30 Ağustos 2022 Salı

“Antik çağlardan günümüze gelen bu kadim dili yaşatmamız gerekiyor!”

 


 


 

 

“Antik çağlardan günümüze gelen bu kadim dili yaşatmamız gerekiyor!”

 

 (Goʒ̆otkvala: Andğaneri musafiri çkimi ren Erol Kanti. Erol Kanti ren Turkiyeşi gamantanerepeşen; mzoğari, muzisyeni, aşçi, mç̆aru. Erol Kanti ǩala int̆erviu dop̆i. Biyografi muşişen; nadibadu, nadirdu coğrafyaşi mcveşi do aʒ̆ineri buncinaşen, ǩult̆uruli noçalişepe muşişen bğarğalit. Ali İhsan Aksamazi)

+

(Ön açıklama: Bugünkü misafirim Erol Kant. Erol Kant, Türkiye’nin aydınlarından; denizci, müzisyen, aşçı, yazar, benim de dostum.  Erol Kant ile bir söyleşi yaptım. Biyografisinden; doğduğu, büyüdüğü coğrafyanın eski ve bugünkü doğasından, kendisinin kültürel çalışmalarından konuştuk. Ali İhsan Aksamaz)

+

Ali İhsan Aksamaz: Siz de uygun görürseniz, önce biyografinizden bahsedin, olur mu?! Nerelisiniz? Kimlerdensiniz? Köyünüzün adı nedir? Nerede ve ne zaman doğdunuz? Hangi okullarda, nerede, ne zaman öğrenim gördünüz? Askerlik hizmetinizi nerede tamamladınız? Mesleğiniz nedir?  Şimdi ne iş yapıyorsunuz? Nerede yaşıyor ve çalışıyorsunuz? Evli misiniz? Çocuklarınız var mı? Türkçe ve Lazca dışında hangi dilleri biliyorsunuz?

Erol Kant: Öncelikle sizlere; Laz Kültürünü, Laz aydınlarını tanıtma çabanızdan ve bu şansı bana da tanımış olduğunuzdan dolayı çok teşekkür ederim.

Ben,  Rize- Pazar’ın Şilerit̆i Mahallesindenim. Her ne kadar şu an mahalle adı Lazca olarak “Şileyit̆i” olarak bilinse de eski kaynaklarda mahalle adı “Şilerit̆i” olarak geçmekte. Nikolay Marr’ın “Lazistan’a Yolcucuk” adlı yöre biyografisinde de bu şekilde dile getirilmiştir. Mahallemizin Türkçe adı ise “Soğuksu Mahallesi” olup, mahallede birçok yerde çıkan soğuk sularıyla Türkçe adının da hakkını vermekte. Mahallemizin yerli ailelerin her birinin bir kabile adı olup, bizim aile de mahallede “İmamağa” olarak bilinir.

24 XI 1979, Rize doğumluyum. Rize Devlet Hastanesi’nde doğduğum için nüfus kaydımda Rize olarak yazılmış. Orta ve lise öğrenimimi Rize- Pazar’da gördüm. Sonrasında Karadeniz Teknik Üniversitesi ve Anadolu Üniversitesi’nde İktisadi Bilimler İşletme Lisans eğitimleri aldım.

Askerliğimi, eğitim ve kıta görevi olarak, Isparta- Eğridir, İstanbul- Tuzla, Kahramanmaraş’ta  yedek subay  olarak  ifa ettim.

Şu an için İstanbul- Şişli’de ikamet etmekteyim. 2007 yılından beri İstanbul’da bir grup şirketin mali işler yöneticiliğini yapmaktayım.

Türkçe ve Lazca dışında, A2 derecesinde İngilizce biliyorum. Birçok dilde birçok kelime haznesine sahip olsam da o dillerde iletişim kurabildiğimi söyleyemem.

Ali İhsan Aksamaz: Şimdi de doğduğunuz ve büyüdüğünüz coğrafyanın doğasına ilişkin  bilgi verin, lütfen! Siz denizcisiniz. O sebeple de doğduğunuz ve büyüdüğünüz doğayı yalnızca karadan, ormandan ve yayladan değil, denizden de tanıyorsunuz, öyle biliyorum. Önceki yaşantınızın, çocukluğunuzun, doğasından bahsedin bize! Çocukluğunuzun doğası nasıldı? Çocukluğunuzdan tatlı anılarınız var mı?

Erol Kant: Evet; bahsettiğiniz üzere, denizci bir ailenin çocuğu olarak dünyaya geldim ve genel bir tabirle, “doğduğumda gözlerimi denizde açtım”, denilebilir.  Konum olarak Soğuksu Mahallesi,  Pazar’ın merkezine en yakın deniz mahallesi. Mahalle zaten çok eski tarihlerden beri süre gelen deniz ticaretinin ve (Pazar) Atina Şehri’nin merkezi olma özelliğini  taşımaktadır. Soğuksu Limanı’nın  bu jeopolitik özelliği taşımasındaki  temel  neden, bölgede pek rastlanmayan bir şekilde, Soğuksu Sahili’nin doğal liman özelliğine sahip olmasından. Rivayet edilen, Argonotlar’ın Kolkhis Ülkesine geldiklerinde teknelerini sahile yanaştırıp  karaya ilk çıktıkları yerin burası olması; bölgenin doğal liman özelliğinde olması ve çevresinin dalgayı kesen doğal kayalıklardan oluşmasındandır.

Soğuksu Mahallesi, çok büyük bir mahalle olup, Pazar’ın en büyük köylerinin birkaç tanesini bile içine alabilecek bir yüzölçümüne sahiptir. Doğu’da Aranaş (Cumhuriyet Mahallesi ) ve Alttaki Hoşneşin (Derviş Mahallesi) tarafı, kaynaklardan doğan bir dere ile kesilirken, Batı’da ise Hunar (Aktaş Köyü ) ve Cabat (Sulak Köyü) köylerinden geçip gelen Hunarsu Deresi (Xunari Tzari) ile bölünmüştür. Mahallenin en yüksek sırtı “P̆op̆o Sırtı” olup bu alandan birçok köy ve deniz manzarası seyredilebilmektedir.

Belirtiğim gibi,  mahallede bizlere “İmamağa” derler ve mahalle büyükleri, bizim sülaleyi bu isimle tanır. İmamağa Mevkisi tam da Soğuksu Doğal Limanı’nın üstünde eski Pazar Devlet Hastanesinin olduğu bölümdür. 

İmamağalar 1900’ lü yılların başında, yelkenli ve kürekli mauna teknelerle Sohum’a tütün işçisi götürüp getirme gibi denizcilik faaliyetlerini de yürütmekteydiler.  Sonrasında 1. Cihan Harbi patlak verince dedemin kardeşi orada esir düştü ve yaklaşık 25- 30 sene Türkiye’ye gelemedi. Savaş sonrasında Sovyet Rusya ile Türkiye Cumhuriyeti arasında yürütülen diplomatik ilişkiler sonucunda, 1940’lı yıllarda Trabzon Limanına oradan eski esirlerini yolladılar. Böylelikle dedemin kardeşi de yıllar sonra Lazona’ya gelmiş oldu. Dedem ise, 1. Cihan Harbi patlak verdiği zaman askere alınmış ve Pazar Hemşin Deresi üzerinden Erzurum’a doğru bir askeri kafileyle gitmişler. Sonrasında dedemin bu yıpratıcı savaştan dönebilme imkânı maalesef olmadı.

Ailemizin denizle ilişkisi çok eskiye tekabül eder. Bu bakımdan aileye yeni eklenen bireyler de büyüklerinden her zaman denizciliği öğrenmişler. Yani aile olarak denizcilik hepimizin genlerine işlemiş.

Benim çocukluğum 1980’li yıllarda Soğuksu Sahili’nde geçti. O yıllarda Soğuksu’da hiçbir şey şimdiki gibi bozulmamıştı. Sıralı eski konaklar, eski balıkçı barakaları, tekne yapım atölyeleri, eski tekneler ve yerli yerinde güzel çakıllıklı bir deniz... Tabii, tüm doğallığıyla Pazar’ın simgesi olan “Kız Kulesi” de Batı yakamızda…

Denize ve denizciliğe karşı birçok anı hâlâ aklımda; hiçbir zaman da unutmam. Mahallemizdeki eski geleneklerden biri de “viya” kültürüydü.

“Viya”, Lazların deniz ata sporlarından; kolayca betimlemek gerekirse, dalganın kırılma noktasındaki ivmeyi yakalayarak yapılan bir vücut sörfü. Tabii bazı “viyalama” çeşitleri  yerine göre, göğüs tahtası kullanılarak da yapılırdı. Ama eskiden portatif sörf tahtaları olmadığı ve tahtalar hareket kabiliyetini düşürdüğü için genelde bu spor çıplak vücutla yapılırdı.

Soğuksu’ya ait  “viyalama” yerleri, Kız Kulesi arkası ve dalga çok büyük ise, Soğuksu Liman Başı “viya” mevkileriydi. “Viya Dalgası” olduğu zaman, mahalleli erkenden sahile iner, ortalık bir bayram yerine dönerdi. Bu zevkli sporu yapmaya cesaret edemeyenler ise, kıyıdan “viya” inenleri izler, onlar kadar olmasa da aynı coşkuyu hissederlerdi.  “Büyük dalga viyaları”  her zaman mahallenin büyükleri ve “kıdemli viyacılar”ı tarafından icra edilirdi. Çünkü acemiler ve bu iş için yetersiz kişiler kaza riski oluşturabiliyordu. Daha tecrübesizler ve gençler ise dalgaların durulma zamanı olan daha küçük “viyalar”la bu sporu icra edip kendilerini geliştiriyorlardı. İyi bir viyacı demek iyi bir yüzücü, prestij sahibi olmak anlamına da geldiği için bu tehlikeli ve eğlenceli spor Soğuksu’da her zaman rağbet görmüştür.

Ali İhsan Aksamaz: Daha önceki zamanlarda, çocukluğunuzda, Karadeniz Sahil Yolu yoktu. Rize- Artvin Havaalanı da yoktu. Karadeniz Sahil Yolu ve Rize- Artvin Havaalanı ile beraber doğada neler değişti? İnsanlar için faydalı sayılan neler ortaya çıktı? İnsanlar için zararlı sayılan neler ortaya çıktı? Doğa ve insan neler kaybetti? Doğa ve insan neler kazandı?  Hangisi diğerinden fazla, kazanç mı, kayıp mı? Ne düşünüyorsunuz? Neler söyleyebilirsiniz? Özellikle de endemik bitki ve hayvanlar konusunda neler söyleyebilirsiniz?

Erol Kant: Coğrafyamızda benim çocukluğumun geçtiği yıllarla şimdiki yıllar arasında inanılmaz boyutta görsel farklılık söz konusu. Bunun başlıca nedeni ise,  yöremizde 1990’lı  yılların sonunda başlayan Karadeniz Sahil yolu ve şimdilerde hizmete giren Rize Havaalanı’nın bu bölgede deniz dolgusuyla yapılmış olmaları.

Doğayı ve ekolojiyi çok derinden etkileyen bu projeler, yöre insanınca hep göreceli değerlendirilmiştir. Ben, şahsen, her iki projenin de belli şekilde yanlış olduğunu düşünen insanlardanım. Ama bu projeleri gerekçeleriyle açıklamadan, nasıl yanlış olduğunun anlaşılması oldukça zor olur. Başlı başına uzun soluklu bir konu olan bu durumu, İnşallah başka bir zaman uzun uzadıya konuşma imkânımız olur.

Kısaca değinmem gerekirse, Karadeniz Sahil Yolu Projesi’nin oldukça acımasız sonuçları  oldu ve coğrafyaya çok zarar verdi.  Bu projenin, daha çok tünel yönetimi ve yüksek viyadükler kullanılarak yapılması kuşkusuz daha sağlıklı olacaktı.

Havaalanı Projesi ise, son derece yanlış bir bölge seçimiyle yapıldı. Hem ekolojik olarak doğaya çok zararı olacak bir balık yuvalama alanı hem de bölgenin en derin yeri olması sebebiyle dolgu maliyeti oldukça yüksek olacak bir şekilde tercih edildi.

Bu iki projeyi de yorumlamak biraz hayat felsefesi gerektiriyor. Eğer 60- 70 senelik ömrünüzü ele alarak ve size vereceği bazı rahatlıkları düşünerek yorumlarsanız, her ne şekilde olursa olsun, proje için yararlı diyenler çok olacaktır. Ama toplum ve gelecek kuşak bilinciyle yorumlandığında, bölgede bir daha geriye dönüşü olmayan hasarlar bıraktığı için oldukça olumsuz düşünülebilir.

Sahil Yolu, deniz dolgusuyla karaya paralel bir şekilde olduğu için dağlardan gelen akarsularla denizin birleşmesi oldukça güçleşmiş ve sahil yolundan sonra coğrafyamızda yıkıcı sel olayları, yol kopmaları vuku bulmuştur. Bunun yanında yapılan sahil dolgularıyla denize girilme yerleri yok edilmiş, yöre çocuklarının eskiye oranla yüzme bilme oranında düşüş yaşanmıştır.

