12 Eylül 2020 Cumartesi

Üç 6- 7 Eylül 1955 Hikâyesi

 


 

 

 

Üç 6- 7 Eylül 1955 Hikâyesi

 

 

 

 

 

 


I- “Kül Tablası”

 

Sıcak bir İstanbul akşamı. O akşam da ailecek bahçede oturuyorlardı. Bir yandan konuşuyorlar diğer yandan da gözleri bahçe kapısındaydı. Akşam yemeğinin üzerinden neredeyse üç saat geçmişti. On beşini henüz tamamlamış büyük oğul hâlâ  gelmemişti. Beyoğlu’ndaki o olayları komşularının radyosundan duymuşlardı. Endişe ediyorlardı. Bir tek o eksikti.

Bir zaman sonra bahçe kapısı açıldı. Delikanlı hışımla içeri girdi. Kapıyı çabukça, ama ses çıkartmadan kapattı. Tedirgindi. Birkaç basamaklı merdivenden çıktı ve bahçeye ulaştı. Elinde bir paket vardı. Gazete kâğıdına sarılmış bir şeyler getirmişti.

Baba, “Elindeki ne öyle?” diye sordu. “Hem niye bu kadar geç kaldın?”

Delikanlı, cevap veremedi.  Paketi açtı. Bir kristal kül tablasıydı. Elinde tutuyordu. Bir elinde o kül tablası, diğer elinde onu sardığı gazete kâğıdı. Bir süre öylece kaldı.

 “O, elindekini aldığın yere bırak! Eve öyle gireceksin. Eve almamakla kalmam, evlâtlıktan da reddederim, bilesin! Haydi, şimdi git ve onu aldığın yere bırak!”

            Delikanlı utandı. Kıpkırmızı kesildi birden. Babasından bu sözleri duyacağını hiç aklına getirmemişti anlaşılan. Şaşkın gözlerle babasına baktı önce, sonra da elindeki kristal kül tablasına. “Fakat!” diyebildi. Sözün tamamını getiremedi.  Boynunu büktü.

             “Fakat yok,” dedi, “Kaybol! Git ve o kül tablasını nereden çaldıysan, oraya bırak ve öyle gel!”

            “Ya yolda polisler beni yakalarsa?! Askerler de var!”

             “Anlaşıldı,” dedi adam. “Hem hırsızsın hem de korkak!”

Kırklı yaşlarının sonlarındaki bu adam, oğluna verdiği bu dersin işe yaradığını anladı.

Bahçenin arkasındaki kuytu köşeyi işaret etti: “Geç şuraya! Al eline şu taşı ve kır onu!” Hemen ekledi: “Tuz haline getireceksin!”

            Delikanlı bir yandan kristal tablayı kırmak, parçalamak ve toz haline getirmek için çaba harcıyor diğer yandan da yakalanmış olsaydı başına nelerin geleceğini düşünüyordu. Hatasını o an anlamıştı.

O sıcak İstanbul akşamında, elektrikçi İhsan Usta, oğlu Erdoğan’a işte böyle bir ders verdi. Yalnız o oğluna değil, diğer iki oğluna ve iki kızına da. Kayınvalidesi ve eşi bir köşede oturmuş onları izliyordu.

            Silivrikapılı Usta, bir yandan kadehinden rakısını yudumluyor diğer yandan da oğlunun kristal kül tablasını kırmak için can hıraş çabasını izliyordu. Delikanlının çaresiz ve şimdi masum bu halini görünce gülmek geldi içinden birden. Zor tuttu kendini.

Son yudumu içerken aklına, mesleği kendilerinden öğrendiği ustalarını hatırladı: Yannis Usta. Kirkor Usta. 

Samatya’dan, Yedikule’den, Kocamustafapaşa’dan çocukluk arkadaşlarını da hatırladı: Yorgi, Niko,Kostas, Pandeli, Toros, Karnik, Yeznik.. Onları getirdi gözünün önüne.

 “Şimdi neredeler? Ne yapıyorlar acaba?!” diye geçirdi içinden.

“Baba, kırdım!”

Oturduğu tabureden kalktı. Delikanlının, kül tablasını kırdığı o kuytu köşeye gitti. Baktı. Kül tablası, tuz haline gelmişti.

