Lazlar ve
"Pontuslular"/ Rumlar
Geçen yılın başlarında, iki gazetede kısa aralıklarla iki kısa “haber”
çıktı. İlkinde: “... Bölücülük yaptığı
için kapatılan Pontusçu Ogni Dergisi devşirmeleri... “Laz rock” diye bir kavram
icat eden Zuğaşi Berepe Grubu...”[1] diğerinde: “... Batı, şimdi “Pontus Rum Devleti” için Lazları kışkırtmaya
koyuldu... bölge halkına, “Bu toprakların gerçek sahibi Pontus Rumlar'ı yani
sizin atalarınızdır. Konuştuğunuz dil de Rumca'dır...” diye propaganda
yapılıyor...”[2] diye yazıyordu.
Bazı satırlarını aktardığım bu iki kısa “haber” beni daha önce “Tarih ve
Medeniyet”te yayımlanan bir “Kurban Bayramı tebriği”ni bir kez daha dikkatlice
okumaya sevk etti. Bu “Kurban Bayramı tebriği”ndeki şu cümleler özellikle
dikkat çekiyordu: “... Oradaki
Yunanlılara ait bu kültür temsilcileri gine İ.Ö.ki yıllarda gelerek Karadeniz
kıyılarına yerleşerek yerleşmiş ve bilâhare Pontuslular (Lazlar)'dır... kasaba
köylerine varıncaya kadar. Pontosça (yunanca) isimleri vardır,..”[3]
Aktarılan bu iddialardan şu sonucun çıkarılması kaçınılmazdır: “... Hz. İsa'dan önceki yıllarda Karadeniz
kıyılarına gelerek yerleşen ilk halk Yunan kültürünün temsilcileri olan
Pontuslular'dır; Pontuslular, Lâzlar'dır; dolayısı ile Lâzlar Yunan kökenlidir...”[4]
Tarihî gerçeklerle çelişkili bu ve benzeri iddialarla, bilerek veya
bilmeyerek, “Pontuslu=Laz/Rum=Laz” ve
“Pontusça=Lazca/Rumca=Lazca” gibi, nihaî amacı önceden pek de
“kestirilemeyen” bir kavram kargaşasının yayılmasına hizmet edilmeye çalışıldığı
açıkça hissedilmektedir.
Mahmut Goloğlu’nun, “... Doğu
Karadeniz Bölgesinin ve halklarının eski geçmişleri, bilinerek ya da
bilinmeyerek büyük bir bilgisizlik ve karanlık içinde bırakılmıştır...”[5]
tespitinin hâlâ geçerli olduğu, aktarılan iddiaların “ciddiyeti”nden kolayca
anlaşılmaktadır.
Bu makalenin amacı, yeni kavram kargaşaları ve polemikler ortaya çıkarmak
değil, isteyenin kolaylıkla ulaşabileceği kaynaklara dayanarak, konunun
önyargılardan uzak olarak tartışılmasına katkı sağlamaya çalışmaktır.
Prof. Dr. Orhan Türkdoğan, “...
Pontos, şimdiki Trabzon ve Samsun sahili hinterlandından ibarettir...”[9]
ifadesini aktarırken; Stefanos Yerasimos, bu ifadeyi biraz daha
somutlaştırmaktadır: “... Pontus bölgesi
kabaca, Osmanlıların, Gümüşhane, Lazistan, Samsun (ya da Canik) sancaklarını
kapsayan Trabzon vilayetini içine almaktadır... “[l0]
P. M. Bıjışkyan, Ö. Asan ve M. Goloğlu’nun yazdıklarından “Pontus”un
“deniz” anlamına geldiğini öğrenirken, hem bu yazarların kitaplarındaki diğer
bölümlerden hem de O. Türkdoğan ve S. Yerasimos'un ifadelerinden, “Pontus”un
coğrafî bir bölgeyi tanımlamak için de kullanıldığını anlıyoruz. Diğer
ülkelerin Karadeniz ile olan bölgeleri değil de, daha sonra yalnızca “Osmanlı”
sınırlan içinde olan bir bölgeyi tanımlamak için “Pontus” teriminin
kullanıldığı görülüyor. Bunun sebebini, H. Mümtaz Beyazıtoğlu'nun, bölgeyle
ilgili olarak verdiği kronolojideki “...
M.Ö. 298-63, Pontus devleti...”[11] açıklamasından anlıyoruz. Buna göre;
“Pontus”un, coğrafî bir bölgeye adını veren bir de siyasî bir anlamı olduğu
ortaya çıkıyor.
Pontus”un taşıdığı bu siyasî anlamla ilgili olarak, yazdıklarından konuya
taraf oldukları anlaşılanların bir itirazlarının bulunmadığı ancak, “bu
coğrafyadaki” siyasî yapının, yani devletin etnik kökeni ve kesintisizliği veya
kesintisizliği konusunda bir “tartışmanın bulunduğu görülmektedir.
M. Goloğlu’nun yazdıklarından, bu bölgeye ait olarak şöyle bir kronoloji
ortaya çıkmaktadır: “M.Ö. 298- M.Ö. 63:
İlk ve tek Pontos Devleti; M.Ö. 63- 1204: Roma ve ardından da Bizans
Egemenliği; 1204-1461: Trabzon Devleti...”[12]. Bu dönemlerle ilgili olarak
kısaca şu bilgiler verilebilir: M.Ö. 298-M.Ö. 63: “... Pontos Krallarının hiç birinin Yunanlılıkla ilgisi yoktu. Hepsi
kendilerini Anadolulu saymışlar, Anadolunun bütünlüğü ve bağımsızlığı için
çalışmışlardır...[13]... Ne ülkesinin ne halkının, ne de krallarının
Yunanlılıkla bir ilgisi yoktu...”[14]; M.Ö. 63-M.S. 1204: “... Pontos devleti yıkılınca hâkimiyet
Romalılara geçmiştir. Ancak, Roma imparatorluğu ikiye bölününce, Pontos bölgesi
Doğu Roma toprakları bünyesinde ele alınmıştır...”[15]; 1204-1461: “... 1204 yılında, İstanbul’un Latinler
tarafından işgal edildiği günlerde, Bizanslı prensler üç ayrı yerde, üç yeni
devlet kurdular. Bunlardan biri (Epir Despotluğu)'nun devamı idi. Öteki
(İznik)'de kuruldu ve Bizans İmparatorluğunun mirasçılığı iddiasında bulundu.
Üçüncüsü olan (Trabzon Devleti) ise, ne bir başka devletin devamı oldu, ne de
Bizans İmparatorluğunun mirasçısı olmak iddiası peşinde koştu... Bizans'daki olaylara
seyirci kaldılar ve Bizans'ın Latin fâtihleriyle dostluk andlaşması
yaptılar...”[16].
