun Roma işgaline karşı birlikte savaştığı bir dönemdir. Ve kültürel etkileşim de bu dönemde hayli canlıdır. Yine Kapadokya’da karşımıza çıkan MA ana Tanrıça kültü de Kırım ve Kafkasya kökenlidir.

                                                                                            


BAZI KAYNAKLAR ÇERKESLERİN UBIH KOLUNUN AKHALAR’DAN GELDİĞİNİ İDDİA EDERLER

 

 

Sonra Çerkeslerin etnogenesisinde etkisi olan Sind- Meot- Bisaltai gibi kabileler aslında Trak kabileleridirler. Ve Troya Savaşı’ndan sonra Akhaların bir kısmınında Çerkesya sahillerine yerleştiklerini görüyoruz. Troya savaşının M.Ö. 1200’lerde yaşandığı kabul edilir. Akhaların bir kısmı bu savaştan sonra Batı Kafkasya’ya yerleşmişlerdir. Mitridates VI Eupator zamanında M.Ö 85’lerde bile Akhaların Çerkesya sahillerinde yaşadıklarını görürüz.”

 

 

 

 

 

 BALKAR SELÇUK, ÇERKES MİTOLOJİSİ ÜZERİNE ÇALIŞIYOR

 

 

Mitolojiye ilgi duyuyor ve Çerkes Mitolojisini Yunan Mitolojisi ile karşılaştırmalı olarak okumak istiyorsanız Balkar Selçuk’un ‘Çerkes ve Yunan Mitolojileri Üzerine Tematik Okumalar’ adlı kitabını mutlaka edinmeli ve okumalısınız. (24 VII 2020)

 

Ali İhsan Aksamaz

aksamaz@gmail.com


https://sonhaber.ch/cerkes-ve-yunan-mitolojileri-uzerine-tematik-okumalar/ 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 


23 Temmuz 2020 Perşembe

Kıbrıs’ın ‘Kaderi’

 

 

Kıbrıs’ın ‘Kaderi’

 

Hulki Cevizoğlu, Halk TV’deki programlarında da her hafta ilginç bir konuyu farklı yönleriyle bizlerle buluşturuyor. ‘Ceviz Kabuğu’nun bu haftaki konusu ‘Kıbrıs Barış Harekâtı’ydı. Hulki Cevizoğlu’nun konukları asker kökenliydi.

Farklı sınıflardan asker kökenli konuklar, kendilerine ‘harekât’ ile ilgili sorulan soruları cevapladılar. Bilmediklerimizi öğrendik, bilip de pek ayrıntılarından haberdar olmadığımız konularda da bilgimizi arttırdık. Asker konukların verdikleri bilgiler daha ziyade ‘harekât’ın sevk ve idaresine ilişkindi. Her bir asker kökenli konuğun verdiği bilgiler birbirini tamamladı.

Hulki Cevizoğlu, zaman zaman geçmişte yaşananlar siyasî olay ve olgularla ilgili sorular da yöneltti. Ancak konuklar ya konuyu geçiştirdiler ya da konunun kıyısından köşesinden dolanmayı tercih ettiler.

Sorulardan bir tanesi

Bir komşumuz vardı. 1930’lu yıllarda Kıbrıs’tan muhacir gelip Mersin’e yerleşmiş büyükleri. Onun büyüklerinden duydukları vardı. Öğrencilik yıllarımda Kıbrıs’tan arkadaşlarım vardı. Onlardan duyduklarım var.

Kıbrıs, Kıbrıslı Türk ve Kıbrıslı Rum konularını ne hamaset ve klişe lâflarla ne de ‘Halkların Kardeşliği’ güzellemeleriyle anlamak ve anlamlandırmak mümkün.

Hulki Cevizoğlu, ne kadar hamaset ve klişe lâflardan kaçındıysa da, kimi asker kökenli konukları, yetişmeleri ve yaşları gereği olsa gerek, hamaset ve klişe lâflardan kendilerini pek kurtaramadılar. Yer yer tekrarlara da düştüler. Ancak ‘Ceviz Kabuğu’nun ‘Kıbrıs’ konulu bu programı kendi bütünlüğü içinde oldukça faydalı oldu.

Kıbrıs’ın hangi şartlar altında Osmanlı Türkiyesi tarafından Büyük Britanya’ya ‘kiralandığını’ ve Büyük Britanya’nın neden Kıbrıs’ı ilhak ettiğini iyi bilmek gerekiyor.