Mahallemizin çocukları eskiden hep aynı şekilde yüzer, bir yarışma yapılsa, birbirlerini ancak küçük farklarla geçerlerdi. Şimdi ise, çocuklar arasında büyük derecede yüzme farklılıkları oluşmuş durumda. Hatta yüzme bilmeyen yöre çocukları bile mevcut.

Bildiğiniz üzere, bölgedeki ilk sahil yolu (eski Susa), 1915- 1917 yılları arasında Çarlık Ordusu tarafından deniz dolgusuna başvurulmadan yapılmıştı. Yani başka bir bakış açısıyla, işgal eden bir ordu bile doğaya fazla zarar vermeden yol yapmaya çalışırken, bizler kendi kendimizin kuyusunu kazarak bir değer oluşturmaya çalıştık.  Şimdi baktığımızda ise,  balık yok, sahil yok, doğallık yok…

Endemik bitki ve hayvanlar konusuna geçecek olursak, ben bu bakımdan da yaşlı bir yaş grubundayım.  Daha önceden bölgede üretilen puro tütünü 1987- 88 yıllarından sonra üretilmemeye başlandı. Bu bakımdan, o zaman çocuk da olsam, tütüncülüğün bütün aşamalarını az çok hatırlıyorum. Bu konuyla ilgilenenler varsa, “Uncire” adlı Lazca Edebiyat Dergisi’nin 1. sayısında yayımlanan genişçe yazımı okuyabilirler. Bunun yanında, hepimizin bildiği gibi mısır, yöremizin önemli bitkilerindendi. Her köyün de bir su değirmeni mevcuttu. Değirmene gidip gelme anılarımı da hiçbir zaman unutamam.

Endemik hayvanlar, coğrafyamızda az çok yaşamlarını sürdürüyorlar ama eskiye oranla sayılarının çok olduğunu söyleyemem.  Deniz üzerinden gittiğimiz için kara hayvanlarından çok, denizde yaşayan balık türlerindeki azalmaya değinmek isterim.

Derelerde taşların altında, alabalığın yediği Lazca adı “Mğork̆o” olan bir böcek var. Bu böcek doğal alabalığın tükettiği temel besin maddesidir. Bu böceğin tükenmesi demek alabalığın da yaşamını sürdürememesi anlamına gelir.

Aslında denizlerde de durum farksız değil. Denizle karanın birleşim çakıllarında “Mğok̆u” denen eğrimsi bir böcek yaşar. Gece birçok balık sahile kadar inip bu böcekleri besin olarak toplar. Aynı zamanda dalgalar bu böcekleri havalandırır ve sonrasında kıyıya yakın yerlerde birçok balık çeşidi de bu böceklerle beslendirdi. Kıyıya dolgu yapılınca, kıyı sahil çakıllıkları da kapandığı için ne bu böcek yaşam alanı bulabildi ne de kıyıda bu böcekle beslenen balıklar yeterli sayıda çoğalabildi. Tabii bu durum bazı balık türlerinin azalmasında veya kaybolmasında tek başına bir neden olmayıp, bir kaç önemli nedenin içerisinde yer alır.

Yöremizde kaybolma riski barındıran balık türleri ise şu şekilde: Yeşili Azmarida (Yeşil İzmarit ), Moruna (Morina Balığı ), Yelkenli (Kırlangıç Balığı ), Mersini ( Mersin Balığı) , Saç̆ / Suvak̆i (Kalkan Balığı), Koteği (Minakop)

Ali İhsan Aksamaz: Eski Lazlar, “Taş Kültürü”ne sahipti ve taş ile kayaları da çok seviyorlardı. Yalnızca eski Lazlar değil, deniz ile yaşayan her eski halk,  taş ve kayaları seviyordu. O sebeple de her taş ve kayaya birer isim vermişler. Her taşın, her kayanın bir adı vardı. Her taş ve kaya, kendi adıyla tanınıyordu. Her bir yer de o taş ya da kayaya yakınlığıyla da tanınıyordu:  Kvamxari”, “Kvaoʒ̆ide”, “Kvaçeçme”, “Kvaç̆ağana”, “Kvaxexi”, “Kvamçire”, “Kvat̆axeri”, “Kvaonçamure”, “Kvaxerxi”, “Kvamurgi”, “Kvadidi”, “Kvanoğamisa”, “Kvaç̆̆i”, “Kvamʒ̆ǩili”, “Kvagamarderi”, “Kvaǩunʒ̆uli”, “Kvanusa”, “Kvakçe”, “Kvaxule”, “Kvanç̆areri”, “Kvamç̆ita”, “Kvamʒxeni”, “Kvaʒiʒilona”, “Kvamangana”, “Kvaburç̆uli”  ve diğerleri. Karadeniz Sahil Yolu ve Rize- Artvin Havaalanıyla böyle ne kadar taş ve kaya kaybolmuş; adlarını biliyor musunuz, hatırlayabiliyor musunuz? Şimdi yerlerinde görebildiğimiz taş ve kayalıkların adlarını verebilir misiniz?

Erol Kant: Evet, çok haklısınız; bizim inanılmaz bir taş sevgimiz vardı ve bu taşlara sanki canlıymış hassasiyetiyle yanaşıyorduk.  Hasan Helimişi’nin “Kvaomxaze”ye yazdığı içten şiirin de bu duyguyu yoğun olarak barındırdığını düşünüyorum.

Yöre eskiden,  şu anki Zelek (Balıkçıköy) ile Ğeba (Hemşin Deresi mevkii) arasında görülmemiş derecede kayalık bir yapıya sahipti. Bu kadar yoğun kayalık, Karadeniz Sahil kesiminde neredeyse hiçbir yerde mevcut değil. Bu kayalıklar, balıklar için bir resif oluşturuyordu. Bu resiflerde birçok balık sürüsü barınıyor ve ürüyordu.  Çünkü bu gölgede denizin üstünde gördüğümüz kayalıkların dışında, denizin altında da devam eden kayalıklar mevcuttu. Maalesef 1970’lerde ilk dolgular başladı ve Pazar şehir merkezinden Pazar eski PTT önüne kadar olan yerde ilk dolgular yapıldı. Sonrasında Soğuksu Limanı döküntüsü yapıldı ve epeyce kayalık daha kapandı. Bunun sonunda 1996 yılından 2022 yılına kadar Karadeniz Sahil Yolu nedeniyle onlarca deniz kayamız, taşımız kapandı ve en son havaalanı ise, kalan tüm kayaların  % 90’ını barındırdığı yüzlerce popülasyonla maalesef kaybettik.

Geçmişten bugüne bildiğim ve dolgu altında kalan taş ve kayaların Lazca isimleri şöyle:

P̆alamani, Cevasili, K̆uk̆uli, Hamamli, Çoşeli, Midyali, P̆alamut̆i ,Uça Kva, Ç̆ĭk̆i, Kvamçire, Poxona , P̆ap̆usva , Sum Kva , Oxori Oği, Tzari Oği, Kvambaxu, Todoxori, Veyisi Duzi …

Ali İhsan Aksamaz: Siz denizcisiniz. Uzun yıllardan beri bu işi yaptığınızı biliyorum. Çocukluğunuzda Karadeniz’de kaç çeşit balık görülüyordu? Karadeniz’de şimdi kaç çeşit balık görülüyor? Endemik balıklar var mıydı? Şimdi de endemik balıklar var mı?

 

“LAZCA GÖNÜLLÜSÜ İNSANLARA ÇOK BÜYÜK GÖREVLER DÜŞÜYOR”

 

Erol Kant: Evet, uzun süredir Lazona’da tamamen ikâmetgâh etmesem de denizciliği ve balıkçılığı hiçbir zaman bırakmadım. Sık sık da memlekete gider, denize açılırım. Karadeniz,  bulunduğu enlem ve suyunun yapısı gereği çok çeşit balık yapısını bulundurmaz; yine de Karadeniz’de 35- 40 bilindik balık çeşidi görülür. Bu balıkların çoğu endemik balıklar olup, bazen Marmara Boğazını geçip gelen ziyaretçi balıklar da olabiliyor. Son yıllarda en çok rastladığım, değişik su balığı, Ege’de ve Marmara’da olan “Mırmır” balığının Karadeniz Kumsal bölgelerinde görülmesi.

Şu an yöremizde en sık rastlanan endemik balıklar; hamsi, kefal, mezgit, istavrit, sargan, ispari.

Ali İhsan Aksamaz: Siz iyi bir aşçısınız. Çeşitli yiyecekler yapabilirsiniz. Geleneksel Laz yemeklerini yapabilirsiniz. Öyle biliyorum. Doğru biliyor muyum? Biraz da aşçılığınızdan bahsedin, olur mu?!

 

“UNCİRE’DE ESKİDEN YÖREDE ÜRETİLEN PURO TÜTÜNÜ KONUSUNU YAZDIM”

 

Erol Kant: Doğrusu benim aşçılık durumum biraz da Karadeniz ritüel yemeklerini çok sevmemden kaynaklı. Bu tatlardan hiçbir zaman vazgeçemediğimden dolayı bazı Karadeniz yemeklerini kendim öğrendim ve iyi derece yapabiliyorum. Ama yine de söylemem gerekir ki benim aşçılığım Laz yemekleriyle sınırlı.

Bu yemekler; karalâhana (sarma, ezme, açık sarma, pancar), sebzeli hamsi, turşu kurma ve kavurma, hamsili ekmek, muhlama, minci t̆ağaneri vs. 

Tabii bu yemekleri yapabiliyor olmamın sırrı, annemden aldığım bilgiler ve bu yemekleri yapabilmek için memleketten getirttiğim olmazsa olmaz malzemeler.

Ali İhsan Aksamaz:  Müzisyensiniz. Enstrüman da çalıyorsunuz. Şarkılar icra ediyorsunuz; Lazca şarkılar söylüyorsunuz. Megrelce şarkılar söylüyorsunuz. Çonguri çaldığınızı  biliyorum; doğru biliyor muyum? Başka hangi enstrümanları çalıyorsunuz? Başka hangi dillerde şarkılar söylüyorsunuz? 

Erol Kant: Evet, Lazca- Megrelce ve az da olsa bazı Gürcüce şarkıları çalıp söylüyorum. Müzik, hayatımın her zamanında olmuştu. Yolda yürürken de şarkılar mırıldanan insanlardanım. Ama hiçbir zaman bir enstrüman tecrübem olmamıştı.  Sonra otantik Laz Müziğine heves ettim. Bunun için de Gürcü “pandurisi”ni öğrendim. Pandurinin ses dinamiği,  Laz Müziğine oldukça uygun olduğu için birçok Lazca şarkıyı kolaylıkla icra edilebiliyor.  Bahsettiğiniz “çonguri” ise, “panduri”den biraz daha büyük ve icra edilmesi biraz daha zor bir enstrüman. Şu ana kadar “çonguri”yi tecrübe etmişliğim hiç yok.

Ne yazık ki farklı başka bir enstrüman çalamıyorum. “Panduri”yi de kendi çapımda Laz şarkılarını söyleyebilmek için öğrendim.   Belki ilerde zaman ayırıp farklı bir enstrümanı da öğrenebilme imkânım olur. Müzik her zaman yaşantımın içerisinde olacak.

Ali İhsan Aksamaz: Lazca makale ve şiirler de yazıyorsunuz. Lazca çalışmalarınızdan da bahsedin bize, lütfen! Lazca söyleşiler de yapıyorsunuz. Biraz da bu kültürel çalışmalarınızdan bahsedin, lütfen!

 Erol Kant: Doğrusu Lazca’nın her alanında olmak isteyen bir insan olduğum için bazı konularda sosyal medya üzerinden bilgilendirme yazılarım oldu. Bunların birçoğu, insanlara bilgi verme amaçlı yazılar olduğu için de okuyanlardan genelde oldukça iyi dönüşler alıyorum.

 Lazca şiirlerim de mevcut.  Yanılmıyorsam 25- 30 tane olması gerek. Bunların birçoğu yayınlanmamış. İleride Lazca yazınsal çalışmalara yoğunlaşmak istiyorum. Ama henüz bunun için erken olduğunu düşünüyorum.

Ali İhsan Aksamaz: “Meta/ Facebook”ta kültürel bir sayfanız var. Öyle biliyorum.  Sayfanızın adı: “Lazuri Nena;Visinapamt, Vixap̆art,Vilak̆irdamt, Bip̆aramit̆amt, Bğarğalupt”. Kültürel çalışmalar, klipler yayımlıyorsunuz. Sayfanızı ne zaman açtınız?

 

“SOSYAL MEDYANIN LAZCAYA FAYDASININ OLDUĞUNU DÜŞÜNÜYORUM”

 

Erol Kant: Sosyal Medya’nın Lazca’ya çok büyük faydasının olduğunu düşünen insanlardanım. Şöyle ki Gürcistan’da yaşayan Laz ve Megrel kardeşlerimiz dâhil olmak üzere birçok Laz ile sosyal medya vasıtasıyla bağlantı kurma imkânını bulduk.  Ben birçok hususta çeşitli yörelerden Lazlar ile iletişim kurarak birçok bilgi edindim. İsmini duyduğum ama tanışma imkânı bulamadığım rahmetli Münir Yılmaz Avcı amcamız bunların en değerlilerindendi. Kendisinden birçok bakış açısı edindiğim, Lazca gönüllüsü o büyük insan maalesef şu anda aramızda değil.

