Yalçın
Karadaş: “Gerçekler, saptırılarak, yok sayılarak yok olmaz!”
(Ön açıklama: DW Türkçe’nin “Çerkesler” başlıklı haberini,
içeriğini, kurgusunu; Çerkeslerin kimler olduğunu; Çarlık Rusyası zamanında Kafkasya’da
uygulanan askerî operasyonları, Sovyetler Birliği ve Rusya Federasyonunun
Çerkes politikasını; 2. Meşrutiyet ilânından sonra Osmanlı Türkiyesindeki Çerkes Aydınlarının
faaliyetlerini; Kuzey Kafkasya Cumhuriyetini/ Kuzey Kafkasya Dağlı Cumhuriyetini;
Ethem Beyi; Şark-i Karib Çerkesleri Temin-i Hukuk Cemiyetini; 2.
Dünya Savaşı ve Soğuk Savaş yıllarında Çerkes aydınlarının faaliyetlerini; Sovyetler Birliğinin dağılış döneminde
Kafkasya’da yaşanan trajik olayları; Musa Şenibe ve Kafkas Halkları
Federasyonunu; günümüzde Çerkesçenin Türkiye ve diğer ülkeler ile Rusya
Federasyonundaki durumunu bağımsız duruşunu özenle koruyan ülkemiz Çerkes aydınlarından Yalçın Karadaş ile konuştuk. Yalçın Karadaş, gelecekte nasıl
bir Türkiye, nasıl bir Kafkasya, nasıl bir dünya tahayyül ettiğini de dile getirdi.
Ali İhsan Aksamaz)
+
Ali İhsan Aksamaz: 28 Kasım 2021 tarihinde DW Türkçe, “Çerkesler”
başlığıyla bir haber yayınladı. Bu haberin alt başlığı şöyleydi: “Dünyada en fazla Çerkes nüfusu Türkiye’de, en büyük asimilasyon da Türkiye’de. DW Türkçe, bir süre sonra bu alt başlığı değiştirdi: “Kafkasya’dan Türkiye’ye Çerkeslerin Hikâyesi/ Dünyada en
fazla Çerkes Türkiye’de yaşıyor”. Bu haberde ilk dikkati çeken
alt başlığın sonradan değiştirilmiş olması. DW Türkçe’nin haberinde Araştırmacı
yazar Fahri Huvaj, General İsmail Hakkı Berkok’un kızı Yazar Janset Berkok Şami
ile Kafkas Dernekleri Federayonu Yönetim Kurulu Üyesi Filiz Kaplan’dan görüş
alınıyor. Haber sırasında Rusya Federasyonu’ndaki bir “Sürgün Anması”ndan
görüntüler ile Sefer E. Berzeg’in kısa bir görüntüsü de ekrana geliyor. Fahri Huvaj, Janset Berkok Şami ve Filiz
Kaplan konuya ilişkin bilgi veriyor. Kendilerine sorulan soruları
duyamıyoruz ancak sorulara cevap verdiklerini anlıyoruz. Haberin gidişatından
söylediklerinin tamamının yayınlanmadığı gibi de bir izlenim uyanıyor. DW
Türkçe, Türkiye’deki Çerkes asimilasyonuna dikkat çekiyor gibi bir izlenim
uyandırmaya çalışıyorsa da “Gönen- Manyas Sürgünü”ne ilişkin soru sorulmuyor ya
da konuşmacılar bu konuda birşey söylemişseler de yeterince aktarılmıyor.
Türkiye’de geçmişte her alanda yaşanan asimilasyon konusunda birşey sormuyorum.
Çünkü o yıllarda yaşananları herkes biliyor. Fahri Huvaj, Janset Berkok Şami ve
Filiz Kaplan’ın söyledikleri de muhakkak ki eleştirel katkıya muhtaç. Ancak Janset
Berkok Şami’nin , Atatürk’ün İsmail Hakkı Berkok’u Kafkasya’ya gönderdiği,
Kafkasya’nın Türkiye’ye geçmesi için uğraştıklarını söylemesi hem kronolojik
bakımdan hem de Ankara Hükümeti- Sovyet İlişkileri bakımında tarihsel gerçeklerle örtüşmüyor. Üzerinde kısaca durmaya çalıştığım bu
hususları nasıl değerlendiriyorsunuz?
Fahri Huvaj, Janset Berkok Şami ve Filiz Kaplan DW Türkçe’ye
Çerkesleri anlattı
Yalçın Karadaş: Öncelikle sondan başlarsak, Atatürk’ün İsmail Hakkı Berkok’u Kafkasyaya gönderdiği
doğru değil. Berkok ve 1918 yılında Kafkasya’ya giden diğer Çerkes asıllı
askerler Kafkas İslam Ordusu ile o topraklara gittiler ki o zamanlar M. Kemal’in ne öyle bir pozisyonu vardı ne de
öyle bir niyeti. Bu bilgi yanlışı değilse, tamamen TC devletine ve M. Kemal’e
hoş görünme niyeti gibi. İ. Berkok ve diğer Çerkes aydınlar 11 Mayıs 1918’de
kurulan Kuzey Kafkasya Cumhuriyeti’ne destek vermek için Kafkasya’da
bulunmuştur. Konunun M. Kemal ile ilgisi yoktur. Tam tersine M. Kemal yeni
devleti kurarken, tekçi ve Türkçü yapılanmaya engel olma ihtimali büyük
olduğundan, 16 Mart 1921’de Moskova Dostluk ve İşbirliği Antlaşması ile
Çerkesler’in tasfiye edilmesi için yeni Sovyet devletinden destek almıştır.
Yeni Sovyet devleti de bir taşla birkaç kuş vurduğu bu antlaşmayı büyük bir
memnuniyetle imzalamıştır. Böylece her iki devlet için sorun olabilecek, o zamanlar
oldukça örgütlü Çerkes yapısını çökertmişlerdir. Bu sözleşmenin akabinde, Aralık
1922- Mayıs 1923 arasında , Manyas ve Gönen’deki 14 Çerkes köyü sürgün
edilmiştir. 23 Nisan 1923’de TBMM’de kabul edilen bir yasa ile kişiler
saptanarak, 28 Mayıs 1927’deki 1064 sayılı yasa ile 150’likler listesinin ezici
çoğunluğu (86 kişi) Çerkesler’den oluşturulmuştur. Özetle DW yayınında kısaca
sözü edilen asimilasyon ve Türkleştirme Çerkesler ile başlatılıp, sonra
sırasıyla, Laz, Gürcü, Alevi, Kürt ve diğer halklara, sistematik devlet
politikası olarak uygulanmış ve devam etmektedir.
