Demokratik
Gürcüler Platformu’ndan Nevzat Kaya’nın Röportajı
Nevzat Kaya: Ali İhsan Bey;
merhaba. Bizimle bu röportaja zaman ayırdığınız için teşekkür ederiz. Ayrıca bu
röportajın halklar arasında kardeşlik duygularının gelişmesine katkı yapması dileklerimizle.
Kendinizi nasıl tanımlarsınız?
Ali İhsan Aksamaz: Merhaba; Nevzat
Bey. Kendilerine “aydın”, “entelektüel” denilen kimi insanların bile
okumadıkları, araştırmadıkları; etraflarında olup bitenler hakkında kafa
yormadıkları; olay, olgu, süreç ve belgelere karşı duyarsız kaldıkları ve
kendilerini emperyalist kapitalizmin kollarına bir şekilde teslim ettikleri bir
dönemi yaşıyoruz. İşte böyle bir dönemde siz, benimle konuşmak istediğiniz,
çeşitli konulardaki fikirlerimi öğrenmek istediğiniz ve bunları da ilgilenen
okuyucularınızla paylaşmak istediğiniz için ben de size teşekkür ederim.
Ben
de, bu röportajın Türkiye’deki, Gürcistan’daki ve Kafkasya’daki aydınlar
arasında kardeşlik duygularının gelişmesine katkı sunmasını dilerim. Zira
halklar hep kardeş. Bize ilişkin;
çoğunlukla da Lazlar, Gürcüler, Abhazlar, Megreller, Çerkesler, Svanlar ve
Çeçenler hakkında, onların ilişkileri hakkında duygu, düşünce ve öngörülerimi
sizle paylaşacağım. Türkiye, Gürcistan ve Kafkasya’da doğrudan bizleri ilgilendiren
konuların yalnızca fotoğrafını çekmekle kalmayacak, geleceğe yönelik
değerlendirmelerde de bulunacağım; dikkat çekmeye çalışacağım. Düne ilişkin
bilgiler vereceğim, bugünü değerlendireceğim; yarının nasıl olabileceğine
ilişkin değerlendirmelerimi aktaracağım. Tabi bütün bunları, insani bir
duyarlılıkla, bilgimin ve yüreğimin yettiği kadar yapacağım. Ölçüm dürüstlük ve
objektif olmaktır. Mazlumdan yanayım. Amacımız; var olan çelişkileri
derinleştirmek, yeni çelişki ve çatışma alanları oluşturmak isteyenlerin
değirmenine su taşımak değildir. Sorun kişilerde değil, onların yanlış
fikirlerinde olduğu bilinciyle; mümkün olduğunca kişiler üzerinden değil
onların yanlış fikirleri ve tutum ve davranışları üzerinden değerlendirmelerde
bulunacağım.
Türkiye’den
olsun, Gürcistan’dan olsun, Kafkasya’dan olsun ““Soğuk Savaş”” endeksli burjuva
resmî ideolojisi ve tarih tezlerini savunmam, o tezleri savunanları haklı
göstermem söz konusu olamaz. Bütün bunları başta hatırlatmak isterim.
İnsan
olarak, bilginin güç olduğuna inananlardanım. Bu anlamda nicel güce değil,
nitel güce önem veririm. Çok bilgili olduğumu, her şeyi bildiğimi söyleyemem.
Çünkü insan her geçen gün yeni bir şeyler öğrenir. Ben de her gün yeni bir şeyler
öğreniyor ve kendimi geliştirmeye çalışıyorum. Okumanın önemini bilirim;
okurum. Türkçenin yanı sıra; bana yetecek derecede İngilizce ve İtalyanca
bilirim. Dünya basınını internet ve uydu üzerinden izlemeye çalışırım. Gürcistan
televizyonlarını da izlediğimi söylemeliyim. Televizyon yayınlarını izleyebilecek
kadar az Gürcüce ve ondan çok daha az da Lazca bilirim. Lazca olarak yazdığım
çeşitli konulardaki makaleleri ve mektupları bir araya toplasam ancak dört yüz
sayfayı bulur. Bilgiye, bilene ve bilgisini toplum yararına kullanmaya çalışana
saygı ve sevgi duyarım. Gürcü ana-babadan olup da kendisini Gürcolog, Laz
ana-babadan olup da kendisini Lazolog zannedenlerden, öyle gösterenlerden
değilim. Koyunun olmadığı yerde keçiye Abduraman Çelebi denir, misalinde olduğu
gibi; kendilerine çeşitli payeler verilip de pohpohlanıp sonra da tava
getirildikten sonra da çeşitli maksatlarla kullanılmaya çalışılan ahmaklardan
değilim. Söylenene, okuduğuma hemen inanmam; araştırırım. Somut durumun somut
tahlilinin önemli olduğuna inanırım. Bir alanda mücadele ediliyorsa, somut
gerçeklikten hareket etmenin ve net bir duruşa sahip olmanın ve strateji ve
taktikler geliştirmenin önemi açıktır. Okumayan ve araştırmayan dolayısıyla da
entelektüel ufku dar kimi küçükburjuva anlayış ve duruşların cenneti olan bir
ülkede yaşadığımız için, samimi eleştirilerimin hep düşmanca karşılandığının
bilincindeyim.
Kimi
küçükburjuvaların; eşek ve kimi eşek davranışlarından bile öğrenecekleri çok
şey var. Eşek bile çoğu zaman eşekçe davranmaz; önüne konan her otu yemez. Hem
unutmamak lazım; eşekliğe hazır olana semer vurmak isteyen de çok olur. Önemli
olan insan olmak ve insanlaşmak; bilgilenmektir. Geriye kalan miras, somut
gerçeklikten hareketle üretilen fikirler ve onun rehberliğinde yapılan üretim
ve mücadele olmalıdır. İnsan, eser; eşek semer ilişkisini iyi kavramak lazım.
Şu yaklaşık yirmi yıllık zaman zarfında öyle
insanlar tanıdım ki, böyleleri olduğu sürece, böyle dostlar olduğu sürece
düşmana hiç gerek yok! Hayatta binlerce çelişki olduğunu, ancak baş çelişki
diye de bir şey olduğunu bilemeyecek bir sığlıktaki kimi insanlarla birlikte
atılabilecek ne bir adım ne de gidilebilecek bir yol olur. Görüntüye ve
lakırdıya değil; duruşa, fiiliyata ve yapılan işe önem veririm. Her yeni bilgi,
belge, olgu, olayı yeni öğrenmeye başlayan bir çocuk iştah ve heyecanıyla
algılamaya çalışırım. Hayatım; üne, şana, rütbe, pohpohlanma ve paraya endeksli
değildir; yaşantım ve ilişkilerim de bunu gösterir. Zannederim, bütün bu
özelliklerim, öğrendikçe öğreneceğim çok şey olduğunu idrak edebildiğimdendir,
bilgi ile güçleneceğime inanmamdandır; “ben”i değil “biz”i her ilişkimde ön
plana çıkarmak istememdendir.
Arkadaşlık
ilişkilerimde seçiciyim. Beni fikri olarak geriletecek ve sıkıntıya sokacak
insanlardan uzak dururum. Pişpirik ve boş lafla geçirecek zamanım yok. Kapalı
odalarda, kahvehane sohbetlerinde arkadan konuşmayı, dedikodu yapmayı ve sanal
alemin kalleşliğinden faydalanmayı değil, çeşitli konularda fikirlerimi yazarak
ve altına da imzamı koyarak muhataplarıyla paylaşma yolunu seçerim.
Dediğimi
anlayanlarla, dediklerini anladıklarımla, insanların dertleriyle dertlenenlerle
arkadaşlık, dostluk kurarım. Böylesi ilişkilerde fedakar, yardımsever ve
paylaşımcıyımdır. Kimseyi kandırmam. Akçeli işlere girmem; akçeli işlerin
ikiden fazla kişinin yazılı tanıklığına bağlanması gerektiğine inanırım. İyi
bir arkadaş ve iyi bir dostum. Kişilerle uğraşmam, mücadelem yanlış
fikirlerledir. Şahsıma yapılan nezaketsizlik ve terbiyesizlikleri
affedebilirim. Ancak toplumsal mücadeledeki duruş ve mücadelemi hedef almak
amacıyla şahsıma yöneltilen kahpece belden aşağı vurmaları unutmam. Bu anlamda
kinciyimdir; kara kaplı defterim vardır! Uşak ruhlu, ikircikli davranan,
dedikoducu, kaypak, yalaka, fiyaka
düşkünü, megaloman, oportünist, entrikacı, kalleş, olduğu gibi görünmekten
kaçınan insanlardan, haddini bilmeyenlerden, yediği kaba pisleyenlerden nefret
ederim. Yazdıklarımın eleştirilmesi beni sevindirir. Varsa yanlışlarımı görmek
ve onları düzeltmek isterim; bu da beni mutlu eder. Gel gör ki, şu ana kadar
yazdıklarıma yönelik herhangi bir eleştiri gelmedi.
24
Ocak 1959 Cumartesi günü saat 13: 30’da Nişantaşı SSK Hastanesinde doğmuşum.
Hayatımın çok önemli bir kısmını İstanbul’da geçirdim. Babam Ardeşen’in Şanguli
köyünden; ana-babası Laz; anadili ise Lazca. Annem ise, kökeninde Çerkeslik de
bulunan bir aileden geliyor; anadili Türkçe.
Kendimi
böyle tanımlayabilirim.
Nevzat Kaya: Türkiye’deki
etnik grupların durumuna yönelik süreçle ilgili değerlendirmenizi alabilir
miyiz?
Ali İhsan Aksamaz: Toplum
hayatını belirleyen üretim ilişkileridir. Ne şekilde üretiyorsanız, o şekilde
yaşarsınız. Yaşadığınız şekilde de bir ilişkiler bütünü, yani onun kültürünü ve
dilini farkında bile olmadan oluşturur ve geliştirirsiniz. Çevrenizde etkili
olursanız, o kültür ve dil kendi doğallığında gelişir; yayılır. Aksi durumda
siz, bir başkasının etki altına girersiniz. Konuya çok genel anlamda bu şekilde
bakılabilir. Ta ki, kapitalizmin, emperyalizmin ortaya çıktığı dönemlere
kadar. Türkiye’ye ilişkin etnisite
konusunu açmak için bir milattan başlamak gerekiyor. Bu milâdı çok gerilere,
Osmanlı- Rus Savaşlarının veya Balkan Savaşlarının başlangıcına kadar
götürmeyeceğim. Cumhuriyet döneminin başlarını bir milat kabul etmek yanlış
olmaz. Ancak Osmanlı Ülkesi’nin, Batının kontrolüne girmesinin sonucu olarak bu
milâdın ortaya çıktığını da akılda tutmak gerekir.
Türkiye’nin bugünkü etnik yapısını,
sorunlarını, hoşnutsuzluklarını ve çeşitli sebeplerle ortaya çıkmış
çatışmalarını doğru algılayabilmek, değerlendirebilmek ve uygun çözüm
politikaları üretebilmek ve bunları yetki sahiplerine önermek için, Cumhuriyetin kurulduğu yıllardaki
üretim ilişkilerini ve Anadolu’nun etnik, demografik yapısını, üretim
ilişkilerini hatırlamak gerekiyor bir bütün olarak. Anadolu’daki tarım ve
hayvancılık ne durumdaydı? Zanaat ve
zanaatkârların dağılımı neydi? Bütün bu bilgilere sahip olmak gerekiyor.
Geleneksel üretim ilişkilerine sahip Osmanlı Ülkesi’nin, her alanda gelişmekte
olan Batılı emperyalist kapitalist ülkelerin dinamizmine sahip olmadığını,
onlarla rekabet edecek gücünün olmadığını biliyoruz. Bu durumda da onun, bu
emperyalist kapitalist ülkelerin etki alanına girmesi ve kurtlar sofralarında
da kuzu olması kaçınılmazdı. Önceleri Fransa ve İngiltere ve daha sonraları da
esas olarak Almanya’nın, Osmanlı Ülkesi’nde hakim olduğunu, bunların; Osmanlı
Ülkesi’nin ticari, askeri, kültürel, demografik mirasını kendilerinin üretim
ilişkileri için kullanmak istediklerini, kullanmak için hoyratça
davrandıklarını biliyoruz. Osmanlı Ülkesi, artık batılı emperyalist
kapitalistlerin vesayeti sömürüsü altındaydı.
“Resmî
Türk Burjuva İdeolojisi Kemalizm”in geçmişe yönelik palavra resmî tarih
tezlerini bir tarafa bıraktığımızda, çıplak gerçeklikle karşılaşırız. O dönemki
müttefiğimiz İngiltere, kaç defa Fransa ve Rusya nezdinde Osmanlı Ülkesi’nin makus
talihini değiştirdi? Biliniyor mu? Tabi hayır! Bu konulara kafa yormak kimsenin
işine gelmiyor! O hamaset dolu, palavra resmî tarihler etkisini kaybedecek ve
bundan nemalananlar da ekmek ve itibarlarını kaybedecekler de ondan!
Emperyalist
kapitalist bir yönelimi yaşayamayan, üstelik dahil olduğu İngiltere ekseninden
çıkıp da Almanya’nın safına geçiş yapan Osmanlı yönetimi, böylelikle yüzlerce
yılda Balkanlar’da, Ortadoğu’da, Kuzey
Afrika’da, Anadolu’da ve kısmen Kafkasya’da bazen zorla ve bazen de ikna ile
oluşmuş bir çok toplumsal yapı ve dokunun altüst olmasının kapısını açmakla
kalmıyor, farklı dilleri olan halklara yönelik hazırlıksız ve yanlış
politikalarıyla da Osmanlı Ülkesi’ni Anadolu’ya sıkıştıracak bir süreci
başlatmış oluyordu. 1920’ye gelindiğinde Osmanlı Ülkesi, batılı emperyalist
kapitalist ülkeler tarafından artık tasfiye edilmişti. Çarlık Rusyası’ndaki iç
karışıklık ve Proleter Ekim Devrimi hareketiyle ortaya çıkan yeni uluslararası
dengeler, çeşitli sebeplerden dolayı, Anadolu’da da bir yönetim tasfiyesini
engelledi. Sovyet Rusya; İngiltere, Fransa ile birlikte Çarlık Rusyası’nın
önceden aralarında Anadolu’nun da paylaşımına ilişkin planları açıkladı ve bu
planlara karşı olduğunu duyurdu; saf değiştirdi, iç sorunlarını çözmeye
yöneldi.
Çarlık
Rusya’sı yıkılmamış veya Sovyet Rusya iç çekişmelerle çok fazla uğraşmak
zorunda kalmamış olmasa ve Anadolu’ya yönelik aynı politikaların takipçisi
olsaydı, Anadolu’nun bugünkü yapısı nasıl olurdu?! Bu yeni yapı, Gürcistan,
Ermenistan ve Azerbaycan coğrafyası açısından nasıl siyasî ve demografik bir
yapıyı ortaya çıkarabilirdi? Bu şimdi, burada konumuz dışında olmakla birlikte,
akılda tutulması gereken noktalardandır.