Evet, şu anda aktif, “Lazuri Nena;Visinapamt, Vixap̆art,Vilak̆irdamt, Bip̆aramit̆amt, Bğarğalupt” adlı grup sayfasında bazı kültürel  çalışmaları  paylaşarak insanlara yardımcı olmaya çalışıyorum. Daha öncesinde, arkadaşlarımın açtığı “Lazca”, “Lazuri Nena” ve “Lazuri Cumaloba” adlı sayfalarda da yıllarca paylaşımlar yaptım. 

Ali İhsan Aksamaz: Korona virüs zamanından önce, gençlerle piknikler düzenliyordunuz, kültürel çalışmalar yapıyordunuz. Korona virüs günlerinden sonra da yine o kültürel çalışmaları yapacak mısınız?

Erol Kant: Evet, yaklaşık 8- 9 tane Laz ritüelleri içeren piknik düzenledik. Bunların çoğu İstanbul- Heybeliada’da oldu. Ama bazı piknikleri de İzmit- Kartepe, Düzce- Akçakoca, Bolu-Yedigöller gibi değişik yerlerde düzenledik. Piknikler; Laz yemek ritüelleri, Lazca destan- şarkı ve Horon (Tulum)  eşliğinde oluyordu. Hiçbir katılım ücreti gerektirmeyen bu etkinliklere oldukça da talep oluyordu. Maalesef korona virüs sonrası, bu pikniklerin yerine daha az katılımlı bazı kamplar yapmaya başladık. Ortam ve imkân müsait olursa, ilerleyen zamanda yine bu tür organizasyonlar yapmak isterim.

.Ali İhsan Aksamaz: Siz de isterseniz, artık söyleşimizi sonlandıralım. Başka sorum yok. Ancak sizin söyleyecek başka sözünüz veya mesajlarınız varsa, lütfen onları da söyleyin! Bu söyleşi için size çok teşekkür ederim. Ailenizle birlikte her zaman güzellikler görün! Sakalınız yere erişsin!

Erol Kant: Başta da belirttiğim gibi, zor bir görev üstleniyorsunuz. Laz Dili ve Laz Kültürü’ne hizmet edip aynı zamanda bu hizmet içinde olan insanları da tanıtıyorsunuz. Bu bakımdan bizler size ne kadar teşekkür etsek azdır.

Laz Kültürü bir farkındalık işidir. İnsanların bazıları bu kültürel çalışmalara hep kuşkuyla bakıyor ve  “Bu işleri fazla kurcalıyor. Acaba arkasında başka işler mi var?” diyor. Kendim ve tanıdığım birçok Laz Kültür Emekçisi adına diyebilirim ki: “Yok kardeşim, içimizde dilimizin, kültürümüzün yaşamasından başka bir gaye yok!”

Her ne kadar son 30 yıldır yapılan çalışmalarla Lazca yazınsal kaynaklar çoğalsa da Laz Dili konuşulurluğunu yitiriyor. Zaman geçtikçe dili anlayıp konuşamayan gençler çoğalıyor ve ne yazık ki böyle giderse, artık gençlerimiz konuşamadığı gibi Lazcamızı anlayamayacak da.

Antik çağlardan günümüze kadar gelen bu kadim dili bir şekilde yaşatmamız gerekiyor.  Bunun için de biz Lazca gönüllüsü insanlara çok büyük görevler düşüyor. Lütfen,  çocuklarımıza küçük yaşlardan itibaren bu doğrultuda telkinlerde bulunalım ve Lazca’ya duyarlı bireyler yetiştirelim.

Kalın sağlıcakla…

 

EROL KANT İLE ALİ İHSAN AKSAMAZ, DOSTLARIYLA BİR TOPLANTIDA (22 VI 2013, GEOAKTİF YAYINLARI, GALATASARAY)

+

(Önerilen söyleşiler: Bayram Ali Özşahin: “Kapitalizm her şeyi aşındırıyor, öğütüyor, eritiyor, kaybediyor!”, 14 VIII 2019, circassiancenter.com.tr/ gurcuhaber.com; Besim Özel: “Köyümüzde Lazca türküler söylenirdi”, 11 IV 2022, sonhaber.ch/gurcuhaber.com; Cemil Telci: “Çay Üreticileri de Özel Şirketlerin İnsafına Kaldı!”, 19 VI 2021, sonhaber.ch/ circassiancenter.com.tr; Cihangir Bilgin: “Anadolu’da yaşamış ozan ve aşıkların divanını okudum!”, 11 XII 2021, sonhaber.ch/ gurcuhaber.com/ circassiancenter.com; Cihangir Bilgin: “Kendi kültürümüze ve anadilimize dair tek kalem oynatmamak çok zoruma gitmişti!”, 12 XII 2021, sonhaber.ch sonhaber.ch/ gurcuhaber.com/ circassiancenter.com; Cihangir Bilgin: “Batum, Tiflis, Rustavi’de arşiv çalışmaları yaptım!”, 14 XII 2021, sonhaber.ch sonhaber.ch/ gurcuhaber.com/ circassiancenter.com; Cihangir Bilgin: “Lazca mücadelemize devam edeceğiz!”, 16 XII 2021, sonhaber.ch sonhaber.ch/ gurcuhaber.com/ circassiancenter.com; Demir Akın: “Ne Kadar Çok Dil, O Kadar Çok Zenginlik!”, 30 XI 2018, circassiancenter.com.tr; Ergün Konakçı: “Vatandaşların Eğitim ve Kültür İhtiyaçları İçin Çeşitli Faaliyetlerde Bulunmak Siyasî Bir Eylem Değildir!”, 24 VIII 2019, circassiancenter.com.tr; Fatma Başural: “Anadilimizi, Kültürümüzü, Geleneklerimizi Bilelim!”, 1 XII 2018, circassiancenter.com.tr; Gülcan Yüksel Asılyazıcı: “Dört Elle Lazca İçin Savaşan Biri Olup Çıktım!”, 29 III 2021, sonhaber.ch/ gurcuhaber.com/ circassiancenter.com.tr; Hasan Uzunhasanoğlu: “Lazca, Bir Dialekt (Ağız, Şive) Değil, Bir Dildir!”, 21 VIII 2019, sonhaber.ch/ circassiancenter.com.tr; İnci Derya Turna, “Anadilimiz ve Köklü Güzel Kültürümüz Yok Olmasın!”, 11 IX 2019; sonhaber.ch/circassiancenter.com.tr/ gurcuhaber.com; Kemal Özbıyık: “Büyükler Bir Araya Gelmezsek Dilimiz de Ölecek!”, 30 XI 2018, circassiancenter.com.tr; Maksut Kesici: “Lazca Eğitim Görebilseydim, Türkçeyi Güzelce Öğrenebilseydim, Böyle Zor Bir Hayatım Olmayacaktı!”, 25 XI 2018, circassiancenter.com.tr; Mircan Kaya: “Çocuklara Ninnilerimizi Duyurmak İstiyorum!”, 11 V 2020, sonhaber.ch/ circassiancenter.com.tr; Murat Karadeniz: “Gazete Noğa’yı Tamamen Lazca Yayınladık!”, 18 II 2022, sonhaber.ch/ circassiancenter.com; Musa Karaalioğlu: “Ağlamayana Süt Vermezler!”, 29 IV 2020, sonhaber.ch/ circassiancenter.com.tr; Orhan Bayramin: “Laz Edebiyatı 1996’dan Fersah Fersah İleride!”, 15 III 2021, sonhaber.ch/ gurcuhaber.com/ circassiancenter.com/ simavakfi.org; Osman Şafak Büyüklü: “Lazlar, Çalışmalarını Büyük Bir Kolektif Ortamın İçinde Yapmalı!”, 21 VIII 2019, circassiancenter.com; Önder Acar: “Oçamçire’deki Laz Okulu’nda da Öğrenim Görmüş Anneannem!”, 11 X 2019, circassiancenter.com/ gurcuhaber.com; Özlem Şendeniz Konuşuyor, 10 II 2020, circassiancenter.com.tr; Rıdvan Özkurt Anç̆aşi: “Çoğunlukla Aşk, Doğa, İnsana İlişkin Şiirler Yazıyorum!”, 04 II 2022, sonhaber.ch, circassiancenter.com.tr/ gurcuhaber.com; Ruhan Odabaş, “Yitmek Üzere Olan Dilimizi Yaşatabilme Çabasındayım!”, 3 VII 2021, sonhaber.ch, circassiancenter.com.tr;  Sabri Aslışen: “Yüksek Yerleşim Yerlerinde Saha Çalışması Yapmak da İstiyorum!”, 9 VIII 2019,  circassiancenter.com.tr /ardeseninsesi.com/ ardesenkulturdernegi.com.tr; Sami Fitoz, “Çocuklarımızın Anadilimizi Öğrenmesini İstiyorurum!”, 7 X 2019, circassiancenter.com; Selma Koçiva: “Son Aktif Yıllarımı Laz Edebiyatına Vermek İstiyorum!”, 24 II 2021; sonhaber.ch/ gurcuhaber.com/ circassiancenter.com/ turklaz.com/ avrupaforum4.org; Yılmaz Erdoğan: “Bizimkiler Sohum’a Yerleşmiş!”, 22 XI 2018, circassiancenter.com.tr; Yılmaz Avcı, Ali İhsan Aksamaz, (Redaktör):  “Navamiçkinan Tere: K̆olxeti/ Bilmediğimiz Ülke: K̆olxeti (Anı)”, Sima Dergisi, Sayı 8, Sima Laz Vakfı Yayını, Fotosan Ofset, İzmit, 2009; Yılmaz Erdoğan: “Ogni Kültür Dergisi” ikinci çocuğum olarak kucağımdaydı!”, 7 VI 2022, sonhaber.ch/ circassiancenter.com/ gurcuhaber.com)


http://www.gurcuhaber.com/2022/09/10/erol-kant-antik-caglardan-gunumuze-gelen-bu-kadim-dili-yasatmamiz-gerekiyor-soylesi-ali-ihsan-aksamaz/

 

http://www.circassiancenter.com/tr/erol-kant-antik-caglardan-gunumuze-gelen-bu-kadim-dili-yasatmamiz-gerekiyor/

 

https://sonhaber.ch/antik-caglardan-gunumuze-gelen-bu-kadim-dili-yasatmamiz-gerekiyor/

 

+

 

https://www.youtube.com/watch?v=KsbS3qzAGbg

https://www.youtube.com/watch?v=Y1_qsNSteKU

https://www.youtube.com/watch?v=RPDSzJU5n1Q

https://www.youtube.com/watch?v=zAPFW6hkI48

https://www.youtube.com/watch?v=BI9IT-mAwbI

 +

aksamaz@gmail.com

 

22 Ağustos 2022 Pazartesi

“Varlar ama yoklar”

 

 

 


 

“Varlar ama yoklar”

 

 

Araştırmacı- yazar (Anzor Keref) Yalçın Karadaş’ın son çalışması “Varlar ama yoklar” geçtiğimiz günlerde “Papirüs Yayınları”nın “Kafkasya Dizisi”nden kitaplaştı. Kitabın alt başlığı ise şöyle: “Türkiye’de Demokrasi Mücadelesi ve Çerkes Meselesi”.

 

“Varlar ama yoklar”, Yalçın Karadaş’ın 1991’den 2022 yılına kadar yazdığı makalelerden bazılarını içeriyor. Kitaptaki makalelerin bazıları “Kafkasya Gerçeği Dergisi”, “Jineps Gazetesi”, “Radikal Gazetesi”, “Bir gün Gazetesi”, “Evrensel Gazetesi” ile “Taraf Gazetesi”nde de yayınlanmış. Kitapta ayrıca Yalçın Karadaş ile “sonhaber.ch” için yapılmış bir söyleşi de yer alıyor: “Gerçekler Saptırılarak, Yok Sayılarak Yok Olmaz”. Kitabın  “Okuma Önerileri” başlıklı bir bölümü de var. Bu bölümde okuyucuya 150 civarında kitap önerisinde bulunuluyor.

 

Yalçın Karadaş, bu çalışmasıyla bir yandan tanımayanlara Çerkesleri tanıtmaya çalışırken diğer yandan da Çerkes aydınlarını somut gerçeklikten hareketle Çerkes kimliğini yaşatma mücadelesinde ortak bir duruşa davet ediyor. Ayrıca Çerkes aydınlarına da eleştirilerde bulunuyor, sorular yöneltiyor: “Çerkes Aydınlarına 100 Aykırı Soru”. Çerkeslerin nüfuslarını Kürtlerin nüfuslarıyla kıyaslayarak, nüfuslarının daha az olmasından hareketle   Çerkesleri yok sayan çalışan bazı aydınların anlayışını da mahkûm ediyor. Nüfusuna bakılmaksızın her kimliğin ve anadilinin eşit derecede yaşamaya ve kurumsal olarak geleceğe taşınmaya hakkı olduğunu önemle vurguluyor.

 

Yalçın Karadaş; Çerkeslerin kökenleri, tarihleri, kültürleri, anavatanları ve günümüzde hangi ülkelerde yaşadıklarına ilişkin ansiklopedik bilgileri vermekle kalmıyor, anadillerinin her geçen gün yok olmaya yüz tuttuğunu da dikkat çekiyor. Çerkes kimliğini yaşatmaya yönelik somut önerilerde bulunuyor.