Ali İhsan Aksamaz: Şimdi size soracağım soruyu bir
önceki söyleşimde Murat Özden’e de sordum. Gel gör ki tatmin edici bir cevap
veremedi. Tepkiler geldi. O sebeple aynı soruyu size de sorma ihtiyacı
duyuyorum: “Çerkes”
denildiğinde kimleri anlamamız gerekiyor? “Çerkesçe” denildiğinde hangi dil(ler)i
anlamak lâzım? “Genç
Yazılı Diller” ifadesi Sovyetler Birliği’nde ortaya çıktı. Sayıca az halklar Sovyetler Birliği’nde önemli kazanımlar elde ettiler. Çarlık
Rusyası döneminde Kuzey Kafkasya dillerine yönelik
yapılmış çalışmalardan da bahseder misiniz? Günümüz Rusya Federasyonu’nda Kuzey Kafkasya dillerine yönelik
radyo-tv, gazete, anadili dersleri hakkında da bilgi verir misiniz?
Yalçın Karadaş: “Çerkes Kimdir; Çerkesya
Neresidir” sorusuna yanıt vermeye çalışan herkes şiddetli tepkiler alır; bu
doğaldır. Çünkü antik zamanlardan bu yana tarihi gelişmeleri anlamaya yönelik
olarak yayınlanan eski haritalarda ve yayınlarda Çerkes ve Çerkesya hep
tartışmalı bir konudur. Çerkes; 1) Diasporada,
2) Kafkasya’da 1864 öncesi, 1917 devrimi ve sonrası ile 1991 sonrası ayrı ayrı
anlamlar kazanmıştır. Tarihsel dönemlere göre farklı tanımlar gerekir. Kavramın
ve coğrafyanın kapsamı zaman ve konuma göre farklılıklar göstermiştir. Ruslar’ın
Kafkasya işgali hız kazanana kadar, çoğu zaman tüm Kuzey Kafkasya coğrafyası
Çerkesya, halkları da Çerkes olarak
biliniyordu. Tekçi ulus devletlerin ortaya çıktığı zamanlarda bu halklar henüz
modern bir devlet yapısına sahip değillerdi ve doğu ile batı bölgeleri arasında
sosyolojik farklılıklar daima mevcuttu. Dolayısıyla 19. yüzyılın son yarısında
işgal, imha ve kolonize edildiğinde tek bir ulus ve tek bir devletten söz
edilemezdi.
Sovyet iktidarı da yeni
yapıları tabii ki kendi çıkarlarına ve kontrolünü daha rahat yapabileceği
durumlara göre oluşturdu. Aynı dilin farklı diyalektlerini bile ayrı halklar ve
sınırlar içinde oluşturup örneğin özellikle
Adığeleri 4 ayrı birimde topladılar. Kolonize edilen ve nüfustan
arındırılan, soykırım ve sürgüne tabi tutulan ana bölge Adığe, Abaza ve
Ubıhlar’ın yaşadıkları Kuzey Batı Kafkasya idi. Çünkü Kuzey Kafkasya halklarının Batıya, dünyaya açılan kapısı burası idi.
Dolayısıyla Kuzey Kafkasya’daki tüm yapılar 1991’de Sovyetler
dağıldığında geçen zaman içinde birbirlerine epey yabancılaşmış, hatta bazıları
toprak, sınır meseleleri nedeniyle çatışma içine dahi girmişlerdi.
Böyle bir ortamda Çerkes
kelimesi ve Çerkesya, anavatanda sadece Adığe ve Ubıhları, diasporada ise,
aradan geçen 160 yılda yaşanan dayanışma ve etnik karışımlar ile genellikle tüm
Kuzey Kafkas halklarını, bazen sadece Adığe, Abaza ve Ubıhları, bazen bu
halkların yanında onlarla artık sıkı akraba olmuş Oset, Karaçay, Çeçen ve kimi
Dağıstan kabilelerini kapsar hale geldi. Yani iki farklı Çerkes ve Çerkesya tanımı
oluştu: Kafkasya’da daha dar ve ulus devlet yapısına öykünen tanım ve
diasporada ise federatif bir yapıya, çok dilli, çok etnikli ve hatta çok dinli
bir yapıya karşılık gelen bir Çerkes ve Çerkesya anlayışı. Özetle; Çerkes ve
Çerkesya konusu kolay yanıtlanacak bir soru değildir. Karar vericiler bizzat
halklardır. Herkes kendisini ne olarak tanımlıyor ise odur. Ancak bu, Sovyet
dönemi mühendislik eseri olan şimdiki garip durumun doğru olduğunu asla
göstermez. Benim görüşüme göre ise, özellikle diasporada “kendisine özgür
iradesi ile Çerkes diyen herkes Çerkestir. Çerkesya ise kendisine Çerkes diyen
halklar ile, başka etnik kökenden olduğunu söyleyen farklı halkların yaşadığı
coğrafyadır. Kafkasya ise Çerkesya’dan daha geniş bir coğrafyayı ve daha geniş
bir etnik çeşitliliği ifade eder. Elbette
Kafkasya’da durum daha farklıdır ve orada en iyi ihtimal ile Adığe, Abaza ve
Ubıhlar Çerkes, yaşadıkları coğrafya, Kuzey Batı ve Orta Kafkasya ise
Çerkesya’dır. Bu durumda dahi “Çerkes
dili değil, Çerkes dilleri” demek, Çerkes bayrağı değil, Çerkesya bayrağı demek
daha doğru olacaktır.
Elbette bu tanım ırkçı tekçi
ulus devlet kabullerine terstir. Ancak geleceğin dünyası için daha gerçekçi bir
durumdur çoklu demokratik federatif Kafkasya ve Çerkesya yapısı.
Halen Kafkasya’da alanları
her geçen gün kısıtlansa da belli zamanlarda yayın yapan radio- tv ve kısıtlı
sayılarla dergi- gazeteler kendi farklı diyalekt ve diller ile yayın yapmaya
devam etmektedirler. Tabii ki aynı dilin farklı diyalektleri için aynı sesi farklı
harflerle sembolleştiren Kiril esaslı alfabeler kullanılarak. Alfabelerin artık
tek hale getirilmesi ve diaspora için de düşünerek Kiril alfabesi yanında Latin
alfabesi ile aynı diller için farklı alfabe yanlışından dönülmesi gerekmektedir.
