Lazlara
İlişkin İki Kitabın Hikâyesi ve Tanıklıklarım- Anılarım (ARŞİV)
Mecit Çakırusta’yı tanırsınız; geçen yıl Şubat ayında
“Dutxuri P̆alik̆ari” adlı kitabı “Lazik̆a Yayın Kollektifi”nden yayınlanmıştı.
Ben kendisini abartısız elli yıldır tanırım; ailecek görüşürüz; komşuyduk;
babamın eski tanıdıklarından bir tanesidir. Kendisinin Pendik’te bir mekânı
var; orayı işletir uzun yıllardır.
Eskiden
evim Topkapı civarındaydı. Topkapı’dan Pendik’e gitmek, ziyarette bulunmak ve
dönmek insanın tam bir gününü alıyordu. 1996 başıydı. Bir gün kendisini
ziyarete gittim. İşlettiği kahvehanedeydi. Beni görünce çok sevindi. Oturduğu
masada kendi emsali birkaç kişi daha vardı. Beni de buyur etti; onlarla tanıştırdı.
Yanlış hatırlamıyorsam, masadakilerden biri hariç tamamı Laz idi. Kimi
Ardeşen’den, kimi Arhavi’den, Kimi Hopa’dan. Tanışma faslı bittikten sonra, ben
gidince ara verdikleri konuşmalarına ben hiç orada yokmuşum gibi devam ettiler.
Konu günlük politikaydı. Kimisi iktidarın politikalarını, kimi muhalafetin
söylediklerini savunuyordu. Ne iktidar partisi ne de muhalefet partisi beni
ilgilendiriyordu. Konu bir sistem sorunuydu. Bu sistem değişmedikçe hiçbir iş
yoluna girmeyecekti; böyle inanıyordum. Bu sebeple de tartışmalarına katılmayı
tercih etmedim. Zaten; oldum olası siyasetle uğraşmadım, hiçbir siyasetçinin de
hayranı olmadım. Onları dinlemekle yetindim.
Çaylar
geldi; içildi. Ardından bir daha. Bir süre sonra konu değişti. Lazlar üzerine
konuşmaya başladılar. Konu döndü dolaştı, Lazların kökenine geldi. Konuşmaları
beni hayrete düşürüyordu: Laz olmaktan, Lazca bilmekten ve Lazcayı konuşmaktan
gurur duyuyorlardı. Lazcanın ölmemesi gerektiğini söylüyorlardı. Ancak bunun
nasıl olacağına hiç kafa yormuyorlardı. Tılsımlı bir gücün Lazların elinden
tutmasını istiyorlardı adeta.
Konuşmalarının en ilginç
yanı, birisinin; Lazların Orta- Asya’dan geldiğine ilişkin söyledikleriydi.
“Ben Lazların Orta- Asya’dan geldiğini bir kitapta okudum. Bir profesör böyle
yazıyordu. Koca profesör neden yanlış yazsın ki?! O kadar okumuş. Hem adam
yanlış şey yazsa, orada tutarlar mı?” diyordu bu yaşlı Lazlardan biri. Bir
diğeri ona katılmıyordu ama, Lazcanın Ural- Altay dil grubundan olduğunu
söylüyordu. Bir başkası, “Lazcada bazı kelimeler, Fransızca’da, İtalyanca’da
bile var. Mesela; skala, makarna, mancare..,” diyordu. Ardından da ekliyordu,
“bence İtalyanca (yemek) mancare ile Lazca cari arasında bir bağlantı var.
Sanırım İtalyanca’ya Lazca’dan girmiş!” Bir başkası bütün bu son söylenenlerden
sonra, lâfı Lazcanın, Hint- Avrupa dil grubundan olduğuna getirmeye
çalışıyordu. Bu noktada müdahale etme ihtiyacı hissediyor ve bu konularda
çeşitli teoriler bulunduğunu, bütün bunların pek bir önemi olmadığını
belirtmekle yetiniyorum. Dediklerime itiraz etmiyorlar. Bir diğeri, beni
destekler mahiyette, Lazların Doğu Karadeniz’de yerli bir halk olduğunu
söylüyordu.
İşi olduğu için masadan
kalkıp gidenler, arada gelenler- gidenler oldu. Ancak masada konuşulan konu hiç
değişmedi. Konu; Lazlar ve Lazca idi.
Bir ara söz Megrellere
geldi. Onlar “Mergel” diyorlardı. “Mergelden dönmeyiz” diyenler oldu. Resmî
ideoloji ve resmî tarih tezleri, insanları ışıksız bırakmıştı. Kendi halkımızın
geçmişi hakkında, bu konulara meraklı insanlar olarak bizler de yeni yeni bir şeyler
öğreniyor; yazıyor ve paylaşıyorduk. Bu insanları kendi halklarının geçmişi
hakkındaki yanlış bilgilerinden veya bilgisizliklerinden dolayı kınamamak, hor
görmemek gerekiyordu. Resmî ideoloji ve
resmî tarih tezlerinin varlığından kimsenin haberi yoktu. Böyle olunca, bütün
kötülüklerin anası resmî ideoloji ve resmî tarih tezleriyle yüzleşmek,
hesaplaşmak söz konusu olamıyordu. Hopalı Faik Efendi’nin ateşlediği Laz kimlik
mücadelesinden, Sovyetler Birliği Lazlarının bir zamanlar sahip oldukları
“kültürel haklardan” ve Sovyet Lazları Halk Önderi İskender Tzitaşi’den de
haberleri yoktu.
“DUTXURİ
P̆ALİK̆ARİ/ DUTHELİ DELİKANLI”, LAZİK̆A YAYIN KOLLEKTİFİ, 2012
Bir ara lâf, “Ant
Yayınları”nın budayarak yayınladığı “Lazlar’ın Tarihi” adlı kitaba geldi. Orada
bulunan hemen herkes bu “Lazlar’ın Tarihi” adlı kitaptan haberdardı. Kimi
kitabı okumuştu, kimi ise, hiç okumamış olmasına rağmen, kitabın içeriğinden
haberdardı. Bu kitabın, “Lazlar Gürcüdür; Lazca Gürcücedir” tezine hepsi de
kızıyordu. “Bizim neremiz Gürcü? Gürcüler ayrı biz ayrıyız,” diyorlardı. Hele;
“Lazca Gürcücedir,” söylemine çok kızıyorlardı. “Lazlar’ın Tarihi” adlı kitabın
yalnızca Lazca bölümlerini çok beğendiklerini de hiç saklamıyorlardı.
