18 Şubat 2025 Salı

“Her dil kendi konuşurlarının ihtiyaçlarını karşılayacak kadar gelişkindir!”

 

 

 


 

 

Her dil kendi konuşurlarının ihtiyaçlarını karşılayacak kadar gelişkindir!”

 

 

[Ön açıklama: Bugünkü misafirim Güngör Şenkal. Kendisini sayfamıza ikinci defa misafir ettim. Bu defa daha biraz farklı bir konuyu çeşitli yönleriyle derinlemesine konuştuk. Bu söyleşimizde “ana dili”,  “ana dili” konusunun Türkiye’de nasıl anlaşıldığı, yüz yıl önceki ve bugünkü “ana dili” gerçeği,” ana dili” sorununun günümüzde çözümü, “ana dili” aktivisti aydınların birbirleriyle olmayan ilişkileri, “ana dili öğretimi/ “ana dili”nde eğitim, UNESCO’nun “Ana Dili Günü” ve benzeri konuları konuştuk. “UNESCO’nun 2025’teki Ana Dili Günü” öncesi fikir jimnastiği yaptık.]

Ali İhsan Aksamaz: İlk söyleşimizin üzerinden tam dört yıl geçmiş. Dün yaptığımız ön görüşmemizde yeni bir derleme çalışması yaptığınızdan bahsetmiştiniz. Sakıncası yoksa bu yeni derleme çalışmanızdan bahseder misiniz? Bu yeni çalışmanız da ilk iki çalışmanızın formatında mı olacak? Sizi bu yeni çalışmayı yapmaya iten sebeplerden de bahseder misiniz?

Güngör Şenkal: Sizinle dört yıl sonra dil üzerine yine söyleşmek keyifli. Bu sıra,

karşılaştırmalı sözlük çalışmalarıma bir başka bölge ile devam ediyorum. Bu kez Marmara bölgesi dillerini çalışıyorum. Formatta bir değişiklik yok. Bölge ve diller değişti sadece. Bu tür çalışmalarda ana motivasyonum, Türkiyeˈde Türkçenin dışında konuşulan dilleri görünür hale getirmek. Konu edilen diller, en azından bazıları, yok olmaya bırakılmış. Ölümleri beklenmekte. Dillerin insanlığın kültür varlığı içindeki değeri bilindiğinde, bunun nasıl bir kıyım olduğu daha iyi anlaşılır. İnkara karşı inatla varlık mücadelesi veren diller için ˈevet, buradalarˈ diyorum.

 

Ali İhsan Aksamaz: Bu alandaki ilk çalışmanız 2015 yılında yayınlandı; “Doğu ve Güneydoğu Anadolu Dilleri Karşılaştırmalı Sözlüğü” başlığını taşıyor. “Doğu Karadeniz Dilleri Karşılaştırmalı Sözlüğü” başlıklı diğer çalışmanız ise 2021 yılında okuyucusuyla buluştu. Bu iki çalışmanızın geri dönüşleri nasıl oldu? Bu çalışmalarınızın hedef kitle tarafından sahiplenildiğini düşünüyor musunuz? Basın- yayın dünyası, bu çalışmalarınıza sahip çıktı mı? Bu kitaplarınızın tanıtımları yapıldı mı? Sizinle söyleşi yapan gazeteciler oldu mu? “Ana dili” aktivisti aydınlar, “Bu adam da nereden çıktı? Dalgamıza neden taş atıyor!” tavrında oldular mı? Aralarında sizinle dostça bağlantı kuranlar da oldu mu? Antrparantez belirtmek isterim, bizde son dönem “aktivist” ifadesi bana hep itici geldi. Bu söyleşimiz de ana dili ifadesini hep parantez içinde kullanıyorum. Bu iki çalışmayı yapmaktaki amacınız neydi?

Güngör Şenkal: Çalışmalarımın hedef kitlesi, doğal olarak, dilcilerin, dilbilimcilerin de içinde olduğu, dile/dillere ilgi duyan herkestir. Ama gerçekte bunlar kimdir, bunu bilemediğim gibi, sözünü ettiğiniz çalışmaların ilgili kesimle buluşup buluşmadığını da bilemiyorum. O dönemde Türkiye’de yaşamıyordum, bütün bunları takip etme şansım olmadı. Belki aynı nedenle, sorularınızdaki çevrelerin bana ulaşması da mümkün olmadı, olamadı. Belki de istenmedi. Şöyle diyebilirim; birinci çalışmayla ilgili, -hem Türkiye’de hem de Avusturya’da- daha çok etkinlik oldu. Amacına ulaşmış olmasını umuyorum. Bu arada, benim motivasyonumu yükselten geri bildirimler olmadı değil. Türkiye’nin seçkin antropologlarından Sibel Özbudun’un çalışmayı sahiplenmesi dahi, benim açımdan tek başına bir onur kaynağı. Zonguldak’ta çıkan Susma Gazetesi kitabı haber yaptı. Ayrıca, sizin söyleşiyi gönderdiğiniz internet portalleri de. Kitap ise, -en azından ya da şimdilik- TDK ve Mardin Artuklu Üniversitesi Kütüphanesi gibi bazı kütüphanelerde yerini almış görünüyor.  