Ali İhsan Aksamaz: Ahmet
Canbek’in, Kuzey Kafkasyalılar Kültür ve Yardım Derneği tarafından İstanbul’da,
1979’da yayınlanan “Kafkasya’nın Ticaret Tarihi” adlı kitabında da belirtildiği
üzere, kuzeyiyle, güneyiyle Kafkasya’nın bir bütün olarak, birçok anlamda birçok
büyük devlet için önemi ortada. Bu durum dün de böyleydi, bugün de böyle. Son
Ukrayna kriziyle daha da açık bir şekilde ortaya çıktı; Kafkasya’da, Karadeniz
ve Hazar havzalarında istikrar hem Rusya Federasyonu hem Türkiye ve hem de
Karadeniz’e ve Hazar’a kıyıdaş diğer ülkeler için oldukça önemli. Özetle; Çarlık Rusyasının Kafkasyayı
ele geçirdiği dönemde de, Birinci Dünya Savaşın sırasında da, Çarlık Rusyasının
yıkıldığı dönemde de Kafkasya çok önemli bir jeopolitik,
jeostratejik bölge. Türkiye de 1920’lerdeki Türkiye değil. Ancak bazı Çerkes
aydınları Kafkasya ve Çerkes meselesine böylesi bir bütünlük içinde bakıp
değerlendirmek yerine, Soğuk Savaş yıllarından kalma “algı” ve alışkanlıklarla
yaklaşıyorlar. 1864 öncesi ve sonrası kuzeyiyle, güneyiyle Kafkasyayı bir
bütünlük içinde değerlendirmek, bölge ve bölge dışı büyük devletlerin ekonomik,
güvenlik vb. çıkarları açısında değerlendirmek yerine Çarlık Rusyasının Kafkasya’da uyguladığı kanlı
askerî operasyonları ve Çerkes kabilelerinin kendi topraklarını korumak için
zamanında verdikleri kahramanca direnişi uzun yıllara yayılmış yalnızca bir Rus- Çerkes savaşı olarak değerlendiriyorlar. Türkiye’de bu
değerlendirmelere karşı çıkan Çerkes aydınları da var. Siz; 1864 öncesi Çerkes
kabilelerinin bu mücadelesinin hangi argümanlarla tartışılması gerektiğini
düşünüyorsunuz? Sovyetler Birliği dönemindeki Çerkeslerin dilsel kazanımlarını
ve bugün Rusya Federasyonundaki
durumlarını karşılaştırsanız, nasıl bir tablo ortaya çıkıyor? Bugün
Rusya Federasyonunun Çerkes politikası nedir? Bu konularda katkı sağlar
mısınız? Geçmişteki ve bugünkü somut durumu nasıl değerlendiriyorsunuz?
Yalçın Karadaş: Kafkasya coğrafyasını Rusya “daima bölerek” ele geçirmiştir ve
bölerek yönetmeye devam etmektedir. Çerkes meselesi Kafkasya, Türkiye ve dünya
meselesidir artık, bundan kaçış yok.
1864 ve öncesi devletleşememiş ve uluslaşamamış halklar hâlâ sömürü altında
olup uluslaşma ve devletleşmeleri sürekli engellenmektedir. Bunu engellemenin
en iyi yolu sizin tanımladığınız şekilde coğrafyaları yapay şekilde parçalara
ayırıp, halkların kendi içlerine kapanması, dünyayı kendilerinden ibaret sanan,
milliyetçi ideolojilerin öne çıkartılması yöntemidir. Tüm Kafkas halkları bu
yola sokulmuştur genellikle.
Ancak aklı başında, büyük düşünen, dünya ve Kafkasya gerçeklerinden
haberdar olan kimi aydın ve devlet adamları, çözümün halkların diyalog ve
dayanışması ile beraber hareket etmek olduğunu anlatmaya devam etmektedirler. Doğusu ve Batısı ile, Kuzey ve Güneyi ile o
coğrafyada yaşayan her halkın aydınları bir araya gelmek zorundadırlar.
Milliyetçi, dinci duyguları kışkırtan devletler işte bunu engellemek için son
derece kurnazca din ve milliyetçilik olgularını kullanmaktadırlar.
Sovyet dönemi kazanımlarını asla reddetmemekle beraber, “milliyetler
politikası” tamamen kontrol edilebilir argümanlar ile oluşturulmuş idi. Aynı
dili ve kültürü paylaşan örneğin Adığe halkları 4 ayrı kimlik ve birim altında
farklılaştırılmaya çalışıldı. Bu politikaların irdelenip doğruya evrilmesi için
yıllardır mücadele ediyoruz.
Ali İhsan Aksamaz: Ülkemizde, Osmanlı Türkiyesinde, 1908 Meşrutiyetinin ilânı mücadelesine, o zaman ülkemiz sınırları içinde yaşayan her milliyetten, her anadilinden, her dinden, her mezhepten, her sınıftan aydınımız destek verdi, fedakârlıklarda bulundular. 1908 Meşrutiyeti sonrası ülkemizde bir özgürlük havası esti; her milliyetten aydınımız hem ortak vatan duygusuyla hareket etti hem de aidiyet duydukları milliyetin anadili ve kültürünü yaşatmak için örgütlenmelere girişti. Ancak ardından gelen Balkan Savaşları ve Birinci Dünya Savaşıyla hem toprak hem de insan kaybına uğradık. Ardından Kurtuluş Savaşı sırasında yine her milliyetten, her anadilinden aydınımız yeni ortak bir mücadele verdi. Daha önce Murat Özden’e hatırlattıklarımı burada da hatırlatmak istiyorum: 1920’li yıllarda bugünkü gibi bir Türkiye yoktu. O yıllarda sınırlarımızın korunması, güvenlik, ülkede yaşayan insanlarımızın karnını doyurmak, yaşatmak ile bölgesel dengeleri gözetmek öncelikli konular arasındaydı. Asimilasyon konusunu değerlendirirken bunları da göz önünde bulundurmak lâzım. Ancak bu, ülkemizde çok farklı alanlarda asimilasyon yaşandığını görmemize engel olmamalı. Bunlar yaşanmış gerçekler. Soğuk Savaş yıllarının olumsuz şartlarını da akılda tutmak lâzım. Bütün bunlar Türkiye’deki Çerkes camiası dışında pek bilinen konular değil. Konuyu bilmeyen okuyucularımız için daha ayrıltılı bilgi verebilir misiniz? Sözünü ettiğiniz Çerkes okulları hangi yörelerde eğitim veriyordu? Bu okulların Kafkasya’daki ve sonrasında da Sovyetler Birliği’ndeki Çerkeslere ne gibi olumlu etkileri oldu?