Sovyet
Rusya- Ankara Hükümeti Dostluğu Konya/Akşehir, 28 III 1922)
Ne var ki,
bugün Türkiye’deki etnik yapı ve hoşnutsuzlukları anlamak için yakın
geçmişi iyi bilmek; Anadolu’daki siyasî yapıyı hangi iç ve dış dinamik ve
dengelerin ortaya çıkardığını unutmamak gerekiyor. Dâhil olduğunuz emperyalist
kapitalist eksen ve bölgesel dengeler sizi, sizin etnik yapınızı da
şekillendirir. Böyle de olmuştur. Bunu akıldan çıkarmamak gerekir. Bu durumu
olumlu veya olumsuz görebilirsiniz. Ancak fotoğraf budur. Anadolu’daki etnik
yapı derken; bu toprakların yaşadığı iki büyük felaketi öncelikle hatırlamak
gerekiyor: Ermeniler Ortodoks Hıristiyandı. Alman Emperyalizmi, Ermenileri
Ortodoks Çarlık Rusyası’nın doğal müttefiği gördüğü için onların tehcirini
Osmanlı yönetimine empoze etti ve tehcir gerçekleşti. “Karamanlı ve Karadenizli
“Rumlar” Ortodoks Hıristiyandı. Anadolu’daki ticareti ve nitelikli kalemlerdeki
üretimi esas olarak ellerinde tutuyorlardı. Batı ile yakın ilişki
içindeydiler. Bu durum, Karadenizli
“Rumlar” noktasında Sovyet Rusya’yı
rahatsız ediyordu. Sovyet Rusya, bu Ortodoks Hıristiyan nüfusun Yunanistan ve
dolayısıyla da İngiltere ile yakınlığını kendisi için tehdit olarak görüyordu.
Sovyet Rusya yönetimi bu “Rumlar”ın Anadolu’dan mübadelesini Cumhuriyet
yönetimine empoze etti ve uygulandı. Bütün bunları bilmek gerekiyor.
Safiye (Topçuoğlu) Glen Tobacco’daki hak
mücadelesine önderlik etti (İzmir, 1929 Y.)
Cumhuriyetinin
ilk yıllarındaki ekonomik hayat nasıldı? Hemen söylemek gerekiyor: Çivi bile
üretilemiyordu. Biraz daha açayım: Ticari yapısı çok zayıftı. Sanayileşmesi
hemen hiç yoktu; üretim esas olarak el tezgahlarında yürütülüyordu. Hıristiyan
unsurların kent hayatından çekilmesiyle zanaat gerilemiş, zanaatkâr azalmıştı.
Bir uçtan diğerine kara ulaşımı çok zor, bazen imkansız ve çoğu zaman
tehlikeliydi. Üç tarafı bugünkü gibi denizlerle çevrili olmasına rağmen, çağın
ölçüsünde bir denizciliğe sahip değildi.
Osmanlı Ülkesi’nin bakiyesi Anadolu, Osmanlı Ülkesi’nden ayrılan diğer
vilayetler gibi uluslaşacaktı. Cumhuriyet yönetimi, siyasî alanda önce
Müslümanlığı sonra da Türklüğü ön plana çıkarttı; böylece de uluslaşılacağı
düşünüldü. Oysa; uluslaşmak için sanayileşmek ve bunun her yere götüreceği
kalkınma, okul ve Türkçe gerekliydi. Cumhuriyet yönetimi, Anadolu’daki
uluslaşmada Türkçenin önemini kavramamıştı. Bu sebeple de Türkçe konuşan
“Karamanlı ve Karadenizli “Rumlar”ın Yunanistan’a mübadele edilmesi konusunda
istekli davrandı. Sanayileşmeyle değil ama yüzlerce yılda doğal bir yolla
“Karamanlı ve Karadenizli “Rumlar” arasında büyük ölçüde kök salan Türkçe de
onlarla birlikte Anadolu’dan sökülüp atıldı.
Anadolu’da
ekonomik hayat, Batı ülkeleriyle karşılaştırdığımız zaman oldukça geriydi. Ya
kültürel hayat nasıldı? Hangi diller konuşuluyordu?! Türkçe, “lingua franca”ydı,
ticaret diliydi. Türkçe yalnızca Anadolu’da değil, Balkanlar’da,
Ortadoğu’da, Kuzey Afrika’da ve kısmen
de Kafkasya’da da önemli ölçüde “lingua franca”ydı. Belki de Anadolu’dakinden
daha da fazla. Anadolu’dan tehcir edilen Ermenilerin de, mübadele olunan
“Rumlar”ın da anadili çok büyük oranda Türkçeydi; Türkçeyi kendi alfabeleriyle
yazmışlardı da. Türkçenin Anadolu’da,
Balkanlar’da, Ortadoğu’da, Kafkasya’da, Kuzey Afrika’da “lingua franca” haline
gelmesinin yüzyıllarca süren doğal bir proses sonucu gerçekleştiğini, bir
entegrasyon konusu olduğunu bilmek gerekiyor. Kuşkusuz insanlar bu
coğrafyalarda “iki-dilli”ydi.
Cumhuriyetin
ilk yıllarında Anadolu’da modern kapitalizm anlamında canlı bir ekonomik hayat
yoktu. Kapitalizm eşitsiz, dengesiz, birleşik gelişim yasası esasına göre
gelişiyordu. Okuduklarımıza göre; kimi yörelerde tarım ve hayvancılığa dayalı
kapalı bir ekonomik hayat hüküm sürüyordu. Kimi yörelerde de el tezgahlarında
üretim yapılıyordu. Dediğim gibi; karayolu ulaşımı kesintisiz ve güvenlikli
değildi. Okul, radyo ve televizyon, gazete, telefon, cep telefonu, faks,
internet, bilgisayarın da bulunmadığı akılda tutulmalı. Okuma- yazma oranının
da çok düşük olduğu biliniyor. Kimi il ve ilçelerde “iki-dillilik” yaygındı;
bazı yörelerde ise “lingua franca” Türkçe dışındaki dillerdi. Bu yerel diller,
konuşanlarının günlük sosyal ilişkilerinde yaygın olarak kullanılıyordu; bu da
onlara yetiyordu.
Osmanlı
Ülkesi tasfiye edilmişti, ancak; Sovyet Rusya coğrafyasında, batı kapitalizminin hayat damarlarını kesen
bir yönetimin ortaya çıkması ve batıyla çatışması; Batının Anadolu’yla ilgili
projelerini uygulamasını engellemişti. Batı, Anadolu’daki yönetimin Sovyet
Rusya’ya olduğundan daha fazla yaklaşmasını tehlikeli bulduğu için Anadolu’ya
ilişkin projelerinden vazgeçmek zorunda kaldı. Sovyet Rusya da Anadolu’daki
yönetimin batıya körü körüne boğun eğmesini istemiyordu. Kars ve Erzurum’un
yeniden Anadolu sınırlarına katılmasına Sovyet Rusya’nın rıza göstermesi ve
Azerbaycan, Ermenistan ve Gürcistan’da Bolşevik yönetimlerin kurulmasında
Ankara’ya bağlı Kazım Karabekir Paşa komutasındaki kolordunun Sovyet Rusya
lehine maddi ve psikolojik destek ve katkısı hep bu dengeler çerçevesinde
değerlendirilmelidir. Nitekim; temelleri Lenin ve Atatürk zamanında atılan
Türkiye-Sovyetler Birliği dostluğu, İsmet İnönü’nün iktidarını korumak için ABD
ile siyasî, askeri, ekonomik ve kültürel açık ve gizli anlaşmalarla boyun
eğmeye başladığı tarihlerde yara aldıysa da günümüze kadar devam etti. Sovyet
yönetimi ve ardından da Rusya Federasyonu Anadolu’ya ilişkin çizgisinde sapma
göstermedi.
TRT, Lazcaya karşı negatif
ayrımcılık yaptı (Ankara, TRT önü, 16 I 2009)
İşte
burjuva demokratik bir niteliğe sahip olmayan, siyasal gericiliğe tekabül eden
Cumhuriyet yönetimi, böyle bir uluslararası iklimde işbaşı yaptı. CHP’nin tek
parti burjuva diktatörlüğü, günlük hayatı sürdürmeye yönelik nafaka ekonomisi
ilişkilerinin hâkim olduğu ve farklı anadillerin konuşulduğu yörelerde ulusal
sanayinin kapitalist üretim ilişkilerini ve kurumlarını geliştiremedi. Yerel
üretim ilişkilerini tasfiye edemedi. Bu sebeple de dilsel ve kültürel
farklılıkları doğal bir yok oluş sürecine sürükleyemedi. Bunun yerine dilsel ve
kültürel farklılıkları doğal olmayan bir yol ile yani burjuva resmî ideolojisi
ve resmî tarih tezleri ile CHP’nin Burjuva İdeolojisi olan Kemalizmle ortadan
kaldırmaya çalıştı. Bu yıllarda; Türkçeyi de kendi anadilini de iyi bilen,
kendisine güvenen, kendisi ile barışık, çevresi ile uyumlu, üreten, sağlıklı ve
mutlu vatandaşlar yetiştirilebilir; bugünküne benzemeyen bir vatan
kurulabilirdi. 1 Ocak 1929 tarihinde çalışmalara başlayan Millet Mektepleri ile
çözüm üretilebilirdi. Ayrıca; o dönem müttefikimiz olan Sovyet ülkesinin
desteği alınabilirdi. Sovyet ülkesinin yanı sıra ülkemizde de konuşulan
Abazaca, Adığece, Kabardeyce, Karaçaylı-Balkarlıca, Osetçe, Çeçence, İnguşça,
Avarca, Lazca vd. Genç Yazılı Diller alanında tecrübesi olan Sovyetler
Birliği’nin desteği, Türkiye’nin anadil konusunu çözmek için büyük bir
fırsattı.
“Dil politikası” bir bütündür. Biz Lazcaya
veya diğer dillere yönelik uygulamaları değerlendirirken bunu bir bütün “dil
politikası” içinde değerlendirmeliyiz: “Arap harflerinden Latin harflerine
geçiş”, “Türkçede sadeleştirme”, “Yerel dillerin gelişiminin ve bazı dönemlerde
konuşulmasının yasaklanması” ve “Yabancı dilde eğitim”. Bunlar birbirini
tamamlar, bir masanın dört ayağı gibi ve “Biz”i ifade eder. Bunlar olmadan,
bugün biz ne kadar “Biz” olabildik?! Buna kafa yormak lazım. Ulusal dil olan
Türkçeye karşı iki suç işlenmiş; biri alfabe değişikliği, diğeri Türkçede
sadeleştirme. Böylece milyonlarca kitap çöpe atılmış ve insanlar bir anda eski
ile bağları kopartılarak cahilleştirilmişlerdir. İnsanlar dedelerinin mezar
taşını okuyamaz hale getirilmiştir. Türkçeyi anlayamaz, yazamaz ve iletişim
kuramaz hale gelinmiştir. Üniversite mezunlarının bile hâlâ doğru dürüst
dilekçe yazamaz halde olması demek istediğimi ortaya koyuyor. “Yerel diller”;
kurumsal anlamda desteklenmek şöyle dursun, neredeyse konuşulmaları bile
engellenmiştir. Kendi ulusal dili Türkçeye sahip çıkmayan bir siyasî iradenin,
yerel dilleri tehdit olarak görmesi, Ama; İngilizce, Fransızca veya Almanca
gibi dillerde eğitime yeşil ışık yakması CHP’nin tek parti burjuva
diktatörlüğünün temellerini attığı ve uyguladığı “dil politikası”sının ne kadar
yanlış olduğunu gözler önüne seriyor; bu politika çoktan iflas etmekle
kalmamış, toplumumuzda derin yaralar açmıştır. Üstelik “dil politikası” daha
doğrusu politikasızlığıyla toplumu dilsizleştirmeye çalışan CHP’nin tek parti
burjuva diktatörlüğü zihniyetinin “Vatandaş Türkçe Konuş!” kampanyaları
açmaları, hele hele yabancı dillerdeki tabelalardan rahatsız olduğunu ifade
etmeye çalışması tam bir komedidir. Burjuva resmî ideolojisi ve resmî tarih tezleri, yalnızca
Türkçe dışındaki anadilleri yok etmek için elinden geleni yapmadı, Türkçeyi de
şekillendirmeye çalıştı, deforme etti.
Bugün baktığımızda, ortak anlaşma dilimiz Türkçeyi de kendi anadilini de
düzgün konuşamayan ve yazamayan, ancak 200 kelimelik arabesk Türkçe
dağarcığıyla günlük ilişkilerini sürdürmeye çalışan, düşünemeyen, üretemeyen ve
birbirleriyle anlaşamayan geniş insan kitlelerini görüyoruz. Böyle bir durumda
bugünkü MEB ders programlarıyla bile Türkçe eğitim- öğretimden söz edilebilir
mi ki?!”
Türk Burjuva Resmî
İdeolojisi Kemalizm, öncelikle baskı ve oluşan psikolojik havayla ve
kurumlarıyla ve ardından da gelişen kapitalizmle Türkçeyi bütün Türkiye’de
hakim kılabilmiştir. Ancak “iki-dillilik” prosesi büyük ölçüde devam
etmektedir. Kimlik mücadelesi, bu somut gerçeklikten hareketle, toplumda yeni
çatışma alanları oluşturmayacak şekilde barışçı mücadele yöntemleriyle
sürdürülmelidir. Ancak etno kültürel/dil haklı ve meşru talebin, burjuva resmî
ideolojisi ve resmî tarihle inkâr ve asimilasyon politikalarıyla karşı karşıya
gelindiğinde de ister istemez çatışma zemini oluşmaktadır. Haklı ve meşru
talebin maniplasyona açık hale getirilecek yönelime girilmemelidir. Etno kültürel/dil
talebinin, etno kültürel/ dil hareketine dönüştürülmesi, bu hareketin kolektif
bir niteliğe bürünerek strateji ve taktikler üretmesi ve geliştirmesi,
mücadelenin yönünü de belirleyecektir. Etno kültürel/dil talebi, etno kültürel/dil
hareketine dönüştürülebilirse diğer ezilen, sömürülen etno kültürel/dil
hareketleri, sömürülen-ezilen ulus hareketi ve sınıf/emekçi halk hareketleri ve
toplumsal dinamikleri ile ittifak politikaları da geliştirme imkan ve
olanaklarına sahip olabilir.
Nevzat Kaya: Bir Laz aydını olarak hem Lazlar hem de diğer
etnik toplulukların durumuna yönelik yaklaşımlarınızı, taleplerinizi anlatır
mısınız?
Çalışmalarımın
yayınlandığı yayın organlarından bazıları
Ali
İhsan Aksamaz: Beni bir Laz aydını olarak
tanımlıyorsunuz; teşekkür ederim. Eğer insan yerel bir olay, olgu veya prosese
yerel sığlıkta bakarsa, tüm gerçekliği göremez ve sağlıklı değerlendirmeler
yapamaz. Konu bir bütündür. Bütünün bize yansıyanına bakarak, o konuyu
anlayamayız. Yerel dil konusu hem bir pedagojik sorun hem bir insan hakları
sorunu ve bir başka açıdan bakarsanız hem de bir güvenlik sorunudur.
Yalnızca Lazca değil,
genel olarak Türkiye’deki “anadil”, yerel dil konusuna kafa yordum. Konuya ilgi
duyanlara katkı sağlayacağı düşüncesiyle bu konudaki çalışmalarımı burada
zikretmek isterim.” Ogni”, “Kafkasya Yazıları”, “Mjora”, “Çveneburi” ve “Alaşara”
adlı dergilere yazdığım makalelerde Lazca, kardeş dil Megrelce ve yerel dil
konusuna dikkat çekmeye çalıştım.