Bölgedeki siyasî yapılanmaları kesintisiz bir süreklilik içinde
değerlendiren Ö. Asan’ın genel değerlendirmesi, “... Amasyalı coğrafyacı Strabon (M.Ö. 63-M.S. 21] Geographika'sında
“Pontos Eukseinos'un her tarafı, keza Propontis ve diğer bir çok bölgeler
Miletoslular tarafından kolonize edilmiştir” diyor. “Büyük bir olasılıkla
Miletliler Pontos kıyılarına geldiklerinde hiçbir zorlukla karşılaşmamış, yerli
halklar tarafından dostça karşılanmışlar… Miletliler Pontos'ta
kolonileştiklerinde yerli kavimleri de aralarında eritmişler, onlara kendi
kültürlerini, dinlerini kabul ettirmişler, Pontos kıyılarında sırayla kentler
kurmuşlardı. Başta Sinop. Amasya, Samsun ve Trabzon olmak üzere irili ufaklı
bir çok yerleşim merkezleri oluştu. Ticarette, bilimde ve sanatla Yunanca
egemen dil oldu... Bu krallığın bir Mithridatlar hanedanı olduğunu biliyoruz.
Hanedanın Pers kökenli olduğu ve Yunanlılarla bir ilgisinin olmadığı iddiası bazı
tarihçilerimiz tarafından öne sürülür. Bu nedenle Pontos Krallığını Anadolu
Millî Devleti olarak kabul ederler. Oysa “Mitridat'ın Yunanca konuştuğu ve
Helenizme tutkun olduğu. Yunan sanatına yabancı olmadığı heykeltraş Silamion'un
eseri olan bir Platon heykelini Atina akademisine hediye etmesinden
anlaşılmaktadır. “...”[17] şeklindedir.
Ancak; bu yazarın yaklaşımı kendi bütünlüğü içinde de çelişkilidir: “... Mithridates veya Pont Krallığı bir
ulusa bağımlı değildi... çok uluslu, çok kültürlü, çeşitli etnik unsurları
içinde barındıran uyumlu bir devletti. O zamanın hakim dili Yunanca resmî dil,
hakim tanrı da Apollon'du...”[18].
“O zaman” ulus kavramı var mıydı? Çok kültürlü, çeşitli etnik unsurların
hakim dili, resmî dili Yunanca olabilir miydi? Günümüz “ulus devlet” kavramının
bir sonucu olan “resmî dil”, kastedildiği belli olmayan “o zaman”da Yunanca
olabilir miydi?
Ö. Asan, bölgeyi dönemlere ayırmaksızın bir kesintisizlik içinde ele
almakla yetinmeyip, bölge halklarını da, “...
Miletliler Pontos'ta kolonileştiklerinde yerli kavimleri de aralarında
eritmişler, onlara kendi kültürlerini, dinlerini kabul ettirmiştir...”[19]
formülüyle tekleştirmektedir.
M. Goloğlu, birçok yazardan alıntılar yaparak bu halklar konusunda bilgi
vermeye çalışmaktadır. Bu halkları şöyle sıralamaktadır: “Halibler, Haldiler, Kolhlar, Tibarenler, Mosinikler, Makronlar,
Driller, Skitenler, Lazlar.” [20].
M. Goloğlu, bu halklara ilişkin bir de alıntı yapmaktadır: “... Löba (Lebeau) diyor ki; “Mitridat Pont
ülkesine geldiği zaman bu bölgede oturmakta olan halk üç bölümdü. Birincisi
İranlılar ki, bir takım tapınak kâhinleriyle soylu kişilerden ibaretti.
İkincisi Yunanlılar ki, kıyı illerinin şehirlerinde oturuyorlardı. Üçüncüsü
Turanlılar ki, çok eskiden beri burayı vatanları yapmış olan bölgenin asıl
yerli ahâlisi idiler”.
Löba, Pontos halkının genel durumunu
böylece Özetledikten sonra. Turanlı dediği yerli halkın ünlü uluslarını da
sıralamakta ve bunların (Alazonlar, Amazonlar, Beşirler, Busirler, Tibarenler,
Tirallar, Halibler, Sanlar, Katagonlar, Marlar, Makronlar, Mosinekler) olduğunu
söylemektedir...” [21].
M. Goloğlu'nun, “ulus” olarak sıraladığı bu halkların taşıdıkları adlar,
dönemlere göre kapsayıcılıkları, süreklilikleri, eşanlamlılıkları ve
kullanıldıkları bölgeler itibarıyla bir belirsizlik göstermektedir [22].
M. Goloğlu'nun, “Pontoslular Kimlerdi?” başlığı altında incelediği bölge
halklarının “Pontusluluğu’nun etnik
ayniyetten değil, aynı coğrafî bölgede yaşamaktan geldiği anlaşılmaktadır.
Nitekim P. M. Bıjışkyan’ın, “Pontuslu” tarifi de etnik anlamda değildir: “...
Bu ad (Pontos), denizin güney sahillerine de şamil olarak bu topraklar dahi
aynı adı taşımış ve sakinlerine Pontoslu denmişti...” [23]
“Pontus” olarak adlandırılan bölgenin ve o bölgede yaşayan halkların
geçmişleri konusunda günümüze kadar sağlıklı bir sonuca ulaşılamadığı, bu
konuya ilişkin “tartışmalar”in hâlâ devam etmesinden anlaşılmaktadır. Bunun
sebebinin, dönem ve etnik yapı farklılığını gözetmeyen monoist yaklaşım olduğu
söylenebilir.
O. Türkdoğan'ın, konunun sonuca ulaştırılmasıyla ilgili yaklaşımı oldukça
önemlidir: “... Tarihî süreç içinde Türk
nüfus alanları ile Rum nüfus potansiyeli karşı karşıya gelmiş bulunmuyordu. Bu
Önemli nokta, kanımca üzerinde durulması gereken hassas dokuyu teşkil
etmektedir. Pontos kimdir? Etnik yapısı nedir? Bunlar inceleme kapsamı içine
alınmalı ve tahlil edilmelidir. Belgelere dayalı, gerçekçi yorumlarla bu
bitmeyen kavga bir çözüme bağlanmalıdır...”[24].
Ö. Asan’ın, “o zaman” dediği, ancak ne zamanı kastettiği müphem bir zaman
kavramıyla, bölge tarihi ve etnik yapısını tekmiş gibi gösterdiği tezi bir
noktada kopukluk arz ediyor. Bu kopukluğu şu ifadesinden de anlıyoruz: “... iki bin yıl önceki Pontos gerçeği ile
bu yüzyılımızdaki “Pontus” olayını birbirinden kolayca ayırt edebiliriz.