Yalçın Karadaş, bu çalışmasıyla yalnızca Çerkes kimliğine değil, doğru olduğu üzere, Türkiye’nin her kültürel- dilsel kimliğine ayrım gözetmeyerek sahip çıkıyor. Böylelikle de gerçek bir aydın tavrı sergiliyor. Geçmişten günümüze taşınan bütün toplumsal sorunların çözüm yolunun, tüm kurum ve kurallarıyla her alanda ve her zaman uygulanması gereken  demokrasiden geçtiğine bir kez daha  işaret ediyor.

 

+

 

(Önerilen okumalar: Yalçın Karadaş: “Ezberleri Bozmamız Gerekiyor!”, 19 XII 2018,   circassiancenter.com.tr;  Yalçın Karadaş: “Gerçekler Saptırılarak, Yok Sayılarak Yok Olmaz!”, 12 I 2022, sonhaber.ch)

 

 

aksamaz@gmail.com

 

 

      

https://sonhaber.ch/varlar-ama-yoklar/#more

 

 

+


 

  • Söz uçar, yazı kalır

 

 

Yalçın Karadaş, bu çalışmasıyla ilgili bir makale kaleme almamı istedi. Hemen bilgisayarımın

başına geçtim. Kendisini ne zaman tanıdığımı hatırlamaya çalıştım. Hafızam beni yıllar

öncesine götürdü.

Önce kendisini 1990’lı yılların ikinci yarısında Kadıköy’de, Nart Yayınları’nda

tanıdığımı hatırladım. Çok geçmeden hafızamın beni yanılttığının hemen farkına vardım.

Yalçın Karadaş’ı Nart Yayınları’nda değil, Ogni Kültür Dergisi’nin Aksaray’daki

idarehanesinde tanıdığımı hatırladım. Kutarba Hayri Ersoy ile birlikte gelmişti. Ogni Kültür

Dergisi’ni yayımlayan Laz aydınlarıyla tanışmak istemişler.1993 yılının sonlarıydı.

Alaşara Dergisi idarehanesine gidip geldikçe kendisiyle zaman zaman karşılaştığımı

ve sohbet ettiğimizi hatırlıyorum. Sonra uzunca bir süre görüşme imkânımız olamadı. Aradan

epey zaman geçti.

Bir gün ortak dostumuz Semih Akgün aradı. “Ali İhsan, senin yayın dünyasında

tanıdıkların vardır. Bizim Yalçın Karadaş’ın bir kitap çalışması var. Tanıdığın yayınevi var

mı? Yardımcı olabilir misin?” diye sordu. Birkaç gün sonra Yalçın Karadaş ile

Sultanahmet’te, Erol Taş’ın kahvehanesi önünde buluştuk. Hemen yakınlardaki Sorun

Yayınları’na gittik. 2009 yılıydı. Kendisini Sırrı Öztürk ile tanıştırdım; oturdular, konuştular,

anlaştılar. Çok fazla bir zaman geçmeden de, “Çerkes Kimliği/ Türkiye’nin Sorunları” adlı

kitabı Sorun Yayınları tarafından yayımlandı. Yalçın Karadaş’ın bu değerli çalışmasının 2.

baskısı da çok geçmeden yayınlandı. Öyle hatırlıyorum. Bir diğer değerli çalışması, “100

Aykırı Soruda Türkiye’yi Tanımak” da Sorun Yayınları’ndan çıktı.

Sorun Yayınları Kolektifi  tarafından Sırrı Öztürk’ün moderatörlüğünde 31 Ekim 2009

tarihinde 28. İstanbul  Kitap Fuarı Büyükada Konferans Salonu’nda yapılan “Diller- Halklar-

Ulusal Sorun” başlıklı panel-söyleşide Yalçın Karadaş ile birer tebliğ sunduk.

 

11 Haziran 2012 günü İnsan Hakları Derneği İstanbul Şubesi’nde Kuban Kural’a

destek vermek için yapılan basın açıklamasında da; 4 Temmuz 2012’de  Ünal Çuğ’u

sonsuzluğa uğurlamak için Üsküdar Selimiye Camii’ndeki törende de Yalçın Karadaş ile

beraberdik.

7 Haziran 2015 Genel Seçimlerinde Yalçın Karadaş İstanbul 1. Bölgeden, ben 2.

Bölgeden Bağımsız Milletvekili adaylarıydık; bana oy verilmesi için nasıl çaba gösterdiğini

biliyorum.

2015 yılı sonunda beni fena vuran, önce iki ay kadar komada kalmama ve ardından da

bir süre yatalak yaşamama sebep olan amansız hastalık süresince Yalçın Karadaş’ın da beni

yalnız bırakmadığını öğrendim, biliyorum, hatırlıyorum.

Kendisiyle en son, Kutarba Hayri Ersoy’un Belge Yayınları’ndan çıkacak “Sürdüler

Sürgün Oldum”, “Sürgün Sessiz Ölür”, “Çöl Sıcağında Bile Üşürsün Sürgünsen” adlı

romanlarına redaksiyon katkısı sunmam için çıkışları eve getirdiğinde görüşmüştük.

 

Yalçın Karadaş ile tanışıklığımız ve hukukumuz konusunda kısaca bunları

söyleyebilirim. Hayat hikâyesi ve kültürel çalışmalarına ilişkin ayrıntılı bilgi edinmek

isteyenlerin, kendisiyle yaptığım söyleşiyi okumalarını tavsiye ediyorum: “Ezberleri

Bozmamız Gerekiyor!” (www.circassiancenter.com.tr)

Aradan uzun yıllar geçti. Pandemi sebebiyle bir araya gelme imkânımız olamadı.

Ancak ben, kendisini hem Türk basınından hem de sosyal medyadan hep izledim, izliyorum.

Yalçın Karadaş’ın, 11 Mayıs 2019’da Ulusal Kanal’da söylediklerini unutamıyorum.

Rahmi Tuna ile birlikte Osman Güdü’nün “Kent ve Yaşam” programına katılmıştı. Çarpıcı

açıklamalarda bulunmuştu.

15 Ocak 2022 tarihinde Bursa Birleşik Kafkas Derneği’nde yaptığı sunumu da canlı

olarak internet ortamında baştan sona ilgiyle izlediğimi belirtmeliyim: “Kafkasya ve Çerkesya

için Gelecek Vizyonu”. Yalçın Karadaş’ın bu sunumunda hiç bilinmeyen veya çok az bilinen

bazı konuları dile getirdiğini söylemeliyim. İngilenenler bu sunuma youtube’den ulaşabilirler.

Belirtmeliyim; Yalçın Karadaş ile 2. söyleşimi 2022’nin başında yaptım: “Gerçekler

Saptırılarak, Yok Sayılarak Yok olmaz!” (www.sonhaber.ch)

Yalçın Karadaş, bir aydın; aydın sıfatına lâyık bir insan. Yazdıklarıyla yalnızca

bugünü değil, geleceği de aydınlatıyor. Sürekli okuyor, yazıyor, yayımlıyor. Diğer insanların

aydınlanmasına da katkı sağlıyor.

Yalçın Karadaş’ın yazdıklarının daha nice yıllar hem bizleri hem de bizim aranızda

olamayacağımız zamanlarda bizden sonrakileri aydınlatacağına olan inancım tam. Söz uçar,

yazı kalır! Ali İhsan Aksamaz (9 V 2022)

aksamaz@gmail.com

 

9 Ağustos 2022 Salı

“Laz Enstitüsü” Toplantısında Söylediklerim, Gözlem, Eleştiri ve Önerilerim (ARŞİV)

 


 

 

“Laz Enstitüsü” Toplantısında Söylediklerim, Gözlem, Eleştiri ve Önerilerim (ARŞİV)

 

Aslına bakarsanız; Türkiyede bir Laz Enstitüsü, 1930’lu yıllara daha varmadan devletin kendisi tarafından kurulmalıydı. Meselâ; Ankara’da Dil- Tarih- Coğrafya Fakültesi’nde bir “Laz Enstitüsü” açılabilirdi. Burada Laz dili ile ilgili bilimsel çalışmalar yürütülebilirdi. Bundan başka; anadili Lazca olan askerliğini onbaşı veya çavuş olarak yapan ve Türkçe okuma- yazma bilen gençler DTCF’nin “Laz Enstitüsü”nde kısa dönem ancak yoğun bir eğitim ve öğretimden geçirilerek, kendi yörelerinde Türkçeyi Latin harfleriyle okumayı ve yazmayı öğrettikleri gibi, Lazca öğretmeni olarak da görev yapabilirlerdi. Bununla birlikte “Millet Mektepleri” ve “Köy Enstitüleri”ni de hatırlayalım. Pek âlâ bu kurumların da desteğiyle bu sorun çözülebilirdi. Lazların yerlisi oldukları ve topluca yaşadıkları Doğu Karadeniz yerleşim bölgelerindeki okullarda olsun, muhacir olarak yaşadıkları Adapazarı, İzmit, Sapanca, Yalova vb. yerlerdeki köy okullarında olsun anadili dersleri verilebilirdi. Kültür Bakanlığı ve/ya Millî Eğitim Bakanlığının yayınlayacağı ders kitapları ve zamanının yardımcı ders araç gereçleriyle de Lazca dersleri desteklenebilirdi. İstanbul, Ankara, İzmir gibi büyük kentlerde birbirlerinden ayrı olarak yaşayan Laz ailelerin çocukları ise, bu olumlu çalışmalardan ve Lazca ders kitaplarından büyükleri veya dernekler vasıtasıyla faydalanabilirdi. Böylelikle; Lazca ve Türkçe iki-dillilik süreci bugünlere sağlıklı ve kurumsal olarak oluşabilirdi. Hem Türkçeyi ve hem de Lazcayı çok iyi bilen, konuşan ve okuyup yazabilen en az dört kuşak yetişebilirdi. Bütün bunlar para ve diğer kaynakları aktararak değil, ancak öncelikle vatandaşına güvenen yurtsever bir kafayla yapılabilirdi.

Devlet, daha doğru bir söylemle CHP’nin tek parti iktidarı, bir “Laz Enstitüsü” oluşturmadı; Lazcanın geliştirilip çağın gelişmelerine paralel olarak bu günlere kurumsal olarak ulaştırılmasına izin vermedi. Bu da yetmiyormuş gibi, Lazcayı yok etmek için çeşitli tedbirlere başvurdu. 1930’lu yıllardan başlamak üzere Lazcaya diğer anadilleri gibi kültürel bir soykırım uygulanmıştır. CHP’nin tek parti uygulamaları hakkında en öğretici kaynak Cumhuriyet Gazetesi’nin arşividir

9 Aralık 2012 Pazar günü “Lazika Yayın Kollektifi” idarehanesinde bir toplantı vardı. Toplantıdan Mustafa Özkurt Çupina ve İsmail Avcı Bucaklişi’nin telefonlarıyla haberim oldu. Hafta içi her ikisi de değişik zamanlarda beni aradı ve bu toplantıya katılmamı istediler. Konuyu sorduğumda, toplantı konusunun “Laz Enstitüsü” olduğunu belirttiler.  Kendilerine toplantıya katılacağımı söyledim.  Ancak bu toplantıda “Laz Enstitüsü”nün nesinin konuşulacağını anlamadım. Bu toplantının, “Laz Enstitüsü”nün kuruluşunun ne zaman duyurulacağına ilişkin bir karar verme toplantısı veya kokteyli olup olmadığını da sormadım. Çünkü bana göre, “Laz Enstitüsü,” fiilen “Lazika Yayın Kollektifi”nin çalışmaya başlamasıyla birlikte kurulmuş oldu.  “Lazika Yayın Kollektifi,” gücü oranında ve çeşitli engelleri aşabildiği kadarıyla bugüne kadar bir enstitünün yapabileceği çalışmalardan bir kısmını başarıyla yaptı. Yapılacak bu toplantıda, “Lazika Yayın Kollektifi”nin adının “Laz Enstitüsü”ne çevrilebileceği geldi aklıma bir an. Zaten artık bir lokali de vardı. Bununla beraber, bu kolektifin yeni bir hamle yapmak amacıyla bu toplantıyı düzenliyor olduğunu da düşündüm. Sebep ne olursa olsun, olumlu bir gelişmeydi. O sebeple ne Mustafa Özkurt Çupina’ya ne de İsmail Avcı Bucaklişi’ye bu vb. konularda çok fazla soru sorma ihtiyacı hissetmedim. Ne de olsa ben sadece davetliydim; misafirdim. Bu arkadaşlarla her ne kadar yakın bir arkadaşlığım olsa da, “Lazika Yayın Kollektifi”nin kendi iç iş ve işleyişlerine ilişkin çok fazla bilgi edinmeyi doğru bulmadım; doğru bulmam.  Dediğim gibi; ben “Lazika Yayın Kollektifi”nden değilim ve bu toplantıya da yalnızca davetliyim.

            Toplantının amacını hiç anlamadım. Söylenmedi; belli değildi demek. Toplantının önceden duyurulmuş bir gündemi de yoktu. Gündemsiz toplantıları çok iyi bilirim. O tür toplantılardan hiçbir şey çıkmaz. Çıksa çıksa, sürtüşme çıkar. Bütün bunları, buna benzer toplantılarda yirmi yıldır gördüğüm için, bu toplantıya da temkinli yaklaşmanın gerektiğini düşündüm. Kendi kendime karar aldım. Bu toplantıda konuşmayacak, kuytu bir köşede yalnızca dinleyecektim.