2004’de Eğitim Sen (Eğitim ve Bilim Emekçileri Sendikası) 4. Demokratik
Eğitim Kurultayı, İstanbul 8 Nolu Eğitim Sen “Anadil Komisyonu”nda görev aldım
ve Çok Dilli, Çok Kültürlü Toplumlarda Eğitim başlıklı çalışmaya katkıda
bulundum. 27 Aralık 2007 tarihinde Boğaziçi Üniversitesi Sosyal Hizmet
Kulübü’nde düzenlenen sempozyumda Türkiye’nin Anadil Zenginliği konulu bir
sunum yaptım. 17 Mayıs 2008 tarihinde İstanbul Mezopotamya Kültür Merkezinde
gerçekleştirilen konferansa Kültürel Zenginliğimizin Farkında Olamayışımız
başlıklı bir konuşma yaptım. 31 Mayıs 2009 tarihinde, Eğitim Sen tarafından Ankara’da
düzenlenen "Uluslararası Katılımlı Ana Dili Sempozyumu"na, Şu Bizim
Sahipsiz Lazca başlıklı tebliği ile katıldım. 31 Ekim 2009’de 28. İstanbul Kitap
Fuarında yapılan “Diller- Halklar- Ulusal Sorun” başlıklı panelde ise CHP, TRT
ve Lazca başlıklı bir sunumda bulundum. Bunun dışında çeşitli ulusal gazetelere
konuya ilişkin yazdığım bazı makaleler Anadilde Eğitim ve Azınlık Hakları adlı
ortak üretim kitapta yayınlandı; ortak kitap 2005 Nisan’ında Sorun Yayınları
tarafından yayımlandı.
Yukarıda adlarını
andığım çalışmaların hepsinde bir konuya dikkat çektim: Lazca yerel bir dildir.
Yaşamalıdır. Gelecek kuşaklara kurumsal olarak aktarılmalıdır. Burada da esas
görev bu dilin sahiplerine düşmektedir. Yerel bir dil olan Lazcayı, Türkiye’nin
diğer yerel dillerinden ayırmak mümkün değildir. Çünkü aynı kaderi paylaştılar.
"Uluslararası Katılımlı Ana Dili Sempozyumu"nda, yaptığım öneriyi
tekrarlıyorum: “Konuya taraf olan vakıf, dernek ve kişilerin de içinde yer
alacağı özerk yapıdaki bir “Anadillerini Planlama Kurumu” nüve olarak bu anadil
çalışmalarını yürütebilir. Anadiller ile ilgili bütün çalışmaları tek elden
yürütecek böyle bir kurum öncelikle oluşturulmalıdır. Bu kurum, anadillere
ilişkin olarak demokratik özlü ve telâfi edici genel bir yönetmelik
hazırlamalıdır. Bu bağlamda, anadil konusu, anlaşılır ve bizim olan terimlerle
tartışılmalı ve bu alanda bir literatür oluşturulmalıdır.
Öncelikle,
Türkiye’nin diğer anadilleri envanteri çıkarılmalıdır. Bu yapılırken, yalnızca
Türkçe ile hiçbir akrabalığı olmayan anadiller değil, Azerice, Kazakça,
Kırgızca, Özbekçe, Tatarca, Uygurca gibi diller de dikkate alınmalıdır.
Biliyoruz ki, nüfus sayım sonuçlarında adı geçen anadillerin en az iki katı
anadili Türkiye’de konuşulmaktadır; bunlar, ad olarak ve kullanıldıkları
yöreler olarak tespit edilmelidir. Oluşturulacak ilgili komisyonlar bu
anadilleri için Latin alfabesine dayanan alfabeleri oluşturmalıdır. Ardından
da, ilk aşamada en az on bin kelimelik temel Türkçe kelime dağarcığı tespit
edilmeli ve buna göre bu anadillerin sözlükleri oluşturulmalıdır. Bu sözlükler
(varsa diğer alfabeleriyle ve) Latin alfabesine dayalı alfabeleriyle
yayınlanmalıdır. İlk etapta ilköğretim birinci sınıf öğrencilerinin düzeylerine
uygun masal kitapları ve çizgi filmler radyo ve TV yayınlarında da
kullanılabilecek şekilde hazırlanmalıdır.
Bütün
bunlarla eşzamanlı olarak, bu anadillerle ilgili çalışmaları yürütecek, yani;
masal kitapları, ilköğretim öğrencilerinin düzeylerine göre “sosyal bilgiler”
ve “fen bilgisi“ vb. kitapları, çizgi filmler, tiyatro eserleri, radyo- TV programlarını
hazırlayıp sunacak, gazete ve dergileri yayınlayacak personelin yetiştirilmesi
sağlanmalıdır. Bu personelin yetişmesinde, bu anadillerle ilgili ve/veya
çalışmalar yapan komşu ülkelerin akademik personelinden de faydalanabilir.
Gerek
personel yetiştirilmesi gerekse de yazılı, görsel, işitsel vb. her türlü
materyalin hazırlanmasındaki bütün harcamalar, kuşkusuz ilgili devlet
kuruluşları tarafından karşılanmalıdır.
Bu
anadiller, 1950’lere kadar esas olarak Türkiye’nin belirli bölgelerindeki
yerelliklerinde konuşuluyorken, günümüzde Türkiye’nin hemen her yerinde
konuşulmaktadır. Bu durum mutlaka göz önünde bulundurulmalıdır. Bu anadiller
gündeme geldiğinde kimileri bu dilleri “bölücülük” sebebi olarak lânse etmeye
çalışıyor. Kimileri de bu anadil tartışmalarını “Kürtçe” üzerinden yapıyor. Bu
anadiller, ne “bölücülük” sebebidir ne de “Kürtçe” Türkiye’nin, Türkçe
dışındaki tek anadilidir. Anadil, 1930’lu yıllarda büyük ölçüde pedagojik bir
konuydu. Günümüzde ise hem hâlâ bir pedagojik sorun hem de bir insan hakları
konusudur. Bu hakkı, isteyen vatandaşlarının hizmetine sunmak ise sosyal
devletin önemli görevleri arasındadır. Binlerce yıllık bir geçmişe sahip olan
ve son seksen yıldaki her türlü olumsuz şarta rağmen, günümüze ulaşabilme
becerisini gösteren bu anadiller, ister yüz kişilik bir köyde konuşuluyor
olsun, isterse de çok daha fazla insan tarafından toplu veya dağınık çok daha
geniş yerleşim birimlerinde yaşatılıyor olsun aynı eşitlikte geleceğe taşınma
hakkına sahiptir.”
Günümüzde
Türkiye’de, ekonomik hayat ve üretim
hayat içindeki herkes, kökeni ne olursa olsun Türkçeyi biliyor. Türkçeden başka
burada “anadili” olarak ifade ettiğimiz dilleri bilen insanlarımız da var.
Yani; bir kısım insanımız “iki-dilli”. Ancak “anadili” diye ifade edilen dili konuşanların
kimisinin konuşanı az, kimisininki fazla. Bu durum hiçbir “anadil”e
ayrıcalık tanımayı gerektirmez. Bir
dilimiz Türkçeyse, diğer dilimiz Lazcadır; Abhazcadır, Çeçencedir. Gürcücedir.
Hem Türkçe ve hem de bu “anadiller” kimliğimizin ayrılmaz parçasıdır. Devlet,
2004’teki “anadil” yayınlarında ayrımcılık yapmıştır.
Lazcaya ilişkin
sunumlarımdan
Nevzat Kaya: Bize Lazlar ile ilgili faaliyetler hakkında
bilgi ve deneyimleri anlatır mısınız?
Ali
İhsan Aksamaz: Lazlar,
sınır bölgesi halkı olmalarının, her an el değiştirebilecek bir
geçiş bölgesinde yaşamalarının bedelini kuşkusuz binlerce yıldan beri
ödedi. En son olarak, Türkiye’nin Sovyetler Birliği’yle olan kuzey
sınırı, “Soğuk Savaş” Dönemi”nde NATO ve VARŞOVA paktlarının sınırlarından
birini oluşturmakla kalmıyor, bir yarısı Türkiye’de diğer bir yarısı
Sovyetler Birliğinde kalan Sarp(i) köyünde yaşayan Lazları da ikiye
bölüyordu.
Lazlar, yeni sınırların sebep olduğu
insanî, kültürel, dilsel, ekonomik vb. acı ve diğer olumsuzluklara
katlanmakla, yöreden toplu göçler yaşamakla kalmamış, bir de
yaşadıkları coğrafyalarda kendilerine yönelik burjuva resmî
ideolojisi ve resmî tarih tezlerinin uzun süreli beyin yıkamalarına maruz
kalmışlardır.
Günümüzde geçmişe
yönelik olarak akıllar bulanık olsa bile, 20. yüzyılda Lazlar da toplumsal
mücadelede önemli adımlar attı. İlk akla geliveren; Rusya’da Çarlık
otokrasisine karşı Bolşevikleri destekmiş ve Büyük Ekim Devrimine de
katılmış olmalarıdır. 14 Temmuz 1919'da TKF’nin Kurucu Komitesini Mustafa
Suphi, Maksut Ekşi, Ali Rıza Keskin, Mustafa Börklüce, Murat Sarı ve Kadir
Erzurumlu ile birlikte oluşturan Osman Topçuoğlu, Rize/ Pazar kökenli Laz bir
Bolşevik’ti. Osman Topçuoğlu, yoldaşları ile birlikte Anadolu ve İstanbul’u karış
karış dolaşmış, buralarda faaliyet gösteren çeşitli sosyalist gruplar,
sendikalar ve öncü işçilerle bağlantı kurmuş, örgütlenme çalışmalarına
başlamıştır. Bütün bunların sonucunda, 10 Eylül 1920’de yetmiş beş delegenin
katılımı ve sosyalist grupların da bir çatı altında toplandığı 1. Kongreyle,
“Komünist Enternasyonal” tarafından da tanınmış olarak ve “kendi Kızıl Ordusuyla”
TKF kurulmuştu. Bu hareketin Kırım’da yayınlanan “Yeni Dünya” adlı yayın organı
ise, Laz kayıkçılar tarafından Anadolu’ya taşınıyordu.
TKF’nin14 Temmuz 1919'da
oluşturulan Kurucular Komitesinden Rize/ Pazar kökenli Bolşevik bir Laz
(Topçuoğlu) Osman
Lazların, küçük kayıklarla yaptıkları
denizcilik faaliyetleri, Türkiye'nin Kurtuluş Savaşı sırasında oldukça önemli
bir yere sahiptir. Büyük miktarda silah ve mühimmat, Batumi'den Samsun'a
Laz takalarıyla getirildi. Sovyetler Birliği Önderliği, Anadolu’da
emperyalistlere körü körüne boyun eğecek bir yönetim ve anlayışın hâkim olması
ihtimalinden çok fazla tedirginlik duyuyordu. Bu sebeple de, Ankara ile dostluk
ilişkilerine katkı sağlayabilecek her olay, olgu ve sürece sıcak baktı;
destekledi. Ankara’yı İngiliz Emperyalizminin safına yaklaştırabilecek her
olay, olgu ve sürece ise, kaynağı ne olursa olsun, gücü yettiğince engel olmaya
çalıştı; güney sınırlarını güvence altına almak istiyordu. O dönemde, Doğu
Karadeniz’de Lazlar arasında da ciddî bir örgütlülüğü olan TKF’nin de aynı
çizgide hareket ettiğini akıldan uzak tutmamak gerekir.
Sovyetler
Birliği önderliğinin Türkiye ile dostane ilişkiler geliştirmek istemesi,
Ankara yönetimine yönelik politikalarına yansımakla kalmamış, TKF’ye yönelik
politikalarını da gözden geçirmesine yol açmıştır. TKF’nin tarihi,
Lazların yakın tarihlerine ilişkin birçok bilinmezi de içinde barındırır. TKF
önderliğinin katledilmesinden sonra ortaya çıkan “sisli bir
alan” içinde hem TKF ve hem de Lazların TKF içindeki yerleri
unutturulmaya çalışılmıştır. TKF, dönüşmüş ve yerel yeraltı kadroları da
işte böylece evrilmiş ve ebedi bir “uykuya dalmıştı”!
İskender Tzitaşi, Hasan Helimişi ve parti disiplini içinde illegalite
şartlarında Doğu Karadeniz’de Lazlar arasında çalışan diğer Komünist Laz
kadroların TKF içindeki yeri neydi? Hasan Helimişi, TKF’den ayrı,
tek başına romantik bir şair mi?! Mç’ita
Murun3xi adlı Lazca gazete, Lazlar arasında ne gibi bir etkiye sahipti?
İstanbul’dan
Anadolu’ya silâh ve cephane ile personel kaçırılmasında da Lazların kan
ve teri vardır. Lazların Kurtuluş Savaşı’na her cephede verdiği anlamlı
destek, Arhaveli İsmail’in şahsında Nazım Hikmet tarafından daha sonra
destanlaştırılmıştır. Sovyetler Birliği Lazları da, Hitler Faşizmine karşı
şehitler verdiler.
İş Kanununun olmadığı,
çalışma saatlerinin oniki saati aştığı, tatil gününün olmadığı, kadınların
doğum izni haklarının, geçim endeksinin olmadığı, sendikanın adının
anılamadığı 1929 yılında, İzmir’de kurulu olan İngiliz-Amerikan
ortaklığı Glen Tobacco’da “Sendika Kadınlar Komitesi”ni örgütleyerek emek
tarihinin en anlamlı sayfalarından birini yazan öncü kadın emekçilerden birisi
olan Laz Safiye Topçuoğlu’nu hatırlamamak mümkün mü?!
Nevzat
Kaya: Ogni Dergisi ile başlayan süreçle ilgili neler
söyleyeceksiniz?
Ali
İhsan Aksamaz: Ogni Dergisi,
somut durumun, somut tahlilinden hareketle yayınlanmış bir yayın
organıdır. Kimlik mücadelesi yürütmek için yayınlanmıştır. Duruşu, çizgisi ve
içeriğiyle Kemalist Burjuva Resmî İdeolojisi ve Resmî Tarih Tezlerine karşı
mücadele etmiştir. Diğer önemli bir yönü ise, çeşitli siyasî fikir ve duruşlara
sahip Laz aydınlarının kolektif olarak yayınladığı, maddi ve manevi
fedakârlıklarda bulundukları bir yayın organı olmasıdır. Ogni Dergisi,
Türkiye’de Laz kimliği mücadelesinde önemli bir yere sahiptir.
Ogni Dergisi öncesinde de Türkiyedeki Laz aydınlarının cılız da kalsa
çabaları olmuştur. Bu konu üzerinde de durmak lazım kısaca: 1990’ların başlarında dil
ve kültürlerinin hızla bir yok oluşa gittiğini gören bir grup Laz aydını
arayışa girer. Lazca'nın tarihsel olarak kullanıldığı yörede bir grup genç
insan bir "Laz Kütüphanesi" kurmayı planlar. Ayrıca bir de "Laz
Kültür Merkezi" oluşturma düşünceleri vardır. Bu çabaları açık bir biçimde
yasaklanmamasına rağmen, yetkililerin tutumu nedeniyle başarılı olamazlar.