Osmanlının son dönemlerinde ortaya çıkan milliyetçilik akımlarının etkisiyle
yeni bir “Pontus Devleti” hülyalarına kapılan Karadenizli Rumların tarihi
yanılgıları ayrı bir inceleme alanıdır...”[25].
Bu kopukluğu neden belirtme ihtiyacı hissediyor? Eğer amacı yalnızca,
“kendisinin dahil olduğu kültürü” ifade etmekse, neden bölgenin tamamını
“Pontus Kültürü” kavramıyla açıklama yolunu seçiyor? Bu kopukluk, tezi içindeki
kesintisizlikle bir çelişki teşkil etmiyor mu?
M. Goloğlu şöyle yazıyor: “... gerek
milâddan önceki yıllarda bilim, sanat ve ticaret yolu ile, gerekse
milâddan sonraki din aracılılığı ile Yunan dilinin Doğu Karadeniz Bölgesine
gelip topluma yayıldığı şüphesizdir ama Yunancanın Doğu Karadeniz Bölgesine
egemen dil olamayıp yerli dillerle karışıp yenildiği, hiç kimsenin ve özellikle
Yunanlıların anlamadığı özel bir dilin meydana çıktığı ve tarihçilerin bu dile
önce (Trabzon Grekçesi) demek istedikleri ve fakat sonunda sadece (Trabzon
Dili) demek zorunda kaldıkları da bir gerçektir...”[27]
Bir dilin, zaman içindeki tabii gelişimiyle ilgili bir yorum konumuz
dışındadır. Ancak, Ö. Asan’ın, çalışmasındaki ifadeler dikkat çekicidir: “... köyümüzde konuşulan dili sorgulamakla
başladım. Köylüler (Erenkoy-Of) kendi aralarında rumca dedikleri dili
konuşuyorlardı... Oysa anadilimiz rumcaydı...” [28] Yazar, konuştukları
dilin Rumca olduğunu belirtmesine rağmen, kitabında dili, “Pontos Dili Of
Diyaleği” başlığı altında incelemektedir. Yine aynı kitabında,
“Rumca-Türkçe/Türkçe-Rumca” bir sözlüğe bölüm ayırmaktadır. “Bu dil halen Trabzon'da 51 köy ve beş
merkezde konuşulmaktadır.” [29] diye de belirtmektedir.
Yazarın, “bu dil” dediği dil, Rumca mıdır? Pontos Dili midir? Pontos Dili
Of Diyaleği midir?
“Bu dil” hakkında Peter Alford Andrews'ın aktardığı bilgi şöyledir: “... Pontus Rumcası (Romaikâ), Kapadokya
Rumcası ile bazı benzerlikleri olan arkaik bir lehçe (bugün büyük olasılıkla
Türkiye'de konuşulmamaktadır).” [30]
Konuyla ilgili çalışmaları olanlar, itidal içindeyken [34], Ö. Asan,
“Pontus”, “Pontus Dili”, “Rumca” vb. terimleri bazen her biri kendi içlerinde
bütünlük ve kesintisizlik arz edecek şekilde; bazen de yine bu terimleri farklı
anlamlar taşır bir şekilde kullanmaktadır. Kitabında, adını anmaktan özenle
kaçındığı M. Goloğlu'nu işine geldiği noktada devreye sokmakta ve adının önüne
de, “TBMM'de Trabzon milletvekili olarak
görev yapmış olan ünlü tarihçi...” “ifadesini” koymakta bir
“çelişki” görmemektedir.[35].
Ö. Asan, “Anadolu tarihini yakından
inceleyenler Pontos sözcüğünün bir milletin adı olmadığını bilirler. Bu
sebeple, Pontos milleti/ ulusu diye bir tanımlama tarih içinde...
yapılmamıştır. Dolayısıyla Pontos adlı bir ırk ya da etnik bir grup yoktur...” [36]
diye yazarken, en azından kitabının önsözünü yazan Prof. Dr. Neoklis Sarris'in,
“... Elen (Rum)...”[37]; “... (Pontos
elencesi= rumcası)… Pontoscanın... Elenceye (bugünkü Rumca'ya)...”[38]; “... Elence (Rumca)...” [39]“ vb.
şekilde kullandığı terimler bu “konu”ya daha “sağlıklı” yaklaşmaktadır.
Yazar, konuya öbür kıyıdan taraf olanların açıklığını ifade etme cesaretini
gösteremeyerek, N. Sarris’in, “...
Türkiyeli bir Elen olarak selâm sana...” [40] ifadesinde, “...
Türkiyeli bir Elen,..”den kendisini değil, önsöz yazarının kendi kendisini
kastettiği noktasına takılıp kalmaktadır [41]. Öyle ya da böyle ne fark ediyor?
Bu noktada, “... okuyalım, tartışalım ve
tarihimizle yüzleşme cesaretini gösterelim...”[42] yaklaşımındaki
“ciddiyet”in bir anlamı kalıyor mu? Eğer, “Pontos”a yüklediği anlam, yalnızca
“Toros, Trakya vb.” gibi bir bölge anlamındaysa neden kesintisiz bir çizgide
“Pontus”u, “Elen” Kültürüne mal etme çabası içinde gözüküyor?
Şu sözlerine katılmamak mümkün değil: “Bilimsel
bir çalışma veya araştırma yaparken, konunun politik bir gündem oluşturup
oluşturmayacağı veya istismar edilip edilmeyeceği gibi sübjektif durumlar, ilim
adamını veya araştırmacıyı ilgilendirmez...”[43]. Ancak; “... Tüm Karadeniz yerine bir köyü yani
kendi köyümü ve kültürünü Of a yayarak ele aldım...”[44] ifadesi, bu
söyledikleriyle çelişiliyor mu? Günümüzde bir köyde kullanılan bir dil ve o
köyün kültürü, bütün bir bölgenin, “bilinmeyen zamanlar”dan beri etnik yapısını
ve kültürel özelliklerini yansıtabilir mi? Bir köy temel alınarak yapılan böylesi
bir çalışma genellendiğinde “bilimsel” olabilir mi? Yapılan “bu çalışma”yla,
“Bir düşünce özgürlüğü öncüsü ve “savaşçısı”[45] unvanına lâyık görülen yazar,
dilini “konuştuğu” insanların “kimliğini” savunmaktan vazgeçerek, “Pontos” diye
bir ırk olmadığını ısrarla belirtmesine rağmen, komşularına, “kendisine göre”
bir anlam yüklemeye çalıştığı muğlak(!) “Pontuslu Kimliği”ni empoze eder bir
misyon üstlenmiş gözükmektedir.