 

 

93 Harbi’nde Kafkasya ve Balkan Cepheleri

 

1877- 1878 Osmanlı Türkiyesi- Çarlık Rusyası Savaşı (yani 93 Harbi), biri Balkan diğeri Kafkas Cephesi olmak üzere iki cephede birden yürütüldü. Savaş sonucunda Osmanlı Türkiyesi, büyük insan ve toprak kayıplarına uğradı. Her iki bölgede de demografik yapı, Osmanlı Türkiyesi aleyhine çok kısa sürede değişti. Çok farklı etnik kökenlerden Müslümanlar, Balkanlar ve Kafkaslardan Anadolu’ya ‘göç etmek’ zorunda kaldı.

93 Harbi sonrasında Çarlık Rusyası yalnızca ‘Kafkasya Cephesi’nde Osmanlı Türkiyesi’nden toprak elde etmekle kalmadı, aynı zamanda da Balkanlar’da siyasî etkisini de arttırdı. İki ülke arasında imzalanan 3 Mart 1878- Ayastefanos/ Yeşilköy Ateşkes ve Barış Antlaşması’yla, Çarlık Rusyası’nın Balkanlar’daki siyasî etkisini arttırması, ‘Batılı Büyük Devletleri’, özellikle de Büyük Britanya’yı oldukça rahatsız etti.

 

13 Temmuz 1878- Berlin Antlaşması’yla,

Büyük Britanya, 13 Temmuz1878 - Berlin Antlaşması’nda Osmanlı Türkiyesi’nin ‘Balkanlar’daki ‘toprak bütünlüğü’nü tanıyacak ve destekleyecekti. Yine Büyük Britanya,

4 Haziran 1878’de imzalanan antlaşmayla, Osmanlı Türkiyesi Kıbrıs’ı Büyük Britanya’ya 92. 799 Sterlin karşılığında kiralamayı kabul etti. 12 Temmuz 1878’de Büyük Britanya askeri Kıbrıs’a çıkar ve yönetimi devralır. Çarlık Rusyası’nın ‘Kafkasya Cephesi’nde elde ettiği topraklardan çıkması durumunda, Büyük Britanya da Kıbrıs’tan hemen çıkacak ve yönetimi Osmanlı Türkiyesi’ne devredecekti.

 

Askerî açıdan Kıbrıs’ın konumu önemliydi

 

Büyük Britanya’nın, Akdeniz- Süveyş- Kızıldeniz hattındaki ‘ulusal menfaatleri’nin korunması açısından Kıbrıs’ın konumu büyük öneme sahipti. Aslında Büyük Britanya, Kıbrıs’a asker çıkarmakla bu menfaatlerini güvence altına almış oluyordu.

Osmanlı Türkiyesi’nin, Birinci Dünya Savaşı’na ‘Almanya’nın müttefiki olarak girmesi sebebiyle, Büyük Britanya, Kıbrıs’ı 2 Kasım 1914’te resmen ilhak etti.

 

Birinci Dünya Savaşı’nın başında Büyük Britanya, Bulgaristan ile savaşması şartıyla,  Kıbrıs’ı  Yunanistan’a vermeyi teklif eder. Ancak Zaimis Hükümeti, bu teklifi kabul etmez. Ne var ki Büyük Britanya’nın bu teklifi, Kıbrıs’ın Britanya’dan bağımsızlığını ve/ya Yunanistan’a bağlanmasını isteyen ‘Rum Kanaat Önderleri’ne cesaret verir. ‘Rum Kanaat Önderleri’, ‘örgütlenme faaliyetleri’ne hız verirler.

‘Rum Kanaat Önderleri’, Büyük Britanya’nın Kıbrıs’ı gerçekten de ‘kendilerine’ vereceğine inanırlar. Hatta sonraki dönemde Kıbrıslı Rum gençler arasından Yunan Ordusu’na gönüllü yazılanlar da olur. Bu gönüllüler daha sonraki yıllarda Anadolu’nun işgaline de katılacaktı. Yorgo Grivas, bu Rum gençlerden biriydi.