Ahmet Hulusi Kırım’ın
Aktüel Dergisinin 8-14 Ekim 1992 tarihli sayısında yayınlanan röportajıyla
"Laz Enstitüsü" kurma fikri İstanbul’da yaşayan çeşitli yaş, meslek
ve siyasî görüşten Laz arasında da etkili olur. Ahmet Hulusi Kırım’ın basına
söylediklerine ve büyük toplantıda yaptığı konuşma elimizdedir. Günümüzde Ahmet
Hulusi Kırım’ın fikirlerini değerlendirdiğimizde kendisinin bilinçli olarak bir
kimlik mücadelesinden yana olduğu görülüyor. Ancak; bu tutarlılığın tüm
arkadaşlarında bulunmadığı anlaşılıyor. Bir "girişim komitesi"
oluşturulur ve kendisini basın yoluyla deklare eder. Ancak bu süreç Bugün
Gazetesinin yayınlarıyla kesintiye uğrar. Ahmet Hulusi Kırım’ın etrafında
toplanan çok farklı siyasî görüşten insanlar dağılır. Ben, Ahmet Hulusi Kırım ve çevresinde kalan birkaç kişi
ile 1993 Haziran’ında tanıştım. Amacım bir yayın organı çıkartılmasına ön ayak
olmaktı. Ogni Dergisinin yayınlanacağını
15 Ekim 1993 tarihli Aydınlık Gazetesinde benimle yapılan ropörtaj ile
duyurdum. Ogni Dergisi, Kasım 1993’de yayınlanmaya başladı.
“Laz Enstitüsü kuruluyor” (Aktüel,
sayı 66, 8-14 X 1992)
Nevzat
Kaya: Ogni Dergisi neden beşinci sayıda kapandı? Ayrıca
altıncı sayı ile ilgili neler söylebilirsiniz?
Ali
İhsan Aksamaz: Ogni Dergisi, beş değil, altı sayı yayınlandı. Bu ”beş mi?”, ”altı
mı?” muhabbetinin sebebi, zannımca Mehmedali Barış Beşli’nin Mjora Dergisin 2000/ l. sayısına yazdığı “Tarihe Karşı Kısa Bir Tarih” başlıklı
makalesinde sarf ettiği bazı ifadelerdir. Mehmedali Barış Beşli’nin, Ogni
Dergisinin künyesinde bu derginin sahibi ve yazı işleri müdürü olarak adının
yer alması, konuya ilişkin yazdıklarının ve çeşitli ortamlarda söylediklerinin
doğru olarak anlaşılmasına ve tartışmasız kabulüne yol açmış anlaşılan.
Kuşkusuz, konu Mehmedali Barış Beşli’nin makalesinde yansıttığı şekilde
değildir. Ben bu konuyu ve benzerlerini şu kadar yıl açığa vurmak istemedim.
Yaşar Güven’in benimle yaptığı ve Jineps Gazetesinin Şubat 2009/ 3. sayısında
yayınlanan röportajda da belirttiğim gibi; Ogni süreci de bugüne kadar sağlıklı olarak
değerlendirilemedi. Bu sürecin değerlendirilmesinin, mimarları tarafından ortak
olarak yapılmasından yana olduğumu o röportajda da belirtmiştim. Yine de aynı
fikirdeyim; ancak bu kadar sorulduğuna ve hele Mehmedali Barış Beşli’nin konuya ilişkin ifadeleri kimi makalelerde bile
doğruymuş gibi yansıtıldığına göre, ben de bu sorunuzu geçiştirmeyeyim; kısaca
cevap vereyim.
Siyasî dergilerde, ”sahiplik” ve ”yazıişleri müdürlüğünün” neden bir kişiye
verildiğini bilirsiniz. İşte o sebeple, arkadaşların aldıkları kararla bu
görevlerin tek bir kişiye verilmesi uygun görüldü. Ahmet Hulusi Kırım ve ben,
arkadaşların teklifi üzerinde düşündük, taşındık ve Mehmedali Barış Beşli’nin uygun olduğuna karar
verdik. Diğer arkadaşların da onayıyla konuyu kendisine açtık. Mehmedali Barış
Beşli bu görevi üstlendi. ”Yazıişleri
müdürlüğü” gerçek, sahipliği ise
kağıt üzerindedir. Ogni Dergisi kimlik mücadelesi veren kolektif bir yayın
organıdır ve sahibi de Laz halkıdır.
Beşinci sayıya kadar herşey kısmen yolunda gitti. Mehmedali Barış Beşli,
o sırada müzik faaliyetlerine de yoğunlaşmıştı. Ogni’nin rüzgârı, Zuğaşi Berepe
adlı müzik grubunun kaderini de etkilemişti. Ogni Dergisinin ilk dört sayısı
kolektif bir anlayışla yayınlanmıştır. Dergiye girecek yazılar kolektif onayla
seçilmiştir. Bir gün Ahmet Hulusi Kırım beni telefonla aradı. Acilen ofise
gitmemi istiyordu. Gittim. Kapıyı açtığında sinirden zangır zangır titriyordu.
Rengi pancar kırmızısı gibiydi; konuşmakta da zorlanıyordu. Oturduk. Parmağıyla
masanın üzerindeki dergiyi işaret etti. Yeni, yani beşinci sayıydı. Oysa biz
beşinci sayı için kolektif bir karar almamıştık. Dergi yayınlanmıştı işte! Bu
nasıl olmuştu?! Anlayamamıştık! Beşinci sayıyı bir gün böyle yayınlanmış olarak
masanın üstünde bulduk; ne dergiye girecek yazılardan ne da baskının hangi
parayla yaptırıldığı konusundan haberimiz vardı. Beşinci sayısında Mehmedali
Barış Beşli kaleme aldığı açıklamasında, derginin sahipliğini ve yazı işleri müdürlüğünü
bıraktığını yazıyordu. Ama sebebini açıklamıyordu. Bu konuda kendisine görev
veren arkadaşlarıyla hiçbir görüşmesi olmamış. Sahipliği kime ve nasıl devretmişti?! Bunu açıklamasında
belirtmiyordu. Yoksa dergi bizim bilgimiz dışında asla tasvip etmeyeceğimiz
kişilere mi satılmıştı?! Bu konuyu gündeme getirince, Ahmet Hulusi Kırım’ın
suratı kireç gibi oldu. Adeta dili tutuldu. Bir süre kekeleyerek konuşuyordu.
Yazı işleri müdürlüğünü nasıl bırakmıştı?! Formaliteleri yerine getirmiş
miydi?! Gel gör ki, Mehmedali Barış Beşli bizi yarı yolda bırakmıştı. Şimdiki
gibi, o zaman öyle cep telefonu yok. Elimizde olan bir telefon numarası sürekli
meşgul çalıyordu. Ya parası ödenmediği için kesilmişti ya da kasıtlı açık
bırakılmıştı. Kendisiyle bağlantı kuramadık. 5. sayısı kendisine göre yayınlatmış
ve ortadan kaybolmuştu. Biraz da yoldaşlık insiyakıyla merak içindeydik; başına
bir şey gelmiş olmasından da endişe ediyorduk. Şok olmuştuk. Ahmet Hulusi Kırım,
kendi imkanlarıyla Mehmedali Barış Beşli’nin izini sürdürmüş. Memlekette
gittiğini ve kasetinin de çıktığını öğrenmiş. Bütün bunların da dışında beşinci
sayı kolektif anlayıştan yoksun olarak Mehmedali Barış Beşli’nin tercihleriyle
yayınlanmıştı.
Ogni Dergisi, kimlik mücadesi vermek ve Laz halkına bilinç taşıma gibi
bir misyonu üstlenmişti. Mehmedali Barış Beşli, Ogni Dergisinin ilk sayısının
arka kapağındaki manifestoyu kaleme alan bir kişiydi. Buna rağmen, içerik
olarak kimlik mücadelesi anlayışının uzağından bile geçmeyen “Lazepe So
İdasen?” başlıklı bir yazıyı, başyazı olarak servis edebilmişti. Mustafa
Mısır’ın Mustafa Çeçen adıyla yazdığı bu makale, dergiyi bağlamayacak bir şekilde ancak “tartışma
köşesi”nde yayınlanabilecek bir içerikteydi. Mustafa Mısır’ın yazısına, kimlik
mücadelesinin ne anlama geldiğini bilen donanımlı insanlardan yoğun tepkiler
geliyordu. Bu yazıyla bir yerlere mesaj vermeye çalıştığımız, uysallaştığımızı
göstermek istediğimiz yolunda yorumlar yapılıyordu. Bütün bunlar bizi
kahrediyordu. Bu olumsuz gelişmeler Ogni’ye ve kimlik mücadelesine ciddî sekte vurmuştu.
Ogni’nin dizgi servisi ve matbaaya olan borçları ayrı bir konu; girmeyeyim!
İşte bu havada elimizde olan makalelerle de Ogni’nin 6. sayısını Ahmet
Hulusi Kırım ve ben beraber yayınladık. Sorunuzu bu şekilde cevap vermiş olayım. Ogni Dergisinin yayınlanmama
sebebi olarak, ben sağda-solda hep maddi imkanlarımızın yeterli olmamasını
söyledim. Tabi esas sebep bu değildi; diğer sebeplerden biriydi bu. Bu para ve
Ogni Dergisinin borç meselelerini Ahmet Hulusi Kırım iyi bilir!
Sonuç olarak; kolektif yayın organı olan Ogni Dergisi 5+1 veya 4+1+1 değil,
toplam 6 sayı olarak yayınlanmıştır. Nokta.
Ogni Dergisi Sayesinde
Laz Aydınları Yetişmiştir
Nevzat Kaya: Bir de Kafkasya Yazıları’nın isim babası
olduğunuzu bilmekteyiz. Kafkasya Yazıları ile ilgili çıkıştaki beklentileriniz
gerçekleşti mi? Bu konudaki görüşlerinizi bize söyler misiniz?
Ali İhsan Aksamaz:
Evet; Kafkasya Yazılarının isim babasıyım. Yazan çizen
insanların bu dergiyle bağlantılarının kurulmasına da büyük ölçüde emeğim
geçmiştir. Ben yayının, yayıncılığın önemine inananlardanım. Ogni Dergisi’nin
yayınının son bulmasından sonra, Çiviyazıları Yayınevi ile bağlantı kurdum.
Ogni Dergisi gibi bir yayın organının buradan yayınlanması için çok çaba
harcadım. Ne var ki, sonuç alamadım. Sonuçta Kafkasya Yazılarının yayınlanması
ve yayınevinin “Mjora” kitap dizisinin oluşturulmasında başarılı oldum.
Benim beklentim;
Kafkasyalıların kimlik mücadelesine yönelmelerinde bu derginin farklı bir mevzi
olması yönündeydi. Biz Lazlar, yeni,
özgün ve yaygın olarak bilinmeyen yazılar yayınladık, yayınlar yaptık. Kimlik mücadelesi nedir? Bunu çoğu Laz
aydınının, çoğu Gürcü aydınının, çoğu Abhaz aydınının anlamadığını gördüm.
Kafkasya Yazılarında yapılan sadece tanıtım oldu. En azından birbirini
tanımayanlar tanıştı. Böyle bir yayın organı, günceli de yakalayan ve kimlik
mücadelesine de yönelen duruşuyla bugün de büyük bir ihtiyaç. Ben, bu yayın
organının Laz aydınlarının kendilerini bir şekilde ifade etmelerine büyük katkı
sağladığını düşünüyorum.
Nevzat Kaya:
Laz aydınlarının bugünkü durumunu nasıl değerlendiriyorsunuz?
Ali İhsan Aksamaz:
Laz aydınları çok şükür ki, Ogni Dergisi
sayesinde yetişmiştir ve vardır. Kafa yoruyorlar. 1993’teki gibi değiliz artık.
Ancak bugün Türkiye’deki Gürcü aydınları, Çerkes aydınları, Abhaz aydınları
kimlik mücadelesinde ne durumdaysa, Laz aydınları da o durumdadır. Kimlik
mücadelesinin çok gerisindeler. Bunun çok farklı sebepleri olabilir.
Türkiye’deki olay, olgu ve süreçleri yakından izleyemiyorlar; müdahil
olamıyorlar. Üstelik kendi içlerinde bölünmüş durumdalar ve hep didişiyorlar.
Kendi kimliklerini ifade etmek ve geleceğe taşımak konusunda birlikte durmaları
ve ortak mücadele etmeleri gerektiğini anlamıyorlar. Dillerinin, kimliklerinin
yegane belirtisi olduğunun farkında değiller. Lazcayı yalnızca folklorik ve
akademik çalışma ve yönelimlerle anlıyorlar. Dilleriyle üretim yapmıyorlar.
Kendileriyle ilgili tanıtıcı röportajlar veriyorlar, dillerinin öldüğünü
söylüyorlar, Unesco’nun da bunu söylediğini belirtiyorlar. Hasan Helimişi,
Kazım Koyuncu gibi idolleştirilmiş personajların gölgesinde duruyorlar. Onları
olduğundan farklı ve çok büyük göstermeye çalışıyorlar. Hasan Helimiş, Kazım Koyuncu’yu
ne kadar önemli gösterir ve büyütürseniz, onların gölgesinde elbet bir yeriniz
olur ve o kişinin de tanınmasını sağlar ama bu bireysel bir şeydir ve tek
başına kimlik mücadelesi değildir. Kişileri ve hele de aramızdan ayrılmış
kişileri, adlarını sömürmek doğru bir davranış değil. Laz aydınlarının tamamı
değilse bile, önemli bir kesimi henüz kimlik mücadelesinin özünü kavrayabilmiş
değil.
Ogni Dergisi’nin kolektif bir yayın organı olduğunu
belirttim. Hiç Osman Topçuoğlu’nun adını duydunuz mu? Yüksel Yılmaz’ın adını
duydunuz mu? M. Recai Özgün’ün adını duydunuz mu? Mehmet Yavuz Türköz’ün adını
duydunuz mu? Şehzat Ayartepe’nin adını duydunuz mu? Fahri Kahraman’ın adını
duydunuz mu? İskender Tzitaşi’nin adını duydunuz mu? Bütün bunlar Hasan
Helimişi ve Kazım Koyuncu’dan çok önemsiz insanlar mı? Neden onların adları
bayraklaştırılmıyor? Bakın hemen cevap vereyim: Bu isimler popüler değil de
ondan! Popülizm ise kolaycılıktır. Üretmemektir. Hazıra konmaktır. Sömürmektir.
Kimlik mücadelesi ilmik ilmik örmektir, kolaycılık değil. Laz aydınları ne
zaman bu adlarını saydıklarımı da Hasan Helimişi ve Kazım Koyuncu gibi
sahiplenirler, o zaman daha da güçlenirler ve birlikte kolektif kimlik
mücadelesi verebilirler.
Nevzat Kaya:
“Laz Kollektif Hareketi” adlı girişiminizden
bahseder misiniz?
Ali İhsan Aksamaz:
“Laz Kollektif Hareketi”; birbirlerinden kişisel sebeplerle kopuk hareket eden,
birbirlerinden ayrışan ve birbirleriyle içten içe didişen Laz aydınlarını bir
araya getirip Lazlarla ilgili konularda ortak aklı ve duruşu hakim kılarak
kimlik mücadelesi yapmaya çalışacak bir iyi niyet çabasıydı. Laz aydınları
böylesi bir platforma henüz hazır olmadıkları için bu çabalar
sonlandırılmıştır. Kuşkusuz benzeri çabalar gelecekte de gündeme gelecektir.
