Üç
6- 7 Eylül 1955 Hikâyesi
I-
“Kül Tablası”
Sıcak bir İstanbul akşamı. O
akşam da ailecek bahçede oturuyorlardı. Bir yandan konuşuyorlar diğer yandan da
gözleri bahçe kapısındaydı. Akşam yemeğinin üzerinden neredeyse üç saat
geçmişti. On beşini henüz tamamlamış büyük oğul hâlâ gelmemişti. Beyoğlu’ndaki o olayları
komşularının radyosundan duymuşlardı. Endişe ediyorlardı. Bir tek o eksikti.
Bir zaman sonra bahçe kapısı
açıldı. Delikanlı hışımla içeri girdi. Kapıyı çabukça, ama ses çıkartmadan
kapattı. Tedirgindi. Birkaç basamaklı merdivenden çıktı ve bahçeye ulaştı.
Elinde bir paket vardı. Gazete kâğıdına sarılmış bir şeyler getirmişti.
Baba, “Elindeki ne öyle?”
diye sordu. “Hem niye bu kadar geç kaldın?”
Delikanlı, cevap veremedi. Paketi açtı. Bir kristal kül tablasıydı.
Elinde tutuyordu. Bir elinde o kül tablası, diğer elinde onu sardığı gazete
kâğıdı. Bir süre öylece kaldı.
“O, elindekini aldığın yere bırak! Eve öyle
gireceksin. Eve almamakla kalmam, evlâtlıktan da reddederim, bilesin! Haydi,
şimdi git ve onu aldığın yere bırak!”
Delikanlı utandı. Kıpkırmızı kesildi
birden. Babasından bu sözleri duyacağını hiç aklına getirmemişti anlaşılan.
Şaşkın gözlerle babasına baktı önce, sonra da elindeki kristal kül tablasına.
“Fakat!” diyebildi. Sözün tamamını getiremedi.
Boynunu büktü.
“Fakat yok,” dedi, “Kaybol! Git ve o kül tablasını
nereden çaldıysan, oraya bırak ve öyle gel!”
“Ya
yolda polisler beni yakalarsa?! Askerler de var!”
“Anlaşıldı,” dedi adam. “Hem hırsızsın hem de
korkak!”
Kırklı yaşlarının
sonlarındaki bu adam, oğluna verdiği bu dersin işe yaradığını anladı.
Bahçenin arkasındaki kuytu
köşeyi işaret etti: “Geç şuraya! Al eline şu taşı ve kır onu!” Hemen ekledi:
“Tuz haline getireceksin!”
Delikanlı
bir yandan kristal tablayı kırmak, parçalamak ve toz haline getirmek için çaba
harcıyor diğer yandan da yakalanmış olsaydı başına nelerin geleceğini
düşünüyordu. Hatasını o an anlamıştı.
O sıcak İstanbul akşamında,
elektrikçi İhsan Usta, oğlu Erdoğan’a işte böyle bir ders verdi. Yalnız o
oğluna değil, diğer iki oğluna ve iki kızına da. Kayınvalidesi ve eşi bir köşede
oturmuş onları izliyordu.
Silivrikapılı
Usta, bir yandan kadehinden rakısını yudumluyor diğer yandan da oğlunun kristal
kül tablasını kırmak için can hıraş çabasını izliyordu. Delikanlının çaresiz ve
şimdi masum bu halini görünce gülmek geldi içinden birden. Zor tuttu kendini.
Son yudumu içerken aklına,
mesleği kendilerinden öğrendiği ustalarını hatırladı: Yannis Usta. Kirkor
Usta.
Samatya’dan, Yedikule’den,
Kocamustafapaşa’dan çocukluk arkadaşlarını da hatırladı: Yorgi, Niko,Kostas,
Pandeli, Toros, Karnik, Yeznik.. Onları getirdi gözünün önüne.
“Şimdi neredeler? Ne yapıyorlar acaba?!” diye
geçirdi içinden.
“Baba, kırdım!”
Oturduğu tabureden kalktı. Delikanlının,
kül tablasını kırdığı o kuytu köşeye gitti. Baktı. Kül tablası, tuz haline
gelmişti.
“Şimdi şu küreği al ve
toprağa karıştır o tozu!”