Bir ara, Mecit Çakırusta,
sözü “Ogni Dergisi”ne getirdi. Oradakilerin hepsi “Ogni Dergisi”nden de
haberdardı. Mecit Çakırusta, “Ogni Dergisi”ne bu adı kendisinin verdiğini
belirtti. Masadaki bu yaşlı insanlardan bazıları “Ogni Dergisi”ni okumuştu;
nüshalarına bile sahipti. Kimileri ise,
“Ogni Dergisi”ni hiç okumamış, hiç görmemişti, ancak “Ogni Dergisi”nin onların
algılarında saygın bir yeri olduğu hemen anlaşılıyordu. Konuşmalarında, Lazlığa
ilişkin ne istediklerini açıkça ifade edemiyorlardı; ancak Lazcanın yaşaması
konusunda duyarlı oldukları görülüyordu. Bir kayguları vardı; “Barışçıl bir yol
izleyelim; haklarımız için öyle şiddete baş vurmayalım; kimse bizi
kullanamasın; bu bize yakışmaz. Biz medenî insanlarız.”
“Ogni Dergisi”nden söz
açılınca, gündeme 1993 yılı başında “Bugün Gazetesi”nde bir hafta süreyle
yapılan anti-Laz yayın geldi.
Mecit Çakırusta, bu yayın
konusunda Ahmet Hulusi Kırım’ın payının olduğunu söyledi:
“Ben, bazı gazetelere hiç güvenmem. Ahmet
Hulusi Kırım, ‘Bugün Gazetesi’ne açıklama yapalım,’ deyince, ben itiraz ettim.
Ancak beni dinlemedi. Sonunda da “Bugün Gazetesi” bir hafta aleyhimize yayın
yaptı. O, ellerine koz verdi. Adlarımız hedef gösterildi. Cemil Memişoğlu
arkadaşımız, Türkiye’yi terk etmek zorunda kaldı. Laz Vakfını o zaman, o yüzden
kuramadık. 1992’de “Aktüel Dergisi”ne söylediklerinden bir kısmı da yanlıştı.”
Doğrusu; şaşırmıştım.
Bunları bilmiyordum.
Yine çaylar içildi. Bir
ara Mecit Çakırusta yanımızdan ayrıldı. Bir süre sonra, elinde üç -beş kitapla
geri döndü. Hepimizin önüne, masanın üstüne birer kitap bıraktı. Büyük bir
merakla kitabı aldım; önce ön ve arka kapaklarına, ardından da içine bir göz
gezdirdim. Yeşil kapaklı, ders kitabı boyutunda bir kitaptı. Ön kapakta yazarın
adı yer alıyordu: M. Recai Özgün. Kitabın adı ise, “Atmaca” idi. Ön kapakta bir
çizim vardı. Bir adam arkası bize dönük olarak uzun ince bir yolda güneşe doğru
gidiyordu. Basit bir çizimdi; siyah, beyaz, ancak bir adamı ve onun yolculuğunu
anlatıyordu anlaşılan. İlginç geldi. Arka kapağı çevirdim: “Dostum, Yazar
Özgün: (Kitabın Yazarı)” diye bir başlık altında yazarın biyografisi verilmiş.
1924 Arhavi doğumluymuş. 1973’de deftardarlık görevinden emekli olmuş. İş
hayatına atılmış ve İstanbul’a yerleşmiş. Arka kapak yazısında benim en çok
ilgimi çeken, “… yerel bir dil olan ‘Lazca’ kullanılmıştır..” ifadesi oldu.
Hemen kitabın sayfalarını karıştırmaya başladım. Yazar, kitabında yer yer Lazca
dörtlüklere, atasözlerine, tekerlemelere, bazı ifadelere de yer veriyordu. Bu
Lazca ifadelerin tamamını büyük harflerle yazmış. Bu Lazca ifadelerde ilk
gözüme çarpan, (“Lazca Alfabe”)/ “Lazuri Alboni”nin kullanılmamış olduğuydu.
Bir şey söylemedim.
Bir yandan kitaba göz
atıyor, öte yandan da kitap hakkındaki sohbeti dinliyordum. Meğerse
masadakilerden bir tanesi de M. Recai Özgün imiş. Kitabın yazarı olduğunu
öğrenince kendisini tebrik ettim ve bu tür çalışmalar yapmakla, Laz dili,
kültürü ve kimliğine büyük bir hizmette bulunduğunu söyledim. Çalışmalarına
devam etmesi gerektiğine vurgu yaptım. Kitap, “Atmaca” başlığını taşıyordu. Bu
sebeple masadakilerin sohbet konusu, bu kez atmaca avı, atmaca ile avcılık
oldu. Kitabın fiyatını sordum. 5
(milyon) TL imiş. Hemen on adet satın aldım. Bir tanesini kendi adıma yazara
imzalatttım. İmzaladığı tarih: 28. 01. 1996. Günlerden Pazar. Kitaplardan bir
tanesini babam Faik Aksamaz için, bir tanesini Ahmet Hulusi Kırım için, bir
tanesini İsmail Avcı Bucaklişi için, bir tanesini Yüksel Yılmaz için, bir
tanesini Mehmedali Barış Beşli için, bir tanesini Mehmet Yavuz Türköz için
imzalattım. Daha sonra da bu kişilere kitapları hediye ettim.
Kitabına olan ilgimden M.
Recai Özgün ziyadesiyle memnun oldu. Bu arada; Mecit Çakırusta benim de Lazlara
ve Lazcaya ilişkin çalışmalarım, makalelerim olduğunu söyledi. Ben de; esas
olarak “Ogni Dergisi”nde, “Birikim Dergisi”nde, “Tarih ve Toplum Dergisi”nde
çıkan makale ve çevirilerimi bir dosyada topladığımı ve bu çalışmanın “Lazlar”
adıyla yayınlanacağını belirttim. M. Recai Özgün çok sevindi. Kendisinin de,
(kim olduğunu o zaman bilmediğim Nejdet Kanbur ile) Vali Amca dediği kişi ile
birlikte Lazlara ilişkin bir çalışma yaptığını söyledi. Hangi konulardan
bahsettiğini sordum. Pek açık bir cevap alamadım. Bu kez, hangi kaynaklardan
faydalandığını sordum. Üç veya dört kitap adı söyledi. Kaynak olarak kullandığı
kitaplardan bir tanesinin Fahrettin Kırzıoğlu’na ait olduğunu söyledi. Yorum
yapmadım; yine dinlemekle yetindim. Ancak kendisine, dilerse çalışmasında
yardımcı olabileceğimi söyledim.