Laz aydınları hep vardı
Nevzat Kaya:
Kimlik asimilasyonuna karşı mücadelede sizce temel alınması gereken nelerdir?
Ali İhsan Aksamaz:
Öncelikle Laz aydınları bir araya gelmelidir. Somut durumun somut tahlilinden
hareketle politikalar geliştirmeli ve ortak hareket etmelidirler. Somut
projeler üretmeli, bu projeleri imkanları ölçüsünde kendi imkanlarıyla
uygulamaya çalışmalıdırlar. Lazca temelli çalışmaları esas almalıdırlar. Radyo,
televizyon, internet çağındayız. Lazcanın bu gelişmiş araçların da katkısıyla
yaşatılmasının yolları aranmalıdır. Bu bir kişinin değil, bütün Laz
aydınlarının görevidir; bunu bir araya gelerek yapabilirler. Bakın hep “kimlik”, “kimlik mücadelesi”
diyorum! Bu nedir?! Önce buna kafa yormak lazım! “Kimlik” denince herkes aynı
şeyi mi anlıyor acaba?!
Nevzat Kaya:
Gürcistan'a 1995’te gittiğinizi
biliyoruz. Genelde Kafkasya, özelde Gürcistan olmak üzere görüşleriniz anlatır
mısınız?
Abhazya gezimiz; Mehmet Yavuz Türköz,
Ali İhsan Aksamaz (Sohum, 1994 Y.)
Ali İhsan Aksamaz:
Evet. 1994 yılında Abhazya’ya gittim. Nart Yayınları’ndan Hayri Ersoy
arkadaşımdı. Hayri Ersoy ile
tanışmamızdan bahsetmek isterim. Ogni Dergisinin ilk sayısını çıkartmıştık. Bir
gün Ogni Dergisi’nin bürosundaydım. Kapı açıldı. İçeri birkaç kişi girdi. Ahmet
Hulusi Kırım’ın yanındaki sakallı kişi, sonradan adını öğrendiğim Hayri
Ersoy’muş. Oturduk; konuştuk. Kendisinden Türkiye’deki durumlarına ilişkin döne
döne bilgi almaya çalıştım. Kendilerinin 1950’den beri Türkiye’de mücadele
ettiklerini ve hemen tüm Türkiye’ye yayılmış yüzlerce dernekleri olduğunu
söyledi. Burada ayrıntıya girmek istemiyorum
Hayri Ersoy’un dediklerinden etkilenmiştim. Biz 1993’te kimlik
mücadelesine Ogni ile başlamıştık. Onlar 1950’de! Hayri Ersoy ile arkadaş olduk. Kendisinin
yayınlanmış bir- iki telif ve tercüme kitabı vardı. Daha sonra “Alaşara” adlı
bir de dergi yayınlayacaktı.
1994 Bahar’ında, Abhazya’ya gideceğini benim de
kendisiyle gitmemi önerdi. Düşündüm; kabul ettim. Böylece Abhazya’yı, durumunu,
dengelerini, işleyişini öğrenecek, bilgilenecektim. Pasaport, vize vb.
işlemleri tamamladım. Ahmet Hulusi Kırım’ın da
onayıyla şu anda aramızda olmayan, rahmetli Mehmet Yavuz Türköz de
benimle geldi. Program şöyleydi: Önce Abhaz Derneği önünden otobüse binecek,
Trabzon’a gidecek ve oradan da vapurla Abhazya’ya geçecektik. O gün geldi.
Mehmet Yavuz Türköz ile Hayri Ersoy’un Kadıköy’deki ofisinde buluştuk. Hayri
Ersoy ile birlikte Abhaz Derneği’ne gideceğimizi düşünüyorduk. Orada bizi bir
sürpriz bekliyordu. Hayri Ersoy, Abhazya’ya gitmekten vazgeçmişti. Kendisine
göre, o sırada söylediği geçerli bir sebebi vardı. O gelmeyecekti. Bunun
üzerine ben de gitmekten vazgeçtim. Orada kimseyi tanımıyordum. Hayri Ersoy,
kendisinin olmamasının benim kararımı etkilememesini söylerken, Mehmet Yavuz
Türköz de gitme yönünde fikir beyan ediyordu. Şimdi ikilemdeydim. O sırada
Hayri Ersoy, Abazaca olduğunu söylediği bir mektup yazdı. Bir zarfın içine
yerleştirdi. Zarfı bana uzattı. Hâlâ tereddütkârdım. O mektubu, o anda kendisi
de Türkiye’de olan bir Abhaz yazara vermemi söyledi. Mektubu cebime
yerleştirdim. O arada Hayri Ersoy’un bürosuna birisi daha geldi. Adını şu anda
hatırlamıyorum. Kısa boylu, ellili yaşlarında, gözlüklü, sigara içmeyen, sakin
ve şivesinden İç Anadolulu olduğunu sandığım bir adamdı. Hayri Ersoy, o adamın
da Abhazya’ya bizimle gideceğini söyledi. Adam bekarmış. Biraz da parası
varmış. Hayri Ersoy, adamın oradan evlenebileceği birisini kolayca
bulabileceğini ve parasıyla da iş sahibi olup parasına para katacağını
kendisine söylüyordu; pembe tablolar çiziyordu. Ben bir yandan Abhazya’ya
gideyim mi, gitmeyeyim mi diye ikilem içinde düşünürken, bir yandan da Hayri
Ersoy’un anlattıkları ve çizdiği pembe tablolarla gözlerini tavana dikip
suratının hali şekilden şekile giren bu adamın konuşma ve mimiklerini izliyordum.
Daha sonra Mehmet Yavuz Türköz, ben ve o adam bir
taksiye bindik. Abhaz Derneği’ne gittik. Derneğin önü kalabalıktı. Bizi Erol
Kılıç karşıladı. Elindeki listeden adlarımızı kontrol etti. Beni Ogni’deki
yazılarımdan tanıyormuş. Bir süre sonra otobüs
Trabzon’a doğru yola çıktı.
Benim Abhazya’ya gitmem böyle oldu. Tabi o zaman
bilmiyordum; Abhazya’da bir Abhaz- Abaza konferansı varmış. Çok ilginç gözlem
ve tanıklıklarım oldu. Erol Karayeli o gezi sırasında tanıdım. Hâlâ
arkadaşlığım devam ediyor. Hayri Ersoy ile neredeyse on yıldır bağlantım yok.
Kafkasya, Gürcistan konusunu sağlıklı olarak
değerlendirmek için, öncelikle bölgenin tarihsel arka planı hakkında bilgi
sahibi olmak gerekir. Bunu yaparken de
binlerce yıl geriye gitmeye gerek yok. 1917’yi milat olarak alalım.
Bölge, Kafkasya, kuzeyi ve güneyi ile Çarlık Rusyası’nın yönetimi altındaydı.
Güney Kafkasya 1918- 1921 yılları arasında Rusya’daki otorite boşluğunun da
etkisiyle “de facto” bir durum yaşadı; Gürcistan, Ermenistan ve Azerbaycan coğrafyaları
Moskova’dan koptular. Tasfiye edilen bir imparatorluğun mirasçısı Türkiye’nin
Anadolu’daki durumu kesinlik kazanmaya başlayınca ve Türkiye’nin de psikolojik
ve askeri desteğiyle Güney Kafkasya, yani; Gürcistan, Ermenistan ve Azerbaycan
coğrafyaları tekrar, Çarlık döneminde olduğu gibi Moskova’nın yönetiminde
kaldı. Başka seçenek de yoktu. Bölge, 1991’de Sovyetler Birliği’nin çözülüşüne
kadar da Moskova’nın yönetiminde kaldı.
İşte bu zaman diliminde; 1921’den 1991’e kadar Güney Kafkasya’nın bir çok
açıdan durumu neydi?! Bilmek lazım! Ermenistan ve Azerbaycan’ı olduğu yerde
bırakalım. Sovyetler Birliği’ndeki Gürcistan ve Abhazya coğrafyası bir çok
alanda hangi noktadan hangi noktaya geldi?!
Bu coğrafyada ekonomik hayat nasıldı?! Tarım ne durumdaydı? Hangi
bölgeler tarım alanıydı? Tarım ürünleri ve yıllara göre üretimi neydi? Küçük ve
orta çapta sanayi var mıydı? Atölye türü üretimler hangi kalemlerde
yapılıyordu. Hayvancılık ne durumdaydı? Büyük ve küçük baş hayvan sayısı neydi?
Ticaret ne durumdaydı? Mali güç kimin elindeydi? Bu coğrafya kendi içinde ve
diğer coğrafyalar içinde ulaşım nasıldı? Turizm sektörü hangi bölgelerde
etkiliydi? Alt yapı durumu neydi? Bu coğrafyalarda hangi etnik gruplar
yaşıyordu? Hangi dinler varlığını koruyordu? Hangi bölgelerde yoğunlaşmıştılar?
Sınıfsal durum neydi? Hangi etnik gruplar hangi bölgelerde hangi ekonomik
hayatı sürdürüyor veya etkiliydi? Bu coğrafyada Rusçanın durumu neydi? Rus
Kilisesi’nin durumu neydi? Abhazca’nın durumu neydi? Gürcücenin durumu neydi?
Kaç okul vardı? Bu okullar neredeydi? Bu okullarda hangi dillerde
eğitim-öğretim yapılıyordu? Sonuç olarak; sosyoekonomik hayat ne durumdaydı?
Moskova’nın Güney Kafkasya’ya ilişkin resmî ideolojisi neydi? Bu resmî
ideolojinin, Güney Kafkasya’da yerel resmî ideoloji ve resmî tarih tezlerinin
ortaya çıkmasındaki payı neydi? Transkafkasya
Sovyet Sosyalist Federe Cumhuriyeti neydi? Niye kuruldu? Neden kaldırıldı?
1921-1991 arası dönemde yukarıda sıraladığım konularda bilgi sahibi değilseniz,
koyu milliyetçiliğe düşer, kendiniz dışındakileri düşman ilan edersiniz!
Sovyetler Birliği’nin çökmesiyle ortaya çıkan durumu
iyi okumak gerekir. Ben bugüne kadar Kafkasya ile bağlantısı olan hiçbir
kimsenin, Kafkasya’yı ekonomik hayat açısından değerlendirdiğini duymadım, görmedim,
okumadım. Milliyetçi söylemler, ekonomi politik gerçekliğin hem Sovyetler
Birliği dönemindeki durumunu hem de çözülüş dönemindeki durumunu perdeledi.
Ancak bugün Abhazya’da, Gürcistan’da kime giderseniz gidin içinde yaşadıkları
ekonomik durumdan rahatsızlar. Sovyetler Birliği dönemindeki yaşantılarını
özlediklerini açık açık belirtiyorlar. O döneme ilişkin örnekler veriyorlar.
Verdikleri örnek hem ekonomik alana hem de etnisiteye ilişkin. Şimdi hem çok
fakirler hem de eskiden ellerini kollarını sallayarak gezdikleri yerlere, kendi
ülkelerinin her yerine giremiyor, gidemiyorlar.
Gürcistan gezimiz
(2005, 2006 Y.)
Çarlık Rusyası yönetimi altındaki Kafkasya, Güney
Kafkasya aynı ekonomik hayat birliği içindeydi. Bölge, bütün Sovyetler Birliği
içinde de tek ekonomik hayata sahipti. Parti içi tasfiyeler ve küçük özel
mülkiyete ve toprak sahipliğine ilişkin uygulama ve tasfiyeleri konumuz dışında
bırakırsak, Kafkasya’daki bu ekonomik hayat planlı bir ekonomi içinde gelişti.
Ekonomik anlamda bunları söyleyebiliyoruz. Sovyetler Birliği sonrası, siyasî
hayat çökünce Gürcistan’da ekonomik hayat çöktü. Kendi kurallarına göre işleyen
günlük hayat çöktü. Gürcistan ekonomik hayatı bir bütün içinde anlamlıydı.
Dünyaya şarap satarak veya turizm hizmeti vererek, Sovyetler Birliği
dönemindeki ekonomik hayat düzeyine ulaşmak mümkün değildi, öyle de oldu.
Ekonomik hayatı canlandırmak için batıdan alınan yardımlarla, Sovyetler Birliği
dönemindeki refah toplumunu yakalamak mümkün değildi, öyle de oldu. Dışarıdan
gelen paranın kimleri zengin etmek için, hangi alanlarda kullanıldığına da kafa
yormak gerekir. Moskova’nın Sovyetler
Birliği döneminde Gürcistan için ürettiği resmî ideoloji ve resmî tarih
tezleriyle yetişen kitlelerin slogandan öte gitmeyen söylemlerinin etkisini
arkasına alan ve yönlendiren Zviad Gamsakhurdia’nın ekonomik güç ve
gelişkinlikle örtüşmeyen, sosyal gerçeklikle örtüşmeyen politikaları Güney
Osetya ve Abhazya’ya yansıdı.
Gürcistan, artık Sovyetler Birliği döneminde çeşitli
sıkıntıları olsa da refah toplumu özelliğine kavuşamayacak. Ekonomik hayat
alanında kısaca söyleyeceklerim böyle. Buradan anlıyoruz ki, Sovyetler Birliği
yönetimi sanıldığının aksine Gürcistan’a ekonomik alanda büyük katkılar
sunmuştur.
Transkafkasya
Demokratik Federatif Cumhuriyeti (Nisan- Mayıs 2018) ile Transkafkasya Sovyet Federatif Sosyalist Cumhuriyeti (12 Mart 1922- 5 Aralık 1936) bayrakları
(Vikipedia)
Peki; Sovyetler Birliği döneminde Gürcistan’da
eğitim, kültür ne durumdaydı? Bugün
baktığımızda, Gürcistan’da Sovyetler Birliği sürekli kötüleniyor. Ekonomik
alanda Sovyet ekonomisi Gürcistan’dan ne aldı, ne verdi? Ona bakmak lazım. Gürcistan’ın
bugünkü durumuna baktığımızda, Sovyetler Birliği’nin Gürcistan ekonomisine çok
büyük katkılar sağladığını görüyoruz. Sovyet yönetimi, Gürcücenin standart bir
dil haline gelmesi ve yaygınlaştırılması konusunda çok büyük katkı sağladı.
1921’de Gürcistan coğrafyasında hangi kademelerde kaç tane okul vardı? Bu okullar
hangi bölgelerde yoğunlaşmıştı. Bu okullara giden öğrenci sayısı neydi? Bunları
biliyor musunuz?! Araştırın! Rakamları 1991 yılı, yani Sovyetler Birliği
çözüldüğü yıldaki rakamlarla karşılaştırın. Sovyet Yönetimi, nasıl Gürcistan
ekonomisine canlılık getirdiyse, Gürcüceyi de desteklemiştir. Gürcistan bu
anlamda Sovyet yönetimine borçludur. Din alanında Sovyet yönetiminin
yanlışlıkları yalnızca Gürcü Kilisesi’ne yönelik değildir, Rus Kilisesi de,
Ermenistan Kilisesi de acı çekmiştir. Sovyetler Birliği yönetiminde bütün
dinler acı çekmiştir. Diller de acı çekmiştir. Bu konuda Tarih ve Toplum
Dergisinin Temmuz 2000/ 199. Sayısına yazdığım “Sovyetler Birliğinin
Millîyetler Politikası ve Kafkasya” başlıklı makaleyi okumanızı öneririm.