Evliya Çelebi, “...Gezgi dağı da
Trabzon'un doğu tarafında olduğundan halkına Gezgi Kavmi sözünden galat olarak
Lazki derler- Bazıları K ile Y'yi hafifletmek için atarak, Laz Kavmi derler”[47] şeklinde
bir açıklama getirirken, İslâm Ansiklopedisi, “...Katip Çelebi ve Evliya Çelebi Kafkasya has adlarındaki ses
benzerliklerine aldanıp (Viven de Martin de böyle yanılmıştır.) Lezgi ve Laz
kelimelerinin aynı olduğunu ileri sürmüşlerdi...”[48] diye yazmaktadır.
Prof. Michael E. Meeker, S. Deligiorgis'in anlattıklarını şöyle
aktarmaktadır: “... Laz terimi Rumlar
tarafından, hiçbir şekilde Türkler ya da Lazlarla ilgili olarak düşünülmez, tam
tersine, onun özellikle, Rumca bir terim olduğu öne sürülür. Laz'ın “Yaşasın
Yunanistan'ın bozuk bir söylenişi olduğu inancı vardır ve Pontus Rumlarının
Türklere direnmesi onurlandırılır. Etimoloji, atalardan aktarılan bir rivayetle
ilişkilidir: Sözde Türkler, Pontus Rumlarının bir kuşağında bütün erkeklerin
dillerini kesmişler. Bu, onların Rumcadaki kötü aksanını (Yaşasın Yunanistan'ın
tuhaf söylenişinde olduğu gibi) doğurmuştur...”[49].
Laz sözcüğünün, kesik dille söylenen “Yaşasın Yunanistan” sloganının
Rumcası olduğu iddiası her ne kadar demogojik bir açıklamayı çağrıştırıyorsa
da, ileriye dönük amaçlara da hizmet etmek noktasından hareketle çok sonradan
ortaya atılmış bir iddia olduğu anlaşılmaktadır. Zaten kaynağın da belirttiğine
göre; bir rivayettir [50]. İslâm Ansiklopedisi ise şöyle yazmaktadır: “... Lazoinin malûm olan en eski yerleri
Lazos şehri yahut eski Lazika'dır ki, Arrianus buranın mukaddes limanın
(Noworossisk) tahminen 124 km cenubunda, Pityus'un 185 km şimalinde. Yani
Tuapse civarında bulunduğunu söyler... Arrianus (2. asır) zamanında, Lazoi
Suhum’da oturmakta idi...”[51].
B. Ömer Büyüka, “Lazlarla ilgili
adların hepsi Abhazca'dır... bu adın anlamı Abhazca'da hem Mavi Gözlü,
az-gözcüsü, as-sınır koruyucu hem de Az-Dahili, As-dahili, Aslara dahil olan,
aslardan olan demektir. Bu adın bu manadan birine göre söylenmiş olduğu
anlaşılıyor...”[52] diye bir yaklaşım sergilemektedir.
M. Fahrettin Kırzıoğlu, “... Laz adı
ise, Kafkaslar bölgesindeki birçok coğrafya ve kavim hatta kişi adları
başındaki seslinin yutulmuş biçimiyle söylenen adlar gibi, aslında başındaki
seslinin yutulmuş biçimiyle söylenen adlar gibi, aslında başında bir sesli
bulunan Alaz (Alas) idi. Buna, iki ırmağa da adını veren Alaz'lar anlamındaki
Alazon'dan öğreniyoruz...”[53]“ derken; Bilge Umar, “Gördüğümüz üzere Aiazia, Alazonia ve Alazon'iar Mysia yöresi tarihsel
coğrafyasının adlarıdır. Hal böyle iken F. Kırzıoğlu'nun Alazon'ları Laz'lara
eşitlemesi neye dayanmış olabilir, bilemiyorum...”[54] diye yazmaktadır.
V. Minorsky, N. Mar’rın, “Halys ismini, “nehir” anlamına gelen Laz kelimesi
ile izah ettiğini” belirtmektedir.”[55]
W. E. D. Allen; “Gürcülerin, Lazların
yaşadıkları yerleri Ç̆aneti ve insanlarını da Ç̆ani olarak adlandırdıklarını”
belirterek, “Ç̆aneti'nin Svan Dilinde
Lazan anlamına geldiğini”[56] açıklamaktadır. Allen ayrıca, “Lazlara oldukça benzer bir dilleri ve
fiziksel özellikleri olan Megrellerin, komşuları Svanlar tarafından “Çan-ar “olarak
adlandırıldıklarını”[57] da yazmaktadır.
Andrew Mango, Hıristiyanlığın “Pontuslu”lara Lazca tebliğ edildiğini belirtmektedir.[58]
M. Burhan Oğuz ise şunları söylemektedir: “... Bu ad ilk Hıristiyanlık devrinden beri Karadeniz'in doğu
körfezinin ülke ve insanlarıyla irtibatlandırılmıştır...”[59].
Laz sözcüğünün başlangıçta çok değişik etnik unsurları ifade ettiği, ancak
zaman İçinde, ifade ettiği insan topluluklarının daraldığı söylenebilir. Türk
Ansiklopedisinin, “... Bugün kendilerine
Laz adını veren ve Lazca konuşan küçük bir topluluk Hopa-Pazar ilçelerinde
yaşamaktadır...” [60] şeklinde ifade ettiği insanlara Gürcüler ve Ruslar, Ç̆ani
demektedir. [61] Bugün Türkiye'de Laz denildiğinde, Türk Ansiklopedisi'nin
tanımını yaptığı insanlar akla gelirken, Gürcüstan ve Abhazya'da Müslüman Ç̆aniler
ve Hıristiyan Megreller anlaşılmaktadır.[62]
B. Oğuz'un aktarmaları oldukça açıktır: “...Kelime,
çoğu zaman, değişik dil konuşan değişik toplumları içine toplama sonucuna
götürmüş: bu itibarla Laz mutlaka belli bir etnik veya linguistik grup olarak
mütalaa edilmemelidir. Gerçek Lazlar, mahsusî bir ırk teşkil edip Karadeniz
kıyılarının doğusunda Pazar (Atina) ilçesi ile Çoruh nehri arasındaki sahada
bulunurlar. Dilleri Gürcistan Megrelya lehçesine çok yakından bağlı olup esas
Gürcüce ve yine bu ülkenin Svan dili ile de münasebeti vardır...”[63].
“…O devirlerde “Laz” tabiri, yabancıların
dilinde Pont halklarını topluca ifade ediyor, yerlilerce ise, tamamen
Bizans'lılaşmış, Grekçe konuşan Pontik'liler (Rhomaioi)'lerden tefrik edilmek
üzere yeterli derecede Bizans kültürü almamış, Lazoi'leri işaret etmek için
kullanılmıştır. Bugün buna benzer bir durumu görmek mümkündür...”[64].