Üç- dört saat kadar bu
kahvehanede kaldım. Kış olduğu için, hava da çabuk karardı. Müsaade istedim;
kalktım. Mecit Çakırusta, M. Recai Özgün ve masadaki diğer insanlarla
vedalaştıktan sonra, elimde satın aldığım on adet “Atmaca”yı taşıdığım sağlam
bir poşetle kahvehaneden çıktım. Poşeti şöyle bir yokladım; eve kadar sorunsuz
gideceğine kani oldum. Patlayan torbalarla birçok tatsız anım olmuştu. Bu
sebeple tedbirli davrandım.
Pendik tren istasyonuna yöneldim. Oradan,
gelen ilk trenle Haydarpaşa’ya geçtim. Vapurla da Eminönü’ne geçtim. Oradan da
bir otobüsle Topkapı’ya. Oldukça yoğun bir gün geçirmiş oldum.
Aradan bir süre geçti.
Bir akşam eve işten gelince, eşim bir telefon notum olduğunu söyledi. Malum; o
zaman cep telefonu yoktu. Arayan Mecit Çakırusta’nın mekânında tanıştığım M.
Recai Özgün imiş. Telefon numarasını bırakmış. Selam söylemiş. Vakit daha erkendi.
Kendisini telefonla aradım. Vali Amca ile birlikte yazdıkları “Lazlara ilişkin”
dosyasına katkıda bulunmamı istiyordu. Kabul ettim. Salı günü kendisini ziyaret
edebileceğimi söyledim; boş günümdü.
Adresi verdi; ofisi Kadıköy’deki bir iş hanındaydı. Şimdiki Ziraat
Bankası’nın bankamatiklerinin bulunduğu sokaktaydı.
“LAZLAR”,
ÇİVİYAZILARI YAYINEVİ, 1996
Günü geldiğinde gittim.
Kendisi, oğlu, yeğeni ve birkaç dostu beni sıcak karşıladı. Ayran, gazoz, çay
gibi kimi küçük ikramlarda bulundular. Oturduk; sohbet ettik. Henüz Vali Amca
ile müşerref olamamıştım. Nihayetinde yeğeni Erol Bey, bulundukları hanın hemen
alt katındaki, karşı taraftaki fotokopi- ozalitçiye gitti. Kısa bir süre sonra
elinde birkaç dosyayla döndü. Dosyaları, M. Recai Özgün’e verdi. O da, bu dosyalardan birini bana uzattı,
“İşte, Ali İhsan Bey,” dedi, “Vali Amca ile yaptığımız çalışma bu!” Dosyayı
aldım. Dosyaya bakmadan bile bir şeyden emindim: Lazca yazımlarda (“Laz
Alfabesi”) “Lazuri Alboni”, çok muhtemeldir ki, kullanılmamıştı. Çünkü “Atmaca”
adlı çalışmasında da aynı şekilde hareket etmişti. Hem bu çalışmasında hem de diğer
çalışmalarında bu alfabeyi kullanmaktan özenle kaçındı. Sebebini bilmiyorum;
sormadım. Uzun Lazca makaleler, hayat hikâyesini de Lazca yazmasını çeşitli zamanlarda önerdim; bundan
da özenle kaçındı. Birkaç Lazca şiir çevirisi yaptığını biliyorum.
Dosyaya ayaküstü şöyle
bir baktım; sayılamayacak kadar Türkçe yazım hatası vardı. İlk gözüme bu
çarptı. Kitapta bilgi hataları da çok fazla miktarda vardı. Onların da ötesinde
Fahri Kırzıoğlu’dan uzun uzun alıntılar yapmıştı. Bu dosya, adeta resmî
ideoloji ve resmî tarih tezlerinin bir resmî geçidi gibiydi. Anlaşılan bu
çalışmayı yeniden yazmak ve düzenlemek gerekecekti. Bu da uzunca bir zamanımı
alacaktı. Bu değişiklik ve düzenlemelere acaba kendisi ne diyecekti?! Dosya,
şekil şartlarına da uygun değildi. Kaynaklar, dipnotlar kabul edilen ve
kullanılan standartta değildi. Bir şey söylemedim. Yorum da yapmadım. Katkı
sunup yardımcı olacağımı söylemekle yetindim.
Dosyayı yanımda getirdiğim çantaya itina ile yerleştirdim.
Vedalaştık; ofisinden
ayrıldım
Kadıköy’den vapurla
Eminönü’ne geçerken dosyayı çantamdan yine itinayla çıkardım ve şöyle bir göz
attım. Bu kitap, Fahrettin Kırzıoğlu’nun yazdığı; Lazları, dillerini,
kimliklerini yok sayan ve Lazların Orta-Asya’dan geldiği tezlerini yayan
yayınlara çok yakın bir çalışmaydı.
Eve gelince hemen kitap
üzerinde çalışmaya başladım. Çeşitli zamanlarda uzunca bir süre M. Recai Özgün
ve Vali Amca’nın birlikte yazdıkları söylenen bu çalışmayı insanlara faydası
dokunabilecek ve Laz kimlik mücadelesine katkı sağlayacak bir hale getirmek
için yoğun bir çaba harcadım. Bütün bunları yaparken maddî ve manevî şahsî
hiçbir beklentim yoktu; kazancım da olmadı zaten. Tam aksine maddî ve manevî
fedakarlıklarda bulundum. Amacım; M. Recai Özgün’e ve Vali Amca’ya resmî
ideoloji ve resmî tarih tezlerine birer tokat attırmaktı. Kolektif bilince
katkı sunma amacımdan başka bir niyetim olmadı. Bu konudaki az veya çok başarı
beni tarifsiz memnun edecekti. Bu da yorulmalarımın karşılığı gelen bir ödül
gibi bana yetiyordu.
Böylelikle M. Recai
Özgün’ü Laz kimlik mücadelesine kazandırdım. Bir şekilde resmî ideolojinin
uygulamalarıyla yüzleşmesi ve hesaplaşmasını sağladım. Hem “Kafkasya Yazıları”
hem de “Mjora” adlı periyodiklerin yayın kurullarına girmesini; makalelerinin
yayınlanmasını sağladım. “Mjora” adlı periyodikin birinci sayısında kendisiyle
yapılan söyleşide anlattıklarıyla, otuzlu yıllarda Laz çocuklarının okullarda maruz
kaldıkları faşist uygulamaları açığa vurdu; bir döneme tanıklık etti.
M. Recai Özgün, ileri
yaşına rağmen, kendisini sürekli olarak yeniledi. Sima Vakfı kuruluş
çalışmalarında, tüzük hazırlanmasındaki telkinlerimi de dikkate aldı. Orhan Bayramin, Munir Yılmaz Avcı ve benimle
birlikte Sima Vakfı yayın organı “Sima”nın yayınlanmasında katkı sundu; yazdı.