Delikanlı, günâhının son izlerini
de çok geçmeden yok etti.
II-
“Endaksi”
Askerden geleli iki yıl
kadar oluyordu. Genç adam, Pera Palas yakınındaki lokantada garson olarak
çalışıyordu. Müşterileri genellikle o civardaki esnaftı. Bu esnaf arasında Rum,
Ermeni, Yahudiler de vardı. Müşteri olarak onların, Müslüman müşterilerden hiç bir
farkı yoktu. İçlerinde iyi olanlar da, kaba olanları da vardı. Genç adam,
çevredeki tüm esnafı adlarıyla ve huylarıyla tek tek tanıyordu.
Öğlen sonrası bir zaman.
Lokantada, birkaç müşteri vardı.
Bir uğultu duydular önce.
Gürültü sesleri. Ne dendiğini tam olarak anlamadıkları sesler geliyordu
kulaklarına. Lokantanın önüne çıktılar. Gayrimüslim kimi esnafın dükkânlarının
kepenklerini kapatıp gittiğini gördüler. Sordular. Ancak cevap alamadılar.
Komiyi gördüler birden.
Çocuk, onlara doğru koşuyordu. İki sokak ötedeki dükkândan kâğıt peçete almak
için göndermişlerdi onu az önce.
“Geliyorlar, geliyorlar,”
diye avazı çıktığı kadar bağırıyordu.
“Ne var? Ne oldu?” diye
sordu genç adam, “Peçeteler nerede?”
“Dükkân kapalıydı. Hem
kalabalıktan korktum!”
“Ne kalabalığı?”
İşte o anda ellerinde
sopalar, bir grup kalabalığın İstiklâl Caddesi yönünden lokantanın bulunduğu
sokağa girdiğini gördüler.
Sloganlar atıyorlardı. Ellerinde
de Atatürk fotoğrafları ve bayraklar vardı. Bir yandan da kimi dükkânların,
mağazaların ve büroların camlarını kırıyorlardı. Mal ve eşyaları sokağa atıp
tahrip ediyorlardı. Kimilerinin kimi binaların kapılarından girdiklerini de
gördüler. Evlerin pencerelerinden eşyaları atıyorlardı.
Kalabalık, kimi dükkânlara
dokunmuyordu. Kimi dükkânları anında tahrip ediyorlardı. Dükkân- dükkân ilerliyorlardı.
Ortada onları engelleyecek hiç kimse yoktu.
Grubun, Müslüman olmayan
esnafı ve evlerini hedef aldığını anlamaları uzun sürmedi. Lokantanın patronu
Müslüman idi. Kimi garson ve komiler de
o gruba katıldı. Komşularının dükkânlarını tahrip etmeye başladılar. Sarhoş
gibiydiler. Gözleri dönmüştü.
Genç adamın gözü, lokantanın
hemen karşı köşesindeki eczaneye takıldı. Eczacı Hristo’nun dükkânı idi orası.
Büyük vitrinden, eczanenin içi görülüyordu. Eczacı Hristo, tezgâhın gerisindeki
koltuğunda öylece oturuyordu. Gözünde de yakın gözlükleri. Gazete okuyordu.
Genç adam, millî bayramlarda
lokantanın duvarlarına astıkları bayraklardan birini kaptığı gibi, Hristo’nun
eczanesine doğru koştu. Kalabalık, attıkları sloganlarla an be an sokakta
onlara doğru ilerliyordu. Hristo’nun eczanesine ulaşmalarına çok az kalmıştı.
Genç adam, elinde bayrak
Hristo’nun eczanesine daldı.
Hristo, istifini bozmadı.
“Hristo Dayı,” dedi genç
adam, “neden kepengi indirmedin?”
“Olsun be Kuzum! Kapatmadım
işte!”
“Haydi, Hristo Dayı, Kalk!
Koluma gir! Dışarı çıkıyoruz.”
Genç adam, yetmişini çoktan
geçmiş bu yaşlı ve cılız adamı bir hamlede olduğu yerden kucakladı, koluna girdi
ve dışarıya çıkardı. Ayakta durmakta zorluk çekiyordu yaşlı Hristo. Kaldırıma
çöktü. Genç adam, elindeki bayrağı, eczanenin önüne astı. Kepengi indirdi. Tam son kilidi takıyordu ki,
bir el, koluna yapıştı.