 

24 Temmuz 1923- Lozan Barış Antlaşması’yla Kıbrıs, Büyük Britanya toprağı olarak tescil edilir. Bu antlaşmayla, Kıbrıs’taki Türkler’e kendi geleceklerini bireysel olarak tayin etme hakkı tanındı. Türkler ya Türkiye’ye geleceklerdi ya da Kıbrıs’ta kalıp Türkiye Vatandaşlığı’ndan çıkmış ve Büyük Britanya Vatandaşlığı’na geçmiş sayılacaklardı. Buna göre, 1924- 1927 yılları arasında 5000 kadar Kıbrıslı Türk’ün Türkiye’ye göç ettiği biliniyor. 1925’te de Türkiye Cumhuriyeti, Büyük Britanya toprağı Kıbrıs’ta konsolosluk açtı.

 



 

1960’da Kıbrıs’ın etnik yapısı

 

 

 

O dönemde Kıbrıslı Türkler’in, yaşadıkları köyler ve bu köylerin Kıbrıs’taki dağılımının önemli olduğuna dikkat çekmeliyim. Kıbrıslı Türkler’in o dönemdeki ‘kültürel hakları’ neydi? Bu konuya da kafa yormak gerekiyor. Kıbrıslı Türkler’in o dönemde birçok konuda örgütsüz ve ondan da önemlisi sahipsiz olduklarını belirtmeliyim. Ancak okuduğum kaynaklardan gördüğüm kadarıyla Kıbrıs’ta görev yapan Türkiye Cumhuriyeti diplomatları, Kıbrıslı Türkler’in durumlarını sürekli olarak Başkent Ankara’ya rapor etmişler.


                                                                                        Kıbrıslı Madenciler haklarını arıyor



‘Kıbrıs Hükümeti’, yıllık bütçe açığını kapatmak için ek gümrük vergisini arttırmak ister.

 

Mısırlızade Necati Özkan, oyunu Mustafa Kemal Paşa’nın talimatı doğrultusunda kullanır

 

Gümrük vergisini arttırmaya yönelik yasa tasarısı ‘Meclis’te reddedilince, Vali Ronald Storrs’un teklifiyle Büyük Britanya ‘Kraliyet Konseyi’, 11 Ağustos 1931’de bir kararname yayınlar ve kendisini ek vergi toplamakla yetkilendirir. Vali Ronald Storrs, bu kararnameyi Kıbrıs’ta açıklayınca Kıbrıs Halkı, kendi ‘Meclis’lerinden geçmeyen bu ek vergiye haklı olarak karşı çıkar.

Halkın ek vergiye tepkisinin oluşturduğu iklimde Büyük Britanya Yönetimi’ne karşı Kıbrıs’ta bir ‘isyan’ başlar. Vali Ronald Storrs’un verdiği bilgilere göre o yıllarda Kıbrıs’taki köy sayısı 670’dir. Bu köylerden 72’sinde tamamen Türkler yaşamaktadır. Tamamen Rum ve Türk ve Rumlar’ın beraber olarak yaşadıkları köy sayısı ise 598’dir.

‘1931 İsyanı’ sırasında bazı Rumlar ellerinde Türk bayraklarıyla dolaşarak “Gazi Mustafa Kemal Paşa Hazretleri de bizimle beraber” demelerine rağmen, Kıbrıslı Türkler bu isyana katılmamış. Bilgiler bu yönde.

Kıbrıs’taki Büyük Britanya Yönetimi’ne karşı 1931’deki bu isyandan sonra Türkler ve Rumlar baskı altına alınır. Rumlar, Kilise sayesinde örgütlüdür. Ancak Türkler, merkezî dinî bir kuruma sahip olmadıkları için örgütsüzdür. Rumların okulları ve Yunanistan’dan gelen ders kitapları vardı. Türklerin yeterli sayıda okulları bile yoktu. Olan okullarda okuyacakları ders kitapları bile yoktu.

‘1931 İsyan’ından sonra Büyük Britanya Yönetimi, Kıbrıs’ta yaklaşık 10 yıl sıkıyönetim uygular. Siyasî faaliyetler de yasaklanır. Ancak 2. Dünya Savaşı yıllarındaki gelişmeler sebebiyle Büyük Britanya Yönetimi, Kıbrıs’taki bu sıkıyönetimi hafifletmek zorunda kalır; 1941’de yerel yönetim seçimlerinin yapılmasını kararlaştırır. Bu sebeple de siyasî partilerin kurulmasına izin verilir. Türkler ve Rumlar, siyasî partiler kurarlar.