Bütün bunlar, bir aydın olarak benim karanlığa karşı verdiğim mücadeledeki
kazanımlarımdır.
Bugün pek kimse farkında değil, ancak M. Recai
Özgün bir bütün olarak ülkenin kimlik ve demokrasi mücadelesi kahramanlarından
birisidir. Kıymeti gelecekte mutlaka anlaşılacak ve adı sonsuza dek
anılacaktır. Bu ise, topluma hizmet ve bir insanın ailesine bırakabileceği en
güzel mirastır.
O zamanlar malum;
günümüzdeki kadar bilgisayar yaygın değildi. Daktilo kullanıyorduk. Bu ise, M.
Recai Özgün ve Vali Amca’nın çalışmasındaki düzeltiler konusunda çeşitli
sorunların yaşanmasına sebep oluyordu.
M. Recai Özgün de o çalışmayı daktilo ile yazmıştı.
M. Recai Özgün ile sık
sık telefonla görüşüyorduk. Yazdığı bazı bölümlerle ilgili fikir alışverişinde
bulunuyorduk. Yapılması gereken değişiklikler konusunda kendisine bilgi
veriyordum. Böylece 1996’nın İlkbahar ve neredeyse de Yaz mevsimleri geçti.
Nihayet katkı sunma çalışmam bitti. M. Recai Özgün’ün çalışmasını hem içerik
hem de şekil şartları bakımından yayımlanabilecek bir formata getirdim.
Bir gün telefon ettim ve
M. Recai Özgün’ün Kadıköy’deki ofisine gittim ve üzerinde uzunca ve dikkatlice çalıştığım
dosyayı kendisine teslim ettim. O gün Vali Amca da oradaydı. Kendisiyle de
orada müşerref olduk. İlk ve son olarak kendisiyle orada bir araya geldik. 1997
yılı olmalı; kendisini bir kez de Tellâlzade Sokakta, caminin yakınında bir
yerde gördüğümü hatırlıyorum. Başlarımızla selamlaştık; hepsi o kadar. Bir daha
da ne kendisini gördüm ne de kendisinden haber aldım.
Sonradan M. Recai
Özgün’den öğrendim; Vali Amca, bu çalışmadan çekilmiş. M. Recai Özgün,
“önsöz”ün ilk bölümünde Necdet Kambur’un, ikinci bölümünde de Hasan Çelebi’nin
değerlendirmelerini aktarmıştı. Üçüncü
kısa bölümde ise, bana teşekkür ediyor ve şöyle yazıyordu:
“Ayrıca genç dostum,
Sevgili Ali İhsan Aksamaz’ın destekten de öte, büyük katkılarına işaret etmek
istiyorum. Gerek kaynak bulmadaki yardımları, gerekse de kitabın yayına
hazırlanmasında gösterdiği çabalar fedakârlık sınırını aşan bir düzede
olmuştur. Bir kez daha katkısı olan dostlara teşekkür ederim.”
Esas olarak Ogni
Dergisi”nde, “Birikim Dergisi”nde, “Tarih ve Toplum Dergisi”nde Megrel- Lazlara
ilişkin çıkan makalelerimi ve çevirilerimi bir dosyada toplamış ve
Çiviyazılarına, daha doğrusu Özcan Sapan’a çok önceden teslim etmiştim. Dosya,
kitap olarak baskıya hazırdı; Kasım 1996’da da yayınlanacaktı. Kitap fuara
yetişecekti. Kitabın yayınlanmasını sabırsızlıkla bekliyordum. Kitabımın kapağı
da hazırdı. Kapağın koyu yeşil olmasını kararlaştırmıştık. Kapak fotoğraflarını seçmiştim. Dizayn
önerimle de Özcan Sapan kapağı hazırladı.
Ön kapak, Lazların
geçmişlerine ilişkin, onlarla bağlantılı altı değişik fotoğraftan oluşuyordu:
Gonio kalesinden bir görünüm, dere üstündeki kemer köprünün fotoğrafı, kırık
bir duvar Haç’ının görüntüsü, iki adet çakmaklı piştov ile bir kama
kompozisyonunun fotoğrafı ve bize özgü eski ince bir ağaç işçiliği örneğini
yansıtan bir fotoğraf. Bu fotoğrafları, “Çveneburi Dergisi”nden Osman Nuri
Mercan’dan emaneten aldığı albümlerden seçmiştim; öyle hatırlıyorum. Kendisi
şişman olmasına rağmen, cömert bir insandır.
Arka kapak yazısını da yazdım. Daha doğrusu arka kapaktaki ilk üç
paragrafı, bir zamanlar rahmetli Ünal Cuğ ve Hayri Ersoy Kutarba’nın
yayınladıkları “Alaşara Dergisi”ne Lazlar hakkında önceden yazmış olduğum ve
yayınlanan bir makalemden aldım. Lazların geçmişini kısaca özetleyen üç önemli
paragraf.
Kitabım,
Çiviyazıları’ndan çıkacaktı. Yayıncı Özcan Sapan ile anlaşmıştık. Aramızda
yazılı bir anlaşma yapmaya bile ihtiyaç duymamıştık. Telif ücreti beklentim
yoktu; zaten olamazdı da. Piyasada
dolaşan ve “Ant Yayınları”nın budayarak yayınladığını, çevirmeni Hayri
Hayrioğlu’nun ağzından da bizzat duyduğum “Lazlar’ın Tarihi” adlı kitaba karşı
resmî ideoloji ve resmî tarih tezlerini açığa vuran, Laz kimlik mücadelesine
katkı sunabilecek bir kitabın yayınlanmasıydı tek amacım. Hemen Hatırlatayım;
İsim babası olduğum “Kafkasya Yazıları”nı da Çiviyazıları’ndan yayınlayacağımız
günlerin arefesiydi. Nitekim 1997 İlkbahar’ında da “Kafkasya Yazıları”nı
yayınladık; büyük sükse yaptı.
1996 Yaz mevsimi. Tarihi
tam olarak hatırlamıyorum. Birgün M. Recai Özgün, beni telefonla aradı. Katkı
sunduğum çalışmasını kitap olarak bastırmak istediğini söylüyordu. Nereden
yayınlatmayı düşündüğünü sorduğumda, “Atmaca” adlı kitabı yayınlattığı matbaa
ile görüşeceğini söyledi. Özel yayın olacaktı, “Atmaca” gibi yayınlandığından
hiç kimsenin haberi bile olmayacaktı. Bir yayınevinden çıkmasının daha iyi
olacağını söyledim. Ancak tanıdığı yoktu. Bu durumda aklıma ilk gelen
Çiviyazıları oldu. M. Recai Özgün’den birkaç gün izin istedim.