            Toplantı öncesi günlerde, zaman zaman geçmişi düşündüm. Laz aydınlarının yirmi yılda hangi noktadan hangi noktaya geldiklerini değerlendirmeye çalıştım kafamda. Yirmi yılda Laz aydınlarını bir “Laz Enstitüsü” kuramamışlardı. Neden?! Enstitü’nün işlevini anlayamamışlardı da ondan! Enstitü, politik bir kuruluş değildir. Enstitü, siyasî parti değildir. Enstitü vakıf değildir. Enstitü dernek değildir. Bunların işlevinde değildir. Enstitü, Laz dili ve kültürü ile ilgili komisyonlar oluşturur, çalışmalar yapar veya yaptırır. Otoritelerle gerekli ilgili bağlantılar kurar. İlgili yerlere talepleri iletir. Daha somut ve güncele ilişkin söyleyeyim: Lazca radyo ve televizyon yayınlarını hazırlayacak kişileri bulur, eğitir, gerekiyorsa bu kişilerin eğitimleri konusunda ikinci üçüncü şahıs ve kurumlara bağlantı kurar. Okullarda, derneklerde, vakıflarda Lazca dersleri verecek kişilerin yetişmesi için aynı şekilde çaba harcar, bağlantılar kurar. Lazca derslerde okutulacak kitapları hazırlar. Yurtdışında yayınlanmış Lazca eserleri burada okuyucusuyla buluşturur. Lazca filmler, Lazca çizgi filmler, Lazca tiyatro eserleri hazırlar, hazırlatır. Bütün bunların olabilmesi için resmî, özel kişi ve kuruluşlarla bağlantılar kurar. Bütün bunları söylerken, yalnızca adı “Laz Enstitüsü” olan bir tabela kuruluşunu kastetmiyorum.

            Hepimizin hatırlayacağı örnekler vereyim. Eğer adı “Laz Enstitüsü” olmasa bile, enstitü görevi yapan bir yapı daha 2000’lere varmadan kurulabilseydi; TRT, 2004’de Lazca yayın yapamamazlık edebilir miydi?! Bu kuruluşa rağmen, 2012-2013 Eğitim- öğretim yılında Lazcanın seçmeli dersler arasına girmesini engelleyebilirdi? Geri dönüp bakalım: Laz aydınları bir “Laz Enstitüsü”nü daha 2000’lere varmadan kurabilirler miydi?! Evet! Laz aydınlarının bilgi birikimleri buna yeterdi. Yalnız birileri kuşkusuz, Laz aydınlarının kimlik mücadelesi vermelerini istemediler. Yaşanan güzel süreçleri ta baştan bir şekilde engellediler. Bu engellemeler de başarılı oldu. Çünkü ilk kuşak Laz aydınları henüz birbirleriyle didişmekteydiler ve birileri esasa gelmelerini sürekli engelliyordu.  Bugün bunun farkına varılmış. Geç bile olsa, sevindirici bir gelişme.

2012-2013 Eğitim- öğretim yılında Lazcanın seçmeli dersler arasına girememesinin sebebi, bir “Laz Enstitüsü”nün bulunmaması ve “Lazika Yayın Kollektifi”nin bu konuda yetersiz kalmasıydı. Kürtçe için, Çerkesçe için, Abazaca için ilgili müfredat programları hazırlandı. Milli Eğitim Bakanlığının ilgili kurumlarından onay aldı. Sonunda da bu anadillerinde seçmeli dersler bu eğitim- öğretim döneminde başladı. Aynı şey Lazca için de gerçekleşebilecekti. Laz aydınları bunu göremediler. Benim gibi, konuyla ilgili “Lazika Yayın Kollektifi”ndeki arkadaşlarına önerilerde bulunanlar  oldu mu, bilmiyorum. Bu konuda sözümüzü dinletemedik. “Lazika Yayın Kollektifi,” bir enstitünün yapabileceği işlerden bazılarını başarıyla yapabilmişti. Ancak Millî Eğitim Bakanlığına “5, 6, 7 ve 8. Sınıflar için Lazca anadil dersleri müfredat programı” hazırlamada başarısız oldu. Eğer “Lazika Yayın Kollektifi,”  bu müfredatı hazırlayıp bakanlığa sunsaydı. Bugün Lazca anadili dersleri de okullarda okutulacaktı. Nitekim bazı yörelerde anne-babaların, çocuklarının okullarda Lazca anadili dersleri almaları için okul idarelerine dilekçe ile başvurduklarını biliyoruz. Sınıf açmak için yeterli sayılara ulaşıldığını da biliyoruz. Ancak yapılan toplam talep sayısını bilemiyoruz. Eğer bir “Laz Enstitüsü” olsaydı ve amacına uygun çalışsaydı, Lazca bu eğitim-öğretim yılında ortaokullarda okutulan anadillerinden birisi olacaktı. Bu dersler konusunda talepler ve bu taleplerin yer ve sayılarıyla ilgili de verilere sahip olabilecektik.

Hâlâ “Laz Enstitüsü” gereksiz diyebilecek kimse var mı?! Hâlâ bu işleri dernekler,  vakıflar yapar diyebilecek kimse var mı?! Enstitünün işlevini hâlâ anlamayan var mı?

             

Bu toplantıda kimler vardı? Mecit Çakırusta, Şakir Çakırusta, Esat Sarı, Asım Bayrakoğlu, Tahsin Ocaklı, Mustafa Özkurt, İsmail Güney Yılmaz, İsmail Avcı Bucaklişi, Nükhet Eren,  Eylem Bostancı, Mustafa Sonbay,  Mehmet Bekâroğlu,  Yalçın Ersoy,  Mustava Dudulaşi, Mehmet Alper, Ali İhsan Aksamaz ve adlarını şimdi bilemediğim birkaç kişi daha.  Bu toplantıya Munir Yılmaz Avcı mutlaka çağırılmalıydı. Bu toplantıya, katılanların dışında başkalarının da davetli olduğunu, ancak mazeretleri sebebiyle gelemediklerini sonradan öğrendim. Meselâ; Munir Yılmaz Avcı bunlardan birisiymiş. Burada davetliler konusu üzerinde de kısaca durmak isterim. Bu toplantıda ilk kez gördüğüm ve adlarını da üstelik ilk kez duyduğum insanlar vardı. Bu insanlar, hangi özelliklerinden dolayı bu toplantıya çağrılmıştı?! Bilemiyorum.  Bu toplantıya bildiğimiz isimlerden kuşkusuz daha başka kişiler de çağrılabilirdi.

Toplantının amacı neydi?! Bilmiyorum; söylenmedi. Toplantının gündemi neydi?! Bilmiyorum; söylenmedi. Toplantı katılanlarından benim tanımadıklarımın  öne çıkan özellikleri neydi?! Bilmiyorum; söylenmedi. Toplantıya başka kimler çağrıldı da gelmedi?! Bilmiyorum; söylenmedi. Birçok açıdan ilginç bir toplantı olacağına kuşku yok.

Özetle şunu söyleyeyim; amaç enstitünün kadrosunu genişletmek ve yukarıda da kısaca değindiğim alanlarda çalışma yapmasının yolunu açmaksaydı, bu toplantıya Laz kimliğine, Laz diline ve Laz kültürüne katkı yapmış, yazmış çizmiş diğer aydınlar da çağrılmalıydı. Bu toplantının bir amacı, bir gündemi, bir hedefi olmalıydı.

Toplantı saat 14: 00’teydi. Adımlarımı sıklaştırdım ve tam zamanında enstitü binasına ulaştım. Selâm verip içeri girdim. Uzun masalar etrafında oturan herkesin elini sıktım; selamladım. Girişte, kuytu bir köşeye oturdum. İnsanlar henüz kendi aralarında konuşuyorlardı. Tanıdık yüzlerle karşılaştım. Tanımadıklarım da vardı. Yavaş Yavaş gelenler de oluyordu.

Bu toplantıya katılan herkesin yüzünde bir sevinç ve gurur vardı. Bu hava açıkça görülüyordu. Toplantı masası, kırmızı karanfillerle süslenmişti. Sürekli çay servisi yapılıyordu. Çok geçmeden de görüntü ve lezzetiyle muhteşem bir pasta geldi. Bu pasta bir Laz ustanın elinden çıkmış. Mustafa Özkurt Çupina, Orhan Sapan, İsmail Avcı Bucaklişi, Memedina saniye boş durmuyorlar, toplantının eksiksiz ve sorunsuz geçmesi için çırpınıp duruyorlar. Misafirferverliklerini gösteriyorlar.

Nihayet saat 14: 30 gibi toplantı başladı. Toplantıyı Esat Sarı başlattı. Anlaşılan toplantıyı o yönetecekti. Toplantı gündemini okumasını bekledim. Gündem yok. Esat Sarı’yı çok iyi tanırım. İnceliği ve üstün diplomasi yeteneğiyle bu toplantıyı çok verimli sonuçlar alınacak şekilde yöneteceğinden hiç kuşkum yok. Öncelikle herkesin kendisini tanıtmasını istedi. Ancak bu fasıl biraz uzun sürdü.

İlk söz, bu tür toplantıların duayeni Mecit Çakırusta’nındı. Mecit Çakırusta, Lazca konusundaki çalışmalarından bahsederek konuşmaya başladı. Lazca yazmaya başladığı yıllarda, Türk alfabesinin Lazcayı yazmaya yetmediğinin farkına vardığını belirtti. Bu sebeple, Lazca mektup yazarken, yazarken zorlandığına dikkat çekti. Mecit Çakırusta, İstanbul’da bir çalışma yürüttüğünü, ancak burada başarılı olamayınca çalışmasını İzmit’e taşıdığını ve vakfı orada kurduğunu söyledi. “SİMA Vakfı, İzmit’te kurulu ve burada yaşamaktadır,” dedi.  SİMA’nın meclise teklif yaptığını ve bu teklifin de mecliste konuşulduğunu söyledi. “Kendim, Lazca değişik bir lugat hazırlıyorum. Fiil çekimleriyle beraber. Herhalde 700- 800 sayfa, dört cilt olur. Böyle çalışmalarım var. Halen devam ediyorum. Sabahleyin de çalıştım. Bilgisayarı bıraktım. Arabaya atladım. Buraya geldim. Çalışmalarım Lazca-Türkçe. Türkçe- Lazca yok. Lazca- Türkçe hazırlıyorum ben,” dedi.

Sözü Mehmet Bekâroğlu aldı: “ Viʒ̆uri bore ma. Lazca konuşmaya çalışıyorum.  Bu konuda bir iddiam yok.”

İsmail Avcı Bucaklişi, Mehmet Bekâroğlunun tevazu göstermesi karşısında şunları söyledi: “ Niye öyle konuşuyorsun?! 2004’te Lazca konusunda ilk Lazca resmî başvuruyu sen yaptın TRT’ye. Lazca radyo ve televizyon neden yok diye! Sonra “Anadil Günü”nde İMC TV’de Lazca olarak konuyu anlattın. Onlar az şeyler değil. Çok ciddî şeyler. İşe sahip çıkan bir adamsın. Bu çok önemli bir şey.”

Sözü tekrar Mecit Çakırusta aldı ve çok önemli bir konuya dikkat çekti: “Lazcanın yok olması, yok edilmesini bir soykırım olarak kabul ediyorum.  Lazcanın yaşaması için lütfen herkes elinden geldiğince yardımcı olsun!”

Tanura adlı küçük bir çocuk ise, kendisini Lazca olarak tanıttı ve Lazcasının akıcılığıyla büyük bir ilgi gördü.

Tanura’nın babası söz aldı. Kendisini Lazca olarak tanıttı. Viʒ̆uri olduğunu söyledi.

Lazca Açık Öğretim kliblerinden tanıdığımız ve hepimizin büyük takdirini kazanan gençlerden Mehmet Alper söz aldı ve kendisini tanıttı. Okulda İsmail Avcı Bucaklişi’nin öğrencisi olduğunu belirtti. Amaçlarının Lazcanı yaşatılması olduğuna vurgu yaptı. En büyük amaçlarının Lazca bir ders kitabı çıkarmak olduğunu belirtti. Bu konuda başarılı olacaklarına inandığını söyledi.

Sırada Yalçın Ersoy vardı. Kökeninin Sarp ve Kemalpaşa olduğunu söyledi. Emekli öğretmen olduğunu belirtti. Laz kültürüne büyük bir ilgi duyduğunu ve bu konuda çaba harcadığını anlattı. Laz kültürüne az da olsa, çok da olsa katkı sunan herkesle birlikte olmaktan mutluluk duyduğunu söyledi.