Şemseddin Sami şunları yazıyor: “Karadeniz'in
cenub-şarkisi sevahilinde (Güney Doğu kıyılarında) memalik-î Osmaniye'nin
(Osmanlı ülkesinin) Trabzon vilayetinde ve Rusya devletine tâbi (bağlı) Batum
cihetinde (yöresinde) sakin (oturan) bir kavim olup, esasen akvam-ı
Kafkasiye'den (Kafkas kavimlerinden) olmakla, Gürcilerle (Gürcülerle) karabet-i
cinsiyeleri (soy akrabalıkları) vardır.
Lazlar simaca tamamiyle ırk-ı Kafkasiyeye
mensup (Kafkas ırkından) olup, kafaları büyük ve armudî (armut biçiminde),
alınları vasi (açık), burunları düz ve bazen azıcık kemerli, saçları ekseriya
kestane veya kumral, gözleri elâ veya mai (mavi) ve kametleri mevzun (boyları
ölçülü) ve meşy (yürüyüş) ve hareketleri levendanedir (hızlıdır). Kendileri
cesur ve cest (atak) ve çalak (çevik), çalışkan ve zeki ademler (kişiler) olup,
harp esnasında yağmaya meyilleri varsa da, işte pek namuslu ve sadık ademlerdir
(kişilerdir). Gemicilikte maharetleri dahi meşhur olup, Osmanlı donanmasının en
iyi neferat (askerler) ve zabitanı (subayları) bunlardandır...”[65].
Lazlardan, adlarıyla ilk bahseden Plinius'tur [66]. M. Arrianus, Ptolemeus,
Priskos, Prokopius, Agathias, Menandros ve Theophanes gibi birçok yazar Lazlardan,
Lazların komşuları ve Roma/Bizans ve Pers devletleriyle olan ilişkilerinden
bahseder [67].
6. yüzyıl Bizans tarihçisi Prokopius, “...
eskiden kullanılan Kolh adının, Laz adıyla yer değiştirdiğini”[68]
belirtirken, çağdaşı Agathias da, “...
çok eski çağlarda Lazlara Kolh”[69] denildiğini yazmaktadır.
Kolh ülkesi anlamına gelen “Kolheti” hakkında, B. Umar, “Anadolu'nun kuzeydoğu ucu da dahil olmak
üzere, Doğu Karadeniz kıyıları...”[70]; Hayrı Ersoy ve Aysun Kamacı, “Kolkhide kültür alanının sınırları Batıdaki
Psov nehri, Kuzeyde Kafkas sıra dağları, Doğuda Suram etekleri, Güneyde ise
Karadeniz'i izleyerek Trabzon'a uzanır...”[71] demektedir.
Kolheti adından ilk kez M.Ö. 8. yüzyıla ait Urartu Yazıtları'nda
bahsedilmiştir[72].
M. Goloğlu, Lazlar hakkında şunları yazıyor: “... Milâdın birinci yüzyılı içinde, Roma İmparatoru Avgustos ile
Neronun hükümdarlıkları arasındaki zamanda, Kafkaslardan batıya doğru, kıyı
boyunca, yeni ve büyük bir göç oluyor, Lazlar Doğu Karadeniz Bölgesine gelip
yerleşiyorlar... İşte, büyük ihtimalle, birinci yüzyılın ilk yarısında Lazların
bu göçleri karşısında ülkesini savunamayacağını anlayan Polemon II, milâdın 63.
yılında hükümetini Romalılara teslim etti. Doğu Karadeniz Bölgesi de Roma’nın
yeni bir
vilâyetinin içine girdi ve bu
vilâyete Pontos Polemonyakos Vilâyeti dendi”...[73].
M. F. Kırzıoğlu bu konuda şunları yazıyor: “... İslâmlığın çıkışından beri yazılı kaynaklar, “Laz” adlı boyun,
şimdiki Çoruk ırmağı batısında ve Karadeniz kıyısındaki ormanlık ve balkanlık
dar bir bölgede yaşadığını gösterir, İslâmlık çıkmadan 150 yıl önceleri '
bunlar, Çoruk ağzı ile, Abaza-Megrel sınırını ayıran Engür-Suyu arasındaki
kıyılarda ve içeride Faş/Riyon ırmağı boylarında, Roma imparatorluğuna bağlı
bir “Lazik Kırallığı” kurmuş olarak yaşıyorlardı...”[74]
Gürcü [75] ve Abhaz-Abaza kaynaklarında Egrisi Krallığı[76],
Roma ve Bizans kaynaklarında Lazika Krallığı olarak geçen krallık
hakkında Fahrettin Çiloğlu şu bilgileri veriyor: “... 2. yüzyılda Batı Gürcüstan'da yerel siyasal birimler kesin
biçimini aldı. Lazika, Apsilia (Apşileti) ve Abasgia (Abhazya) prenslikleri
ortaya çıktı. Bunlardan Lazika giderek güçlendi ve 4. yüzyılda neredeyse bütün
Batı Gürcüstan'ı denetimi altına aldı; Apsilialılara, Abasglara
ve Svanlara boyun eğdirdi. Lazika Krallığı doğrudan Kolha'nın
(Kolheti) mirasçısıydı...”[77]
Nodar Lomouri'nin tespiti, “... 5.
yüzyıldan başlamak üzere Lazika Krallığı önemli ölçüde gücünü geliştirdi. Bu
durum herşeyden önce, bölgesel genişlemesinde görülür... Lazika Krallığı'nın
gelişmesi, Bizans İmparatorluğunun çıkarlarını tehdit etmiyordu. Doğu ileri
karakollarının Persler, Gothlar ve daha sonra da Hunlar tarafından bertaraf
edilmesi, Lazika'yı doğuda Bizans için dayanılması gereken bir “müttefik”
konumuna getirdi.
Ancak Lazika'nın gelişmesinde, Bizans'ın
gerilemesi kısmen etkili olmuştur. Üçüncü ve dördüncü yüzyıllarda Bizans
İmparatorluğu kendi sorunlarını kendi başına çözememekteydi. Lazika krallarının
bağımsızlık yönelimleri ve bölgesel yayılmasını kabullenmek zorundaydı. Bu
durum, MS'ki ilk yüzyıllarda doğuda başlamış olan Roma güç kaybının mantıkî bir
sonucuydu...”[78] şeklindedir.
G. Amıcba, Bizans-Lazika anlaşmazlığı konusunda şöyle yazıyor: “... 5. yüzyılın ortalarında Doğu Egrisi ve
onu destekleyen Abhaz etnik kökenli halklar Anti-Bizans hareketlere
başladılar... Bunun üzerine Bizans yöneticileri asker... çıkardılar. Bu
mücadelede Abhaz etnik kökenli halklar Egrisi'nin yanında yer aldılar...