 

Basın-yayın ve özellikle yayınevleri hakkında maalesef olumlu düşünceler dile getiremeyeceğim. Olumsuz eleştirilerimin yerinin burası olmadığı kanısıyla, sorunuzu geçiştireceğim. Bundan böyle Türkiye’deyim ve çalışmalarımın, emeğimin sonuçlarıyla daha yakından ilgileneceğim.

 

Yukarıda belirttim, burada biraz daha açayım. Türkçenin dışındaki dilleri anadili konuşurları sahiplendiğinde, -oysa bundan daha insani ve daha anlaşılabilir bir durum olamaz- tek tipçi devlet ideolojisi ürünü çevrelerin hışmına uğruyor. Hemen bir takım negatif anlamlı sıfatlarla yaftalanıyor. Ancak anadili Türkçe olan ben, arkadaşımın, komşumun diline sahip çıktığımda, az da olsa tepkinin dozu, biçimi değişiyor. Konuyu siyasi temelden insani temele çekmem kolaylaşıyor; bunu bir kez başardığımızda, bu insani temelin hukuken yasal güvenceli olması gereği konuşulabiliyor. Benim yaptığım samimi bir sahiplenme. Dünyadaki bütün dillerin değerli olduğunu düşünen biri olarak yapmam gerekeni, üzerime düşeni yapıyorum.

 

Ali İhsan Aksamaz: Güncel ilgi ve çalışma alanınızla bağlantılı olarak da sormak istiyorum. “Anadolu’nun kayıp dilleri”yle de ilgileniyor musunuz? Bu alanda da çalışıyor musunuz, çalışmayı düşünüyor musunuz? Meselâ Türkçe ve Rumca öncesi Ege’de o zamanki üretim, mülkiyet, paylaşım ve din ilişki ve iletişimiyle artık ortadan tamamen kalkmış ancak Yabancı Bilim adamlarının çalıştığı “Anadolu’nun kayıp dilleri” alanında da derleme ve/ya araştırma yapmayı düşünüyor musunuz?  

Güngör Şenkal: Sözünü ettiğiniz diller kafamdaki projeler içinde yok. Ayrı bir uzmanlık

alanı. Yakın gelecekte Türkiye’de bir dilin sözlük çalışmasını yapacağım. Hangi dil olduğu bende kalsın. Zaten bunlar birkaç yıllık çalışma; belki daha uzun. Sonra tekrar edebiyata dönmek gibi bir istek var içimde.

 

Ali İhsan Aksamaz: Kelime anlamı olarak,  “ana dili” denilince siz tam olarak nasıl anlıyor ve değerlendiriyorsunuz? Radyo- televizyonlardan duyuyoruz; “ana dili” konusuna pek de olumlu bakmayan bazı aydın ve siyasetçiler, “Adı üstünde, canım, anneden öğrenilen dil. Vaktizamanında annesi öğretseymiş, Devletin “ana dili” öğretmek gibi bir mecburiyeti olmamalı!” diyorlar. Bu reaksiyoner tavır içinde olanların söylemlerine binaen soruyorum. “Ana dili” her zaman kişinin annesinden öğrendiği anlamına gelmiyor. Bir örneği aktarmak istiyorum. Rahmetli Tarık Cemal Kutlu, bir sohbetimizde oğlunu kastederek bana sordu: Babası Çeçen, annesi Çeçen. Babası ve annesi Çeçenceyi çok iyi konuşuyor. Ancak oğlum Çeçence bilmiyor. Şimdi Argun’un “ana dili” Çeçence mi, Türkçe mi? Yine, 1994 yılında   Abhazya’da bir pazar yerinde bir emmi ile karşılaştım; Laz sandım. Lazca birkaç cümle söyledim. Anlamayınca el kol hareketlerime biraz da Türkçe katınca emmi, bana Türkçe cevap verdi. Şaşırdım. Türkçeyi hiç de fena konuşmuyordu. Uzatmayayım, Türkçeyi nereden öğrendiğini sordum. Verdiği cevap şaşırtıcıydı: “Biz Ermeniyiz. Seksen sene önce Erzurum tarafından bu taraflara göç etmişiz. Biz Lazca bilmeyiz. Ermenice de bilmeyiz. Bizim dilimiz Türkçe. Rusçayı da okulda öğrendik.” Siz “ana dili” denilince konuyu nasıl değerlendiriyorsunuz? Kişinin “ana dili”nin her zaman “etnik kimliğini” yansıtmadığı aşikâr değil mi?   

 

Güngör Şenkal: 2011 yılında Bianet’teki, ˈAnadili üzerine birkaç notˈ başlıklı yazımda, bu

konudaki görüşlerimi etraflıca yazmıştım. Kısaca, kişinin edindiği ilk (birincil) dil veya dilleri anadili olarak tanımlıyoruz. Kanımca, bir dilbilim terimi olarak anadili yerine, ilk dil terimi yerleşmeli. Terimin anne orijininden çıkarılması gerekiyor. Sizin, duruma ilişkin verdiğiniz güzel örnekler de bunu doğruluyor. Dilbilim kitaplarının çoğunda dilsel akrabalığın etnik akrabalık anlamına gelmediği yazılıdır. Olabilir de, olmayabilir de. Aralarında olacağına dair bir otomasyon yok.