Bu süre içinde dosyasını, o sözünü ettiği
matbaadan yayınlatmasını ertelemesini istedim. Benden cevap beklemesini söyledim.
Konuyu önce “Nart Yayıncılık”dan Hayri Ersoy Kutarba’ya bir şekilde çıtlattım.
O sıralarda Hayri Ersoy Kutarba, adeta meteliğe kurşun atıyordu durumdaydı.
Ekonomik durumu hiç de iyi değildi. Bir sürü kitap yayınlamış; isteyene de
göndermiş, paralarını bir türlü alamamıştı. Ekonomik darboğazdan geçiyordu. M.
Recai Özgün’ün çalışmasını ancak para verebilirse “Nart Yayıncılık”tan
yayınlayabilirdi; bunu anladım. Bunu durumu bile bile Hayri Ersoy Kutarba’ya bu
çalışmanın “Nart Yayınları”ndan yayınlamasını teklif dahi etmedim.
Lazlara ilişkin
yayınların, kimlik mücadelesine daha fazla katkı sağlayacağı düşüncesiyle, aynı
yerden yayınlanmalarının daha iyi olacağını düşünüyordum. Çünkü o zamanlar,
günümüzdeki kadar Laz dili, kültürü kimliğiyle bu kadar ilgilenen, yazan ve
çizen donanımlı Laz aydını henüz çok yoktu.
M. Recai Özgün’ün dosyası
hakkında Çiviyazıları’ndan yayıncı Özcan Sapan ile görüşmeye karar verdim.
Birgün kendisine konuyu açtım. M. Recai Özgün’in kişiliği, yaşı, geçmişi,
ilişkileri, hazırladığı dosyası ve benim bu dosyaya yaptığım katkıdan kendisine
bahsettim. Konuya sıcak baktı. M. Recai Özgün’ü kendisiyle tanıştırmak
istediğimi belirttim. Memnun oldu. Ancak bazı çekince ve itirazları vardı;
şöyle dedi: “Bak Ali İhsan, biliyorsun senin kitabın baskıya hazır. Kapağı da
hazır. Hepsi bilgisayarda. Kasım’da da yayınlanacak; kitap fuarına yetişecek.
Bir yayınevinden aynı konuda iki ayrı kitap çıkmaz. Ama sen istiyorsan, amcayı
getir; tanışalım.”
Nihayetinde kısa bir süre
sonra M. Recai Özgün’ü Kadıköy’deki ofisinden aldım ve yine Kadıköy’de,
Caferağa Kapalı Spor Salonu’nun hemen karşısında bulunan “Çiviyazıları”na
götürdüm. Yayıncı Özcan Sapan, bizimle ofisinde görüştü. M. Recai Özgün, Özcan
Sapan’ın ofisine hayran kaldı. Gerçekten de bu ofis hayran kalınmayacak gibi
değildi. M. Recai Özgün, Özcan Sapan’ın vitrinlerde sergilediği eski pipoları,
eski plâkları, radyo- pikabı, film oynatma makinası ve diğer antika aletlerini
gördü; etkilendi; yakından inceledi. Özcan Sapan’ın Türk Sanat Müziği’ni
sevdiğini ve briç oynamaktan zevk aldığını öğrenince aralarında çabucak bir
samimiyet doğdu.
Söz, M. Recai Özgün’ün çalışmasına
geldi. M. Recai Özgün, elinde taşıdığı torbadan alışma dosyasını çıkardı ve
Özcan Sapan’ın oturuyor olduğu masanın üzerine bıraktı. Özcan Sapan, “Ali
İhsan, bana konudan bahsetti. Ben de okuyup size görüş belirtirim,” dedi.
Çaylar içildi. İkram edilen o leziz kurabiyeler bir iştahla yendi. Ben,
konuşmalarına hiç karışmadım. Yalnızca onları dinledim. Arada bir bana da bakıp
konuştukları zaman, dinlediğimi göstermek için başımı sallamakla yetindim. Bir
saat kadar orada kaldık. Artık ayrılık saati gelmişti. M. Recai Özgün ve Özcan
Sapan birbirlerine kartvizitlerini verdiler, telefonlarını aldılar. Görüşmeleri
bitti. Özcan Sapan, kendi kitaplarından birkaçını M. Recai Özgün’e hediye
etti. M. Recai Özgün ile birlikte oradan
ayrıldık. M. Recai Özgün’ü otobüs duraklarının bulunduğu meydana, şimdiki
karakolun bulunduğu yere kadar götürdüm; evine gidecekti. Bir süre otobüsü
bekledik. Otobüse kendisini bindirip uğurladım. Ben ise, geri döndüm. “Nart
yayınları”na gittim ve Hayri Ersoy Kutarba’yı ziyaret ettim; sohbet ettik.
Birkaç gün sonra yine
Özcan Sapan ile bir araya geldik. M. Recai Özgün’ün dosyası üzerine görüşlerini
belirtti: “Bu dosya basılabilir. Ancak daha önce dediğim gibi, senin kitabınla,
M. Recai Özgün’ün bu çalışması paralel konuları işliyor. Hem senin hem onun
kitabını aynı anda yayınlayamayız. Senin kitabın büyük ölçüde hazır. Fuar’a
kadar yayınlanmış olur.”
Bir an düşündüm: M. Recai
Özgün oldukça yaşlı bir insandı. Kimliğini de seviyordu. Birçok hata, eksiklik
ve yanlışına rağmen, bir kitap yazmış ve benim katkılarıma da hiç itiraz
etmemişti. Ben daha gençtim ve bir süre daha, hatta bir yıl daha
bekleyebilirdim. Laz kimliği konusuna, ileri yaşlı birisinin eğilmesi ve eser
ortaya çıkarması hedef kitlede daha etkili olabilirdi. Özcan Sapan’a şöyle
dedim: “Ben kitabımın yayınlanmasını bir süre geri çekiyorum.” Özcan Sapan
ekledi: “En az bir yıl!” “Tamam,” dedim ve hakkımı, gıyabında M. Recai Özgün’e
vermiş oldum. Yalnızca yayın hakkımı
değil, büyük bir özenle seçtiğim fotoğraflarla ve eski bir makalemden seçilmiş
arka kapak yazısıyla düzenlenmiş kapağı da M. Recai Özgün’ün çalışmasına
devretmiş oldum. M. Recai Özgün’ün
kapağa, özellikle de Haç’a itiraz edeceğini düşünmüştüm. Oysa O, çalışmasına
yaptığım katkılar gibi, kapağı da itirazsız kabullendi.
Bu müjdeli haberi M.