Daha sonra söz sırası bana geldi. Ardeşen, Şanguli kökenli olduğumu, diğerleri kadar Laz olmadığımı, yarım Laz olduğumu belirttim: “Baba tarafından Laz’ım ama anne tarafından Laz değilim. Babam bir buçuk yaşında babasız kalıyor. On yaşında da annesiz kalıyor. On iki yaşında İstanbul’a geliyor. O zaman Gurbet İstanbul ya!  Burada annemle tanışıyor. Annemin kökeninde Çerkeslik de var.  Sonra da Lazca devam ettim: Emuşeni ma tkvani steri, dido Lazi va vore. Edo Lazuri nenati eşo mskva, na ğarğalapanpe steri k̆ai va miçkin. Mara ma k̆aixeşa miçkin ki, Lazuri nena Turketişi, aya memleketişi nenapeşen arteri ren. Edo emuşeni aya nena çkini minoba ren. Lazuri nena nost̆algiuri ar tema va ren çkimi şeni. Ma minon, Lazuri nenak skidas, mo ğuras, va ğurasşi çkiti pskidaten. Aya memleketis çkvadoçkva nenape skidunan. Entepeşen arteriti Lazuri ren. Lazuri nena, Kurduli nena steri, Çerkesuri nena steri, Abazuri nena steri, Turkuli steri nenapeşen arteri ren. Çki amdğaneri dğas, çki mit̆ologiuri p̆eriodis, tarixişi doloxe va pskidurt. Andğaneri dğas, ak voret, kadikoyis voret. Edo k̆apit̆aizmaşi  texdit̆işi tude pskidurt. Emuşeni çkini nena ğurun. Çkini nena mo ğuras, emuşeni kok̆ovibğit. Edo ma aya dulyapes eçi ʒ̆anaşen doni quci mepçap. Muşeni?! Aya çkimi babaşi babaşi nena ren. Çkimi p̆ap̆uşi nena ren. Çkimi benaşi nandidişi nena ren. Aya nena ğuraşi,  çkimi simadepe, na man miğun izmonepeti ğurasen. Entepek ğuran, man eya va minon. Edo aşo vizmon.  Teşekkür ederim.”

Daha sonra İsmail Avcı Bucaklişi sözü aldı. Lazca olarak konuşmaya başladı. Noxlamsuri olduğunu belirtti. Anne ve babadan Laz olduğunu söyledi. Laz dilinin yaşaması için çok uzun zamandan beri uğraştığını belirtti.  Bu işlerin ticarî olmadığına dikkat çekti. Kendisi için söz konusu olanın Lazca olduğu belirtti. Anne ve babasının, ninesinin dilinin ölmemesi için uzun yıllardır çalıştığını söyledi. Kimin hangi saikle hareket ettiğiyle ilgilenmediğini belirtti. Kendisi için önemli olanın Lazcanın yaşaması olduğuna dikkat çekti.

Sıra Mustafa Özkurt Çupina’daydı. O da Lazca olarak konuştu. Kendisini tanıttı. Emekli öğretmen olduğunu söyledi. Çupina aile soyadının nereden geldiğinin üzerinde durdu. Lazcanın önemine, yaşatılmasına yönelik vurgu yaptı. Uzun yıllardır Lazca üzerinde çalıştığını belirtti. “Lazika Yayın Kollektifi”nin çalışmalarına ve önemine dikkat çekti.

Sözü İsmail Güney Yılmaz aldı ve Lazlar ve diğer politik konular üzerine kafa yorduğunu, makaleler yazdığını belirtti. Bu sebeple de toplantıya katıldığını söyledi.

Daha sonra Nükhet Eren söz aldı. Lazcaya olan ilgisinin Hasan Helimişi’yi tanımakla başladığını söyledi.  Şöyle devam etti: “Kendim yazarım. Çalışmalarım var. Hasan Helimişi’nin çok önemli ve değerli bir yazar olduğunu gördüm. İşte ondan sonra da Lazca ile bağlar kurdum İsmail Bey vasıtasıyla. Derslere de başladım Lazca da öğreneyim diye. Aslında baba annemle çoğunlukla Lazca konuşuyordum. Öğrenmiştim; söylediklerini anlıyordum. Ama aradan uzun zamanlar geçti. Bir- bir buçuk yıl kadar dersler aldım. Şimdi Lazcada daha iyiyim. Bu arada “Mağdurun dili Lazca” diye bir yazı yazdım.  Daha sonra da Hasan Helimişi üzerine bir yazı yazdım; “Tanura”da yayınlandı. Şimdilerde Laz masallarıyla ilgileniyorum. Türkiye’deki yazarlara Laz yazarları tanıtmaya çalışıyorum. Lazcayı da öğrenirsem, beş sene sonra acaba öykü de yazabilir miyim?! Öyle bir hayalim var. Bilmiyorum ne kadar gerçek olur ama?! Kendim Türkçe yazıyorum. Şu ana kadar pek Lazca yazmadım. Bu işlerle uğraşan birisi olarak Hasan Helimişi’nin şiirlerini önemsiyorum. Belki başka dillere de, İngilizceye çevrilebilir. Burada bulunma sebebim; belki katkılarım olur, o sebeple buradayım. Teşekkür ederim.

Sıra Eylem Bostancı’daydı: “Batum muhaciri Sapancalı Laz bir ailedenim. Laz bir anne- babanın çocuğuyum. On yaşıma kadar Lazcanın çok yoğun olarak konuşulduğu bir ortamda yetiştim. On yaşımda İngiltere’ye gittik; bilinen politik nedenlerden dolayı. Bir gün bir konuşma sırasında babam, ‘bir gün gelecek Lazca diye bir kalmayacak,’ dedi. Bu söz üzerine derin bir üzüntü yaşadım. 2002 senesiydi. İsmail ile tanıştık ve ben Türkiye’ye yerleştim. O zamandan beri de ilgi ve yeteneklerim el verdiğince, elimden geldiğince Laz kültürüne destek vermeye çalışıyorum. İngilizceden Türkçeye çevirilerim oldu. Anadili öğretimi, anadili ölümü hakkında araştırmalarım oldu. Birkaç makale yazdım. Burada bulunma sebebim de, Lazcanın yaşaması için daha fazla ne yapılabilir, bu konuda destek vermektir.  Ailemde konuşulan Lazcayı çok iyi anladığımı söyleyebilirim. Ne yazık ki, konuşamıyorum. Teşekkür ederim.”

Daha sonra Asım Bayrakoğlu sözü aldı. Ardeşenli olduğunu, Lazcaya gönül vermiş bir aileden geldiğini belirterek şöyle dedi: “Torunlarıma da Lazca öğrettim.  Halen de öğretiyorum. Kendim Laz kültürüyle ilgileniyorum. İlgi bir tarafa; hoşlanıyorum. Mutluluğumun parçalarından biri Laz olmaktır. Laz kültüründe bulunmamdır. Meselâ; Laz horonu oynarken mutlu oluyorum.  Laz lâhanası yerken mutlu oluyorum. Yaylaya gidince mutlu oluyorum. Yani Lazca ile yaşamak bana mutluluk veriyor. Lazca konuştukları zaman mutlu oluyorum. İştahla yenen yemek nasıl mutluluk veriyorsa, öyle zevk alıyorum Lazcadan. Böyle haz alınca da, bu Lazca ölmesin diye elimden geleni yapmaya çalışıyorum. Bu işe gönül veren arkadaşlarımı gerçekten kutluyorum. Biz ancak ucundan katkı sunabiliyoruz. Bugün buraya gelmemin sebebi de, ‘ben ne katabilirim, ne yapabilirim,’ bu dilin yaşaması için. Bu dilin yaşaması için gerçekten bir yazı dili olmasının taraftarıyım. Bu iş için, elimden ne gelirse, yapmaya taraftarım. Hepinize sevgi ve saygılarımı sunarım.”

Asım Bayrakoğlu’dan sonra sıra Tahsin Ocaklı’ya geldi: “Ardeşen, Okurdule. Mühendisim. Burada çalışmaya devam edeceğim.”

İTÜ Öğretim görevlisi Ayşe Serdar ise, Tahsin Ocaklı ile gelmiş. Bir çalışma yürütüyormuş, o konu için veri toplamak amacıyla toplantıya katılmış.

Daha sonra sıra Şakir Çakırusta’ya geldi. Edebî olarak Lazca ile ilgilenme imkânının olmadığını,  ancak sosyal olarak ilgisinin bulunduğunu ifade etti. Şunları söyledi: “Dutkhelilerin şöyle geçmişlerine bir bakıverdim. İstanbul’a gurbetçi olarak gelmişler. Yazın altı ay burada. Kışın dönmüşler memleketlerine.  Altı ay orada, altı ay burada. Böyle bir yaşam sürüyordular.  Ancak 1970’lerden sonra, İstanbul’a yerleşmeye başladılar. Bu yerleşimden sonra, doğan çocuklar memlekete gitmemeye başladılar. Bununla da ikinci kuşak, üçüncü kuşakta bir kültür yozlaşmasını gördüm ben. Ben Tarabya’da oturuyorum. Dutkhelilerin büyük kısmı orada. Burada, böyle birlikte oturma gibi bir avantajımız var. Kültürümüzden kopulmaması için neler yapılması gerekiyor? Bu sebeple bir dernek oluşturduk. Gerçek anlamda bir kültür derneği kurduk o zaman. Önemli çalışmalar yaptık. Ben buradan bir ekip kurdum; Dutkhe’ye yolladım. Eskiden kullanılan tüm geleneksel el aletlerini toparladık, buraya getirdik ve sergiledik. Kadıköy Meydanı’nda yapılan “Rize Günleri”ne dernek olarak katıldık.  Kullanılan eski aletlerin üzerine Lazca isimlerini yazdık. İnsanların oldukça dikkatini çekti. Bunların ne olduğunu sordular. Bu Lazcadır, dedik; anlattık. Böyle tanıtımlarda bulunduk. Bizim çocuklarımız horon oynamasını bilmiyordu. O zaman; sağ olsun İsmail Bey de, Esat Bey de, Birol Topaloğlu arkadaşımız bizim Dutkheliler Derneğine geldiler. Çocuklarımıza horon oynamayı öğrettiler.  Beraber horon oynadık. Şimdi zaman zaman toplanıyorlar. Horon oynuyorlar. Tulum çalıyorlar. Böyle çalışmalarımız oluyor. Derneğin başkanlığını yaptım. Daha sonra da gençlere devrettim. Böyle katkım olmuştur Lazca ve Laz kültürüne. Ben de Türkçeyi sonradan öğrenenlerdenim. Anadilim Lazca. Burada ne katkım olursa, vermeye çalışacağım.”

Toplantıya katılanların kendileri tanıtma faslı böylece bitti. Hemen söyleyeyim. Toplantının tutanakları tutulmadı. Bu büyük bir eksiklikti. Ben ve birkaç arkadaş kendi imkânlarımızla not tutmaya, konuşmaları kayıt altına almaya çalıştık. Bu toplantıya ilişkin diğer eksikliklerin yanı sıra bu da büyük bir eksiklikti. Bu tanışmadan sonra, Mustafa Sonbay ve Orhan Sapan da geldi ve toplantıya katıldı. Esat Sarı, onu ve Orhan Sapan’ı diğer arkadaşlara tanıştırdı.

Toplantıya çok kısa bir ara verildi. Toplantıyı yöneten Esat Sarı, “1990’lı yıllarda başlayan “Laz Kültür Hareketi” nasıl başladı? Hangi aşamalardan geçti? İsmail Avcı ve Ali İhsan Hoca, “Laz Kültür Hareketi”nin kısa geçmişini özetlesin. Ondan sonra da ne yapmalı sorusunun cevabını düşünelim,” dedi. Hem Esat Sarı hem de İsmail Avcı Bucaklişi beni işaret ederek “Ogni Süreci”nden başlamamı istediler. Doğrusunu isterseniz, bana böyle bir görev verilmesine pek sevinmedim. Ancak istemeyerek de olsa sözü aldım ve şunları söyledim: “ Böylesi zor bir görevi bana verdiniz. Çok sempatik davranmaya çalışacağım. Öncelikle Lazlar ve Lazca üzerinde kısaca durmak istiyorum. Lazlar, Doğu Karadeniz ve Güney Batı Kafkasyanın yerli halklarındandır. Tarih yazıldığından beri, yazılı kaynaklar böyle söylüyor. Lazlar; eş anlamlı kelime olan “Laz” ve “Megrel” adlarıyla bilinirler. Tarihsel süreç içerisinde Müslüman olanlar Laz adıyla, Hıristiyan kalanlar “Megrel” adıyla özdeşleşmiştir. Aslında “Megrel” Margaldır; o da “çiftçi” anlamına geliyor. Tarımcı, yerleşik ve yerli bir halk atalarımız. Daha önce imparatorlukların, daha sonra da emperyalistlerin at koşturma ve didişme alanlarında kaldığımız için, sürekli acılar çektik. Nüfus kaybına uğradık. Böylece yüzyıl öncesine kadar geldik. Yüzyıl öncesine kadar, Lazlar için “gurbet”, o zamanlar “Rusya” dedikleri, şimdiki Gürcüstan, Rusya, Abkhazia vb. yerlerdi. Oralara gidip geliyorlardı. Oralara gidip geldikçe de Hıristiyan kardeşleriyle, yani Megrel kardeşleriyle bağlantıları devam ediyordu. Oraların yerlisi Lazlar vardı. Onlarla bağlantıları oluyordu. Ve böylelikle gurbette para kazanıp, meslek öğrenip memleketlerine geliyorlar ve hayatlarını sürdürüyorlardı.  Kendilerine has üretim, mülkiyet ve paylaşım ilişkileri için de kendilerini bugünlere getiriyorlardı. Ne var ki, Osmanlı Ülkesi, diğer imparatorlukların karşısında, kapitalizmin gelişmesiyle birlikte gerilemesiyle Lazlar da yine yeni acı günler yaşadılar.