 

Tanımlar önemli ama, tanımlardaki sapmalar, mecazen söylersek, bir kıyamet durumu, katastrof yaratmaz. Ancak, başkasının anadilini küçümsemek, yok saymak, yok olmaya itmek vb. cürümler bir toplumsal katastrof durumu yaratır.

 

Devletin anadili karşısındaki sorumluluğu? Devletin elbette büyük sorumlulukları var ve tekçi devlet bu sorumluluğunu Türkçe açısından yerine getiriyor. Kendileri lehine getirmediğini düşünenler el yükselttiğinde ise düşmanlaştırılıp devletin baskı çarklarında öğütülüyor. Elverişsiz konumda olan, Türkçenin dışındaki anadilleridir. Bunlar hem devlet, hem prestij dili hem de çevre baskısı altındadır.

 

Sorunuz çerçevesinde, devletin görevlerine birlikte bakalım: İnsan haklarını, kısaca, negatif ve pozitif statü hakları olarak ikiye ayırırsak, eğitim ve öğrenim hakkı (kanımca, anadilinde eğitim hakkının yeri burası) pozitif statü hakkıdır. Pozitif statü haklarına aynı zamanda isteme hakları da denilmektedir. Devletten yapmasını isteyeceğimiz haklardır bunlar. Ekonomik ve sosyal hakların alt başlığı olan kültürel haklar üzerinden bakarsak, orada da eğitim ve kültürel hayata katılma hakkı çerçevesine yerleşir. Kolektif haklar üzerinden bakarsak, hem bireysel hem de kolektif özellikleri olan dilin eğitim hakkının yanında kullanım hakkı da talep konusudur. ˈHalkların haklarıˈ bağlamında da tanınması talep edilebilir. Burada iç ve dış hukuktan yasa maddeleri sıralamak yerine, sözü, konuyu bütün boyutlarıyla açıklayabilecek hukukçulara bırakmayı tercih ederim. Toparlayacak olursak; negatif haklar, devletin yapmaması gerekenleri düzenlerken, pozitif haklar devletin yapması gerekenleri, devletten istenilecekleri düzenler.

 

Ali İhsan Aksamaz: “Ana dili” denilince hemen karşı çıkan reaksiyoner aydın ve siyasetçilerden bazıları Türkçe dışındaki hiçbir “ana dili”nin adına bile duymaya tahammül edemiyor. “TRT- Kürdî”nin başka bir ülkenin kurumu olmadığını akıllarına getiremiyorlar. Bunlar arasından bir kısım aydın ve siyasetçi, “ana dili” denilince yalnızca “Kürtçe”yi anlıyor ve şiddetle karşı çıkıyor. “Tamam; resmî dil, ortak anlaşma dilimiz Türkçe ancak “ana dili” denilince neden yalnızca “Kürtçe”yi anlıyorsunuz? Abazaca da, Çerkesçe de, Çeçence de, Gürcüce de, Lazca da, Boşnakça da, Zazaca da var. Arnavutça da var. Onlar da “ana dili”, onlar da bu Ülke Vatandaşlarının bir kısmının “ana dili” deyince aynı aydın ve siyasetçiler hemen tavırlarını değiştiriyor; “Onlar başka,” diyorlar. Trajikomik ancak sosyolojik gerçeklik böyle. Siz Türkiye’deki bu “ana dili” konusunu siz nasıl değerlendiriyorsunuz?  

 

Güngör Şenkal: Gerçekten çetrefilli bir konu. 1910ˈlardan bu yana düşünürsek, 115 yıldır

ırkçı-Türkçülüğün diri tutulduğu bir coğrafyanın çocuklarıyız. Bununla büyüyen ve bunun tek doğru olduğuna inananlardan da, o toplumun ileri gelenlerinden de daha fazlasını beklemek biraz hayalci oluyor. Karamsarlık yayılsın diye değil, bunu, durumu aşma azmini kışkırtsın diye söylüyorum. Türkiye’de Türkçeden başka bir dilin varlığını kabul etmeyen bir sistemin yetiştirdiği okumuşlardan (bilerek aydın demiyorum), başkalarının anadiline saygı bekleyemeyiz. Eğitimin denetlenemezliği gerçeğinden hareketle, ideolojik kırılmayı başarmış olanları ayrı tutuyorum elbette. Anadili meselesi, devlet ideolojisini arkasına alarak kükreyebileceği bir başka ülkede, diyelim ki Batı Trakyaˈda olsaydı, bu okumuşlar anadili bayraktarı kesilirdi. Ama burada devlet ideolojisini arkasına değil de karşısına alması gerektiği durumlarda, diyelim Çerkeslerin anadili talebinde suspus olurlar. Bu suspus olma hali ya da tahammülsüzlük sadece dile/anadiline değil, bütün toplumsal kesişim noktalarına kadar uzanır.