2. Meşrutiyet’in ilânı:
“Yaşasın Vatan! Yaşasın Millet! Yaşasın Hürriyet!”
Yalçın Karadaş: İkinci meşrutiyetin
açtığı olumlu yolda, 1908 yılında “Çerkes İttihat ve Teavün Cemiyeti” kuruldu.
1911 yılında Çerkesçe “Ğuaze” (“Rehber”) gazetesi yayın hayatına başladı.18
Mayıs 1919’da Çerkes çocuklarına eğitim vermek amacıyla "Çerkes Kadınları Teavün Cemiyeti" kuruldu. Ağustos 1919’da Beşiktaş Akaretler ve Düzce’de Çerkesler kız erkek bir arada; Latin harfleri
ile de eğitim yapan "Çerkes
Numune Mektebi”ni açtılar. Adığe ve
Abaza dillerinde alfabelerle eğitim verdiler. Osmanlıca ve Fransızca
öğrettiler.Tarih, coğrafya, müzik, jimnastik, dans dersleri verdiler. Ancak 1923 yılında, Lozan Antlaşması
sonrasında 150’likler içine 86 Çerkes konurken bu okullar da kapatıldı. Okul
müdiresi Sezai Pekhu hanım tutuklandı. Okulun tüm eşyalarına el konuldu. Nazmi
Paşa ve Ruhi Paşa tutuklandı. Ellerindeki kitaplar alınıp yakıldı.
Bu okulun aydınları
Kafkasya’ya da bilgi ve bilinç götürdüler. Çerkes bölgelerinde okullar açtılar.
Dil eğitimi verdiler. Ne yazık ki bu okullar da kapatıldı ve öğretmenler
tutuklandı. Zaten 16 Mart 1921’de Yeni Sovyetler ile Kemalist önderliğin yaptığı
“Moskova Dostluk ve İşbirliği Antlaşması” ile, Çerkes tasfiyesi konusunda ortak
hareket ettiler. Böylece her iki ülkede sorun yaratamayacak şekilde Çerkes
meselesi halledildi.
Ali İhsan Aksamaz: Aslına bakarsanız, bilinenin tam aksine Kafkasya’daki ve
Türkiye’deki bütün etnik gurupların kaderini öyle veya böyle Bolşevik Lenin
önderliğindeki “Ekim 1917 Devrimi” belirledi.
Eğer bu konuya yalnızca Çerkesler açısından bakarsak, o yıllardaki somut
durumu anlamamız imkânsızlaşır. Bolşevik
Lenin, “Ekim Devrimi”yle iktidara geldi.
Kerenski, Rusyadan kaçtı. Rusyada iç savaş çıktı. Bu fırsatla, Kuzey Kafkasyada
Kuzey Kafkasya Dağlı Halkları Cumhuriyeti ve Güney Kafkasyada da Güney Kafkasya
Demokratik Federal Cumhuriyeti/ Güney Kaflasya Seymi kuruldu. Günümüz Rusya
Federasyonunun cumhuriyetlerinden Karaçay-Çerkesya, Kabardey-Balkarya,
Çeçenistan, İnguşya, Kuzey Osetya ve Dağıstan Kuzey Kafkasya Dağlı Halkları
Cumhuriyeti içindeydi. Günümüzün Gürcistanı,
Ermenistan ve Azerbaycan da Güney Kafkasya Demokratik Cumhuriyetinin/ Güney
Kafkasya Seyminin içindeydi. Önce Güney Kafkasya Demokratik Federal
Cumhuriyeti/ Güney Kafkasya Seymi dağıldı. Sonuçta da üç devlet ortaya çıktı:
Gürcistan Demokratik Cumhuriyeti, Ermenistan Demokratik
Cumhuriyeti ve Azerbaycan
Demokratik Cumhuriyeti. Daha sonra yerli Bolşeviklerin
yardımıyla da Moskovaya bağlı Kızıl Ordu, süreç içinde Kuzey Kafkasyayı da,
Güney Kafkasyayı da ele geçirmiş oldu. O yılların jeopolitik dengeleri Kuzey ve Güney
Kafkasya’daki söz konusu siyasî yapıları önce ortaya çıkardı sonra da ortadan
kaldırdı. Kuzey Kafkasyada Kuzey Kafkasya Dağlı Halkları Cumhuriyeti,
Türkiye’de hemen hiç bilinmez. Türkiye’deki Kuzey Kafkasya kökenli aydınların
hiç kafa yormadıkları ve dikkate almadıkları bir konu. Benim bilebildiğim
kadarıyla, bu konuyu gündeme getiren ve konuya ilişkin kitaplar yayınlayan,
konferanslar veren tek kişi Sefer E. Berzeg.
Sovyetler Birliği, 1921’deki siyasî sınırlarını almadan önceki bu
gelişmeleri, Kuzey Kafkasya Dağlı Halkları Cumhuriyetini o günün ve bugünün gözüyle
nasıl değerlendiriyorsunuz?
Yalçın Karadaş: Söylediklerinize bir
ekleme yaparak konuya döneyim. Sovyetler Birliği döneminde Abhazya da en baştan
birlik cumhuriyeti olarak kurulmuş iken, ne yazık ki Stalin tarafından bir oldu
bitti ile Gürcistan’a bağlandı. 1992’deki savaşa götüren yolu bu eylem açtı. Bu da çoğu insanın bilmediği bir
konudur.
1918 Cumhuriyeti ise, tüm
Kuzey Kafkasya halkları için özgürlük ve kimliklerini muhafaza ederek, bir
arada yaşamalarını temin edecek örnek bir yapı idi. Ne yazık ki ömrü uzun
olmadı ve bugün dahi bu Cumhuriyetin bizim hukukî temelimiz olduğu gerçeği göz
ardı ettirilmeye çalışılıyor. İki kesim bunu saptırıyor ve göz ardı ediyor
sürekli: Eskiden beri kendisini solcu ve
ilerici sanan, bu cumhuriyeti gerici, Türkçü ilân eden, tutucu yapılar ile son
yıllarda halklar arasında sorun yaratmaya yönelik bir proje olarak topluma
sokuşturulan tekçi milliyetçi, kabileci yapılar. Bu iki yapı ne yazık ki
gerçekleri irdelemeye dahi gerek duymadan, son derece önemli bir geçmişi
karalamayı sürdürüyorlar.