“Ulus Devlet” yaratma çabalarıyla birlikte, 1920’li yılların ikinci yarısından itibaren, inkâr-imhâ- asimilasyon politikalarına tabi tutuldular. Tabii yeni devleti, Türkiye’nin oluşumunda Batı’nın ve Sovyetlerin ortak bir konsensusu söz konusuydu. Bir şeyler aldılar; bir şeyler verdiler. İşte böylece bugünlere geldik. Yani; Sovyetler Birliğinin çöktüğü 31 Aralık 1991’e geldik.  O döneme kadar; radyo yok televizyon yok. Dar alandaki üretim ilişkileri içinde Lazca yaşadı. Arkadaşımızın (Şakir Çakırusta) da belirttiği üzere, Lazlar altı ay memlekette, altı ay burada, İstanbul’daydılar. Yine arkadaşın belirttiği gibi, ortak yaşam alanları oluşturuyorlardı. Kendi dillerini ve kültürlerini bir şekilde yaşıyorlardı. Ne var ki, SB’nin çöküş sürecine girmesiyle birlikte, artık dengeler değişmeye başladı. Tabii bu arada kapitalizm tüm hışmıyla Türkiye’ye girdi; üretim ilişkilerine hâkim oldu; tek pazara ve bugüne doğru gelmeye başladı. Bununla birlikte radyo, televizyon yaygınlaştı. Tabii bütün bunlarla birlikte de Lazcanın ölümü hızlanmış oldu.

1990’lara gelene kadarki zaman dilimi içinde, entelektüel bağlamda bireysel olarak Laz dili ve kültürüyle ilgilenen insanlar muhakkak ki vardı. Ama kendi kimliğini kolektif olarak yaşatma gibi, 1990’ların başında çıktığı gibi bir irade bulunmuyordu. İlk çıkan “irade,” “Laz Aydınları” diye kodlayabileceğimiz insanlar bir araya geliyorlar. ‘Bir vakıf oluşturalım,’ diyorlar, ama gerisini getiremiyorlar. Bu konularla ilgili ben, fazla ayrıntıya girip konuyu boğmak istemiyorum. Biz, 1993 Kasım’ında “Ogni Kültür Dergisi”ni çıkarttık.  “Ogni Kültür Dergisi,” nostaljik, akademik vb. duyguları da taşıyan insanların yayınladığı bir yayın organı olmasına rağmen, daha ziyade Laz kimliğini, Laz dilini geleceğe taşımaya yönelik bir çabanın başlangıcıydı. Ne yazık ki, Laz aydınları o sıra oluşmamış olduğundan,  bir sürü hata yaptık; kendi içimizde olsun, diğerleriyle ilişkilerde olsun. Ne yazık ki, bir enstitü kurumsallaşması olamadı. Bir kurumsallaşma da olmadan bu iş olmaz. Çabalar gösterildi. Ben gösterdim. Arkadaş (İsmail Avcı) gösterdi. Bütün bu kurumsallaşmalar şuna benziyor: Davulu boynumuza astık, çalacak birini aramış olduk. Ama şunun da bilincindeydik: Mutlaka bir enstitüye ihtiyacımız var; dilsel, kültürel vs. konularda. Bunun bir çabası olarak, Mecit Amcamızın (Çakırusta)  da belirttiği gibi, İstanbul’da değil ama İzmit’te bir vakıf kuruldu; SİMA Vakfı. Ben bu vakfın tüzüğünün hazırlanmasına, o zaman rahmetli Recai Amca (Özgün) vardı, elimden geldiğince katkıda bulunmaya çalıştım. Vakıf kuruldu, fakat SİMA Vakfı kendisinden beklenen işlevi yerine getiremedi. Bunun çok çeşitli sebepleri olabilir. Yöre dernekleri gibi, bir özelliğe sahip oldu. Lazlarla ilgili konularda, Lazların söz ve karar sahibi olması gerekiyordu. Bunun için de dil alanında çaba göstermeleri gerekiyordu.  Şu yirmi yıllık zaman zarfı içinde baktığınız zaman, şu internetin de çıktığı zamana tekabül ediyor,  internete “Laz” diye yazdığımız zaman karşımıza bir mobilya firması çıkıyordu. Bir de pornografik içerikli bir şeyler! Şu anda internete baktığımız zaman, binlerce şey çıkıyor karşımıza. Bir sürü insan yazıyor. Lazca ile ilgili, Laz kültürü ile ilgili yazılıyor. Lazca yazılıyor. Kitaplar yayınlanıyor. İsmail kardeşimiz gibi Marxist-Leninist kardeşlerimiz de Lazlar, Lazca ilgili yazıyorlar, Lazca yazıyorlar. Dinî duyguları kuvvetli kardeşlerimiz, meslekî alanlarında çalışan kardeşlerimiz var. Onlar da yazıyorlar. Günümüzde Laz kimliğine ilişkin bir ilgi söz konusu. Ben burada, Mehmet Bekâroğlu dostumuzu sevgi ve saygıyla bir kez daha selâmlıyorum. Kurum bazında değil ama kişi bazında önemli bir şahsiyet olarak Laz dilini sahiplenmesinden dolayı. Özetle şunu söyleyeyim; bizim bir birlik oluşturmaya, kendi dilimizi, kendi kültürümüzü yaşatmaya ihtiyacımız var. Bunu da yapabileceğimiz tek yer bir enstitüdür. Bu arkadaşlarımız uzun zamandır çaba harcıyorlar. Bu çalışmaların bir nişanesi olarak  şu kitapları sayabiliriz. Bu kitapların çoğu Lazca. Lazların tarihinde, kültür tarihi içinde bu kadar çeşit kitabın bu kadar kısa sürede bir yerden yayınlanmışlığı yok. 

Ben ümit ediyorum, arkadaşlar bizi anlıyorlar. Geleceğe kendimizi taşımamız gerekiyor. Geleceğe kendimizi kimliğimizle taşıyabiliriz. Geleceğe kendimizi taşımanın tek yolu da Lazcadır. Lazca olmadan olmaz. Yalnız bu arada sıkıcı olmamak kaydıyla bir şey daha belirtmek istiyorum.  Lazca gündeme geldiği zaman, Lazcanın düşmanları var. Resmî ideoloji, yıllarca Lazcayı yalnızca yok etmeye çalışmadı. Aynı zamanda da Lazcanın düşmanları yarattı. Onlar şunu diyorlar: ‘Lazcanın şiveleri var. Ağızları var. Lazca konuşan bir diğerini anlamaz.’ Bu yalan! İkincisi; ‘Lazca, asla ve asla yazılabilen bir dil değildir.’ Bu da yalan! Lazca pekâlâ yazılabiliyor. Sonra; ‘Lazca da Arapçadan, Farsçadan, Rusçadan, Gürcüceden, Türkçeden kelimeler var,’ diyorlar ve böylece Lazcayı küçük düşürmeye çalışıyorlar.  Bu gayet doğal bir şey. Ödünç kelimeler bütün dillerde var.  Bu yirmi yıllık süre zarfında şunu görmüş olduk: Birçok kişi, birçok kurum ve birçok devlet Lazların bir araya gelip birlikte bir şeyler üretmelerini asla istemedi. Birileri fincancı katırlarını korkuttu. Ama ümit ediyorum bugün verimli bir gün ve yeni bir başlangıç olsun. Teşekkür ederim.”

İsmail Avcı sözü aldı ve şunları söyledi: “Hoca anlattı. Şunu anlamak gerekiyor arkadaşlar; Lazca artık yok oluyor mu, olmuyor mu?! Bunun tartışacak bir tarafı kalmadı. Lazca yok oluyor. “  

Esat Sarı: “Hocanın bıraktığı yerden alalım! Ondan sonra da, ne yapacağımızı konuşalım.”

İsmail Avcı: “ 1990’larda dergi çıktıktan sonra, birçok örgütlenme çabası oldu. SİMA Vakfı’ndan sonra da dernek kurma çabaları oldu. Epey bir uğraşıldı ama ne yazık ki, zamanı mı değildi ne, bilmiyorum, olmadı bunlar. En son 2008’de LKD kuruldu. Sonra Ankara’da LKDD kuruldu. Arhavi’de Laz Kültür ve Turizm Derneği kuruldu. Daha Sonra Ereğli’de Cihangir Bilgin bir LKD kurdu. Bir takım dernekler kuruldu.  Biz altı arkadaş 2010’da “Lazika Yayın Kollektifi”ni kurduk. Şunu amaçladık; tabi konunun bir sosyal yönü var,  işin aynı zamanda Lazcaya odaklanılması gereken bir yönü de var. Lazca yok olduktan sonra, sizin yaptığınız etkinliklerin, çabalarınızın pek anlamı yok. Yani; Lazca olmadan bir yere varmak mümkün değil. “Lazika Yayın Kollektifi” kısa süre içinde, tamamen kendi kaynaklarıyla, hiçbir yerden maddî bir şey almadan, kendi çabalarıyla ve kendilerinin sahip olduğu kültürel altyapı ve entelektüel birikimle kitaplar çıkardı. Şimdiye kadar on beş kadar kitap çıktı ve elliye yakın kitap şu anda elimizin altında.  Şunları yayınlayabiliriz diye, proje olarak duruyor. Ancak bir şey gerekiyor. Gereken şu; Lazcaya odaklanmak gerekiyor. Lazca için daha sistemli araştırmalar yapmak gerekiyor.  Daha sistemli çalışmalar yapmak gerekiyor. Meselâ; Millî Eğitim Bakanlığının seçmeli ders meselesi çıktı. Lazca anadili derslerine talep oldu, sınıf açma konusunda yeterli sayılara ulaşıldı.  Müfredat yok, dendi. Hoca yok, dendi. Kitap yok, dendi. Bu konuda pedagojik çalışma da yok.  Bütün bunların gerçekleşmesi için bir yapı olmalı.”

Esat Sarı bir eklemede bulundu: “Ogni’den sonra “Mjora” yayınlandı. “Skani Nena Dergisi” yayınlandı. Ondan sonra da “Tanura”. Sürecin iyi algılanabilmesi için bu dergiler de anılmalı.”

Esat soru doğru söylüyor. Anlatımlarımız da “yayın yönetmeni” olduğum SİMA Vakfı yayın organı “Sima” ve isim babası olduğum “Kafkasya Yazıları”nın adlarını anmayı unuttuk. Tabi bunlar dışında yayınlanan kitaplar ve internet sitelerinin adlarının da hatırlamalıyız.

Esat Sarı: “Lazca bir şekilde kayıt altına alınıyor. Tabii ki, bütün bunlar yeterli değil. Şimdi, bugün de bu çabaları kurumsallaştırmak amacıyla bir araya geldik. Bir aşama daha kaydetmemiz gerekiyor. Şuna bir karar vermemiz gerekiyor; Laz kültürüyle ilgili bir kurum oluşturmaya ihtiyacımız var mı?!  Bu ihtiyacı hissediyor muyuz? Yapacaksak, burada karar vereceğiz.  Yapacak olanlar diyecek ki, ‘ben bu işe şöyle katkıda bulunabilirim. Şunu yaparım. Gözlemci olurum. Kurucu olurum. Başka şekilde destek veririm’. Bu işi biraz daha ilerletmemiz gerekiyor. Bugün böyle bir şeye ihtiyaç olduğunu düşünüyor musunuz? “

Esat Sarı, bu noktada enstitü için kimin neler yapabileceğini söylemesini istedi. Bir enstitüye ihtiyaç olup olmadığını sordu ve sözü Tahsin Ocaklı’ya verdi: “Görüyoruz ki, bir enstitüye ihtiyaç var. Ama sanki davetliler arasında bir eksik mi var? Yoksa başkaları da davet edildi de, biz bunu bilmiyoruz! Bu sorumu zannederim cevaplarsınız?! “

Esat Sarı, sözü aldı ve Tahsin Ocaklı’nın sorusunu cevaplayacağını belirtti: “Koşullar gereği, biz bunu uzun vadeli düşünmeden, kısa vadede bir toplantı yapalım, diye düşündük. Ama buraya kesinlikle katılımcılar bu kadar olacak diye bir şey yok. Bu konuya katkı vermek isteyen her kim olursa olsun, işin genel çerçevelerine, kurallarına uymak kaydıyla katılabilir. Ciddî bir iştir, emek sarf edecektir. Bir de bu işin kamuoyuna anlatılması var. Kamuoyuna anlatımda, zaman zaman bazı küçük nüanslar bile menfi etkilere neden olabiliyor. Örneğin şöyle: Buraya katılan bir katılımcı, gitsin Ardeşen’de şöyle dese: ‘ ben onların toplantısına katıldım. Onların ne yaptıkları belli değil.’ Böyle bir ifadeyle sunum yaparsa, ters tepki oluşur. O açıdan, bu konuyu istismar etmeyecek, gerçekten samimi, açık, dürüst kişi olmalı. Bizim için önemli olan,  Laz dilinin ve kültürünün yaşatılması ve konu söylediklerimiz kadardır. Onun dışında başka bir şey değildir. Geçmiş yıllarda çok riskli ifadeler kullanıldı. Devletin, “bu tür faaliyetlerin” üzerine gittiği dönemlerde de biz faaliyetleri yürüttük. Ama belki o zaman biraz cahildik. Riskleri bilmiyorduk. Risk aldık. Kötü de yapmadık, diye de düşünüyorum. Onun için katkı sunmak isteyen herkese bu oluşum açıktır. Burada oluşumun herhangi bir inisiyatifi yoktur. İnisiyatif derken, sizlerin önerisiyle, bu; gelişecek, kurulacak, yürüyecek; aşama kaydedecek. “

Esat Sarı, Tahsin Ocaklı’nın sorusu üzerine uzunca açıklama yaptı. Ancak yine de Tahsin Ocaklı’nın sorusuna cevap vermiş olmadı. Başta da birkaç defa belirttiğim üzere, gündemsiz toplantılarda kişiler ne kadar iyi niyetli olursa, olsun sapmalar oluyor. Esat Sarı’nın bütün bu açıklamalara rağmen, neden o toplantıda bulunduğumuzu ben hâlâ anlayamadım. Amaç belli değildi. Gündem yoktu. Üstelik bazı insanlar çağrılmış, bazıları da çağrılmamıştı. Çağrılanlar neden çağrıldı, çağrılmayanlar neden çağrılmadı? Bu durum, “Lazika Yayın Kollektifi”nin bariz bir zaafıydı.