Savaş Bizans'ın istediği gibi bitmişti ama
Bizans durumdan oldukça tedirgin olmuştu. Çünkü Abhazlar'la Laz kökenli
halkların bu savaşta omuz omuza savaşması Bizanslılara uzun vadede problemlere
neden olabilecek bir durum olarak görünmeye başlamıştı. Onları birbirlerinden
koparmaları hatta gerektiğinde birbirleri ile savaştırmaları gerekiyordu. Bu
yaklaşımların sonucu olsa gerek, 6. yüzyılın ikinci yarısında Apsilyalılar'la
Abazgialılar'ın Eğrisi birliğinden ayrılmaya karar verdiklerini görüyoruz...[79]
8. yüzyıla gelindiğinde artık Lazika (Egrisi) Krallığı ortadan kalkmış,
onun eski yönetim alanında Abhazya Krallığı ortaya çıkmıştı. [80]
Lazika Krallığı'nın Rioni havzasının güney kesimi, 5. ve 6.yüzyıllardaki
Bizans-Pers savaşları nedeniyle, Laz nüfusunun tamamına yakınını yitirmişti. Bu
yüzden, Arap istilâlarından etkilenen Gürcüler, Kartli (İberya/ Bugünkü Doğu
Gürcistan)'den kitlesel olarak göç ederek, bugün Batı Gürcistan olarak bilinen
Lazika Krallığı yönetsel alanına da yerleştiler. Böylece günümüzde Müslümanları
Laz, Hıristiyanları Megrel olarak adlandırılan Megrel-Lazlar arasında
Gürcülerden oluşan ve yine günümüzde Gurya/Acara olarak bilinen tampon bölge
oluştu. [81]
1204'te kurulan ve 1461'e kadar yaşayan Lazia Teması[82], bölgenin Osmanlı
yönetimine girmesinden sonra da değişik bir adla devam etti. 1519'da Trabzon,
Batum'un da dahil edilmesiyle ayrı bir eyalet haline getirildi.[83]. Bu bölgeyi
1640'ta dolaşmış olan Evliya Çelebi, eyaletin beş sancağı bulunduğunu yazar: Canik,
Trabzon, Gönye (Gonio), Aşağı Batum ve Yukarı Batum. Lazistan Sancağı'nın
merkezi Gönye idi. Kazaları ise, Atina, Sumla, Viçe ve Arhavi idi. Koch, 15 Laz
derebeyliği sayar: Atina (Pazar, iki), Bulep, Arteşin, Viçe, Kapiste, Arhavi,
Kisse, Hopa, Makrial, Gonio, Batum, Maradit, Perlevan ve Çat derebeylikleri.
“...Acara bölgesi... Aşağı Guria ile
birlikte 1851'de, yeni kurulmuş olan Lazistan sancağına bağlandı...”[84]
1877-1878 (93) Osmanlı-Rus Harbi sonucu, Batum'un Rusların eline geçmesiyle
birlikte, Lazistan Sancağı'nın merkezi Rize'ye taşındı.[85]
Yukarıda zikredilen terimlerin, ifade ettikleri yapıların ortaya çıktıkları
kabul edilen zamandan günümüze kadar olan zaman dilimleri içinde, daralan veya
genişleyen anlamlar taşıdıkları görülmektedir. Bu yapıları her bakımdan homojen
görmek veya göstermek ve dönem farklılıklarını; üretim ilişkilerini ve
“millet”in tanımlanmasında önemli bir faktör olan “din”i göz ardı etmek konuyu
daha da içinden çıkılmaz ve spekülasyonlara açık bir hale sokmaktadır.
O. Türkdoğan'ın, “... Doğu Roma
imparatorluğunun hâkim olduğu topraklara-bilindiği üzere- Romania; halkına da
Romais denilmişti. Araplar ise bu sözü Rum şeklinde belirtiyorlardı. Arif Müfit
Mansel'e göre, Rum deyiminin bugünkü ile hiçbir ilgisi yoktur…”[86]
ve “... Patrik Eren Erol...
bir milyondan fazla Türk Ortodoksunun Lozan antlaşmasıyla-gaflet ve
ihmalle-Yunanistan a gönderildiğine işaret etmektedir...”[87] ifadeleri
oldukça dikkat çekicidir.
“... Yaşayamamak, yani kendini ifade
edememek...”[88]; “... Ezelden beri bir takım
önyargılara sahip olan belli çevreler böylesi bir çalışmayı “Türkiye'nin
bütünlüğünü bozmaya yönelik” olarak değerlendireceklerini biliyorum...”[89];
“... tarihi tahrif etmek suçtur,
düzenbazlıktır...”[90] diye yazanların, “...
Miletliler Pontos'ta kolonileştiklerinde yerli kavimleri de aralarında
eritmişler, onlara kültürlerini, dinlerini kabul ettirmişler,... Ticarette,
bilimde ve sanatta Yunanca egemen dil oldu...” [91]; “... Her ne hikmetse bu neşeli insanlar (Lazlar) kazandıkları şöhretle
Karadeniz'in bir zamanlar Lazistan olarak anılmasını sağlamış, bu söylentiyi
günümüze kadar taşımışlar. Oysa tarihîn hiçbir döneminde Karadeniz'e egemen bir
Laz krallığı kurulmamış, böyle bir tanımlamayı gerektirecek bir nüfus yoğunluğu
da saptanmamış. Bazı Romalı tarihçilere atfen ileri sürülen Laz Krallığı
hakkında günümüze somut hiçbir kanıt ulaşmamış...”[92] gibi “büyük lâflar”
etmeleri de tam bir tezattır.
M. Goloğlu'nun tespiti bugün de geçerlidir. [93] Baştaki alıntılarda ifade
edilmek istenenlerle [94], Ö. Asan’ın çeşitli makalelerinde dillendirmeye
çalıştığı bilgiler (!) aynı “resmî ideoloji ve tarih”e hizmet etmektedir.
“Pontus” denilen bölgede çeşitli dönemlerde ortaya çıkmış siyasî yapıları
zaman, mekân, etnik yapı vb. gözetmeksizin bir kesintisizlik ve homojenlik
içinde değerlendirmek, Doğu Karadeniz'de ortaya çıkmış Lazika (Egrisi) Krallığı
ve sonradan oluşturulan Lazia Teması ve Lazistan Sancağı'nı yok saymak tarihî
ve sosyolojik gerçeklerin inkârı anlamına gelmektedir.