Kafkas halklarının geleceği
ise bu tekçi- ırkçı ulus devletler peşinde koşmaktan değil, 1918 Cumhuriyeti
tarzı, “çeşitlilikte birlik” arayan “demokratik çoğulcu” yapılardan geçer. Bu
değerli mirasa sahip çıkmalıdır tüm Kafkas halkları.
Ali İhsan Aksamaz: Ethem Bey’in Kurtuluş Savaşı’ndaki çok önemli katkılarını herkes biliyor. Bunu vicdan sahibi hiç bir kimse inkâr edemez. Ethem Bey, Anadoluyu işgal eden düşmana karşı partizan operasyonları düzenledi. Kendisi Kuvayı Seyyare kumandanı. Anadolu’da Ankara Hükümeti’ne karşı baş gösteren Anzavur Ayaklanmasını, Çopur Musa Ayaklanmasını, Gerede İsyanını, Yozgat İsyanını bastıran da Ethem Bey kumandasındaki partizanlardı. Eğer Ethem Bey’in o zamanki katkıları olmasaydı, Ankara Hükümeti son tahlildeki başarısını bu şekilde elde edemeyecekti. Ancak Ethem Bey, partizan faaliyetlerini Çerkes olduğu ve Çerkes kimliği mücadelesi verdiği için değil, Ankara Hükümetine bağlılığı çerçevesinde yürüttü. Ethem Bey’in o günkü dünya ve bölge dengelerini bildiğini ve o dengelere göre hareket ettiğini bugün hiç kimse söyleyemez. Dolayısıyla da Anadolu’da elde kalan topraklarda yeni bir devlet oluşturma düşüncesini gerçekleştirmeye çalışan Ankara’daki Devlet Aklı, dünya ve bölgesel dengeleri çok iyi bildiği, değerlendirdiği ve gereğini yaptığı için başarılı oldu. Somut durum bu. Ethem Bey konusu dönemine göre etnik değil, siyasî bir konu, bir iktidar mücadelesi konusu. Günümüzde bazı Çerkes aydınlarının, Ethem Bey’in Ankara Hükümetini desteklemesini hoş karşılamadıklarını da biliyoruz. Siz, bildiğim kadarıyla Ethem Bey’in itibarının iadesini ve naaşının Ürdün’den Türkiye’ye getirilmesini istiyorsunuz. “150’likler Listesi”nde yer alan sürgünlerden bazıları sonraki yıllarda Türkiye’ye döndü. Ancak Ethem Bey, bu yolu izlemedi. Siz, bu tavrını nasıl değerlendiriyorsunuz? Ethem Bey’in itibarının iadesi ve naaşının Ürdün’den Türkiye’ye getirilmesi sizce yakın bir gelecekte gerçekleşebilir mi?
“Ben meseleyi yalnızca Çerkes
Ethem meselesi olarak asla görmüyorum”
Yalçın Karadaş: Muhtemelen gerçekleşecek
ancak zamanı belirleyecek olan, Çerkes ve diğer Türkiye demokrat kamuoyunun
birlikte sistematik hareketi ile mümkün olabilecek; şahsî plânlar ile değil. Ben
meseleyi yalnızca Çerkes Ethem meselesi olarak asla görmüyorum.
Yeni
kurdurulacak tekçi-Türkçü devlet için sorun yaratma kapasitesi
olan “Çerkes kimliğinin tasfiyesi” olarak, “Çerkes Meselesi” olarak görüyorum.
Tasfiye edilen,
hainleştirilen Ethem Bey üzerinden çok
tartışılıp yazılıyor ancak, yapılan “sistematik bir Çerkes tasfiyesi” olup Ethem
olayı bunun ilk gözle görülen başlangıç adımıdır. Daha sonra yukarıda sözünü
ettiğim, yeni Sovyet devletiyle yapılan antlaşma ile, tabiri caizse
Çerkesler’in ipi çekilmiş oldu. Ethem Bey’in siyasî bir altyapısı olmadığına da
inanmıyorum. İslamî Komünizm ideolojisini yaymaya çalışan gazeteler çıkartan (“Seyyare-i
Yeni Dünya”), o zamanın komünist aydınları ile istişare içinde olan (Hakkı
Behiç Bayiç gibi), silâhlı gücü de olan bir grubun, halk desteği de arkasında
iken Yozgat dönüşü Meclisi ele geçirmelerini kimse engelleyemezdi. Devlete el koymak gibi bir niyeti olsa idi, kimse Onu engelleyemezdi. Ancak bu büyük
kargaşaya neden olabilirdi. Bunu düşünerek hareket ettiler. Ancak o dönem
sosyalist ideolojinin kadro olarak sürekli yok edildiğini de unutmayalım.
Tarihi kazananın yazdığını biliyoruz.
Ali İhsan Aksamaz: Türkiyedeki Çerkes
aydınları tarafından hemen hiç gündeme getirilmeyen ve o zamanın somut
şartlarına göre değerlendirilmesi de hemen hiç yapılmayan bir konu daha var: “Şark-i
Karib Çerkesleri Temin-i Hukuk Cemiyeti”. “Şark-i Karib Çerkesleri Temin-i
Hukuk Cemiyeti”ne ilişkin de katkı yapar mısınız? Bu cemiyeti bugünden bakarak
o günkü şartlara göre nasıl değerlendiriyorsunuz?
Yalçın Karadaş: Yok sayılan bir
örgütleme olan cemiyet, “Çerkes Kongresi”
olarak da bilinir. Hem Çerkesin üst kimlik olarak tanımını, hem de Kemalist
tekçi Türkçü yapının ülkeye neler getireceğini son derece açık dille anlatmış
ve doğru tespitler yapmışlardır. Nitekim o yıllarda tespit ettikleri tüm olumsuzluklar oraya çıkmış ve ülkenin temellerinin zayıflığına ve hâlâ sürmekte olan tekçi
eşitsizliğe neden olmuştur.
Ancak yanlış ve eksik
kağıtlarla bu kumarı kazanamayacakları belli idi. Ben tespitlerini değerli
buluyorum ve mutlaka tarafsız akademik çalışmalara konu olması gerektiğini
düşünüyorum. Bu tip çalışmalar ülkede mevcut tekçi atmosferi de tarihin
karanlıkta kalmış yanlarını da aydınlatacaktır.