 

Size bir anımı anlatayım: On yıl kadar önceydi, bir şehirde nostalji yürüyüşüne çıkmıştım. Ara sokakların birinde, bir binanın önünde, omuzlarına astıkları sazlarla bekleyen, tahminen biri on iki diğeri on beş yaşlarında iki gençle karşılaştım. Saz kursuna gidip gitmediklerini sordum. Bu sırada binanın iş yeri tabelalarını okuyordum. Evet, dediler. Tabelalardaki adlardan biri tanıdıktı. Buradaki adı Ahmet olsun. Saz hocanız Ahmet mi? diye sordum. Ahmet zamanında gelmediği için yolda bekliyorlarmış. Selam söyleyin, bir kahve içtikten sonra yanına uğrarım, dedim. Bir saat sonra döndüğümde hâlâ yolda bekliyorlardı. Tekrar konuşmaya başladık. Onlara, Mjora nasıl, şimdi kocaman olmuştur, dedim. Büyüğü, ˈO ne ya?ˈ dedi. Ahmetˈin kızı, dedim. O ne biçim isim, öyle isim mi olur, dedi. Ne güzel Lazca bir isim, anlamı da güneş, dedim. Burada böyle biri isim olmaz, burası Türkiye, dedi. Açıklamaya çalışınca sözümü kesti: Sen Türk değil misin? Hayır, dedim. Sen Müslüman değil misin? diye sordu. Hayır, dedim. Bakın gençler, dedim, Türkiye’de sadece Türkler ve Müslümanlar yaşamıyor. Kendini Türk aidiyetinde görmeyen, başka inançları olan ya da olmayan insanlar da var. Onların da varlığını kabullenerek yaşamasını öğrenmeliyiz. Büyük olanı, ufağına: Yürü gidelim lan, bununla konuşulmaz, dedi. Bu anlayış toplumun neresinde cereyan ederse etsin, bir yıkımdır. 

 

Ali İhsan Aksamaz: “Ana dili” denilince yalnızca “Kürtçe”yi anlayan bir kesim de var. Kürtlerin Türkiye’de yirmi milyonluk bir nüfusa sahip olduklarını iddia ediyorlar. TBMM’de milletvekilliği de yapmış olan bir “Kürt Aydını”, yirmi bin kişilik bir nüfusa sahip Lazların Kürtlerle kıyas bile edilemeyeceğini açıkça söylemişti. Bu ve benzeri yaklaşımları siz nasıl değerlendiriyorsunuz?

Güngör Şenkal: Sayıca çok olanın diğerlerinden daha fazla hakkı olduğuna dair yanlış bir

kanı var. (Bu inanış aynı zamanda temsili demokrasinin de bir zaafı olarak görülür. Tarih karıştırmaya gerek yok. Türkiye’nin son yirmi yılında, çoğunluk oylarıyla iktidarda olanların, toplumun diğer kesimlerinin taleplerini görmezden gelmesinin sonuçları ortada: Toplumsal çöküş.) Aydın kimliğine sahip olanların asli görevinin, sesi en az çıkanlara ses olmak olduğunu düşünüyorum.

 

Resmi ideolojinin toplumsal yıkımı olarak yaşadığımız şartlanmadan çıkamazsak, ne Kürtçe televizyon programlarının varlığını (muhteva ayrıca konuşulur) ne de Lazca televizyon programlarının yokluğunu idrak edebiliriz. Onları ya algılayamaz ya da bizim dışımızda, bizi ilgilendirmeyen olgular olarak algılarız.

 

Dil ile oynanmaz. Bu anlaşılır bir dilbilim görüşüdür. Bugün Türkçe, buraya nasıl geldiğimizden bağımsız, hepimizin ortak dilidir. Bunu tersine döndürmenin olanağı da, anlamı da, gereği de yoktur. Sorun, onun, Türkçe dışındaki dillerle olması gereken ilişki. Bir dilin, -burada Türkçe- ortak dil olmasını değil, o dilin diğerlerinin asimilasyonu yoluyla tek dil yapılmasını, diğerlerinin yok oluşa sürüklenmesini tartışmalıyız. Aydın, siyasetçi ve benzerlerine düşen, bunları anlayamayacak kadar saf olmak yerine, baskı altındakilerden yana saf olmaktır.

 

Eşitlik ilkesi ve ayrımcılık yasağı talebi kim tarafından dile getiriliyorsa, toplumda bunun mağduru olan her kesim için dile getirilmelidir. O zaman kişi anadili denince sadece kendi anadilini değil, baskı altındaki diğer anadillerini de anlar ve sahip çıkar. Dilbilim, diller arasında iyi-kötü, ilkel-medeni vb. temelsiz kategorileri kabul etmez. Her dil kendi konuşurlarının ihtiyaçlarını karşılayacak kadar gelişkindir. Saygıyı da hak eder. Gördüğünüz gibi, bakış açımız çok basit.