Kıbrıs’ın, Yunanistan tarafından ilhakına karşı Büyük Britanya Yönetimi’ni tercih eden Türkler, ‘1931 İsyanı’ndaki tarafsızlıkları sebebiyle ödüllendirileceklerini düşünüyordular.

‘Rum Kanaat Önderleri’, 1950’li yıllarda Kıbrıs’ın Yunanistan’a ilhakı için diplomatik girişimlerde bulundular. Rum Ortodoks Kilisesi, Kıbrıs’ın Yunanistan tarafından ilhakı için 15 Ocak 1950’de bir plebisit düzenledi. Rumlar’ın yüzde 90’ı Kıbrıs’ın Yunanistan’a katılmasını destekledi. Bütün bu girişimler sonuçsuz kalınca, ‘Rum Kanaat Önderleri’, 1955’de Yunanistan’ın da desteğiyle EOKA adlı yeraltı örgütünü kurdular. EOKA, yalnızca Kıbrıs’taki Britanya Yönetimi’ne karşı değil, Türklere karşı da silâhlı eylemlere girişir. Türklerin can ve mal güvenliği de tehlikeye girer. Türkiye’nin desteğiyle Kıbrıslı Türkler arasında savunma amaçlı TMT kurulur. Kıbrıslı Türkler güvenlik kaygıları ve ekonomik zorluklar içinde yaşarlar.

 

Kıbrıs Cumhuriyeti’nin kuruluşu

 

16 Ağustos 1960’da, Türkiye Cumhuriyeti, Yunanistan Krallığı ve Büyük Britanya’nın garantörlüğünde Kıbrıs Cumhuriyeti, Kıbrıslı Türkler ve Rumlar tarafından kurulur. Kıbrıslı Türkler, kısıtlı da olsa belirli siyasî haklara sahip olur. Ancak güvenlik, ekonomi ve siyaset alanındaki sorunları devam eder. 15 Temmuz 1974’de Nikos Sampson, Kıbrıs Cumhuriyeti’nin meşru Hükümetine karşı askerî bir darbe yapar ve yönetimi ele geçirir. Darbeciler, yalnızca meşru Hükümet taraftarlarına değil, Türklere de yönelik kanlı eylemlere girişirler. Kıbrıslı Türkler, katliamlara uğrar.

Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti, garantör devletlerden biri olarak Kıbrıs’a askerî bir harekât düzenlemeye karar verir. Türkiye Cumhuriyeti Dışişleri Bakanlığı, harekâta ilişkin düşünce ve plânlarını 16 Temmuz’da Büyük Britanya ve ABD’nin Ankara’daki büyükelçiliklerine bildirir. Harekât 20 Temmuz’da gerçekleştirilir. Bunun üzerine Nikos Sampson, Kıbrıs’ı terk eder.

Kıbrıslı Türkler, Türkiye Cumhuriyeti’nin garantörlüyle 13 Şubat 1975’te ‘Kıbrıs Türk Federe Cumhuriyeti’ni kurarlar. Bu siyasî yapı, Kıbrıs’ın kuzeyinde 15 Kasım 1983’e kadar yaşar. Bu tarihten sonra aynı coğrafyada Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti kurulur.  

 

 

Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin ilânı

 

Özetle söylemek gerekirse, Nikos Sampson, Kıbrıs’ı Yunanistan’a bağlamak amacıyla 15 Temmuz 1974’de Kıbrıs Cumhuriyeti’nin meşru Hükümeti’ni askerî bir darbeyle devirip iktidara el koymasaydı, Türkiye Cumhuriyeti, Kıbrıs’a askerî bir harekât düzenlemek için meşru bir zemin bulamayacak ve dolayısıyla da Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti de kurulamayacaktı.

 

(Önerilen Okumalar: Ahmet Gazioğlu, “İngiliz Yönetiminde Kıbrıs- II (1878-1952)/ Enosis Çemberinde Türkler, İstanbul, 1996; “Kıbrıs’ın Sosyal, Ekonomik ve Siyasi Tarihi”, KKTC Enformasyon Dairesi, pio.mfa.gov.ct.tr; Şükrü S. Gürel, “Kıbrıs Tarihi/ 1878-1960”, Kaynak Yayınları,

 

(Fotoğraflar: tr.wikipedia.org; yeniduzen.com; soyledik.com; dikgazete.com; tarihbilimleri. com)

 

 