Ali İhsan Aksamaz: 2. Dünya Savaşı ve
Soğuk Savaş yıllarında Türkiyedeki kentli Çerkes aydınlarının faaliyetlerini,
yayınlarını nasıl değerlendiriyorsunuz? Kuşkusuz o yıllarda yaşamadık ancak o
yıllarda yayınlanmış dergilere çok sonradan ulaştık; yazılanlara, çizilenlere
ilişkin bilgi edindik. Kentli Çerkes aydınlarının o yıllarda yazdıklarını nasıl
değerlendiriyorsunuz? Kentli Çerkes aydınlarının o yıllarda yazdıkları ve
1950’den sonra çeşitli adlarla kurulan derneklerde yer almaları bugünün Çerkes
aydınlarına nasıl bir entelektüel mirasi bıraktı? Bu mirasın olumlu ve olumsuz
taraflarını nasıl değerlendiriyorsunuz?
“Çerkes tarihi ne yazık ki
bir kullanılma tarihidir”
Yalçın Karadaş: Soğuk savaş yıllarında disporadaki
Çerkesler anti- Sovyet, anti- komünist propagandalar ile, Kafkasya’dakiler ise
anti Amerikancı propagandalarla kullanıldılar.
Zaten yıllar once
söylediğim gibi, 1800’lerden sonraki Çerkes tarihi ne yazık ki bir kullanılma
tarihidir. Özellikle diasporada, tek parti döneminde zaten Türkçü propagandalar
çok etkin idi ve 1950’lerden sonra kendi kimlikleri ile örgütlenme
çalışmalarına başlayabildiler. Ancak o günlerde de bugünlerde de devletlerin
eli hep bu yapıların içinde oldu. Hâlâ bunu tam anlamıyla kırmayı başaramadık.
Ali İhsan Aksamaz: 1991’de Sovyetler Birliğinin
dağılış döneminde Kafkasya’da yaşanan trajik olaylara ilişkin Türkiyedeki
Çerkes aydınlarının o yıllarda yayınladıkları dergilerdeki makalelerini ve
çeşitli yayın organlarına verdikleri röportajları bugün yeniden okuduğunuzda nasıl değerlendiriyorsunuz? Türkiyedeki Çerkes aydınlarının, Kafkasya’da
yaşanan trajik olayları doğru olarak anladıklarını ve ona göre de saf
tuttuklarını düşünüyor musunuz? Ya da
saf tutmalarının illâ gerekli olduğunu düşünüyor musunuz? Yine aynı dönemde, o zamana kadar büyük ölçüde
tek çatı aldındaki “Çerkes” aydınlarının, daha sonraki dönemde ayrışmalarını
nasıl değerlendiriyorsunuz? Sonraki dönemde Abaza- Abhaz aydınlarının farklı
bir çatı altında örgütlenmelerini nasıl değerlendiriyorsunuz? Türkiyedeki
Çerkes, Abhaz ve Gürcü aydınlarının 1990’lı yıllarda Abhazya ve Çeçenyadaki
kanlı gelişmeler konusunda doğru değerlendirmelerde bulunduklarını düşünüyor
musunuz?
Yalçın Karadaş: Diasorada 1991 Sovyetlerin
çözülüşü ile birlikte tüm halklar kendi özgürlüklerini elde edebilecekleri yanılgısı
içine düştüler. Ancak örgütlenmeleri kültür bazlı ve devlet kontrolü altında olduğu
için ve siyasî alt yapılarının yetersizliği; yapılar arasındaki kopukluklar ve
devletlerin hep kullandıkları kişi ve kurumların varlığı nedeniyle etkili bir
tepki verebildiklerini söylemek güç.
Gerek Abhazya, gerek Osetya
ve Çeçenya savaşları sırasında yine de ortak kararlar almayı ve komiteler
oluşturmayı başardılar. Çeçen meselesinin dinsel motifler almasıyla birlikte
buraya yeterince yardım edemediler ise de Abhaz ve Oset meselelerinde
ellerinden geleni yaptılar.
Bu birlikte hareket
edebilme gücü devletleri korkutunca ayrışmalara hız verildi.
Kişisel sorunları ve
hırsları olan kimi insanlar da kullanılarak, hızla ayrışmaya başladılar. Bu
süreç hâlâ devam etmektedir.
Türkiyedeki Gürcü asıllı
yapıların tavrı ise son derece zayıf ve şovence oldu. Kendilerini sol olarak
niteleyen yapılar dahi, savaşın işaretleri ortaya çıktığında yaptığımız diyalog
ve ortak bildiri çağrılarını reddettiler.
Ali İhsan Aksamaz: 1989’da kurulan ve
başkanlığını 1990’da Musa Şenibe’nin üstlendiği Kafkas Halkları Federasyonunu
ilişkin değerlendirmelerinizi de duymak isterim. Musa Şenibe, başkenti Sohum
olan bir Kafkas Halkları Federasyonunu kurulması düşüncesindeydi. Daha sonraki
süreçte Musa Şenibe, Kuzey Kafkasyalılardan oluşan ve “Yeşil Bereliler” adlı 3000
kişilik bir partizan gurubunun
oluşturulmasına da önderlik etti. Bu yapıyı o zaman Çeçenya eski Devlet
Başkanı Cahar Dudayev dışında resmen destekleyen yönetici yoktu. Şimdi bu
yapıyı Kafkasya’da destekleyen var mı? Kafkas Halkları Federasyonu , 1992’de Grozni’de
yaptığı temsilciler toplantısında Gürcistan’a karşı savaş ilân etti. “Yeşil
Bereliler”, Abhazya’nın Gürcistan’dan ayrılmasında aktif rol oynadı; Abhazya,
Gürcistandan 1993’te facto olarak ayrıldı. Etnik temizlik ve insan trajedileri
yaşandı: 1989’da Abhazyada yaşayan Gürcüler, Megreller, Svanlar ve Lazlar ülke nüfusunun yüzde 45.7’sini oluşturuyordu, ki bunların çoğunluğu Megreldi.