 

Ali İhsan Aksamaz: “Ana dili” konusu oldukça komplike. O sebeple devam etmek istiyorum. Bütün bunları konuşmak gerekiyor. Çok özel platformlarda oldukça trajikomik  değerlendirmelerde bulunanlar da oluyor. “Kürtçe” ile Türkçeyi, “Kürtçe” ile Farsçayı kıyaslayanlar da oluyor. Eminin, siz yalnızca çeşitli “ana dilleri” alanında kelime derlemekle kalmıyor; dil tarihi, dil felsefesi ve bunlarla yakından bağlantılı iktisat tarihi, siyasî tarih ile de ilgileniyor ve okumalar yapıyorsunuz; imparatorluklar arası ilişkileri, çatışmaları ve bunların vasallarını da inceliyorsunuzdur. “Ana dili” konusunda çalışan bazı aydın ve siyasetçilerin bazen sapla samanı karıştırdıklarını düşünmüyor da değilim. Kafkasya’dan Kırım’a, Balkanlar’a; Balkanlar’dan Anadolu’ya, Ortadoğu’ya, Kuzey Afrika’ya bin yıllık bir imparatorluğun mirasçısı bir Türkçeyi “Kürtçe” ile ya da Anadolu’daki başka bir “yerel dilimizle” kıyaslamak doğru mu? Son yüz yıldır uygulanan asimilasyon politikalarını da göz ardı etmeden, bütün bu ve benzeri yaklaşımları nasıl değerlendirmemiz gerekiyor? Siz ne düşünüyorsunuz?   

 

Güngör Şenkal: İlke olarak dilleri birbiriyle yarıştırmak doğru değil. Dillerin yayılmasının

değişik sebepleri var. Bizim dilsel bir durumu iyi ya da kötü diye değerlendirmek gibi bir lüksümüz olamaz. İyi-kötü değerlendirmeleri nasyonalistlerin, rasistlerin işi. Dili olduğu gibi ele alır, burada dilin yayılması mı söz konusu, dilde yarattığı değişiklikleri her yönüyle inceler, iyi ya da kötü demeden ortaya koyarız.    

 

Diller arasındaki etkileşimin tarihi, dillerin gelişmeye başladığı bilemediğimiz bir zamana kadar gider. Göçler, ticaret, istilalar, sömürgecilik... dillerin en fazla yayılma nedenlerinden bazıları. Genelde, bunları daha çok yapanın dili daha çok yayılmış, sonuçları üzerinden okursak, kendi dilleri de karşılaştıkları dillerle o kadar çok etkileşmiştir. Şimdi siz sözlük hazırlayan olarak, Örneğin Kürtçeden, Zazacadan Türkçeye giren sözcükleri göstermeyince, bu dillerden Türkçeye sözcük girmedi anlamına mı geliyor? (Araştırmak isteyenler, TDK sözlükleriyle Tietzeˈnin etimolojik sözlüklerini karşılaştırabilir.) Bizim dilimiz ne kadar yayılırsa/yayılmışsa gurur verici, dilimize başka dillerden sözcük girince ˈdil kirlenmesiˈ! Bunu bir kez daha düşünelim bence.

 

Türkçe dışındaki dillere uygulanan asimilasyon dahil çok yönlü eritme politikası, bu dillerde büyük tahribata yol açtı. Az bir zaman değil, yüz yıldan fazla. Diğer dillerin devlet eliyle eritilmesi, yok edilmesi, bana çok korkunç geliyor. Bu en kaba anlatımı olayın. Detayları da var. Örneğin devlet baskısı sonucu harekete geçen savunma mekanizmaları, anksiyeteden öz saygı yitimine uzanan travmalar. Yaptığım halk kültürü alan araştırmalarında bana anlatılanlar ürkütücü. 

 

Bizim dil yayıldı, sizinki yayılamadı; bu bana biraz, kalkmasına izin vermediğiniz birisine, neden ayakta olmadığını sormaya benziyor.

 