Ortaya konulmaya çalışıldığı üzere, bugün “Pontuslu/ Rum” terimleriyle
ifade edilen insanların, Laz olarak ifade edilen insanlarla; “Pontusça/ Rumca”
olarak ifade edilen dilin Lazca ile bir akrabalığı bulunmamaktadır.
Aslında “konu” gayet açıkken, “özgürlük savaşçıları”, asparagas haber
yazanlar ve benzerlerinin, Lazları ve Lazcayı yok sayma noktasında buluşmaları;
Lazları “Rum” ve Lazcayı “Rumca” olarak gösterme çabaları düşündürücü bir
durumdur.
Şüphesiz Rum olmanın veya Rumca konuşmanın olumsuz bir tarafı yoktur. Ancak
binlerce yıllık sosyolojik gerçeklerin farklı anlamlar yüklenen kavramlarla
çarpıtılması dikkat çekicidir.
[1]. “Öncü Gazetesi”, 26 Ocak 1999. Ogni Dergisi, “Pontusçu” değildi ve
kapatılmadı.
[2]. “Asabi Gazetesi”, 2 Şubat 1999.
[3].”Tarih ve Medeniyet”, Sayı 42, s. 45, Eylül 1997.
[4]. H. Mümtaz Beyazıtoğlu, “Tarih ve Medeniyet”, Sayı 42, s. 44, Eylül
1997.
[5]. Mahmut Goloğlu, “Anadolu'nun Millî Devleti PONTOS”, s. xııı, Ankara,
1973.
[6]. P. Minas Bıjışkyan, Hrand D. Andreasyan (çev.),” Pontos Tarihi”, s.
15, İkinci Baskı, Çiviyazıları, İstanbul, 1998.
[7]. Ömer Asan, “Pontos Kültürü”, s.53, Belge Yayınları, İstanbul, 1996.
[8]. M. Goloğlu, a.g.k, s. 74.
[9]. Dr. Orhan Türkdoğan, “Etnik Sosyoloji”, s. 230, Timaş Yayınlan,
İstanbul, 1997.
[10]. Stefanos Yerasimos, “Milliyetler ve Sınırlar/ Balkanlar, Kafkasya ve
Orta-Doğu”, s. 352, İletişim Yayınlan, İstanbul, 1994.
[11]. H. M. Beyazıtoğlu, a.g.d.
[12]. M. Goloğlu, a.g.k.
[13]. M. Goloğlu, a.g.k., s. 102.
[14]. M. Goloğlu, a.g.k., s. 103.
[15]. O. Türkdoğan, a.g.k., s. 230.
[16]. M. Goloğlu, a.g.k., s. 149.
[17]. Ö. Asan, a.g.k., s. 7,9.
[18]. Ö. Asan, a.g.k., s. 21.
[19]. Ö. Asan, a.g.k., s. 9.
[20]. M. Goloğlu, a.g.k., s. 81-101.
[21]. M. Goloğlu, a.g.k., s. 78.
[22]. Bkz.: M. Goloğlu, a.g.k., s. 81-101.
[23]. P. M. Bıjışkyan, a.g.k., s. 15.
[24]. O. Türkdoğan, a.g.k., s. 234.
[25]. Ö. Asan, a.g.k., s. 20.
[26]. S. Yerasimos, a.g.k., s. 353.
[27]. M. Goloğlu, a.g.k., s. 104.
[28]. Ö. Asan, a.g.k., s. xxıı.
[29]. Ö. Asan, “Yeterince tartışılmamış bir konu”,Tarih ve Medeniyet, Sayı
47, s. 48, Şubat 1998.
[30]. Peter Alford Andrews, Mustafa Küpüşoğlu (çev.), “Türkiye'de Etnik
Gruplar”, s. 204-205, Ant/ Tümzamanlar Yayıncılık, İstanbul, 1992.
[31]. Ö.
Asan, a.g.k., s. xxııı.
[32]. Ö.
Asan, a.g.k., s. 21.
[33]. Ö. Asan, “Pontos Kültürü”, Radikal Gazetesi Pazar Eki (Kitap
Tanıtımı), Sayı 3.
[34]. O. Türkdoğan, a.g.k., s. 234.
[35]. Ö. Asan, a.g.m., s. 47, “Tarih ve Medeniyet”, Şubat 1998.
[36]. Ö. Asan, a.g.m.
[37]. Bkz.: Ö. Asan, a.g.k., s. xv.
[38]. Bkz.: Ö. Asan, a.g.k., s. xvı.
[39]. Bkz.: Ö. Asan, a.g.k., s.xvıı.
[40]. Bkz.: Ö. Asan, a.g.k., s. xıx.
[41]. Ö. Asan, a.g.m., s. 47, “Tarih ve Medeniyet”, Şubat 1998.
[42]. Ö. Asan, a.g.m., s. 48, “Tarih ve Medeniyet”, Şubat 1998.
[43]. Ö. Asan, a.g.m., s. 47, “Tarih ve Medeniyet”, Şubat 1998.
[44]. Ö. Asan, a.g.k., s. xxuı.
[45]. Bkz.: Ö. Asan, a.g.k., s. xıx.
[46]. P. A. Andrews, a.g.k., s. 204-205, 252.
Ö. Asan'ın, özellikle Stalin döneminde ağır baskılara uğrayan
kültürel hakları ellerinden alınan “Pontuslular”a (Rumlara) hiç değinmemesi
oldukça ilginçtir. Bu konuda bkz.: Vlasis Agtzidis, “The Persecution of Pontic
Greeks in the Soviet Union, Journal of Refugee Studies”, Vol. 4, No 4,1991.
[47]. “Evliya Çelebi Seyahatnamesi”, Cilt 1-2, s. 452, Üçdal Neşriyat,
İstanbul.
[48]. “İslam Ansiklopedisi”, Cilt 7, s. 26/a, Maarif Basımevi, İstanbul,
1957.
[49]. M. E. Meeker, “The Black Sea Turks”, s. 332, International Journal of
Middle East Studies, Sayı 2, Cambridge. 1971.
[50].Nitekim, giriş bölümünde sözünü ettiğimiz iki “haber” bizi haklı
çıkarmaktadır. “Kurban Bayramı tebriği” de...
[51].”İslam Ansiklopedisi”, a.g.y.
[52]. B. Ömer Büyüka, “Kafkas Kaynaklarına Göre İlk Yaratılışlar/İlk
İnsanlık /Kafkas Gerçekleri”, Cilt 2, s. 23, İstanbul, 1986.
[53]. M. Fahrettin Kırzıoğlu, “Lazlar /Çanarlar”, VII. TTK. Cilt 1, s. 429,
Ankara,1972.
[54]. Bilge Umar, “Türkiye'de Tarihsel Adlar”, s. 47, İnkilap Kitapevi,
İstanbul,1993.