“Şimdi şu küreği al ve toprağa karıştır o tozu!”

Delikanlı, günâhının son izlerini de çok geçmeden yok etti.

 

 

           


II- “Endaksi”


Askerden geleli iki yıl kadar oluyordu. Genç adam, Pera Palas yakınındaki lokantada garson olarak çalışıyordu. Müşterileri genellikle o civardaki esnaftı. Bu esnaf arasında Rum, Ermeni, Yahudiler de vardı. Müşteri olarak onların, Müslüman müşterilerden hiç bir farkı yoktu. İçlerinde iyi olanlar da, kaba olanları da vardı. Genç adam, çevredeki tüm esnafı adlarıyla ve huylarıyla tek tek tanıyordu.

 

Öğlen sonrası bir zaman. Lokantada, birkaç müşteri vardı.

Bir uğultu duydular önce. Gürültü sesleri. Ne dendiğini tam olarak anlamadıkları sesler geliyordu kulaklarına. Lokantanın önüne çıktılar. Gayrimüslim kimi esnafın dükkânlarının kepenklerini kapatıp gittiğini gördüler. Sordular. Ancak cevap alamadılar.

Komiyi gördüler birden. Çocuk, onlara doğru koşuyordu. İki sokak ötedeki dükkândan kâğıt peçete almak için göndermişlerdi onu az önce.

“Geliyorlar, geliyorlar,” diye avazı çıktığı kadar bağırıyordu.

“Ne var? Ne oldu?” diye sordu genç adam, “Peçeteler nerede?”

“Dükkân kapalıydı. Hem kalabalıktan korktum!”

“Ne kalabalığı?”

İşte o anda ellerinde sopalar, bir grup kalabalığın İstiklâl Caddesi yönünden lokantanın bulunduğu sokağa girdiğini gördüler.

Sloganlar atıyorlardı. Ellerinde de Atatürk fotoğrafları ve bayraklar vardı. Bir yandan da kimi dükkânların, mağazaların ve büroların camlarını kırıyorlardı. Mal ve eşyaları sokağa atıp tahrip ediyorlardı. Kimilerinin kimi binaların kapılarından girdiklerini de gördüler. Evlerin pencerelerinden eşyaları atıyorlardı.

Kalabalık, kimi dükkânlara dokunmuyordu. Kimi dükkânları anında tahrip ediyorlardı. Dükkân- dükkân ilerliyorlardı. Ortada onları engelleyecek hiç kimse yoktu.

Grubun, Müslüman olmayan esnafı ve evlerini hedef aldığını anlamaları uzun sürmedi. Lokantanın patronu Müslüman idi.  Kimi garson ve komiler de o gruba katıldı. Komşularının dükkânlarını tahrip etmeye başladılar. Sarhoş gibiydiler. Gözleri dönmüştü.

Genç adamın gözü, lokantanın hemen karşı köşesindeki eczaneye takıldı. Eczacı Hristo’nun dükkânı idi orası. Büyük vitrinden, eczanenin içi görülüyordu. Eczacı Hristo, tezgâhın gerisindeki koltuğunda öylece oturuyordu. Gözünde de yakın gözlükleri. Gazete okuyordu.

Genç adam, millî bayramlarda lokantanın duvarlarına astıkları bayraklardan birini kaptığı gibi, Hristo’nun eczanesine doğru koştu. Kalabalık, attıkları sloganlarla an be an sokakta onlara doğru ilerliyordu. Hristo’nun eczanesine ulaşmalarına çok az kalmıştı.

Genç adam, elinde bayrak Hristo’nun eczanesine daldı.

Hristo, istifini bozmadı.

“Hristo Dayı,” dedi genç adam, “neden kepengi indirmedin?”

“Olsun be Kuzum! Kapatmadım işte!”

“Haydi, Hristo Dayı, Kalk! Koluma gir! Dışarı çıkıyoruz.”

Genç adam, yetmişini çoktan geçmiş bu yaşlı ve cılız adamı bir hamlede olduğu yerden kucakladı, koluna girdi ve dışarıya çıkardı. Ayakta durmakta zorluk çekiyordu yaşlı Hristo. Kaldırıma çöktü. Genç adam, elindeki bayrağı, eczanenin önüne astı.  Kepengi indirdi. Tam son kilidi takıyordu ki, bir el, koluna yapıştı.