Recai Özgün’e hemen telefonla bildirdim. Sevindi. Hem matbaaya para vermekten
kurtuluyordu hem de kitabı bilinen bir yayınevinden yayınlanacaktı. Kitap
depolama, kitapları okuyucuya ulaştırma gibi sıkıntıları da olmayacaktı. İkinci
kez M. Recai Özgün’ü ve Özcan Sapan’ı buluşturdum. Bu sefer konu sözleşme ve
telif konusu idi. Genelde yazarlar, kitaplarının çok satacağını ve
yayınevlerinin de kendilerini kazıklayacağını düşünürler. Bu görüşmede, M.
Recai Özgün’de böyle bir yaklaşım ve güvensizlik sezinledim. Ben yine
konuşmalarına karışmadım. Yalnızca onları dinledim. Yine ikram edilen o
kurabiyeleri çay eşliğinde afiyetle yemekle meşgul oldum. Özcan Sapan da, M.
Recai Özgün’ün bu telif ve sözleşme konularında bir kaygısı olduğunu sezinlemiş
olmalı ki; “Siz istediğiniz şekilde bir sözleşme hazırlayın; getirin; ben kabul
ediyorum, imzalarım” diyerek oldukça centilmence bir tavır gösterdi. Nitekim
bir süre sonra, bir başka gün birlikte yaptığımız üçüncü toplantımızda Özcan Sapan,
M. Recai Özgün’ün iki nüsha olarak hazırlayıp imzaladığı sözleşmenin iki
nüshasını da iyice okumadan imzaladı; bir nüshayı M. Recai Özgün’e kibarca
uzattı, diğer nüshayı da itinayla çekmecesine koydu.
Karşılıklı iyi niyet
ifadelerinden ve benim de her ikisini tebrik etmemden sonra Özcan Sapan şöyle
dedi: “Şu dosyayı önce edebiyat öğretmeni bir arkadaşımız var; ona
okutturacağım. Sonra dizgisi olacak. Bu dizgiyi Ali İhsan okuyacak, gerekirse
yeniden katkı sunacak. Baskıdan önceki halini tekrar size okutturacağım Recai
Amca.” Özcan Sapan, Kitabın adının “Lazlar” olacağını da belirtti.
Böylece o gün, kesin
olarak kitabımın adını, kapağını ve yayınlanma zamanını hiçbir karşılık
beklemeden M. Recai Özgün’ün dosyasına gönüllü olarak devretmiş oldum.
İsterseniz, şimdi de M.
Recai Özgün’ün dosyasına, yukarıda çeşitli yerlerde belirttiklerimin dışında,
ne gibi katkılar sunduğumdan da bahsedeyim kısaca. Kitaba bir bölüm olarak,
“Laz Göçleri ve Nüfus Hareketleri” bölümünü ekledim. Burada eski ve yeni
adlarıyla tarihsel Laz yerleşim birimlerinin adlarını ayrıntılı olarak verdim.
“Genel Olarak Lazca” başlıklı bölüme, rahmetli Ünal Cuğ ve Hayri Ersoy
Kutarba’nın yayınladıkları “Alaşara Dergisi” için Peacock’un çalışmasından
faydalanarak hazırladığım ve bu derginin Temmuz 1995/ 4. sayısında yayınlanan
“Karşılaştırmalı Kafkas Dilleri Sözlüğü”nü de ekledim. Kitaba bir de “Kısa
Kronoloji” bölümü ve “kaynakları”bölümü eklemeyi ihmal etmedi. Eklediğim bu
bölümlere adımı yazmayı doğru bulmadım. M. Recai Özgün’ün Hopalı Faik Efendi ve
İskender Tzitaşi’ye ilişkin bilgisi yoktu. Onlarla ilgili bilgileri de
çalışmasına ekledim.
M. Recai Özgün; Wolfgang
Feurstein/ Fahri Kahraman alfabesini kullanmamıştı; bu kitap çalışmasında da kullanılmasını
istemedi.
Hatırladığım kadarıyla;
Özcan Sapan, on beş- yirmi gün kadar sonra M. Recai Özgün’ün çalışmasının ilk
çıkışını bana teslim etti. Böylece ilk tahsihe başlamış oldum. Ardından ikinci
ve üçüncü tahsihleri yaptım. Artık söz M. Recai Özgün ve Özcan Sapan’da idi.
Aradan çekildim. Kitap fuarı da yaklaşıyordu. Böylece M. Recai Özgün’ün dosyası
“Lazlar” adıyla Kasım 1996’da birinci baskısını yaptı. M. Recai Özgün, 23 Kasım
1996’da bana imzaladığı bu kitabına şu notu düşmüştü: “Sn. A. İhsan Aksamaz’a. Benden
çok emeklerinin anısına.”
“Lazlar”ın bende bir de
üçüncü baskısı var. O baskı 2000 yılında yapılmış. M. Recai Özgün, o baskıyı da
imzalayarak bana hediye etmişti.
Kitap ilgi uyandırdı.
Tanıtmak için de çaba harcadım. M. Recai Özgün’ün “Lazlar” başlıklı bu
çalışması haksız eleştirilere de uğradı, kendisine sataşıldı. Yine kendisini
yalnız bırakmadım; sahip çıktım. “Hemşinli” bir akademisyen, Dr. E. Gürsel
Ersoy, “Demokrasi Gazetesi”nin 6 Nisan 1997 tarihli nüshasına yazdığı “Yetersiz
Bir Laz Kültürü Araştırması” başlıklı makalesiyle M. Recai Özgün’ü, çalışmasını
küçümsedi. Resmî ideoloji ve resmî tarih tezleriyle yüzleşip hesaplaşmayı göze
alamayan Dr. E. Gürsel Ersoy, Laz kimlik mücadelesi veren yaşlı bir insana
saygı göstermeyi de bilemedi; resmî Ermeni ideolojisi ve tarih tezleri ışığında
hareket etti; o talihsiz satırları bir “Kürt Gazetesi”nde yayınlandı.
M. Recai Özgün’ün
çalışması, Lazları yok sayan ve Lazların varlığından rahatsız olan bütün resmî
ideolojileri erbaplarını rahatsız etti. Ömer Yılmaz adlı bir kişi tarafından Sinop’ta ayda bir
yayınlanan “Bizim Karadeniz” adlı gazete ile Hemşinli bir akademisyenin
yazdığı o talihsiz makaleyi yayınlayan “Demokrasi Gazetesi”nin Laz kimliğinden
rahatsız olma noktasında buluşmaları oldukça ilginç bir rastlantıydı!