“Burasının sahibi Müslüman
mı ki?!”
“Bayrağı görmüyor musun?”
Genç adamın, kendinden emin
sert tavrı ve astığı bayrak Eczacı Hristo’yu ve dükkânını kurtarmıştı o gün.
“Haydi! Gidelim, Hristo
Dayı!”
Eczacı Hristo oturduğu yerden
kalktı. Genç adamın koluna girdi.
“Sağ olasın, Faikimu!”
“Hatırlar mısın, Hristo
Dayı, şimdi kaldığım şu bekâr odasını bana sen bulmuştun? Bilesin, kirayı
geciktirmeden ödüyorum. Üzmüyorum ev sahibimi! Eleana Teyze de, senin gibi iyi
bir insan.”
“Endaksi!,” diyebildi yaşlı
Hristo. Ancak aklına Tatavla’daki evi geldi birden. Acaba oralarda neler
olmuştu. Eve nasıl gideceklerdi?!
O gün, o genç adam, Hristo’yu
Pera’dan Tatavla’ya kadar kazasız belâsız götürdü. Ailesine teslim etti. Yol
boyunca gördüklerini ise hiç unutamayacaktı.
III-
“Aya Konstantin Kilisesi”
Kevork, on ya da onbir
yaşındaydı. Babası onu bir meslek öğrensin, kolunda altın bir bilezik olsun
diye berber Yetvart’ın yanına çırak vermişti. Aslında ustası Yetvart uzaktan
akrabalarıydı ama ustası akraba falan dinlemiyordu. Kevork orada yalnızca
çırakdı.
Yetvart’ın berber dükkânı,
Samatya’daki Surp Kevork Kiliseninin hemen karşı sokağındaydı. Bu çevre
Ermenilerin yoğun olarak yaşadığı bir mahalleydi. Ama Müslümanlardan da,
Rumlardan da müşterileri vardı.
Bir akşamüstü komşularından
polis memuru Hasan bir hışımla berber dükkânına girdi. Sivildi.
Yetvart Usta, eski koltuğu
geriye çekti. Memur Hasan’ı buyur etti. Ardından da Kevork’a döndü:
“Koş, iki tane tavşan kanı
kap da gel!”
Memur Hasan hiç beklemeden:
“Şimdi çay zamanı değil!”
Memur Hasan’ın her zamanki
sevecenliğinden eser yoktu. Anlaşılmaz bir tedirginlik içindeydi. Yetvart Usta
da, küçük Kevork da bir anlam veremediler.
Memur Hasan, tedirginlik
içinde sağına soluna bakındı:
“Yetvart Usta, bilirsin seni
severim. Şu kadar senelik hukukumuz var. Zarar görmeni istemem.”
Yetvart Usta adeta dona
kalmıştı. Küçük Kevork, bir ustasına bir polis Hasan’a bakıyordu.
“Bir kusur mu ettik,
komşum?!” diye sordu Yetvart Usta.
“Estağfurullah, ne demek!
Mesele seninle benim aramda değil.”
Polis Hasan, Kevork’a döndü:
“Şimdi bize iki çay kap
getir, delikanlı!”
Kevork hızla dükkândan
çıktı. Köşedeki kahvehaneye koştu. Kilisenin önünde Ermeni cemaatinden birkaç
kişinin fısıltıyla konuştukları gördü. Kulak kabarttıysa da bir şey anlayamadı.
Kevork, polis Hasan’ın
ustasına kendisinin duymasını istemediği bir şey söyleyeceğinden emindi. Önce
bir hatasını ustasına şikâyet edeceğini sandı. Sonra “ne hata yapmış olabilirim ki?!” diye geçirdi
içinden. Düşündü ama bir hatasını bulamadı.
Elindeki askıda iki çayla berber dükkânına
döndü. Ustası dükkânın kepenkleri kapatmıştı bile. Polis Hasan da ortalıkta
yoktu. Oysa dükkânı kapatmak için daha erkendi. Birden dükkânın camına
ustasının astığı bayrak ilişti. Bayram değildi.
Yetvart Usta, kepengin
kilitlerini takarken:
“Önce elindeki askıyı geri
götür! Sonra da Hemen eve git!”