Gürcistan’ı önce Çarlık
Rusyası’nın sonra da Sovyetler Birliği içindeki ekonomik hayat içinde
değerlendirmek gerekir. Gürcistan’ı, Sovyetler Birliği coğrafyasındaki ekonomik
hayattan çıkartırsanız, ortak kazanımları görmezseniz, üstüne üstlük batıya
teşne olduğunuzu ilan ederseniz, ABD’yi Rusya Federasyonu’nun sınırlarına
taşırsanız, Gürcistan’daki bugünkü duruma sebep olursunuz. Gamsakhurdia’nın da,
Saakaşvili’nin de Moskova’ya yönelik politikaları yanlıştır; Millîyetçi
söylemler Kafkasya’da çatışmayı körükler. Şevardnadze Gürcistan için bir şans
olabilirdi. Nitekim Sovyetler Birliği’nin dışişleri bakanı olması, Gürcistan’ın
bugün daha da kötü durumda olmasını engellemiştir.
Nevzat Kaya:
Abhazya ve Güney Osetya sorunları ve bu sorunlar özelinde Abhazya’da
Megrellerin durumundan bahseder misiniz? Megrellerin Abhazya’daki durumdan
nasıl etkilendiklerini ifade eder misiniz?
Ali İhsan Aksamaz:
Aynı şekilde Abhazya’yı Gürcistan’dan
ayrı düşünmek mümkün değildir. Abhazya Gürcistan ile birlikte, Megrelleriyle
güçlü ve güvende olabilirdi. Zviad Gamsakhurdia’nın yanlış politikaları,
Abhazya’yı Gürcistan’dan koparmıştır. 200 bine yakın Megrel Abhazya’dan
kovulmuştur. Abhazya Savaşını, bugün sıradan insanlar nasıl değerlendiriyor?
Edvard Şevardnadze ve Giorgi Karkaraşvili bu savaşa ilişkin bugün ne
düşünüyorlar? Onları dinlemek lazım. Gürcistan’ın, Gürcü liderliğinin Abhaz
halkını ve Abhazya’yı küçümsediğini ve onlara karşı yanlış politikalar
izlediklerini biliyoruz. Hatta Abhazya Dışişleri bakanı Sergey Şamba, Tiflis’e gittiğinde
Saakaşvili’nin nerede olduğunu ve ne mesaj vermeye çalıştığını da biliyoruz.
Zviad Gamsakhurdia ve Mikhael Saakaşvili’nin yanlış politikaları, Abhazya ve
Güney Osetya’yı Gürcistan’dan kopartmıştır. Bu insanların gururları
kırılmıştır.
Abhazları Rus işbirlikçisi
olarak suçlamak sorunu çözmüyor. Onların bu sona yaklaşmadan önce de talepleri
vardı; bunları defalarca dile getirdiler. Tiflis yönetimi onları ciddîye
almadı; dinlemedi bile. Abhazya’da artık
eskiye dönmek neredeyse imkansız. Bu durumu tek başına Rusların böl ve yönet
politikalarıyla açıklamak mümkün değil. Tiflis yönetimi ciddî hatalar
yapmıştır.
Önceleri Lazlar da, Megreller de “kültürel otonomi”ye sahiptiler
Tiflis yönetimi; diğer
halkları küçümsediği, diğer dillere karşı düşmanca tavır takındığı, ABD’yi
Rusya Federasyonu’nun burnuna sokmaya çalıştığı ve bundan medet ummaya
çalıştığı kadar Gürcistan’a ve halkına zarar verecektir. Muhalefetin bir kesimi
bütün bunları görüyor. Saakaşvili, ABD’nin kendisini desteklediğini sandığı politikaları
yüzünden Güney Osetya Savaşı’nda madara olmuştur.
Gürcistan’ın, Abhazya’nın
bulunduğu bölge Sovyet döneminde de, Sovyetler Birliği sonraki dönemde de
Moskova’nın yumuşak karnıdır. Bu bölgede ekonomik hayat sürekliliğini; geçiş
yolları, ulaşım, güvenliğini tehlikeye
sokacak bir gelişmeye Moskova’nın izin vermeyeceği görülüyor. Zaten birlikte
yaşanmış, yetmiş yıla yakın aynı ekonomik hayat birlikteliği, yaşam ilişkiler
vb. doğal ve pratik sebeplerden dolayı Güney Kafkasya ülkelerinin, Gürcistan’ın
kökleri eskiye dayanan ekonomik hayat bütünlüğü içinde yer alması, hem Gürcistan’ı
ekonomik hem de diğer açılardan bu haliyle güçlü kılar.
Toplayayım; Güney
Kafkasyada’ki üç devletin, Gürcistan SSC, Ermenistan SSC ve Azerbeycan SSC’nin
1920’li yıllarda O zamanki Ankara yönetimi ve Moskova arasında, yine o dönemki
uluslararası dengeler çerçevesinde ortaya çıktığını unutmamak gerekir. O dönem,
o irade o bölgede bu yapıya izin vermiştir. Birlikte yaşanmış ekonomik ve
kültürel hayat birlikteliklerini unutmamak lazım. Bu bağlamda Abhazya’nın Gürcistan’ın
özerk cumhuriyeti mi veya Rusya Federasyonu’na yakın bir çizgide bir bölge mi
olduğunun önemi yoktur. Milliyetçiliği ortadan kaldırdığınızda bu gerçeklikle
karşılaşırsınız. Sovyetler Birliği’nin çözülme döneminde Gürcistan’ın merkezi
yönetimi her alanda yanlış yapmıştır. Şimdilerde yeni yeni ortaya çıkan
belgeler ve o dönem etkili görevlerde bulunanlardan bazılarının bunca yıl sonra
bazı gerçekleri görüyor ve bunları da kamuoyuyla paylaşıyor olmaları, bütün bu
söylediklerimi destekler yöndedir. Gürcü Milliyetçiliği durmadan Abhazları,
Osetleri Rus uşağı olmakla suçluyor; bu durumdan Rusları sorumlu tutuyor. Abhazya
olgusunu, bu yaklaşımla açıklamaya kalkarsanız, yanlızca çatışmacı eğilimleri
destekler ve hep gündemde tutarsınız. Böyle bir eğilim ise, Gürcistan gibi bir
ülkede yeni kopuşları gündeme getirebilir. Gürcistan’daki Milliyetçi
eğilimlerin temsilcileri, hâlâ dünyayı okuyamıyorlar.
Şimdi Abhazya’ya gittiğim
1994 yılına dönüyorum. Saatlerce süren giriş işlemleri sırasında iskelede
bekledikten sonra nihayet serbest olarak dolaşabilirdik. Bizimle birlikte
gelenlerin dinlenmek için duraksadıkları kafeye yöneldik. Mehmet Yavuz
Türköz ve o adam yanımdaydı. Havayı
kokladım. Burnuma küf kokusu ile karışmış yanmış kablo kokuları geliyordu.
Gözlerimi gökyüzüne diktim. Bir uğultu geliyordu kulağıma. Çığlıklar duydum;
irkildim. Değişik bir hissediş ve ruh hali içindeydim. Durduğum yerde donup
kalmıştım. Birkaç adım ötede Mehmet
Yavuz Türköz, Türkiye’den gidenlerden biriyle konuşuyordu. Yanlarına bir kişi
daha yaklaştı. Savaş sırasında oraya giden Türkiyeli Abhazlardan birisiymiş.
Sonradan yanımıza gelen birisi bizi tanıştırdı. Laz olduğumuzu söyledi. O anda
o kişinin yüzündeki ifadeyi anlatamam. O anda sokaktaki insanın Millîyetçi
duygularla yönlendirilince neler yapabileceğini o kişinin gözlerinden okudum.
Bugünkü Abhazya ve Güney
Osetya bir sonuçtur. Sovyetlerin şekillendirdiği Gürcü Resmî İdeolojisi,
insanların gözünü kör, kulaklarını sağır etmişti 1990’ların sonunda. Sovyet
yönetimi, birbirinin devamı bir coğrafyada yaşayan Gürcistan ve Abhazya Megrellerini
tek bir özerk yapıda toplayıp, Abhazlar gibi yine Gürcistan’a bağlamış olsaydı,
bu sorunlar bu ölçüde ortaya çıkmayacak hem de demografik sorunlar
yaşanmayacaktı.
Abhazların bir tezi var:
Gürcüler, Megreller Gürcistan’da çoğalmasınlar ve ilerde etkili olmasınlar
diye, Megrelleri Abhazya’ya yerleştirdiler ve Megrellerin sayısı Abhazları
geçti. Böyle bir değerlendirme çok yanlıştır.
Megreller Abhazya’da hep vardı. Hele, Gürcü Stalin, bunu Gürcülere kıyak
olsun diye yaptı ve Megrel Lavrenti Beria, bunu bilerek uyguladı, şeklindeki
yaklaşımlar da hatalıdır. Stalin’in Gürcülükle bir alakası yoktur. Lavrenti
Beria’nın da Megrellikle bir alakası bulunmamakatadır. Milliyetleri
uyguladıkları politikalarla alakalı değildir. Tam tersine kendileri, doğru veya
yanlış, uyguladıkları politikalarla Sovyet politikacılarıydı; yerel değil,
büyük çapta politika yapıyorlardı. Bir kısım Abhaz da aynı Gürcü Resmî
İdeolojisine benzer tezlerle kendi resmî ideolojilerini üretmeye çalışıyor. Bu
da yanlış. Hem 1990’larda Abhazlar yalnızca Megrellerden sayıca az değillerdi.
Abhazya’daki Rus nüfusu da Ermeni nüfusu da Abhazlardan fazlaydı.
Artık
aydınların, burada ve Kafkasya’da, bundan sonra neler olabileceğine kafa
yormaları gerekir. Bugünden bakıldığında, eğer Türkiye’de yaşayan ve eli kalem
tutan Abhaz ve Gürcü aydınları burada ortak bir
platform oluşturup hem Abhazya’daki kanaat önderleri hem de Gürcistan’ın sudan çıkmış balık misali kaba
Milliyetçiliğe saplanmış liderleriyle bağlantı kursalardı, sürece Moskova ve
Ankara’yı da dahil etselerdi, 1990’ların başlarında Abhazya’da yaşananlar, Güney Osetya’da
yaşananlar bu şekilde gelişir miydi? Bence hayır! Türkiye’deki yazan çizen
Gürcü aydınları gözü kapalı Tiflis’in politikalarını destekledi. Yazan çizen
Abhaz aydınları da öyle. Aslında birlikte oturup konunun arka planını anlamaya
ve insan, emekdaşlık, bölgenin hassas dengelerini gözeten bir temelde bir
platform oluşturabilselerdi. Sonuç bugünkü gibi olmayabilirdi. Madem o zaman
büyük bir fırsat kaçırıldı. Yarın Abhazya’da veya Gürcistan’da hakim olabilecek
ve Rusya Federasyonunun tehdit olarak algılayabileceği kaba Millîyetçi
gelişmeleri önceden önlemek, ama haklı insani talepleri ABD’nin desteğini arar
ve onu konuya müdahil edici bir tarzda değil
barışçıl yollardan ve ve kanlı çatışmalara meydan vermeksizin
çözümlemeye katkı sunabilecek bir inisiyatifi Türkiye’de yaşayan Gürcü, Abhaz
ve Laz aydınları şimdiden oluşturmalıdır. Var olan benzeri inisiyatifleri kuru
güzel laf aktarıcılığının ötesinde dönüştürmelidirler. Tabi bütün böylesi bir
çaba içinde olmak için, somut durumu bilmek, konunun arka planı hakkında bilgi
sahibi olmak, insan, emekdaşlık düşüncesinde, çatışma temelinden uzak
politikalar üretmek lazım.
Önce Abhazya’ya bakalım;
Abhazya’nın federasyona dönüşmesi ihtimali var mı? Ermenilerin çoğunlukta
oldukları bölgede özerklik, Megrellere çoğunlukta oldukları bölgelerde özerklik
gündeme gelebilir mi?! Böyle bir durum ortaya çıktığında Türkiye’deki Abhaz
aydınları bunu nasıl değerlendirir? Rusça, Abhazya’da ortak anlaşma dilidir. Bu
doğrudur. Abhazcanın yaygınlaşmasıyla birlikte, bunu Abhazyalı Ermeniler nasıl
algılar? Hiçbir dönemde destek alamayan Megrelcenin Abhazya’daki durumu ne
olacak? Orası Abhazya’dır, herkes Abhazca konuşacak, gibi bir yaklaşım mı
sergileyecekler? Ya da Gürcistan’da Moskova’nın çizgisine uygun, geçmişteki
hataları tamir edici kalıcı bir anlayış ortaya çıkar ve etkili ve kalıcı
olursa; Megreller tekrar Abhazya’ya döndüğünde, Abhazya içinde Abhazya ve Gürcistan Megrellerinin
birlikte özerk bir yapıda temsil edilecekleri bir Gürcistan Federasyonu’na
dahil olma yolunda adımlar atarsa, Türkiye’deki Abhaz aydınları bu konuya nasıl
bakacak?
Yarın; Ermenilerin
yaşadığı bölge, Cavakheti, Ermenistan ile birleşmek isteyebilir, böyle bir
durumda Türkiye’deki Gürcü aydınları ne düşünür? Acaristan’da yaşayan Müslüman
Gürcülerin ciddî sorunları olduğu biliniyor? Temel ibadetlerini yerine
getirmede ciddî sorunlarının bulunduğu basına yansıyor. Bu konuda Türkiye’deki
Gürcü aydınları ne gibi bir projeksiyona sahiptir? Yarın; Megreller kültürel-
dilsel, bölgesel siyasî haklar için çalışmaya başlasalar, bu durumu nasıl
değerlendirecekler? Yine Rusların böl-yönet politikalarıyla durumu açıklamaya
mı çalışacaklar.
1994’teki Abhazya gezimiz
konusunda kısa bir not: Ben ve Mehmet Yavuz Türköz, Abhazya’daki bulunduğumuz
sırada tecrit edildik. Zaman zaman şaka yollu da olsa, ima yollu Gürcü ve Türk
ajanı suçlamalarına muhatap olduğumuzu belirtmeliyim.
Gürcistan’da eksen değişikliğinin işaretleri: Zviad
Gamsakhurdia ile Richard Nixon (Tiflis,1991Y.)
Nevzat Kaya:
Megreller için Gürcistan yönetimlerinden
beklentilerinizi ifade eder misiniz?
Ali İhsan Aksamaz:
Geleceğin nasıl şekilleceğine, Abhazya’nın da,
Güney Osetya’nın da, kovulan Abhazya Megrellerinin tekrar Abhazya’ya dönmesi
konusu da, Megrellerin dilsel- bölgesel haklara kavuşması da, Cavakheti konusu
da, Acaristan Müslümanların durumu da, Gürcistan’da ve Türkiye’de yaşayan
Lazların geleceği de, Türkiye Müslüman Gürcülerinin geleceği de Tiflis’in
izleyeceği doğru ve yanlış politikalara bağlı. 1990’ların başında Tiflis yanlış
politikalar izledi. Bugün Abhazya da Güney Osetya da Gürcistan sınırları içinde
değil. Eğer akıllı politikalar izlenseydi, Abhazya’dan 200 bin insanımız onur
kırıcı bir şekilde göç etmek zorunda kalmazdı.