“Burasının sahibi Müslüman mı ki?!”

“Bayrağı görmüyor musun?”

Genç adamın, kendinden emin sert tavrı ve astığı bayrak Eczacı Hristo’yu ve dükkânını kurtarmıştı o gün.

“Haydi! Gidelim, Hristo Dayı!”

Eczacı Hristo oturduğu yerden kalktı. Genç adamın koluna girdi.

“Sağ olasın, Faikimu!”

“Hatırlar mısın, Hristo Dayı, şimdi kaldığım şu bekâr odasını bana sen bulmuştun? Bilesin, kirayı geciktirmeden ödüyorum. Üzmüyorum ev sahibimi! Eleana Teyze de, senin gibi iyi bir insan.”

“Endaksi!,” diyebildi yaşlı Hristo. Ancak aklına Tatavla’daki evi geldi birden. Acaba oralarda neler olmuştu. Eve nasıl gideceklerdi?!

O gün, o genç adam, Hristo’yu Pera’dan Tatavla’ya kadar kazasız belâsız götürdü. Ailesine teslim etti. Yol boyunca gördüklerini ise hiç unutamayacaktı.

 

 


 

III- “Aya Konstantin Kilisesi”


Kevork, on ya da onbir yaşındaydı. Babası onu bir meslek öğrensin, kolunda altın bir bilezik olsun diye berber Yetvart’ın yanına çırak vermişti. Aslında ustası Yetvart uzaktan akrabalarıydı ama ustası akraba falan dinlemiyordu. Kevork orada yalnızca çırakdı.

Yetvart’ın berber dükkânı, Samatya’daki Surp Kevork Kiliseninin hemen karşı sokağındaydı. Bu çevre Ermenilerin yoğun olarak yaşadığı bir mahalleydi. Ama Müslümanlardan da, Rumlardan da müşterileri vardı.

Bir akşamüstü komşularından polis memuru Hasan bir hışımla berber dükkânına girdi. Sivildi.

Yetvart Usta, eski koltuğu geriye çekti. Memur Hasan’ı buyur etti. Ardından da Kevork’a döndü:

“Koş, iki tane tavşan kanı kap da gel!”

Memur Hasan hiç beklemeden:

“Şimdi çay zamanı değil!”

Memur Hasan’ın her zamanki sevecenliğinden eser yoktu. Anlaşılmaz bir tedirginlik içindeydi. Yetvart Usta da, küçük Kevork da bir anlam veremediler.

Memur Hasan, tedirginlik içinde sağına soluna bakındı:

“Yetvart Usta, bilirsin seni severim. Şu kadar senelik hukukumuz var. Zarar görmeni istemem.”

Yetvart Usta adeta dona kalmıştı. Küçük Kevork, bir ustasına bir polis Hasan’a bakıyordu.

“Bir kusur mu ettik, komşum?!” diye sordu Yetvart Usta.

“Estağfurullah, ne demek! Mesele seninle benim aramda değil.”

Polis Hasan, Kevork’a döndü:

“Şimdi bize iki çay kap getir, delikanlı!”

Kevork hızla dükkândan çıktı. Köşedeki kahvehaneye koştu. Kilisenin önünde Ermeni cemaatinden birkaç kişinin fısıltıyla konuştukları gördü. Kulak kabarttıysa da bir şey anlayamadı.

Kevork, polis Hasan’ın ustasına kendisinin duymasını istemediği bir şey söyleyeceğinden emindi. Önce bir hatasını ustasına şikâyet edeceğini sandı. Sonra  “ne hata yapmış olabilirim ki?!” diye geçirdi içinden. Düşündü ama bir hatasını bulamadı.

 Elindeki askıda iki çayla berber dükkânına döndü. Ustası dükkânın kepenkleri kapatmıştı bile. Polis Hasan da ortalıkta yoktu. Oysa dükkânı kapatmak için daha erkendi. Birden dükkânın camına ustasının astığı bayrak ilişti. Bayram değildi.

Yetvart Usta, kepengin kilitlerini takarken:

“Önce elindeki askıyı geri götür! Sonra da Hemen eve git!”