2011 yılı itibarıyla Abhazyada yaşayan Gürcü, Megrel, Svan ve Lazların
nüfusunun genel nüfusa oranı yüzde 19.2. Gürcüler, Megreller, Svanlar ve Lazlar
ister Abhazyada yerli olsunlar isterse de sonradan yerleşmiş olsunlar,
Abhazyanın emekdaşlarıydı. Aslında fitili ateşleyen Zviad Gamsakhurdia’nın 1921
Anayasasına dönme kararı oldu. Bu kararı, Zviad Gamsakhurdia’yı iktidardan bir
darbeyle uzaklaştırılmakla kalmadı,
Abhazyada yaşayan Gürcüler, Megreller, Svanlar ve Lazlar ile Abhazlar
arasında düşmanlık tohumları da ekmiş oldu. 1992- 1993’teki Abhazya- Gürcistan Savaşının
kahramanlarından kabul edilen İbrahim Yağan’ın daha sonraki açıklamalarını da
dikkate alarak Musa Şenibe ve gerçekleşemeyen Kafkas Halkları Federasyonunu
idealini nasıl değerlendiriyorsunuz?
Yalçın Karadaş: Kafkas Halkları
Konfederasyonu tüm Kuzey Kafkas halklarının 1918’de kurdukları ve pek çok
devlet tarafından da kabul edilmiş Cumhuriyetin mirasçısı olarak doğru hareket
etmiştir. Bu cumhuriyet, o coğrafyadaki her tür sorunun tek çözüm aracıdır.
Ancak ne yazık ki, özellikle kendisini sol kabul eden kimi kişi ve yapıların ve
dinî hassasiyetleri öne çıkartanların çekişmesi içinde hak ettiği değeri
alamamıştır.
Ancak yakın tarihte bunun
gerçek olması kuvvetle muhtemeldir. Zira bu coğrafyada hiç bir halk diğer
halklarla birlikte hareket etmeden özgür yaşayamaz. Tekçi ulus devletler bu
yaraya asla merhem olmaz. Ancak Gürcistan örneğinde olduğu gibi, asimilasyoncu
ve tekçi ulus devlet heveslileri hala mevcuttur. Abhazya’daki etnik çeşitlilik
ve huzuru, barışı bozan da Gürcistan’ın bu küçük emperyal zihniyeti olmuştır. Yazık
ki sonuçta olan başta Megrel halkı
olmak üzere tüm halklara oldu. Ancak “etnik temizlik” tespitinizi açacak olursak
bunun müsebbibinin Gürcü yönetimi olduğunu tespit etmek gerekir. Tarihsel Abhaz
toprağının 1864 ve 1878’de Abhaz nüfustan arındırılıp, Gürcü ve Megreller ile
kolonize edilmesi sonrası, Stalin’in bir oyunu ile Abhazya Sovyet
Cumhuriyeti’nin birlik cumhuriyetinden Gürcistan’a bağlı özerk cumhuriyet
haline düşürülmesi, Megrellere uygulanan Kartvelleştirme siyasetinin Abhazlar üzerinde
yoğun şekilde uygulamaya konulması bu trajedinin gerçek sebebidir.
Ali İhsan Aksamaz: Soğuk Savaşın
bitmesiyle Türk Devleti önemli
adımlar da attı.
DSP-MHP-ANAP
Hükümetinin hazırladığı “Çeşitli Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına İlişkin
Kanun”un (Kanun no: 4771; Kabul tarihi: 03.08.2002- Resmi Gazete: 09.08.2002-
24841) yürürlüğe girmesinin ardından, “Türk
Vatandaşlarının Günlük
Yaşamlarında Geleneksel Olarak Kullandıkları Farklı Dil ve Lehçelerin
Öğrenilmesi Hakkındaki Yönetmelik” (Resmi Gazete: 20.09.2002- 24882) ve “Türk Vatandaşlarının Günlük Yaşamlarında Geleneksel Olarak
Kullandıkları Farklı Dil ve Lehçelerde Yapılacak Radyo ve Televizyon Yayınları
Hakkındaki Yönetmelik”
(25.01.2004 -25357) de yürürlüğe girdi. Ardından bazı anadilleri devlet
okullarında, yeterli veya yetersiz, tartışılır, resmen seçmeli ders oldu. Çerkes aydınlarının ve kuruluşlarının, devlet
okullarında Çerkesçe seçmeli anadili dersi konusunu sahiplediğini düşünüyor musunuz?
Büyük şehirlerde Çerkesçe seçmeli anadili dersi sınıflarının açılabilmesi için
gerekli çalışmaları yürüttüklerine inanıyor musunuz? Bazı Çerkes aydınlarının, Devlet okullarındaki
bu Çerkesçe seçmeli anadili derslerini küçümsediği görülüyor. Siz bütün bunları
nasıl değerlendiriyorsunuz? Önerileriniz nedir?
Yalçın Karadaş, 7 Haziran 2015 Seçimlerinde İstanbul 1. Bölgeden
Bağımsız Millevekili Adayı oldu
Yalçın Karadaş: Bu gelişmeyi çok geç
ancak değerli ve yetersiz buluyorum. Özellikle Çerkes ve bir açıdan Laz
nüfuslarının vb. halkların yoğun
oldukları bölgeler pek az olduğu için sınıfların onar kişi ile açılması, seçmeli
ders olarak bu dilleri alacak- alan çocukların ve ailelerinin baskı altına
alınması; ders dokümanlarının hazırlanmasında yetişmiş eleman vb. eksikleri vb.
nedenler ile yeterince yararlanılamamış
bir gelişmedir.
Ancak radio-tv konusunda
yine sadece Kürtlere pozitif ayrımcılık yapılmış, diğer halkların dillerine ise
böyle bir şans verilmemiştir.
Çerkes kurumlarının
yeterince baskın olabilmesi, halkın desteği ve devletin sinsi ellerini çekmesi
ile bağlantılıdır. Halkın arkasında durmadığı bir hareket başarı kazanamaz. Devletin kontrolü altında, devlete rağmen
yapılan çalışmalar başarı kazanamaz. Zaten gelişmeler bu hareketin tamamen oy
kaygısı ile başlatıldığını bize göstermiştir. Ne olursa olsun, bu fırsatın
değerlendirilmesi için aydın ve kurumlara ciddi görevler düşmektedir. Peşini
bırakmamalı, devleti ve hükümeti zorlamalıyız hep birlikte, halkların
dayanışması ile.
Ali İhsan Aksamaz: Çerkes dil(ler)inin
Türkiye ve diğer ülkeler ile Rusya Federasyonundaki bugünkü somut durumunu
nasıl değerlendiriyorsunuz? Çerkes dil(ler)inin bu ülkelerdeki geleceği
konusunda ne düşünüyorsunuz?