[55]. “İslam Ansiklopedisi”, a.g.y.
[56]. W.E.D. Allen, “The March-Lands of Georgia”, s. 138, “Geographical
Journal”, Sayı 74,1929.
[57]. W.E.D.Allen, a.g.y.
[58]. Andrew Mango, “Discovering Turkey”, s. 39, BT Batsford Ltd., 2.
Baskı, Paperback, London, 1973.
[59]. Burhan Oğuz, “Türkiye Halkının Kültür Kökenleri-1”, s. 201, İstanbul
Matbaası, İstanbul, 1976.
[60]. “Türk Ansiklopedisi”, Cilt 22, s. 498, Millî Eğitim Bakanlığı,
Ankara, 1975.
[61]. A. Bryer, “Some Notes on The Laz and Tzan”, s. 174, “Bedi Kartlisa,
Revue de Kartvé1ologie”, Volume XXl-XXII, No. 50-51, Paris, 1966.
[62]. “News from the Georgian Republic”, Sayı 2, s. 11, Swedish-Georgian
Society, Stockholm. December 1991,
[63]. B. Oğuz, a.g.y.
[64]. B. Oğuz, a.g.k., s. 201.
[65]. Şemseddin Sami, Fahrettin Çiloğlu (çevriyazı, sadeleştirme), “Kâmus-ül
Alâm'da Lazlar ve Lazistan”, Çveneburi Kültürel Dergi, Sayı 2-3, Mart-Haziran
1993.
[66]. P. A. Andrews, a.g.k., s. 312.
[67]. M. F. Kırzıoğlu, a.g.y.
[68]. Şalva Tevzadze, “Çveneburi Kafkasoloji Dergisi”, Sayı 4, Stockholm,
1977.
[69]. Ş. Tevzadze, a.g.y.
[70]. B. Umar, a.g.k., s. 453.
[71]. Hayri Ersoy-Aysun Kamacı, “Çerkes Tarihi”, s. 23, Tümzamanlar
Yayıncılık, İstanbul, 1992.
[72]. “Encyclopedia Americana”, Cilt 7, s. 219.
[73]. M. Goloğlu, a.g.k., s. 109-110.
[74]. M. F. Kırzıoğlu, a.g.y.
[75]. Fahrettin Çiloğlu, “Gürcülerin Tarihi”, s. 37, Ant Yayınları,
İstanbul, 1993.
[76]. Gerg Amıcba, Hayri Ersoy (çev.), “Ortaçağ'da Abhazlar- Lazlar”, s. 7,
Nart Yayıncılık, İstanbul. 1993.
[77]. F. Çiloğlu, a.g.y.
[78]. Nodar Lomouri, “History of the Kingdom of Egrisi/ Lazika, From its origins to
the fıfth century”, Bedi Kartlisa, Sayı 26, Paris. 1969.
[79]. G. Amıcba, a.g.k., s. 14.
[80]. F. Çiloğlu, a.g.y.
[81]. Peter Gold, Frank J. Gillis, Indiana University, “Archives of
Traditionai Music Folklore Institute”, Bhomington. USA; Hayri Hayrioğlu (çev.),
“Yüzyıl Önce Ç̆aneti”, Ogni Kültür Dergisi, Sayı 1, Kasım 1993,
[82]. Bkz.: Alexandre Toumarkine, “Les Lazes én Turquie”, s. 108, Les
Editions ISIS. İstanbul, 1995.
[83]. V, Minorsky, “Lazlar”, İslam Ansiklopedisi, Cilt 7, Maarif Basımevi,
İstanbul,1957.
[84]. F. Çiloğlu, a.g.k., s. 79.
[85]. Hans Vogt, “Caucasian Language”, Collier's Encyclopedia, Cilt 5, s.
578/a, Macmillan Educational Company, New York, 1985; T. Halasi-Hun, A. H.
Kuipers, K. H. Menges, “Peoples and Languages of Caucasus”, s. 13-14, Mouton/ Co.,
Printers, The Huge, The Netherlands, 1959; İsmail Avcı Bucaklişi/ Hasan
Uzunhasanoğlu, “Lazuri-Turkuli Nenapuna (Lazca-Türkçe Sözlük)”,Akyüz
Yayıncılık, İstanbul, 1999; Yrd. Doç. Dr. Metin Erten, “Lazca-Türkçe,Türkçe-Lazca
Sözlük”, Anahtar Kitaplar, İstanbul, 2000.
[86]. O. Türkdoğan, a.g.k., s. 230.
[87]. O. Türkdoğan, a.g.k., s. 236.
[88]. Ö. Asan, a.g.k., s. xıı.
[89.Ö. Asan, a.g.k., s. xxıv.
[90]. Ö. Asan, a.g.k., s. 28.
[91]. Ö. Asan, a.g.k., s. 9-10.
[92.] Ö. Asan, “Karadeniz'in Atmacaları Lazlar”, Gezi Traveler, Sayı 3,
Aralık 1997.
Dergi, yazarın gezi notları arasına sıkıştırdığı bilgilerden (!) dolayı
okuyucularının yoğun tepkisiyle karşılaştığında, tarafımdan bilgi aldı. Ancak
son söz yine aynı yazara söyletildi (bkz.: “Gezi Traveler”, Sayı 4 (“Tartışma”,
s. 145). Ocak 1998.
Yazar, günümüzde oldukça yaygınlık kazanan ve Sovyetler Birliği sonrası
hızla sirayet eden “entelektüel cambazlık” hastalığına düçâr olmuş gözüküyor.
Bu hastalığın en belirgin özelliği, “resmî ideoloji ve tarihe” karşı çıkıyor
gözüküp “resmî ideoloji ve tarihlere” hizmet etmektir. Bu hastalığa düçâr
olanlara “düşünce özgürlüğü öncüsü ve savaşçısı” da denilmektedir.
Yazar, en azından Georg Ostrogorsky'nin “Bizans Devleti Tarihi” adlı
kitabını “görseydi” (çev.: Prof. Dr. Fikret Işıltan, Türk Tarih Kurumu, Ankara,
1986), “büyük lâflar” edemeyecekti!
[93]. M. Goloğlu, a.g.k., s. xııı.
[94]. Bkz.: 1, 2 ve 3 no'lu dipnotlar.
[Kaynak: Ali İhsan Aksamaz, “Lazlar
ve “Pontuslular”/ Rumlar”, 14- 20 Şubat 1999, (“Dil-Tarih-Kültür-Gelenekleriyle
Lazlar”, 1. Baskı, Sorun Yayınları, 2000; 2. Baskı, Belge Yayınları, İstanbul,
2014]
https://aliihsanaksamaz.blogspot.com/2025/04/national-geographicin-dogu-karadenizi.html