Kevork, ustasının söylediğine bir anlam veremedi. Dediğini yaptı. Birden gözüne evlerden sarkan bayraklar ilişti. Kiliseye de koca bir bayrak asılmıştı. Az önce bu bayraklar yoktu.

Hava neredeyse kararmak üzereydi. Eve giderken sokakta Ermeni cemaatinden ikili, üçlü gruplar halinde yaşlı insanları gördü. Telâş içindeydiler. Fısıltıyla konuşuyorlardı. Hiçbir şey anlayamadı.

Her evin penceresinde bayraklar asılıydı. Marmara Caddesinin başındaki evlerine ulaştı. İçeri girerken ağabeyi Karnik ile karşılaştı:

“Gel,” dedi ağabeyi, “Kiliseye gidiyoruz!”

Ağabey Karnik önde, küçük Kevork arkada bir koşuda Kiliseye ulaştılar. Kilisenin önünde cemaatten on beş, yirmi kişilik gruba dâhil oldular. Kevork’un ne olup bittiğinden haberi yoktu.

Bir süre sonra kiliseden cemaatin önde gelenlerinden yaşlı bir adam çıktı:

“Bu bizim meselemiz değil! Rumların meselesi! Biz Rum değiliz, Ermeniyiz, Türküz!” Gelen olursa böyle diyeceğiz. Rumlar aşağıda! Gelirlerse, böyle diyeceğiz. Burada bekleyeceğiz.”

Kilisenin önündeki kalabalık başını sağladı. Kevork, yine de bir şey anlamamıştı. Beklemeye başladılar. Sokaklarda kendilerinden başka kimse yoktu. Her tarafı sessizlik kaplamıştı.

Zaman gece yarısını geçmişti. Bir motor homurtusu duydular. Kilisenin önündeki Ermeni topluluk gözünü homurtunun geldiği yöne döndü. Motor homurtusu Çınar Polis Karakolu tarafından geliyordu.

Kısa süre sokağın başında bir kamyon belirdi. Kamyon yaklaştıkça motor homurtusu arttı. Kamyon, Kilisenin önünde durunca kasasında hırpani kılıklı yirmiyi aşkın kişi indi. Kamyonun homurtusu kesildi. Ellerinde kazmalar ve levyelerle Kiliseye yöneldiler. Kilisenin önündeki kalabalığı görünce bir an için duraksadılar.

Kamyonla gelen kalabalığın duraksadığını gören Ermeni cemaatinin önde gelenlerinden o yaşlı adam:

“Biz Rum değiliz, Ermeniyiz, Türküz!”  Rumlar aşağı mahallede!

Yaşlı adamın bu sözleri üzerine kamyonun şoför mahallinden kravatlı, düzgün giyimli bir adam indi. Kimseden çıt çıkmıyordu.

Adam, çebinden bir kâğıt çıkardı. Bir kâğıda bir kilisenin tabelasına baktı:

“Burası Rum Kilisesi değil mi?”

Ermeni cemaatinin önde gelenlerinden o yaşlı adam:

“Hayır. Ermeni Kilisesi! Biz Türküz!”

Hırpani kılıklı kalabalık bir o düzgün giyimli adama bir kilisenin kapısına bakıyordu. O adamdan komut bekliyorlardı.

Adam düşündü. Biraz sonra da:

“Kamyona! Gidiyoruz!”

Hırpani kılıklı kalabalık bir anda kamyonun kasasına doluştu. Kamyon hızla hareket etti. Motorun homurtusu kulakları sağır ediyordu.

Kamyon, Samatya’daki Aya Konstantin Kilisesine doğru yola çıktı.

Ermeni cemaatinin önde gelenlerinden o yaşlı adam seslendi:

“Şimdi evlerinize!”

Küçük Kevork,hâlâ neler olup bittiğini yine anlamamıştı.

 

(12 IX 2020)

 

 

 

 

 

 

 

(Önerilen okuma: Ali İhsan Aksamaz, ‘İki Pogrom Hikâyesi  (6- 7 Eylül 1955), 06 IX 2015, yusufbulut.com)

 

  Ali İhsan Aksamaz

 

 

aksamaz@gmail.com

 

https://sonhaber.ch/uc-6-7-eylul-1955-hikayesi/


http://circassiancenter.com/tr/uc-6-7-eylul-1955-hikayesi/