Ali İhsan Aksamaz

aksamaz@gmail.com

 

 

 

 

 http://www.kuzgunportal.com/2020/ali-ihsan-aksamaz-kibrisin-kaderi-59011/

 


19 Temmuz 2020 Pazar

Bir Kitap: “Lazca Deyimler ve Atasözleri”

 

 

 

Bir Kitap: “Lazca Deyimler ve Atasözleri”

 

 

 

 

Bu makalemde sizlere Lazca üzerine yapılmış önemli bir çalışmadan bahsedeceğim:  “Lazuri Notkvame”/ (Lazca Deyimler ve Atasözleri). Kitap,“Genesis Kitap”dan yayınlanmış. Hatırlanacağı üzere, yazarın bir başka çalışması daha önce “Laz Kültürü” başlığıyla “Phoenix Yayınevi”nden yayınlanmıştı. Kâmil Aksoylu, her iki çalışmasıyla Lazcayı hor gören ‘Kemalist Burjuvazi’nin resmî ideoloji ve resmî tarih tezleriyle yüzleşiyor.

 

 

Kâmil Aksoylu,  1920’li yılların ikinci yarısından itibaren ‘Kemalist Burjuvazi’nin Laz kimliğini, Lazları ve Lazcayı yok sayan anlayış ve yok etmeye çalışan  uygulamalarını açığa vuruyor.

 

Kâmil Aksoylu, her iki çalışmasında da adeta haykırıyor:  

 

“Lazlar vardı. Lazca vardır. Laz kimliği vardır.  Lazlar ve Lazca Doğu Karadeniz ve Güney Kafkasya’nın kadim halkı ve dilidir.”

 

            Kâmil Aksoylu, Sovyetler Birliği Lazlarının bir zamanlar sahip oldukları “Kültürel Haklar”a da vurgu yapıyor. Sovyetler Birliği’ndeki Laz Anadil Okulları direktörü İskender Tzitaşi’yi okuyucusuyla tanıştırıyor. Yine aynı dönemde Lazca olarak yayınlanmış “Mçhita Murutskhi”  adlı gazeteyi ile Sovyetler Birliği’ndeki Laz okullarında okutulan ve  Ali İhsan Aksamaz’ın kendi imkânlarıyla İstanbul’da 1994’de yayımlattığı  (“Alfabe”) “Alboni”yi de tanıtıyor; bir döneme dikkat çekiyor.

 

 Kâmil Aksoylu, Sovyetler Birliği Lazlarının kimliklerinin tanındığı, “Kültürel Haklar”ının bulunduğu yıllarda yapılan çalışmalara vurgu yaparken, yanlızca akademik niyetlerle yapılmış “Contes Lazes”e de dikkat çekiyor.

 

Kuşkusuz Sovyetler Birliği Lazları Halk Önderi ve Partili İskender Tzitaşi ile “Contes Lazes” adlı Lazca masal derlemesini yapan Katolik dilbilimci Georges Dumézil’i kıyaslamak doğru bir davranış değil. Georges Dumézil, bir dilbilimcidir ve onun için Lazcanın yaşayan veya ölmekte olan bir dil olduğunun bir önemi yoktur. O bir akademisyen olarak, akademik duyarlılıkla hareket etmiştir. Oysa İskender Tzitaşi, Laz kimliğinin, Laz dilinin yaşaması ve Lazlar için emek mücadelesi vermiş bir Komünist ve partili bir halk önderidir. Kâmil Aksoylu da her iki adı ve çalışmalarını da kuşkusuz  bu anlamda değerlendirmektedir.

 

Kâmil Aksoylu’nun, “Lazuri Notkvame” ( Lazca Deyimler ve Atasözleri) adlı çalışması, Xasan Cavidi’nin “Çkuni Nena” (“Bizim Dilimiz”) başlıklı şiiriyle başlıyor.

 

Kâmil Aksoylu, kitabını, tüm bildiklerini öğrendiği annesine ve bütün annelere adıyor. “Sunu”, “Anneme Dair”, “Önsöz” gibi bölümlerden sonra Lazca kısaca tanıtılıyor. Lazcanın konuşulduğu yerler ve Latin alfabesine dayanan Laz alfabesi hakkında bilgi veriliyor.