1994’de Abhazya’ya
gittiğimi söylemiştim. 2005 yılında da Gürcistan’a gittim. Sanırım 2004
yılında, Gürcistan Lazlarına yönelik Lazca yayın yapan, ancak yayınları
Türkiye’den de izlenebilen Radio Kolkha’nın redaktörü Mikhael Labazde ile
internet üzerinden yazışmaya başladım. Radio Kolkha’nın Lazca yayınlarını
önemsiyordum; ayrıca sayısız geleneksel Laz şarkısını ve yenilerini çağın
gereklerine göre hazırlatıyor ve yayınlatıyorlardı. Bunu önemsedim, çünkü Gürcistan
tarihinde, Gürcü Resmî İdeolojisinin davranışlarının dışında bir gelişmeydi.
Mikhail Labadze, Radio Kolkha adına 2004 yılında, Kolkhoba Festivali için beni Gürcistan’a
davet etti; gitmedim. Ancak bir yıl boyunca yazışmamız devam etti. İnternet
üzerinden Lazca olarak yazışıyorduk.
Bazen bir bazen iki sayfa Lazca mektuplar gönderdiğimiz oluyordu
birbirimize. Benim için yeni bir başlangıçtı bu.
Nihayet 2005 yılında,
hasta ve yaşlı olmasına rağmen, çok istekli olduğu için Yılmaz Avcı’yı da
yanıma katarak Sarp Sınır Kapısından Gürcistan’a giriş yaptım. Bu konuda Yılmaz
Avcı kendi izlenimlerini yazdı. İnternette yayınladı. Okumuşsunuzdur.
Okumamışsanız Yılmaz Avcı’nın o makalesini bulur size gönderirim.
Dediğim gibi, 2005
Ağustos’unun son haftasıydı sanırım, Gürcistan’a gittim. Sınırda bizi
karşılayanlar arasında Mikhael Labadze’nin yanında Giorgi Andriadze de vardı.
Her ikisini de aynı yıl Yaz öncesinde İstanbul’a geldiklerinde tanımıştım. Yaşa
Tandilava da Mikhael Labadze ve Giorgi Andriadze ile beraberdi. Büyükçe bir
araçla Sarpi’den yola çıktık. İstikametimiz Tiflis’ti. Burada yolculuğu,
karşılaştıklarımı, duygu ve düşüncelerimi anlatmayacağım. Bunun yeri değil.
Tiflis’te Radio Kolkha’da benden Lazca bir röportaj aldılar. Patrik Hazretleri
İlia Meore ile görüştürdüler. Parlamentonun muhalif milletvekillerinin toplantı
salonuna da götürüldük. Tekrar Sarpi’ye döndük. Kolkhoba Festivali’ne katıldık.
Ben burada Gürcistan’ın
ekonomik hayatına ilişkin gözlemlerimi anlatmak isterim. Gürcistan’da ekonomik
hayat yok gibiydi. İzlediğimiz yol boyunca terkedilmiş fabrikalar dikkatimi
çekti; demir yığınları. Eskiden canlı bir ekonomik hayat, üretim ve hayat
olduğunun belirtisi terk edilmiş fabrikalar, okulları gördüm. Bunların Kiril
alfabesiye yazılmış tabelaları artık güneşten solmuştu. Sovyet ekonomik hayatı
içinde ancak işlevsel olduğu görülen bir ekonominin artık işleyemediği
anlaşılıyordu. Yalnızca ekonomik hayatın yokluğu değil, Gürcistan’dan göçmek
zorunda kalan başta Ruslar olmak üzere diğer Millîyetlerden halkların da
yokluğu hissediliyor. Sovyetlerin desteklediği ekonominin çökmesi, Abhazya ve
Güney Osetya Savaşları’ndaki yıkımlar ve Abhazya’dan kovulan insanların Gürcistan’a
sığınmasıyla daha da bozulan ekonomik hayat. Bütün bunlar en başta dikkatimi
çekti. Aslında 2005 Ağustosu’nda Gürcistan’a iki giriş-çıkış yaptım.
İkincisinde yoğun yağmur sebebiyle bir geceyi Sarpi’de geçirmek zorunda kaldım.
Gürcistan’a en son 2006
yılında gittim. Bu kez esas olarak Batum ve çevresini gördüm. Ancak Batum ve
çevresindeki imar ve turizm yatırımlarına rağmen, insanlar fakirdi, alım
güçleri çok düşüktü; hâlâ Sovyetler Birliği dönemindeki günlerini özlüyorlardı.
İstanbul’da, Artvin’de, Rize’de, Sapanca’da, Yalova’da ve İzmit’te karşılaştığım Gürcistan vatandaşlarının
hallerinden de gördüğüm, anlattıklarından da öğrendiğim ve Gürcistan
ziyaretlerinde halkta da gözlemlediğim, duyduğum Gürcistan’da ekonomik
hayatının düzgün olmadığı yönünde. Ekonomik hayatın en eski kalemi küçük
ticaretle hayatın dönmesi mümkün değil. Bakın, hep söylediğime geliyoruz,
ekonomik hayat birliği olmadan kapitalizm gelişmez. Bu Gürcistan için 1917’de
de, 1918-1921’de de, 1921-1991’de de böyleydi. Bugün de böyle. Kapitalizm
gelişmeden, sanayi olmadan ulus olunmaz, Sovyetlerin desteğiyle Gürcistan devlet
oldu, Moskova’dan aldığı destekle devlet olmanın bütün yapılarını belki
oluşturdu, dilini geliştirdi ve yaygınlaştırdı; ama henüz ulus olamadı.
Eğer Gamsakhurdia,
Saakaşvili türü politikacıların izledikleri ve NATO ve ABD’yi Rusya
Federasyonu’nun dibine sokma politikalarına devam edilirse Gürcistan’ı çok daha
kötü günlerin beklediği açık. Sarp Sınır Kapısının yakınına, o yeni caminin
önüne oturun ve bakın; Türkiye’den kaç dolu tır Gürcistan’a geçiş yapıyor, bu
geçişler olmasa Gürcistan ne yapar. Veya Ermenistan ile bir sınır kapısı
açılsa, bu durum Gürcistan’ı nasıl etkiler?! Gerçekçi olmak lazım, kaba
Millîyetçi söylemlerle konuya yaklaşmak kimseye hayır getirmez.
Gürcistan’ın Ermenileriyle
de, Ermenistan’la da iyi ilişkilerinin olması lazım. Azerbaycan’la da öyle. Gürcistan,
Müslümanlarıyla da barışmalı, onların en temel ibadetlerini yerine getirmeleri
konusunda engelleyici değil, kolaylık sağlayıcı olmalıdır.
Zaman değişti. Ulus
bilinci oluşturmak için, Osmanlı Ülkesi’nden kopan Hıristiyan bölgelerin uluslaşma
ve devletleşmedeki ilk aşama olan Müslümanlığa ve onu temsil ettiği düşünülen
Osmanlı Ülkesine, Türkçe ve Türklüğe söverek ilerleme dönemi bitti; günümüzde
bu anlayış yürütülemez; yürütülmemeli. Bunlar 19. Yüzyılın, 20. yüzyılın
başlarının söylemleri; bunları bırakmak lazım. İyi bir Gürcü, her zaman
Hıristiyan olandır, söylemi yanlıştır. Hem Ulus nedir?! Elli tanımı olabilir.
Ayrıca Gürcistan’ı Türkiye veya Rusya ile kıyaslamak da yanlış. Gerçekçi olmak
lazım.
Ben, Abhazya ve Gürcistan
ziyaretlerimden kısaca şunu öğrendim: Halk hep acı çekiyor. Kaba Milliyetçilik
kötüdür. Ben arkadaşlara öneririm: youtube’ye girsinler, “Abkhazia, Sokhum/i”
vb yazsınlar ve karşılarına çıkan savaş ve çatışma görüntülerine, ölen
insanlara, yerlerinden edilen insanlara bir baksınlar.
Türkiye Lazları açısından önemli bir milât: “Lazlar’ın Tarihi”nin
yayınlanması
Gürcistan’ıın gördüğü
acılar beni üzdü ve üzüyor. Türkiye’deki kimi Gürcü aydınları, Mikhael
Saakaşvili’nin yanlış politikalarını onaylamak anlamına gelen tutum ve
davranışlardan kaçınmalıdır.Yarın, öbür gün ABD ekseninden daha uzakta bir
anlayış Gürcistan’da iktidar olduğunda
açıkta kalırlar. Ayrıca Lazlara, Gürcü; Lazcaya da üç beş ağızı olan, bozulmuş
ama ve Gürcücenin diyalektidir söyleminden vazgeçsinler. Türkiye’de kendi
kimliklerini yaşatmanın yollarını bulsunlar. Rus konsolosluğu önünde protesto
yarışları yapmakla Türkiye’de Gürcü kimliği yaşamaz; ancak birileri bir
yerlerden aferin alır! Mikhael Saakaşvili’nin politikaları yanlıştır;
muhalefete gösterilerde ne yaptığını görmediniz mi?!
Nevzat Kaya: “Doğu Karadeniz’de Resmî İdeolojiler
Kuşatması” adlı kitabınızda Gürcü camiasından bazı unsurlara yönelik
eleştirilerinizin olduğunu biliyoruz. Bu konuda neler söyleyebilirsiniz?
Ali İhsan Aksamaz:
Evet. Aslında doğrusunu söylemek gerekirse. Politikaya yabancı değilim. İlk
gençlik yıllarımızdan itibaren memleket ve millet meselelerine kafa yorduk, bir
bütün olarak, bu ülkede yaşayan bir insan, bir aydın olarak. Böyle yetiştik.
Yurtseverlik bizim iliklerimize kadar işlemişti. Vatan ve bayrak sevgisi ile büyüdük;
memleket ve insan sevgisiyle büyüdük. Bu özelliklerimiz bizi çalmamaya,
çırpmamaya, hak yemememeye, yalan söylememeye, dürüst, namuslu, paylaşımcı ve
fedakar olmaya yöneltti. Ancak bayrak ve vatan ile emek ve emekdaşlığın
birbirine zıt olmadığını bize kavratan bir ocakta yetiştik. Bir
yurtseverliğimiz vardı, bu sınırlara yönelik hassasiyetimiz vardı. Böyle bir
ortamda yetişmiş ve böyle bir ruh haline sahip bir kişi olarak Türk olmakla,
Laz olmak bende hiçbir çelişki oluşturmuyordu. Zaten ben bir melezdim; belki
ondandır! Lazcaya yabancı değildim; aşinaydım. Lazcaya ilgi duyuyordum,
öğrenmeye çalışıyordum. Babamdan kelimeler, cümleler öğrenir, onlarla cümleler
kurup kendimi ifade etmeye çalışırdım memleketten gelen akrabalara. Kendime
göre Lazca-Türkçe karşılaştırmalı sözlükler hazırlardım; öğrenirdim. Bütün bunlar yirmili yaşlarıma kadar
böyleydi. Laz olmayı Türk olmaya zıt bir şey görmediğim gibi, Lazca bilmeyi,
öğrenmeyi de Türkçeye zıt bir davranış olarak görmüyordum. Daha doğrusu böyle
bir zıtlık olabileceği hiç aklıma gelmiyordu.
Muhammet Vanilişi ve Ali Tandilava’nın ta
1960’larda, Tiflis’te yayınlanan “Lazların Tarihi” adlı eserlerinin Hayri
Hayrioğlu tarafından çıkan Türkçe versiyonunu okuduktan sonra, çok sarsıldım. O
kitapla birlikte, önce kendim için araştırmaya başladım. Aslında öğrendiklerim;
bana, Lazların Gürcü olmadıklarını gösteriyordu. Bu sebeple o kitabın, benim
gözümde o anlamda bir değeri yoktu.
Hayri Hayrioğlu’nun çevirdiği kitap çelişkilerle
doluydu; dipnotları, kaynakları yoktu. Bir yandan, Lazlar Gürcü’dür, diyordu,
öte yandan Gürcüleşmiş Lazlar ve esas Gürcülerden bahsediyordu. Lazcaya da
Gürcücenin lehçesi deniyordu. Bu da doğru değildi. Gürcü arkadaşımın Gürcücesi,
Lazcanın nasıl lehçesi değilseydi, Lazca da Gürcücenin lehçesi değildi. Bu
kesindi. Lazlar Gürcü değildi Lazca da Gürcüce değildi. Aslında konu kapanmıştı
benim için. Kitabı bir kenara bıraktım. Kuşkusuz o kitaptan öğrendiklerim de
olmuştu.
Basında Laz Enstitüsü kurulacağına ilişkin bazı
haberlerde çıkmaya başlamıştı. Bunun üzerine bir süre sonra tekrar kitabı elime
aldım ve okumaya başladım. Kitabın kendi içinde onlarca çelişkisini buldum.
Kitabın tercümanı Hayri Hayrioğlu ile bağlantı kuracaktım. O zamanlar Aydınlık
Gazetesinde Çalışan Meriç Özeller adlı bir arkadaşın yardımıyla Hayri
Hayrioğlu’nun adres ve telefon numarasına ulaştım. Sonunda da Hayri Hayrioğlu
ile telefonla bağlantı kurdum. Mektuplaşmaya başladık. Bana öyle makaleler, öyle
broşürler gönderiyordu ki, çevirdiği “Lazların Tarihi” adlı kitapta, Lazların
Gürcü; Lazcanın Gürcücenin lehçesi olduğu tezlerini çürüten bilgilere onlardan
da ulaşıyordum. Artık bu bireysel tatmin konusunu aşmıştı. Araştıracak ve
başkalarıyla da paylaşacaktım. Hatta bunu kendisine de yazdım. Benim yazma
serüvenim böyle başladı işte. Resmî Gürcü tezlerini eleştirdiğim her makalede,
bizzat Gürcü kaynaklarını kullandım, onlardan faydalandım. Yazdıklarımın altına
bugün de imzamı atıyorum. Hayatta çekindiğim tek şey, yanlış ve hata yapmaktır.
Kimseye kimlik empoze etmedim. Gürcü Gürcüdür, Laz Lazdır; Abaza Abazadır.
Nevzat Kaya:
Geçmişte Gürcü camiasıyla ilişkilerinizde yeterli diyalog zeminlerini
bulabildiniz mi?
Ali İhsan
Aksamaz: Dediğim gibi,
Gürcü aydınlarından ilk tanıdığım ve yazıştığım kişi Hayri Hayrioğlu’dur. Sık
sık telefonda uzun uzun konuşurdum kendisiyle. Mektuplaşıyorduk da. Bana
gönderdiği mektuplarını hâlâ özenle saklarım. İstanbul’da birkaç kez, İnegöl’de
de bir kez görüştük. İberya Özkan ve Osman Nuri Mercan’ı tanıdım. Bir keresinde
Ahmet Hulusi Kırım ile beraber Osman Nuri Mercan’ın bundan önceki ofisine de
gitmiş; kendisiyle görüşmüştük. Ender Arın Kurt, Fahrettin Çiloğlu, Tufan Şafak
Yüksel, Gaffar Yılmaz’ı da tanıdım.
Fazlı Kaya
ile 1993 yılında Ogni Dergisinin Aksaray’daki bürosunda tanıştım. Mustafa
Yakut’u tanıdım; 1998’deki Yalova Kitap Fuarında kendisi ve eşiyle epey fikir
alış verişinde bulunduk. Beni Lazların Gürcü olduğu konusunda ikna edemedi.