Ali İhsan Aksamaz: Ben, “ana dili” denilince iki ülkeyi kıyaslamanın çok doğru olduğunu düşünüyorum. Biri bizim ülkemizin mirasçısı olduğu Osmanlı İmparatorluğu, diğeri Çarlık Rusyası. Günümüzde Türkiye’de “ana dili” konunda çok fazla şey söyleniyor. Çok şey de yazılıyor. Gerçekte yalnızca slogan atılıyor. Bugüne kadar slogan atanların önemli bir kesiminin kendi “ana dilini” bilmediğine, ancak öğrenmek için de hiçbir çaba harcamadıklarına şahit oldum.  Ancak bunlar,  konunun esasına, asimilasyona ve telâfi edici çalışmalar ilişkin dişe dokunur pek bir şey söylemiyorlar. İsviçre’deki kanton sistemini örnek gösteriyorlar. Bu alanda sisler âleminde debelenip duruluyor. Ben, “ana dili” konusunu geçmişte bir insan hakkı, günümüzde ise bir hem bir insan hakkı hem de bir güvenlik meselesi olarak görüyorum. Bir yandan da bu “ana dilleri” ölüyor. Osmanlı’nın son döneminde “ana dili” politikaları konusunda insanlar pek bir şey bilmiyor. Tek başına, “asimilasyon uygulandı,” deyip geçiliyor. Öte yandan önce Sovyet Rusya, sonra da Sovyetler Birliği’nin “ana dili” politikaları konusunda yine pek bir şey bilinmeden “Sovyetler, bu “ana dili” sorunu çözdü,” deniyor. Oysa Çarlık Rusyasının “ana dili” politikalarının olduğunu, o zamanın “Bilimler Akademisi”nin Çarlık Rusyasının diğer “ana dilleri” alanında ciddî derleme çalışmaları yürüttüğü ve Sovyetlerin bu miras üzerine konduğunu bilinmiyor. Ülkemizde Abazaca, Çerkesçe, Lazca gibi “ana dilleri” günden güne ölürken, eski Sovyet coğrafyasında Abazaca, Abhazca,  Çerkesçe, Kabardeyce, Çeçence, Os(et)çe gibi diller Rusça ile beraber edebî dil hüviyetiyle yaşıyor. “Soğuk Savaş Yılları”nda bile, SB’den bir şekilde Türkiye’ye ulaşan “ana dili”nde yayınlar sayesinde bazı aydınlar, körelmekte olan  “ana dillerini”  geliştirme imkânına kavuştu.  1912’den 1922’ye kadar on yıl savaşlarla uğraşmış, büyük toprak kayıplarına, tehcir, mübadele, dış göçler yaşamış ülkemizde Genç Cumhuriyet yönetimi “ana dili” alanında neler yapmalıydı, yapabilirdi? Geçmişteki yanlışlıklar konusunda bir fikir jimnastiği yapar mısınız? Günümüzde bu “ana dilleri”nin akademik ilgi ve çalışmaların dışında, yaşatılması konusunda neler yapılabilir. Bu alanda önerileriniz var mı?     

 

Güngör Şenkal: İmparatorluklarla onların yerini alan ulus devletleri anadili kullanımı

serbestisi açısından karşılaştırdığımızda, imparatorlukların daha gevşek yapılar olduğunu; egemenliği altındaki insanların etnik kimliğiyle, diliyle pek işinin olmadığını görüyoruz. İmparatorlukta önemli olan; krala, padişaha -ünvanı her ne ise- bağlılıktır. Verirsin vergini, verirsin askerini sorun kalmaz. Bunları sağladığınızda, hangi dili konuşuyorsanız konuşun. (Söylenenlerin istisnaları olasılığını saklı tutuyoruz.) Çokkültürlülük ve çokdillilik zaten çoğu toplumda görülen antropolojik bir olgudur. Bu güzel bir durum. Kötü olan, ˈAbbiamo fatto l’Italia ora dobbiamo fare gli italiani (İtalya’yı kurduk, şimdi sıra İtalyanları yaratmaya geldi)ˈ anlayışı.

 

Batı Avrupa’da gelişen kapitalizm kendi sosyal formasyonu olarak ulus devleti de inşa etmeye başladı. Hammadde-üretim-pazar zincirindeki hareketin hızını en yükseğe çıkarmanın önünde engel gördüğü çokdilliliği tek tipleşme yönünde tasfiyeye yöneldi. Kapitalizmin -doğası gereği- dünyaya yayılmasıyla birlikte bu form da yayıldı. Şurada anlaşalım: Ulus, ulus devlet, insanlığın toplumsal evriminin bir aşaması değil. Böyle olmayınca da zor unsuru devreye giriyor. Zor ise kan ve gözyaşı demektir. Bunu görebilmek için uzak coğrafyalara bakmak gerekmez; Türkiye’deki süreçlerin gelişimini araştırmak, bulmak, görmek herkesin yapabileceği ve yapması gereken bir şey.

 

Sorunuzun son bölümüne gelmeden, araya bir gözlemimi sıkıştırayım. Az önce sözünü ettiğim alan çalışmalarının birinde, Düzce Çerkesleri ile yaptığım bir çalışmada, bana, 1980 öncesinde, gizli yollarla Lübnanˈdan Çerkesçe dil kitapları getirtip çalıştıklarını anlattılar. Ben horlanmadan, dışlanmadan, anadilimde rahatça eğitim yapabilirken, yasalara göre eşit haklı yurttaş olduğunu sandığım Çerkes komşum, anadilini öğrenebilmek için -cezaevini de göze alarak- taa Lübnan’dan kitap getirtiyor. Bunun benim için nasıl bir utanç olduğunu anlatamam.   

 

Gelelim 1912-1922 aralığına. Bu gerçekten uzun bir konu, ama en ince ayrıntısına kadar mutlaka incelenmesi gereken bir dönem. 1912 yılında bir olayı başlangıç noktası yapalım. Trablusgarp savaşının sonu olsun bu. Lozan’da yapıldığı halde adı daha sonraki ˈLozanˈla karışmasın diye Lozanı’ın semti ile anılan Uşi Antlaşması (18 Ekim 1912). Bu savaşın sonucu, sonu yaklaşmakta olan İttihat ve Terakki’nin yeniden prestij kazanması oldu. Trablusgarp savaşı boyunca Balkanlar’a savaş açması için hükümete baskı yapan İttihatçılar, Balkan devletlerinin Osmanlıya savaş açmasıyla (8 Ekim 1912) rahatladı. Bu süreçte İttihatçılar, taktik olarak, bir takım istifa-muhtıra oyunlarıyla iktidarı muhalefete bırakmıştı. Böylece, Alman telkini-İttihatçı proje olarak Balkanların, daha sonra da Güney bölgelerinin bırakılmasının sorumluluğu kendilerine kalmayacaktı; kısmen böyle de oldu. Trablus savaşından dönen İttihatçıların ilk işi Bâb-ı Âli Baskını, ilk öldürdükleri kişi de Harbiye Nazırı Nazım Paşa’dır. (Burası, Balkanların kaybedilmesindeki İttihatçı rolünün gizlenmesi, belki de delillerin karartılması açısından önemli. Okuyucudan araştırmasını rica ediyorum.) Bu, iktidara darbe yoluyla el koyma geleneğimizin başlangıcı olarak bir kenarda dursun.