 

Türkiye’de 1920’li yılların ikinci yarısından itibaren Laz kimliği reddedildi. Lazca yok sayıldı; yok edilmeye çalışıldı.  Laz çocuklarının okullarda Lazca konuşmaları bile engellendi. Lazca konuşan çocuklar şiddete maruz kaldı. Lazca okul yok. Lazca kitap yok. Lazca konuşmak yok. Resmî ideoloji ve resmî tarih tezleri aralıksız çalıştı. Ancak Lazcayı tamamen yok edemedi. Ancak deforme etmeyi başardı.

 

 

ABKHAZYA’DA YAYINLANAN LAZCA GAZETENİN TÜRKİYE’YE GİRİŞİNİ YASAKLAYAN BAKANLAR KURULU KARARNAMESİ

 

 

 Lazca konuşma yasakları ve Lazca eğitim- öğretim olmaması Lazcayı geriletti. Lazca ağızlar arasındaki farklılıklar daha fazla arttı. Lazcanın düşmanları, bütün bu uygulamaların sorumlusu olarak siyasî iktidarları suçlamak; ‘Kemalist Burjuvazi’nin uygulamalarını açığa vurmak yerine, anne-babaları çocuklarına Lazca öğretmemekle suçladılar. O zaman Kâmil Aksoylu, böyle ciddî bir çalışmayı yürütecek kadar Lazcayı nereden öğrendi?! Lazcanın düşmanları, hep Lazcadaki ağız farklılıklarını dile getirdiler; abartılar.  ‘Kemalist Burjuvazi’nin uygulamalarını görmek istemediler; yüzleşmeye cesaretleri yoktu.

 

Yarı aydınlar, Lazcanın Rusça, Osmanlıca, Rumca’nın etkisinde kaldığını da iddia ettiler. Oysa kastettikleri Lazcadaki Rusça, Osmanlıca ve Rumca kelimelerdi. Lazcayı, önemsiz bir dil göstermek isteyenlere çanak tuttular. Lazcanın düşmanları dün de vardı; bugün de. Kimlik mücadelesi ile akademik çalışmaları birbirinden ayırt etmekten aciz kimi yarı aydınlar cehaletleriyle Lazcanın, Laz kimliğinin düşmanlarının da ilham kaynağı oldular. Ancak Kâmil Aksoylu, bütün bunların farkında. Bu çalışmaları kaleme almakla da Laz kimliğinin ve Laz dilinin düşmanlarına cevap veriyor; farkındalık yaratıyor.

 

Kâmil Aksoylu gerek deyimleri gerekse de atasözlerini alfabetik sırayla veriyor. Kâmil Aksoylu, oldukça kıymetli olan “Lazca Deyimler” başlıklı bölümde Lazca deyimleri ve Türkçe karşılıklarını vermekle yetinmiyor, bu deyimlerin kullanıldığı Lazca cümleler ve onların da karşılığı olan Türkçe cümleleri de veriyor. Kitap bu yönüyle oldukça faydalı.  

 

 

YAZARIN BİR DİĞER ÖNEMLİ ÇALIŞMASI “LAZ KÜLTÜRÜ”

 

Lazca, binlerce yıllık bir dil. Ancak ne var ki, sahip çıkılmazsa ölecek. Biz, bunu UNESCO söylediği için değil, bizzat yaşadığımız için biliyoruz. UNESCO’yu referans alacak kadar saf değiliz.  UNESCO’nun, emperyalist- kapitalizmin kuruluşu “BİRLEŞMİŞ MİLLETLER”in “şeker yüzlü” suç ortağı olduğunu biliyoruz. Buna rağmen, UNESCO’yu ciddiye almak Stockholm sendromuna tutulmaktır.   

 

Bir dille yazılmazsa, çizilmezse; bir dille eğitim-öğretim olmazsa; bir dille radyo- televizyon yayınları olmazsa; bir dille tiyatro- sinema yapılmazsa; bir dille hikâyeler- romanlar yazılmazsa, o dil ölür. Kâmil Aksoylu’nun bu çabası, işte tam da bu anlayışla bakıldığı zaman daha da bir önem kazanıyor. Kâmil Aksoylu, Lazcanın  ölmesini istemiyor.