Ancak o beni izlemeye, soruşturmaya hep devam etti. Ama ben de onun beni hep
izlediğini ve soruştumaya devam ettiğini bir şekilde hep öğrendim. Gürcü aydını
dediğimiz insanlar; dünü, bugünü, dünyayı kavrayamıyorlar, yaşadıkları ülkede
kimliklerinin mücadelesini yapmak yerine Lazların Gürcü, Lazcanın da Gürcücenin
lehçesi olduğu tezlerini günde beş vakit tekrarlayıp duruyorlar. Zviad
Gamsakhurdia’yı da destekliyorlardı, Erdvard Şevardnadze’yi de Mikheil
Saakaşvili’yi de. Günü, bölgeyi, şartları, Sovyetler Birliği ve Türkiye
faktörlerini kavramıyorlar.
Benim Gürcü aydınlarıyla diyalogumu soruyorsunuz.
Ben bir aydınım. Dünyayı, bölgeyi, çevremi kavramaya, öğrenmeye, algılamaya
çalışırım. Olay, olgu ve süreçleri anlayıp değerlendirmeye çalışırım. Somut
durumun somut tahlininin yapılması gerektiğine inanırım. Okurum, araştırırım,
paylaşırım. Ben bu ülkede yaşıyorum, ayağımı bu topraklara basarak hak
mücadelesi yaparım. Davulu boynuna takıp tokmakçı arayanlardan değilim. Gürcü
aydını dediklerimiz bugüne kadar bilindik tezleri tekrarlamaktan öte bir şey
yapmadılar. Bu anlamda onlara
eleştirilerimiz oldu. Hep sessiz kaldılar; elitist davrandılar, Türkiye’de
yaşayan Gürcülerin kimlik mücadelesiyle ilgilenmedikleri için fikir
üretmediler. Böyle olunca da onlarla şekli olmaktan öte ilişkim olmadı. Hatalarını anlarlar, kendilerini yenilerlerse
tabi ki diyalog gelişir. Neden olmasın?! Bu aktarmacı ve elitist duruşlarıyla
kimseye bir faydaları olmaz. Ümit ederim yanlış yolda olanlar, en kısa zamanda
olmaları gereken yerde dururlar.
“Çveneburi Dergisi” bürosunda: Ali İhsan Aksamaz, Osman Nuri Mercan (2005 Y.)
Osman Nuri Mercan, Lazca Gazete “Ağani Muru3xi” ve “Lazlar- Lazca/ Laz Kimliği”
adlı kitabı incelerken (2013 Y.)
Nevzat Kaya:
Ayrıca size yönelik, bu kitabınızdan
dolayı bizim haksız bulduğumuz yaklaşımlar söz konusu, bunlarla ilgili neler
söyleyebilirsiniz?
Ali İhsan Aksamaz:
Bugüne kadar benim yazdıklarıma cepheden eleştiri getiren kimseyi görmedim.
Dedikoduları dikkate almam. Ancak geçen (2010) sene Ahmet Özkan Melaşvili’yi
anma toplantısında, sizin düzenlediğiniz toplantıda, yaşananları biliyorsunuz;
yazışmalara da yansıdı. Sırrı Öztürk ile Osman Nuri Mercan ve Mustafa
Yakut’un arasındaki dialogları biliyorsunuz. Osman Nuri Mercan daha sonra
şahsıma yönelik bir şey söylemediğini belirtti. Yine Osman Nuri Mercan,
Çveneburi Dergisinin 34. Sayısında şahsıma yönelik saldırıda
bulundu, 35. Sayıda özür diledi. Erdal Küçük, 2004’te, Fatih’te Gaffar Yılmaz
ve Buba Kudava’nın da bulunduğu bir ortamda şahsımı aşağılayan bir şekilde, Megrelleri
Gürcüleştirdik sıra Türkiye’deki Lazlarda, diyecek kadar ileri gitti; hak
ettiği cevabını alınca suratının rengi kırmızının en açık tonundan en koyu
tonuna kadar renkten renge girdi. Birileri kulağını çekmiş olmalı ki, hemen
sonra üç defa telefonla arayarak özür üzerine özür dilemenin yollarını bulmaya
çalıştı. Belden aşağı saldırılara alışığım. Onları söyleyenler de söyledikleri
de unutulur. Haklı bir mücadelenin neferi olmak, besleme olmamak, yazmak ve
altına adını açabilmek onurlu bir yoldur.
Nevzat
Kaya: Akraba halk olan Gürcü ve Laz halklarının Türkiye’de daha
yakınlaşması için neler yapılmalıdır?
Ali İhsan Aksamaz:
Öncelikle Laz aydınlarının da Gürcü aydınlarının da kendi somut
gerçekliklerinden hareketle bir duruşa sahip olmaları ve kimlik mücadelesi
yapmaları gerekir. Bunu yaptıkları zaman, zaten yakınlaşacaklardır. Önce
başkası değil, kendileri olmalıdırlar.
Gürcülerin ve Lazların bir arada olması çok iyi olurdu. Ancak bunun,
Gürcü Resmî Tezlerinin Laz aydınları tarafından kabul etmeleriyle
gerçekleşmeyeceğini bilmeniz lazım. Kimi Gürcü aydınlarının elitist, vitrinlere
oynayan ve aktarıcı rollerini terk etmeleri lazım. Madem bu ülkede yaşıyoruz,
madem bu ülkenin aydınlarıyız, bu ülkede kimlik mücadelesi yapmamız gerekiyor.
Yukarıda söyledim; boynuna davul asıp tokmakçı arayanlarla yürünecek yol olmaz.
Laz yok, Gürcü; Megrel yok, Gürcü; Svan yok, Gürcü; Abhazlar ve Osetler Rus
uşağı; Gürcü Müslüman olmaz; Rusya düşman. Bu kafa yapısıyla ilerleme olmaz.
Türkiye’deki Gürcü aydınları kendilerini yenilememeliler; somut durumun, somut
tahlilinden hareketle ilerleyebilirler; ayakları bu topraklara basmalı. Aslında
Lazlar ve Gürcüler birbirine çok yakın. Yakınlaşması gereken Gürcü aydınlardır;
elitist takılmaya son vermelidirler.
Nevzat Kaya: Şu aralar yaptığınız
çalışmalardan bahseder misiniz?
Ali İhsan Aksamaz:
Şu sıralar, daha önceden kaleme aldığım notlarımı derleyip topluyorum. Görsel
malzemeleri toparlıyorum. Anılarımı yazmaya başladım. Bu röportajda açıklamak
istemediğim bir çok şeyi orada yazacağım. Türkçe ve Lazca olacak. Ne zaman
biter?! Bilemiyorum.
Nevzat Kaya:
Ayrıca Laz kültürü ve dili üzerine neler
yapılması gerekir ve siz neler yapmayı düşünüyorsunuz?
Ali İhsan Aksamaz:
Kimlik kolektif bir konu; kolektif çalışmayı gerektirir. Kimliğin en önemli
unsuru dildir; Lazcadır. Lazca yazmak gerekir. Lazca konuşmak gerekir. Lazca
konuşan ve yazan kişilerin sayısının artması gerekir. Lazca radyo programları
yapmak gerekir. Sınıflara göre, Lazca ders kitaplarını hazırlamak gerekir. Laz
aydınlarının bir araya ilkeler etrafında gelmeleri gerekir; bölünmemeleri
gerekir. Dil; Lazca önemli. Ancak 21. Yüzyılın Lazcasını, kent hayatının
Lazcasını inşa etmek gerekir; bu da Lazca makale, hikaye, roman, tiyatro eseri
yazmak ve onların okunmasını yaygınlaştırmakla olur. Lazca Radyo programı
önemli.
Nevzat Kaya:
Gürcü camiasına uzak olmadığınızı
biliyoruz. Bu noktada Türkiyeli Gürcülerin geçmişten bugüne durumunu nasıl
gözlemliyorsunuz?
Ali İhsan Aksamaz:
İlk tanıdığım Gürcü aydını, dediğim gibi, Hayri Hayrioğlu’dur. Entelektüel
boyutu derinlikli biri değildi. Kartli Gürcücesine çok derinlemesine hakim
değildi. Köyünde konuştuğu dilin, bir devletin de dili olduğunu öğrenince çok
şaşırmış. Türkiye’deki resmî ideolojiden çok etkilenmiş ruhi şekillenmesinde.
Diğerleriyle kıyasladığımda, arkadan değil insanın yüzüne konuşan biriydi.
Abhazya’ya gitmeme çok içerlemişti. Hayri Hayrioğlu’na Gürcü aydınlarının
haksızlık yaptığını düşünüyorum. Ahmet Özkan Melaşvili, Gürcüler için ne ise,
Hayri Hayrioğlu da odur. Ahmet Özkan Melaşvili’yi bayraklaştırmak Hayri
Hayrioğlu’nu anmamak Gürcü aydınlarının ayıplarından birisidir. Ahmet Özkan
Melaşvili’nin makalelerini, söyleşileri, mektuplarını bir araya getirmek, kitap
olarak yayınlamak gerekir. Aynı şeyi Hayri Hayrioğlu için de yapmak lazım.
Benim bilemediğim, diğerleri varsa, onlar için de aynı şeyi yapmak gerekir.
Ahmet Özkan Melaşviliyi, hiçbir şey yapmadan mezarı başında anmak, onun
gölgesinde yer kapmak gibi bir şey. Ben
Ahmet Özkan Melaşvili’yi şahsen tanımadım. Katledildiğinin haberini Aydınlık
Gazetesinde okumuştum o tarihte.
Tabii Gürcü Kültür Merkezi’ni ve yaptıklarını
önemsiyorum. Gürcü Kültür Merkezi’nde, biliyorsunuz, üç ay da Gürcüce kursuna
katıldım. İlginç tanıklıklarım oldu. Gürcü Kültür Merkezi, kendisini
somutlaştırmalıdır; nerede duracağına
karar vermelidir. Olay, olgu ve süreçlere objektif olarak bakılmalıdır. Gürcistan’ın
politikacılarından uzak durmak gerekir; ikircilikli davranışlar dost için de,
düşman için de tehlikelidir; nerede durduğunuzu bilemezler.
Nevzat
Kaya: Varsa Gürcü camiasından unsurlarla ilgili anılarınızı almak isteriz.
Ali İhsan Aksamaz:
Aktarayım. Yıl yanılmıyorsam 1994. İstanbul İnsan Hakları Derneği’ndeyiz. Bir
akşam üstü. Fahrettin Çiloğlu, Gürcüleri anlatıyor. Ahmet Hulusi Kırım,
Memedali Barış Beşli, İsmail Avcı, rahmetli Yüksel Yılmaz, rahmetli Mehmet
Yavuz Türköz, ben; Osman Nuri Mercan, Tufan Şafak Yüksel, Gaffar Yılmaz ve
diğerleri can kulağıyla dinliyoruz. Kürtlerden biri, Gürcülerin Türk olup
olmadıklarını sordu. Fahrettin Çiloğlu kızardı bozardı. Gürcü kökenli Türk
vatandaşı olduklarını söyledi. Yanımda oturan ve kim olduğunu hiç bilmediğim,
ancak Gürcü olduğunu önceden rahatlıkla belirtmiş olan birisi de aynı yönde
laflar etti ıkına sıkına. Oysa aynı kişi, on dakika kadar önce hiç ıkınmadan
sıkınmadan ve de sıkılmadan Lazların Gürcü olduğunu göğsünü gere gere bir
çırpıda söyleyebilmişti.
Türk vatandaşlığına geçmiş Gürcü bir bayan
tanıdım. 1993’te Abhazya’dan ayrılarak Gürcistan’a
yerleşmek zorunda kalan Megrelleri, Gürcüce bilmedikleri; Megrelce ve Rusça
konuştukları için kızıyor, küçümsüyor ve hor görüyordu.
Yıllar önce siyasî sebeplerle Gürcistan’a sığınmış
Türkiyeli bir Gürcü, biz Laz aydınlarının kimlik mücadelesini çok romantik özlü
ve geleceği olmayan bir çaba olarak küçümsemişti.
Hayri Hayrioğlu’na da sahip çıkılmalıdır
Nevzat Kaya: Gürcü ve Laz kardeşliği noktasında Türkiyeli
Gürcülere hangi mesajları vermek istersiniz?
Ali İhsan Aksamaz:
Ben Gürcülerin Laz; Lazların da Gürcü
olduğunu değil; Lazların Laz; Gürcülerin Gürcü olduklarını söyleyenlerdenim.
Ancak Gürcülerin ve Lazların kardeş olduklarına inananlardanım. Doğrusu da
budur. Türkiye’de hem Gürcülerin hem de Lazların kimlik sorunu vardır. Lazlar
için Lazca, Gürcüler için Gürcüce kimlikleridir. Lazların ve Gürcülerin
aydınları dillerine sahip çıkmalıdır. Ben Laz ve Gürcü aydınlarının birlikte
hareket etmeleri gerektiğini ve bunun da nasıl olacağını İberya Özkan’a da
Osman Nuri Mercan’a da defalarca anlattım. Bu işin dayatmacılıkla ve elitist
hareket etmekle olamayacağını anlamış olmaları gerekirdi.
Nevzat Kaya:
Bütün bunların dışında bizimle başka
paylaşmak istedikleriniz varsa, alabilir miyiz?
Ali İhsan Aksamaz:
Burjuva resmî ideolojilerin ve resmî
tarih tezlerinin palavralarıyla dünü ve bugünü anlamak ve yarını kucaklamak
mümkün değildir. Gündelik hayat içinde kaybolanlara; yemek, içmek, fiyaka
yapmak dışında dertleri olmayanlara sözüm yok. Geleceğe ilişkin kaygı duyanlara
elbette diyeceklerim var; bugünü yaşamak, yarına hazırlanmak gerekir. Dünü,
bugünü ve yarını anlamak için doğru bilgi sahibi olmak önemlidir. Öğrenmek
insanı güçlü kılar. Bu da somut durumdan hareketle mücadele biçimleri
geliştirmemize imkân sağlar.
Türkiye’deki Laz ve Gürcü aydınların kendi
kimlikleri olan Lazca ve Gürcüceyi Türkçe ile birlikte sahiplenmeleri ne kadar
doğruysa, Gürcistan’daki Megrel ve Svanların da Megrelce ve Svancayı Gürcüce
ile birlikte sahiplenmeleri o kadar doğrudur. Zaten dünyanın gittiği yer de
yerel dil ve kimliklerin yaşatılması yönündedir.
Zaman ayırdığınız, beni dinlediğiniz ve duygu ve
düşüncelerimi de okuyucularınızla paylaşacağınız için sizlere teşekkür
ediyorum. (16 IV 2011)
Nevzat Kaya:
Demokratik Gürcüler Platformu olarak esas biz, size düşüncelerinizi bizimle
paylaştığınız için teşekkür ederiz.
+
Kaynak: Ali İhsan Aksamaz, “Laz Aydınları ve Sorumluluk”, Sorun
Yayınları, İstanbul, 2011 (İlk yayınlandığı yayın organı: FB/ Meta; Demokrat
Gürcüler Platformu, 23 IV 2011)
http://www.circassiancenter.com/tr/demokratik-gurculer-platformundan-nevzat-kayanin-roportaji/
http://www.circassiancenter.com/tr/ahmet-ozkan-melasvili-ve-hayri-hayriogluyu-andik/
http://www.circassiancenter.com/tr/kimlik-mucadelesi-ve-bazi-gurcu-aydinlari-uzerine-notlar/