 

Alman telkini-İttihatçı proje, Anadolu’da güvenli bir Türk ulus devletinin kurulmasını öngörüyordu. Güvenilirden kasıt Müslümanlardan oluşması, Türk’ten kasıt Türk olmayanların asimilasyon yoluyla Türkleştirilmesiydi. Önce, -buna birinci aşama diyelim- hedef bölgede Müslüman nüfus yoğunlaştırılacak; sonra, Müslüman olmayanlar, Müslüman birliğiyle hedef topraklardan ˈtemizlenecekˈti. Birinci Balkan Savaşıˈnın hemen ardından Bulgarlarla yapılan mübadele anlaşmasıyla, Bulgar sürgünü başladı. Sürgün, uygulamada, anlaşmanın çok ötesindeki yerlere kadar genişletilerek, bütün Trakya ve Marmara bölgesindeki Bulgarları kapsadı. Sıra Ege Rumlarına geldi. (Ayrıntıları istemeyerek atlıyorum, oysa çok önemliler. Araştırılması dileğiyle...) Ege’den sürgünler (yıldırma, ev yakma, tecavüz, öldürme vb. yöntemlerle) sürerken, İttihatçılar bile isteye Birinci Dünya Savaşı’na girdi ve Ege Rumlarından geriye kalanlar, siyasi nedenlerle iç bölgelere taşındı. Savaş içerisinde Ermeniler, Keldaniler, Süryaniler, Ezidiler ve Nasturiler değişik yollarla, yaşadıkları topraklardan büyük oranda silindi. Bu sürede Pontos Rumları da saldırı altındaydı. Savaş bitti. Projenin birinci aşamasının tamamlanması önünde tek engel olarak Pontos Rumları durmaktaydı. 1923ˈe kadar geçen sürede Pontos Rumları ve –hangi nedenle olursa olsun- gidişattan  rahatsızlık duyan Müslümanlar da saf dışı bırakıldı. Bir iç savaş yaşandı. Müslüman olmayanların yok edilmesi süreci Lozan’a eklenen bir protokolle tamamlandı. Böylece projenin birinci aşaması ˈbaşarılmışˈ oldu. Buraya kadar söylediklerimle alakalı Fuat Dündar, Fikret Başkaya, Sait Çetinoğlu, Nevzat Onaran, Barış Ünlü, Tolga Ersoy ve konuyu çalışan daha birçok yazar okunabilir.

 

İkinci aşama, Müslüman olup Türk olmayanların asimilasyonu sürecidir. Müslüman dayanışmasında birlikte davrandıkları dönemin muktedirleri, şimdi onlara ˈya asimile ol ya da yok olˈ diye diretiyordu. Oysa asimilasyon da kimliksel yok oluşun diğer adıydı.

 

Biraz uzun oldu, ama aslında yanıtı ortadadır: İttihatçıların 1910ˈlarda netleştirdiği politik projenin 1923ˈte iktidarı alan kadrolarıyla başka türlüsü yapılamazdı. Zaten onlar bu proje dışında bir şey yapılamasın, yapılamasın diye oradaydılar. O kadrolardan demokratikleşme anlamında adımlar beklemek, tarihin ancak naif bir okumasıyla mümkün olabilir.

 

İttihatçı kadroların zaferiyle gelen bir iktidar olmasaydı ya da onların gücünün daha zayıf olduğu bir iktidar... o durumda farklı güç dengeleriyle daha ılımlı bir siyasi atmosferin oluşması beklenebilirdi. Ancak bu tür faraziyelerin bugüne hiçbir katkısı yok. Sorun, aynı ittihatçı çizginin devlet aklı olarak hâlâ sürüyor olması. Demokrasinin, insan haklarının, eşitliğin, özgürlüğün... arttığı bir ülkeyi nasıl birlikte oluşturabiliriz? Soru bu.

 

Soruya ilişkin söyleyeceklerimin özeti, o kadroların herhangi bir şeyi yanlış yapmadığı! Bile isteye yaptı hepsini. Onun için, ˈyapılan hatalarˈ  bakışına katılmıyorum.