 

  “Lazuri Notkvame”,  Laz halkının üretim, mülkiyet ve paylaşım ilişkileri içinde binlerce yıldan günümüze getirdiği, Lazca deyimler ve atasözlerinden bir kısmını bizlere aktarıyor. Kuşkusuz  Lazca deyimleri ve atasözleri kitapta yer aldığı kadar değil. Kâmil Aksoylu, duyarlılığı ve kişisel çabasıyla ancak bu kadarını yapabilmiş; elinden bu kadarı gelmiş. Kuşkusuz Kâmil Aksoylu gibi duyarlı Laz aydınlarının kolektif çabaları, bunun on katı hacimde daha nitelikli çalışmaları da ortaya çıkarabilecektir.

 

Georges Dumézil, Wolfgang Feurstein, Goişi Kojima yabancı akademisyenlerdir; dilbilim ile ilgili kişilerdir. Onların Lazcaya ilgileri akademiktir. Bu anlamda onların çalışmalarını olduğundan fazla yüceltmek oldukça yanlış. Ancak bu söylediğim onların çalışmalarının önemini de azaltmamaktadır. Onlar bu çalışmaları, Lazca ölmesin, Laz kimliği ölmesin diye yapmadılar. İşte onları İskender Tzitaşi’den ayıran da budur. Bu sebeple, Laz diline ilişkin çalışmaların esas olarak Laz kimlik mücadelesi veren kişiler tarafından yürütülmesi gerekiyor. Anlamlı olan budur. Munir Yılmaz Avcı gibi, Kâmil Aksoylu gibi, İsmail Avcı Bucaklişi gibi, İrfan Ç. Aleksiva gibi.  Bu da ancak bir enstitü içindeki kolektif çalışmayla olur.

 

Hem Laz aydınlarının önemli bir sorumluluğu vardır. İlk Lazca alfabeyi ve gramerini oluşturan Hopalı Faik Efendi ve çalışmalarına ilişkin bilgiler elbirliğiyle su yüzüne çıkartılmalıdır. Aynı şey İskender Tzitaşi için de geçerlidir.

 

Nisan 2012’de yayımlanan bu çalışmanın sayfa düzeni ve kapak tasarımı Leyla Çelik’e ait.

 YAZAR KÂMİL AKSOYLU, ANADİLİNİ YAŞATMAK İSTİYOR

 

Kâmil Aksoylu’nun böyle çalışmalar yapmasının sebebi, Lazcanın onun anadili olmasıdır. Anadilinin ölmesini istememektedir yazar.  Bir Laz aydını olarak da “Lazuri Notkvame- Lazca Deyimler ve Atasözleri” ve “Laz Kültürü” başlıklı çalışmaları bizlere ulaştırmıştır. Bu konuda sorumluluk duymuştur.

 

Annesinden aktardığı şu ifadeler, onun ait olduğu Laz  Kültürünün ne kadar güçlü ve insanlığı tek-tipleştirmeye çalışan kapitalizme ne kadar karşı olduğunun da bir kanıtıdır:

 

“Ma tzitzi do bombulapek tkvani ambarepe momiğasen…”

 

Kendisi ölünce, çocuklarından böcek ve karıncalar aracılığıyla haberdar olacağını söyleyen bir anne ve her karınca ve böceği gördüğünde  ölen annesine kendisinden haber götürdüğüne inanan bir çocuk. Bu;  insanın kendisine, çevresine yabancılaşmadığı  ve kapitalist anarşinin ulaşamadığı masalsı, ama aslında gerçek bir dünyadır. Kapitalist anarşi henüz, bu dünyayı, doğayı ve Lazcayı yok edemedi; biz bu insanî değerlerimize sahip çıkarsak, insan olarak yok olmayacağız. Bu anlamda; HES’lere karşı mücadele, Lazcayı yaşatmak için mücadele ve çayda ve fındıkta sömürüye karşı sosyal haklar için mücadele bir bütündür. Bu da ortak Vatan Türkiye’yi savunmak demektir.

 

 

(Önerilen Okumalar: Ali İhsan Aksamaz, “Lazuri Notkvame/ Lazca Deyimler ve Atasözleri”, yusufbulut.com, 15 I 2013; Hüsnü Gürbey- Mahsuni Gül, “Millî Emniyet Hizmeti’nin Ekalliyetler Raporu”, Kürt Tarihi Dergisi, Sayı 39, Ocak- Şubat- Mart 2020, İsmail Beşikçi Vakfı, İstanbul)

 

 

Ali İhsan Aksamaz

aksamaz@gmail.com

 

 

 

 

https://sonhaber.ch/bir-kitap-lazca-deyimler-ve-atasozleri/