“ABHAZLAR,
LAZLAR”, NART YAYINCILIK, 1993
Lazların kimliklerine
sahip çıkması, yalnızca “Türk” milliyetçilerini ve onların resmî ideoloji ve
resmî tarih tezlerini savunanları değil, Türkiye’de Ermenistan’ın resmî
ideoloji ve resmî tarih tezlerini savunan kimi “Hemşinli aydınları” da,
Yunanistan’ın resmî ideoloji ve resmî tarih tezlerini savunan kimi “Pontoslu
aydınları” da, Gürcistan’ın resmî ideoloji ve resmî tarih tezlerini savunan
kimi “Gürcü aydınları” da rahatsız etmişti. Hepsi de koro halinde hareket
ediyordu: “Nereden çıktı bu Lazlar!”
Gelen bu tepkiler, doğru
bir yolda olduğumuzu ve benim de kişisel olarak kitaba katkı sunmakla doğru bir
iş yaptığımı gösteriyordu. Laz aydınları olarak, M. Recai Özgün’e sahip çıktık;
“Demokrasi Gazetesi”ne ortak bir açıklama gönderdik. O sıralar İsmail Avcı Bucaklişi ve Esat Sarı
“105.7 Çevre Radyo”da “Tanura” adlı bir program yapıyorlardı. M. Recai Özgün’ün
o radyo programına katılmasını ve kendisinin nezdinde Laz Halkı’na yapılan
saldırıya cevap verilmesini sağladık.
Ben de konunun unutulmaması için bir makale yazdım; “Demokrasi
Gazetesi”ne gönderdim. Bu makale çok
sonra “Kafkasya Yazıları”nın 1999 İlkbahar sayısında da yayınlanacaktı
M. Recai Özgün,
Kocaeli’de kurulan “Sima Vakfı”nın kurucuları arasında yer aldı. “Laz Muhammed”
adlı çalışması 2004 yılında yayınlandı. Bu kitabı da “Çiviyazıları”ndan çıktı.
Bu dosyasını da yayınlanmadan önce bana gönderdi; katkı sunmamı istedi. Yine
severek “Laz Muhammed”e de katkı sundum. Çalışmasında kullandığı, Ermeni, Rum,
Hemşinli ve Pontos halklarını düşman gibi gören veya gösteren kimi ifadelerin
düzeltilmesi için önerilerde bulundum. Bütün halkların Müslüman olsun,
Hıristiyan olsun, Musevî olsun kardeş olduğunu, milliyetçilerin ve çeşitli
emperyalist ülkelerin halkları birbirlerine karşı kırdırdığına M. Recai
Özgün’ün dikkatini çektim.
M.
Recai Özgün, en son olarak “Orkun Dergisi”nin 50. sayısına “Türkiye Mozaik
Değildir” başlıklı makaleyi yazan “kişinin
saldırısına uğradı; ancak yılmadı. Üretmeye devam etti.
M. Recai Özgün, 11 Temmuz 2004 Pazar günü
aramızdan ayrıldı. Sevenlerini üzüntüye boğdu. Kendisini son yolculuğunda da
yine yalnız bırakmadık. Pazartesi günü Maşukiye’de toprağa verdik.
Kendisi
Laz kimlik mücadelesine ciddî katkılar
sunmuş bir Laz aydınıydı. Kendisini saygıyla anıyorum. Onun vefatından sonra,
“M. Recai Özgün: ‘Tatara tititiri” başlıklı bir makaleyi kaleme alarak çeşitli
yerlerde yayınlattım; anısının yaşamasını sağlamak istedim.
1996
Kasım’ında yayınlanamayan kitabım ancak bir yıl sonra yayınlandı. 1997
Kasım’ında yayınlanacak olan kitabım için bir başlık sorunu ortaya çıkmıştı.
“Lazlar” başlığını kullanamazdık, o adın kullanım hakkını gönüllü olarak M.
Recai Özgün’ün kitabına vermiştim. Şimdi başka bir ad bulmalıydık. Oldukça
zorlandım. Birgün, Özcan Sapan telefonla aradı ve kitap için uygun bir başlık
bulduğunu söyledi: “Kafkasya’dan Karadeniz’in Tarihsel Yolculuğu”. Hemen itiraz
ettim: “Lazlar, tarihsel olarak yaşadıkları Doğu Karadeniz Bölgesi’nin yerli
halkı. Bu başlık, Lazların bu bölgeye sonradan geldiklerini çağrıştırıyor.”
Özcan Sapan, bu yolculuğun coğrafî bir yolculuk değil, tarih içinde bir
yolculuk olduğunu söyledi ve bu başlık konusunda beni ikna etti. Böylece
kitabımın isim babası Özcan Sapan oldu.
Şimdi
sıra kapağa geldi! Kapağı Paxajans hazırladı. Yine Osman Nuri Mercan’dan emanet olarak aldığım albümlerden birinden
faydalandık. Ön kapak beyazdı. Bu beyazlık içinde, Kortuli Alboni ile Tzate
Batsaşi’nin çok önceden bana gönderdiği Lazca bir mektubun bir bölümü yer
alıyordu. Ön kapağın orta bir yerinde de sözünü ettiğim o albümlerden
taradığımız renkli bir fotoğraf yer aldı.
“KAFKASYA’DAN KARADENİZ’E LAZLARIN TARİHSEL
YOLCULUĞU”, ÇİVİYAZILARI YAYINEVİ, 1997
“Kafkasya’dan
Karadeniz’in Tarihsel Yolculuğu” da aynı M. Recai Özgün’ün “Lazlar” adlı
çalışması gibi oldukça ilgi gördü; aynı şekilde de sataşmalara uğradı. Ömer
Yılmaz, Sinop’ta ayda bir yayınlanan “Bizim Karadeniz” adlı tabldot gazetenin
Ağustos 1998/ 7. sayısında M. Recai Özgün’ün “Lazlar”, “Muhammed Vanilişi ve
Ali Tandilava’nın “Lazlar’ın Tarihi”, Gerg Amıcba’nın “Orta Çağ’da Abhazlar-
Lazlar” ve benim “Kafkasya’dan Karadeniz’e Lazların Tarihsel Yolculuğu” adlı
kitaplarımızı hedef aldı ve bilindik ağızla sataştı. Kendisine bir mektup
gönderdim. 2001’de Ali Rıza Saklı, internet ortamında yayınlanan “Net
Gazete”de, durduk yerde benim “Alman ajanı” olduğumu ilân etti! Kendisine noter
kanalıyla bir ihtarname gönderdim. Semih Tufan Gülaltay, “2003 yılında yayımlanan
“Tanrıları’ın Türk’leri” adlı kitabında beni “bölücü” ve “Lazistancı
tayfası”ndan olarak niteledi. Kendisine telefon açtım. En talihsiz ve komik
“eleştiri” de yayın kurulu üyesi olduğum “Mjora” adlı derginin ikinci sayısında
bir makalesi yayınlanan “bir dostumuz (Osman P̆izma/ Osman Kuyumcu)”dan geldi. Çok
sonra karşılaştığımızda kendisine neden böyle bir makale yazma ihtiyacı
hissettiğini sordum. Kendince açıklamaya çalıştı. Ümit ederim, belki bu
“dostumuz” o makaleyi kaleme almasının gerçek sebebini bir gün açıklama
cesaretini kendisinde bulur. Hemen aynı dönemde “Laz Kültürü” adına Almanya’dan
yayın yapan “Dutxe.com” adlı internet sitesinin “ziyaretçi yorumu köşesinde” de
çalışmalarıma karşı takma isimlerle bir karalama kampanyası başlatıldı. Kim
olduğunu bilemediğim site editörüne bir açıklama gönderdim; yayımladı. Ancak
“ziyaretçi yorumu köşesinde” takma adlarla çalışmalarımı ve şahsımı hedef
alarak itibarsızlaştırmak isteyen yorumların yayınlanmasına yine de yol verdi. Ümit
ederim, “Dutxe com”un editörü de belki bir gün bu kampanyaya neden çanak
tuttuğunu açıklama cesaretini kendisinde bulur.