Kevork, ustasının
söylediğine bir anlam veremedi. Dediğini yaptı. Birden gözüne evlerden sarkan
bayraklar ilişti. Kiliseye de koca bir bayrak asılmıştı. Az önce bu bayraklar
yoktu.
Hava neredeyse kararmak
üzereydi. Eve giderken sokakta Ermeni cemaatinden ikili, üçlü gruplar halinde yaşlı
insanları gördü. Telâş içindeydiler. Fısıltıyla konuşuyorlardı. Hiçbir şey anlayamadı.
Her evin penceresinde
bayraklar asılıydı. Marmara Caddesinin başındaki evlerine ulaştı. İçeri
girerken ağabeyi Karnik ile karşılaştı:
“Gel,” dedi ağabeyi,
“Kiliseye gidiyoruz!”
Ağabey Karnik önde, küçük
Kevork arkada bir koşuda Kiliseye ulaştılar. Kilisenin önünde cemaatten on beş,
yirmi kişilik gruba dâhil oldular. Kevork’un ne olup bittiğinden haberi yoktu.
Bir süre sonra kiliseden
cemaatin önde gelenlerinden yaşlı bir adam çıktı:
“Bu bizim meselemiz değil!
Rumların meselesi! Biz Rum değiliz, Ermeniyiz, Türküz!” Gelen olursa böyle
diyeceğiz. Rumlar aşağıda! Gelirlerse, böyle diyeceğiz. Burada bekleyeceğiz.”
Kilisenin önündeki kalabalık
başını sağladı. Kevork, yine de bir şey anlamamıştı. Beklemeye başladılar.
Sokaklarda kendilerinden başka kimse yoktu. Her tarafı sessizlik kaplamıştı.
Zaman gece yarısını
geçmişti. Bir motor homurtusu duydular. Kilisenin önündeki Ermeni topluluk
gözünü homurtunun geldiği yöne döndü. Motor homurtusu Çınar Polis Karakolu
tarafından geliyordu.
Kısa süre sokağın başında
bir kamyon belirdi. Kamyon yaklaştıkça motor homurtusu arttı. Kamyon, Kilisenin
önünde durunca kasasında hırpani kılıklı yirmiyi aşkın kişi indi. Kamyonun
homurtusu kesildi. Ellerinde kazmalar ve levyelerle Kiliseye yöneldiler.
Kilisenin önündeki kalabalığı görünce bir an için duraksadılar.
Kamyonla gelen kalabalığın
duraksadığını gören Ermeni cemaatinin önde gelenlerinden o yaşlı adam:
“Biz Rum değiliz, Ermeniyiz,
Türküz!” Rumlar aşağı mahallede!
Yaşlı adamın bu sözleri
üzerine kamyonun şoför mahallinden kravatlı, düzgün giyimli bir adam indi.
Kimseden çıt çıkmıyordu.
Adam, çebinden bir kâğıt
çıkardı. Bir kâğıda bir kilisenin tabelasına baktı:
“Burası Rum Kilisesi değil
mi?”
Ermeni cemaatinin önde
gelenlerinden o yaşlı adam:
“Hayır. Ermeni Kilisesi! Biz
Türküz!”
Hırpani kılıklı kalabalık
bir o düzgün giyimli adama bir kilisenin kapısına bakıyordu. O adamdan komut
bekliyorlardı.
Adam düşündü. Biraz sonra
da:
“Kamyona! Gidiyoruz!”
Hırpani kılıklı kalabalık
bir anda kamyonun kasasına doluştu. Kamyon hızla hareket etti. Motorun
homurtusu kulakları sağır ediyordu.
Kamyon, Samatya’daki Aya Konstantin
Kilisesine doğru yola çıktı.
Ermeni cemaatinin önde
gelenlerinden o yaşlı adam seslendi:
“Şimdi evlerinize!”
Küçük Kevork,hâlâ neler olup
bittiğini yine anlamamıştı.
(12 IX 2020)
(Önerilen okuma: Ali İhsan Aksamaz, ‘İki Pogrom
Hikâyesi (6- 7 Eylül 1955), 06 IX 2015, yusufbulut.com)
Ali
İhsan Aksamaz