Daha sonra Asım Bayrakoğlu söz aldı ve bu toplantıda neden Mehmedali Barış Beşli ve Birol Topaloğlu’nun bulunmadığını sordu. Bu soruyu cevaplaması için Esat Sarı, Mustafa Özkurt Çupina’ya söz verdi. Mustafa Özkurt Çupina da, kendileriyle bağlantı kurulmaya çalışıldığını, ancak kendilerinin uzak durduğunu söyledi.

Daha sonra söz alan Mehmet Bekâroğlu, kendisinin Laz aydınlarının bir arada duramamalarının sebebini anlamaya çok çalıştığını belirtti: Madem birlikte bir şeyler yapılamıyor. Birlikte duranlar bir şeyler yapsın. Bunda bir sakınca yok. Birileri yapılanları beğenmiyorsa, bir araya gelip bir başka oluşum içinde yer alabilirler. Bunda bir yanlışlık yok. Bu alanda çalışacak ne kadar çok kurum olursa, o kadar iyi olur.”

Mehmet Bekâroğlu, bir başka konuya da vurgu yaptı. Tiflis üzerinden gelen “Lazlar Gürcüdür” tezlerine dikkat çekerek enstitünün bu ve benzeri tezlere karşı da söyleyecek sözleri olması gerektiğine dikkat çekti.

Mikhael Labadze adlı Gürcistan vatandaşının Laz aydınlarına yönelik tehdit ve hakaretleri de gündeme geldi. Bu kişinin Lazlar ve Gürcülerin arasını açmaya çalıştığı, bu sebeple de kendisinin Gürcistandaki ilgili kurumlara şikâyet edilebileceği konusunda öneride bulunanlar oldu.

Mehmet Bekâroğlu, mazeretini belirterek dört sularında toplantıdan ayrıldı.

Sonuçta Tahsin Ocaklı’nın sorusu cevapsız kaldı. Tahsin Ocaklı, cevapsız kalan sorusuna cevap alma konusunda ısrarcı olmadı. Tahsin Ocaklı, oradakilere hitaben bir soru sordu ve  “enstitü tüzüğü”nün taslağını kimlerin e-mail olarak aldığını veya kimlerin tüzüğü bildiğini” sordu.

İsmail Avcı, “Mehmet Hoca ve sana gönderdik sadece ama o bir taslaktı,” diye açıklamada bulundu.

Tahsin Ocaklı şu açıklamada bulundu: “Tüzükler, enstitünün anayasasıdır. Doğal olarak bundan herkesin bilgisinin olması gerekiyor. Benim bilgim var.”

Böylece konu dağılmış oldu. Bu toplantı, “Lazika Yayın Kollektifi”nin toplantılar konusunda zaaf gösterdiğini ortaya serdi. Orada bulunan ve bugüne kadar “Lazika Yayın Kollektifi”nin yaptıklarından habersiz olan bir kişi, sanki her şeye sıfırdan başlanıyormuş gibi düşünebilirdi. Oysa “Lazika Yayın Kollektifi,” çalışıyor ve üretiyordu. Yaptıkları ortadaydı. Üstelik yirmi yıllık bir tecrübenin sahibiydi. Buna rağmen, toplantı konusunda zaaf göstermişti. Kendimi bir an önce yirmi yıl öncesindeymişim gibi hissettim. Bir kez daha açık söyleyeyim; bu toplantının neden yapıldığını hâlâ anlamadım.

Bir “Laz Enstitüsü”nün neler yapabileceğini, neler yapacağını yukarıda sıraladım. Bir “Laz Enstitüsü”nün görevi tek tek insanları ikna etmek değildir. Anlaşılan bazı arkadaşlar, bunu anlamak istemiyorlar.

Bazı arkadaşlar, “Lazika Yayın Kollektifi”nin yayınlarına ulaşmada zorluklar yaşandığını da dile getirdi.

Gündem olmayınca konu tekrar saptı ve 1992 yılına gidildi. Mecit Çakırusta,  1992 yılında “Aktüel Dergisi”ne, 1993 başlarında da “Bugün Gazetesi”ne verilen söyleşilerde Avukat Ahmet Hulusi Kırım’ın ne gibi hatalar yaptığını anlattı. Avukat Ahmet Hulusi Kırım yüzünden çalışmalarının yıllarca kesintiye uğradığını söyledi. Mecit Çakırusta,  Avukat Ahmet Hulusi Kırım’ın tutum ve davranışlarından dolayı Cemil Memişoğlu’nun çok zor günler geçirdiğine de dikkat çekti.  Ancak Mecit Çakırusta, bütün bunları bu toplantıda değil, kitabında anlatmalıydı; gerçekleri kayıt altına almalıydı.

Şakir Çakırusta, bugün Türkiye’de yaşanılan kardeş kavgasının kendilerini olumsuz olarak etkilediğine dikkat çekti.

Esat Sarı, devletin resmî ideoloji ve resmî tarih tezlerinin insanları yıllarca kandırdığına dikkat çekerek kendi kimliğini, Lazcasını savunan, sahiplenen ve mücadele eden duyarlı insanların sayısının az olmasının bu sebeple normal olduğunu belirtti.  Bu işlerin mücadelesini de ancak duyarlı insanların verebileceğine dikkat çekti. Yıllarca böyle beyin yıkamalardan kolayca dönüş olamayacağını belirtti ve şöyle dedi: “Ne var ki, biz doğruları söylemekten vazgeçmeyeceğiz.

Gündemsiz ve herkesin aklına geleni söylemeye başladığı bu toplantı artık benim için sıkıcı bir hal almıştı. Havanda su dövülüyordu. Nükhet Eren’in söyledikleri yüreğime su serpti.

 Nükhet Eren şunları söyledi: “Dili yeniden üretmek gerekiyor. Büyük şehirde yaşıyorsanız, dili büyük şehirde üretmeniz gerekiyor. Onun için bazı kurumlar olması gerekiyor. Dilin eğitimi olması gerekiyor. Kurumlarda olur. Tabii resmî kurumlardaki eğitim de çok önemli. Bence; “Laz Enstitüsü”nün öncelikli amacı, Lazcanın yeniden üretimini sağlamak olmalı. Bütün bunları yapılırken hedefler konulmalı.  Ben kendim için bir hedef koydum ve beş yıl sonra Lazca bir öykü yazmayı hedefledim. Beş yıl sonra neyi hedefliyoruz?! Bir yıl sonrası için bir hedef koyalım. Bir yıl sonra on değişik okulda Lazcanın seçmeli ders olarak okutulmasını hedefleyelim. Böyle hedefler olmalı. Sonra da bu hedefleri nasıl gerçekleştireceğiz?! Ve kimlerle yapacağız?! Bütün bunların belirlenmesi lâzım. Bir yıl sonra nerede olalım? Beş yıl sonra nerede olalım?  Bir sonraki toplantıya bu konulara kafa yorarak gelelim. Hem sonra Lazona dediğimiz yerde değil İstanbul’da da çok Laz var. Onlar için de açmak lâzım. Sadece Arhavi’de ya da Fındıklı’da değil. İstanbul’da da başka yerlerde de Lazca seçmeli ders olmalı. Bunlar için de kafa yormalı. Seçmeli Lazca dersleri için pilot bölgeler seçilip çalışılabilir. Bütün bunlar bir “Laz Enstitüsü”yle olur. Nasıl yapılacak? Kimler yapacak onları belirlemeliyiz.”

Esat Sarı: “ Bizim şimdiki amacımız bir yol haritası sunmak değil. Şu anda böyle bir kuruma ihtiyacımız var mı? Bu kurum oluştuktan sonra, bu planlamalar orada yapılır.”

Buraya kadarki konuşmalardan anladığım kadarıyla, orada bulunanların bir kısmı enstitünün ne olduğunu ve neler yapacağını bilmiyorlardı. Eylem Bostancı söz aldı ve enstitünün ne anlama geldiğini ve neler yaptığını açıklayan araştırmasını okuyarak bizlerle paylaştı. Oldukça da faydalı oldu. Okuduklarından bir kez daha anladık ki, enstitü, vakıf değildir. Enstitü dernek de değildir. Enstitü, araştırma yapan ve yaptıran bir kurumdur; yayın yapan bir kurumdur. Ancak dernek ve vakıflarla da, ilgili kişilerle de bağlantısı, ilişkisi olur.

Birkaç kez söz alma ihtiyacı hissettim ve kısaca şu önerilerde bulundum: “Fazla söze gerek yok. Somut öneriler üzerinden gidelim. Meselâ; Laz şarkılar söyleyen bir koro oluşturalım. Bunu da şimdi yapalım. Kutsal kitaplardan ve siyasî klasiklerden çeviriler yapalım. Meselâ; ‘Komünist Manifesto’yu Lazcaya çevirelim. Şimdi gelin çeviri komisyonlarını oluşturalım. Çizgi filmleri Lazca seslendirelim.

İsmail Güney Yılmaz, böyle bir grup çalışmasına hazır olduğunu ve ‘Komünist Manifesto’yu Lazcaya çevirmeyi kendisinin de düşündüğünü söyledi.

Mustava Dudulaşi de oğluna, kendisinin en çok sevdiği, ilgi gösterdiği çizgi filmin adını sordu. Çocukların, gençlerin ilgi gösterecekleri filmleri, çizgi filmleri Lazcaya çevirme ve seslendirme çalışmalarına katkıda bulunabileceğini belirtti.

İsmail Güney Yılmaz ve Mustava Dudulaşi’nin bu somut yaklaşımları enstitünün neleri yapacağına ışık tutuyordu. Bütün bunlar Nükher Eren’in söyledikleriyle de birlikte bir bütünlük oluşturuyordu. Ve toplantının en güzel ve verimli taraflarından biri de bu arkadaşların somut projeler üzerinden konuşmalarıydı.

Değinmek istediğim bir konu daha vardı. Son olarak söz aldım: “Bir konuya açıklık getirmek istiyorum. Konuşmalardan anladığım kadarıyla bir konu karıştırılıyor. Anadilini okuma-yazmayı öğretme ile anadilini öğretmek farklı konular. İlkinde çocuk Lazcayı bilir, konuşur ama Lazca okumayı- yazmayı bilmez. Buna okuma-yazma öğretilir. Aynı Sovyetler Birliği’nin ilk yıllarında kurulmuş ve 1930’ların ikinci yarısına kadar yaşamış olan Laz Anadil okullarında olduğu gibi. Çocuğa anadilini öğretmek ise, ayrı bir konudur. Burada çocuk Lazcayı öğrenecektir. Bu ikisi farklı konulardır; karıştırmayalım. Sonra unutmayalım; sıfır noktasında değiliz. Lazcanın bir okullu, bir kitaplı geçmişi var. Bu deneyimlerden faydalanacağız.”

Bu makalede birçok kez değindim; toplantının amacı belli değildi. Önceden gündem belirlenmemişti. Toplantı sırasında gündem belirlenmedi. Tutanak tutulmadı. Esat Sarı’nın diplomatik tavrı ve yaklaşımı sayesinde toplantı herhangi bir olumsuzluk yaşanmadan sonuçlandı; ancak verimli olmadı. Toplantı sırasında bir kâğıda adlarımız, telefonlarımızı ve e-posta adreslerimizi yazdık. Bir sonraki toplantı ve diğer gelişmelerden “Lazika Yayın Kollektifi” bizleri haberdar edecek. Ümit ederim, bu makale bir sonraki toplantıyı düzenleyecek olanlara katkı sunar. (22 Aralık 2012, yusufbulut.com)

aksamaz@gmail.com 


 

https://aliihsanaksamaz.blogspot.com/2022/10/laz-enstitusu-denince-algladklarm.html




 


 


 http://www.circassiancenter.com/tr/laz-enstitusu-toplantisinda-soylediklerim-gozlem-elestiri-ve-onerilerim/