2000’li
yılların başıydı. İnternet Türkiye’ye yeni giriyordu. Benim kimlik mücadelesi yürütmemden,
kararlı bir şekilde yazma ve yayın çalışmalarımdan korkan ve adlarıyla ve
akılları ve bilgileriyle beni eleştirecek cesaretleri olmayan kimlik ve
kişilikleri meçhul ve hastalıklı kimi şahıslar internet ortamından da yine bana
saldırmayı ihmal etmediler. “Kimi dostlar”ın yayınladığı bazı internet
sitelerinin forum sayfalarında da bile “meçhul kişiler” tarafından hedef alındım,
hedef gösterildim. Gariptir; kimi Laz aydınları ise, bana yapılan her türden
saldırıyı ve çalışmalarımı görmedi, görmek istemedi. Bunun yerine Lazların
kimlik mücadelesinden rahatsız olan “Hemşinli kimi aydınlar” ile “Pontoslu kimi
aydınların” dümen suyuna girmeyi yeğleyenler oldu. Bunlar boyunlarına davul
takıp “tokmakçı” aradılar. Ancak ben kendimi geliştirmeye ve yenilemeye çalıştım.
Kimsenin oyuncağı olmadan kimlik mücadelesine devam ediyorum; yazıyorum,
çiziyorum, yayımlıyorum; Lazca dersler veriyorum.
“LAZLAR’IN TARİHİ”, ANT YAYINLARI, 1992
Mücadelemiz
ve beklentimiz Laz kimliğinin tanınması ve geleceğe kurumsal olarak
taşınmasıdır. Tarihsel Laz yerleşim birimlerinin Lazca adlarının resmî olarak
kullanılması ve tabelalarda yer alması, okullarda anadili olarak Lazcanın
ağırlıklı olarak okutulması, TRT’nin
Lazca radyo ve televizyon yayınları yapması, Lazların yaşadıkları
yörelerdeki üniversitelerde Laz dili, edebiyatı ve tarihi bölümlerinin ve enstitülerinin açılması öncelikli taleplerimizdir. Bu
talepler yalnızca Türkiye ile sınırlı değildir. Gürcistan Lazlarının da,
Abhazya Lazlarının da, Rusya Federasyonu Lazlarının da kimliklerinin tanınması
ve yaşatılması için ilgililerin tedbirler alması ve uygulamalar başlatması da
beklentilerimiz arasındadır. Tabi bütün bu konu, kolektif algı ve yine kolektif
mücadeleyi gerektirmektedir.
Pazartesi
günü Özcan Sapan ile telefonda görüştüm. Kitabımın mevcudunun kalmadığını
söyledi. Kitabın yeni baskısını düşünüyoruz. Bu baskı için bir açıklama yazısı
yazmam gerekiyor. Maceralı bir yayınlanma hikâyesi olan ve artık mevcudu da
kalmayan, ancak içeriğiyle güncelliğini hâlâ koruyan ve üstelik hakkında da tek
bir eleştiri yazılmayan “Kafkasya’dan Karadeniz’e Lazlar’ın Tarihsel Yolculuğu”
adlı çalışmamın ikinci baskısı ümit ederim yeni okuyucularıyla en kısa zamanda
buluşmasıydı. (14 II 2013, Yusufbulut.com)
M. RECAİ ÖZGÜN, M. YILMAZ AVCI, ALİ İHSAN AKSAMAZ (SİMA
DERGİSİ HAZIRLIK ÇALIŞMASI, MAŞUKİYE, 5 VII 2003)
(Önerilen
okumalar: Ali İhsan Aksamaz, “Laz Enstitüsü Denince (Algıladıklarım-
Beklentilerim)- ARŞİV”, 22 XII 2012, yusufbulut.com/ circassiancenter.com.tr;
Ali İhsan Aksamaz, “Laz Enstitüsü” Toplantısında Söylediklerim, Gözlem,
Eleştiri ve Önerilerim (ARŞİV)”, 15 II 2013, yusufbulut.com/
circassiancenter.com.tr; Ali İhsan
Aksamaz, “Lazcanın Yazarı ve Şairi: Munir Yılmaz Avcı”, 08 II 2013, lazca.org/
circassiancenter.com.tr; Ali İhsan
Aksamaz, “Munir Yılmaz Avcı (1939- 2016)”, 15 XII 2020, sonhaber.ch/
circassiancenter.com.tr;
Ali İhsan Aksamaz, “Laz Aydınlarının Girişimine Basından Tepkiler”, 14 V 2022,
sonhaber.ch/ circassiancenter.com.tr; Haşim Akman, “Laz Enstitüsü Kuruluyor”, (A
Aktüel Dergisi, sayı 66, 8- 14 Ekim 1992; Haber- söyleşiyi yayına hazırlayan:
Ali İhsan Aksamaz), 8 V 2022 sonhaber.ch, circassiancenter.com.tr; Orhan Bayramin: “Laz Edebiyatı 1996’dan fersah
fersah ileride!”, 31 I 2021, sonhaber.ch/ circassiancenter.com.tr)
Ali
İhsan Aksamaz
https://www.circassiancenter.com/tr/lazlara-iliskin-iki-kitabin-hikayesi-ve-tanikliklarim-anilarim/
http://www.gurcuhaber.com/2023/01/25/lazlara-iliskin-iki-kitabin-hikayesi/