Yalçın Karadaş: Çerkes dilleri
kesinlikle Kafkasya’da yaşamaya devam edecektir. Ancak diasporada devletler bu
tekçi tavırlarını sürdürüp, aydınlarımız, halkımız, kurumlarımız, netameli
konuları es geçerek, kültür derneği dışındaki örgütlenmeleri alternatif olarak,
zorunluluk olarak görmezler ise, diasporada
50 yıl içinde konuşulmaz olup, Çerkes dillerinin ana nüvesini teşkil eden
Ubıhça’nın trajik sonuna benzer bir sonla karşılaşma olasılığımız yüksektir. Acil
olarak dillerimiz ile ilgili devlet destekli enstitüler açılmalı, dil
öğreniminin önündeki engeller yok edilmeli ve talep eden tüm farklı kimlikler
için radio-tv yayınları devlet desteği ile hayata geçmelidir.
Ali İhsan Aksamaz: Soğuk Savaş
yıllarında anadilinizi geliştirmenizde Sovyetler Birliğinde
Çerkesçe olarak yayınlanan çeşitli kitap ve dergilerin katkısı oldu mu? O
yıllarda bu Çerkesçe kitap ve dergiler nasıl elde ediliyordu? Tanıklıklarınız
ya da aktarılan tanıklıklar var mı?
Yalçın Karadaş: Anavatana seyahatler
yapma cesaret ve şansı elde edenler ile turistik seyahatler sırasında yanında
kitap, dergi vb. doküman getiren insanlarımız sayesinde elde ediliyordu. Suriye Çerkes diaspoasında, devletin Sovyetler
ile daha yakın ilişkileri olduğundan, daha kolay kitap, dergi, müzik kaseti vb.
elde edilebiliyordu. Bu kanalla da yayınlar geldiği olmuştur.
Ali İhsan Aksamaz: Soğuk Savaş yıllarında Kuzey Kafkasya’daki akraba veya tanıdıklarınızla PTT kanalıyla veya başka kanallarla mektuplaşıyor muydunuz, bağlantılarınız var mıydı? Mektuplar gönderildikten ne kadar süre sonra alıcısına ulaşıyordu? Anılarınız var mı? Başkalarından duyduğunuz ilginç anılar var mı?
Yalçın Karadaş: Ben mektuplaşıyordum; örneğin akrabalarım ve arkadaşlarım ile. Buradan giden mektuplar sıkı denetleniyor, yetmiyor, bu mektuplar önce Moskova’da sonra gideceği cumhuriyette de ayrıca kontrol ediliyordu. Bir mektubun gidip gitmeyeceğinden asla emin olamıyorduk. Birkaç ay sonra cevap gelirse, mektubumuzun yerine ulaştığını anlıyorduk. Tabii ki gelen tüm mektuplarımız açılmış ve okunmuş oluyordu bize ulaşmadan.
Ali İhsan Aksamaz: Ekonomik kriz ve koronavirus ile boğuştuğumuz şu günlerde nasıl bir Türkiye, nasıl bir Kafkasya,
nasıl bir dünya tahayyül ediyorsunuz?
Yalçın Karadaş: Tüm dünya ve ülkemizin
bu hastalık belâsından bir an evvel kurtulması ilk ve en önemli dileğim. Sevdiğimiz,
tanıdığımız değerli insanlar başta olmak üzere tüm iyi insanların hayatlarının
sağlıkla devamını istiyorum. Türkiye’nin de Rusya Federasyonu’nun da çoğulcu
demokratik yapılara dönüşmesini, tekçi ulus devletlerin de çoğulcu federatif
yapılara dönüşmesini hayal ediyorum.
Türkleştirme ve İslamlaştırma politikalarının artık sona ermesini istiyorum. Ekonomik
ve sosyal eşitsizliğin tüm dünyada artık geride kalmasını arzu ediyorum.
Siyasetin “kâr amacı güden
kuruluş” olmaktan çıkmasını, parası olanın değil aklı yeterli olanın, toplumsal
kaygılarla hareket eden insanların siyasette yer almalarını hayal ediyorum.
Çalan, çırpan, yolsuzluk
yapanların tüm mal varlıklarına el konulmasını, teşhir edilerek insan içine
çıkamaz hale gelmelerini ve en düşük işçi emekli maaşı ile geçinmek zorunda
kalacakları günleri görmeyi diliyorum. Bütün özgürlüğü hak eden halklara
özgürlük diliyorum.
İnsanların kadın- erkek
çatışmasına gidecek yanlış yoldan kurtulup, eşitlikçi adil bir yapıya evrilmesini
istiyorum.
Ali İhsan Aksamaz: Değerlendirmelerinizi
benimle paylaştığınız için teşekkür ederim. Dilerseniz, söyleşimizi artık sonlandıralım. Okuyucularımıza iletmek
istediğiniz mesajlar veya söylemek istedikleriniz, değineceğiniz başka konular
varsa, lütfen onları da aktarın. Size ve ailenize sağlıklı ve mutlu günler
dilerim.
Yalçın
Karadaş: Gerçekler, saptırılarak, yok
sayılarak yok olmaz. Her belge gerçeği söylemez. Teşekkürler Ali İhsan Aksamaz kardeşim.
Jıneps Gazetesinin Yalçın
Karadaş ile seçim öncesi röportajı
+
(Önerilen okumalar: Ali İhsan Aksamaz, “İsrail Çerkesleri Ve Kültürel Otonomi”,
16 II 2020, sonhaber.ch/ circarsiancenter.com; Ali İhsan Aksamaz, “Sovyetler
Birliği’nin Milliyetler Politikası”, 31 V 2020, sonhaber.ch,
circassiancenter.com, (Tarih ve Toplum Dergisi, sayı 189, İstanbul, 1999; Yeni
Türkiye Dergisi, sayı 74/ Kafkaslar Özel Sayısı –IV, Yeni Türkiye Stratejik
Araştırmalar Merkezi Yayını, Ankara, 2016. (“Doğu Karadeniz’de Resmi
İdeolojiler Kuşatması”, 2. Baskı, Belge Yayınları, İstanbul, 2012); Murat Özden: “Asimilasyonu Mısır’daki Sağır Sultan da
biliyor!”, 18 XII 2021, sonhaber.ch/ circassiancenter.com/tr; Yalçın Karadaş: “Ezberleri Bozmamız
Gerekiyor!”, 19 XII 2018, circassiancenter.com/tr)
https://sonhaber.ch/yalcin-karadas-gercekler-saptirilarak-yok-sayilarak-yok-olmaz/
http://www.circassiancenter.com/tr/yalcin-karadas-gercekler-saptirilarak-yok-sayilarak-yok-olmaz/