 

Akademik çevrelerin dışındaki bütün iş dilsel topluluğun tutumuna kalıyor. Eğer bu konuda bilinçlenme, birleşme, kurumsallaşma olmazsa; başka türlü söyleyecek olursak, dilsel topluluk asimilasyona büyük oranda boyun eğerse, kimsenin bir faydası olmaz. Kişi istediği dili benimseyebilir, istediği etnisiteye tabi olabilir. Gönüllü olana söyleyecek sözümüz yok. Topluluk ne zaman ki sesini yükseltir, o zaman hem kendi iç dinamiklerini hem de bizim gibi dış dinamikleri harekete geçirebilir. Dil ile ilgilenen biri olarak, oyum ikincisinden yana.

 

Ali İhsan Aksamaz: “Soğuk Savaş Yılları”nın hemen sonunda Türk Devleti “ana dili” üzerindeki yasağı kaldırdı. Ancak bu “ana dilleri”nin aydınları hazırlıksız yakalandılar. “Ana dilleri”ni yaşatma konusunda ciddî adımlar atamadılar. O yıllarda internet de yoktu. Şimdi her “ana dili”nin aydını var. Eski Sovyet Coğrafyasında yayınlanmış “ana dili” kitaplarına ulaştılar. Bu sayede kendileri akademik alanda da geliştirdiler; kitaplar yayınladılar, çalışmalar yaptılar. Ancak bu “ana dilleri” yine de hızla ölüyor. Demek ki kitap, sözlük yayınlamakla bir “ana dili” yaşamıyor. Türk Devleti, TRT- Kürdî”yi var gücüyle destekliyor. Ancak bazı “ana dilleri” bu anlamda hâlâ yok sayılıyor. Devlet okullarında görünürde “Seçmeli ana dili” dersleri var, ancak bu derslerin telâfi edici olduğunu söylemek oldukça zor.  Bazı “ana dilleri” hâlâ niye sahipsiz? Demokratik düzlemde neler yapılabilir? Bu konuda ne düşünüyorsunuz? Somut önerileriniz var mı?

Güngör Şenkal: Osmanlının, en geç Tanzimatˈtan bu yana geliştirdiği bir politika var. Dış

devletlerden ağır baskılar geldiğinde veya onlardan büyük bir çıkar elde edilecekse; artık ezilenlere mi, Müslüman olmayanlara mı, dilsel ve/veya dinsel azınlıklara mı...  nasıl söylersek, hakları tanınır. Fakat bu tanıma genellikle kağıt üzerinde, ama mutlaka geçici olur. Aldatıcı. Devlet istemeyerek tanıdığı hakkı kısa sürede işlevsiz hale getirir. Padişah da, İttihatçılar da, onların devamı olan Kemalistler de bunu defalarca yapmıştır. (Daha ilk dönemde Lozan’da tanınan azınlık haklarının nasıl pratikte yok sayıldığı üzerine Baskı Oran okunabilir.)

 

İkinci Dünya Savaşı sonrasında geçilen ˈyeni dönemin düzeni ya da dönemin yeni dünya düzeniˈnde, bu düzene ayak uydurmanın bir gereği olarak, baskı ipleri kısa süreliğine biraz gevşetilmişti. Ancak o sırada bile örgütlenme ve muhalefet etme potansiyeli taşıyan çevreleri ezmekten geri durmadılar. O dönemin aydınları hazırlıklı olsalar bile bir şey değişmezdi. Kısa zamanda dağıtılır, ipin olmadığı en iyi olasılıkta bile hapsi boylarlardı.

 

Benim gördüğüm, genelde sözlük çalışması, öyküler ve dil öğrenmeye yönelik kitaplar. Şöyle düşünelim: Dünyanın en iyi vericisini kurdunuz ama alıcı yok. Ne işe yarar? Ya da tersi; dünyanın en iyi alıcısını yaptınız ama verici yok. Yine bir işe yaramaz. Verici ve alıcı birlikte olmalı. Sizin söylediğiniz eserler verici. Sorun bunların alıcısının azlığında ya da yokluğunda.

 

Türkiye’deki dilsel topluluklar kaç nesildir farklı asimilasyon süreçlerinden geçmiş. Toplulukların birçok kültürel değeri erozyona uğramış. Toparlanmaya buralardan başlanmalı. Erozyona, belki buna topluluğun kültürel çöküşü de diyebiliriz, bir örnek vermek istiyorum. Türkiye’nin batısında doğmuş on yaşlarında bir Kürt çocuğuna, duygudaşlık kurmak için, bildiğim birkaç Kürtçe sözcükle sesleniyorum. Aaa, diyor, nenemim dili. Düşünün artık; ana babasının da değil, nenesinin dili. Neneyi de göremeyecek olan bir sonraki neslin, geçmişinde kullanılan dilin varlığından haberi bile olmayacak. Bu durum diğer dilsel topluluklar için de geçerli. Devlet, asimilasyon beklentisinin ürünlerini fazlasıyla almış ve almakta.

 

Anadili Türkçe olmuş olanları artık bir yana alalım. Onları illa ˈaslına döndürmekˈ gibi bir kaygı nasyonalistçe olur. İçinden geldiği toplulukla bağ kurmasının önemli ama tek yolu dil değil. Fakat bugün hâlâ anadilini öyle ya da böyle konuşanlarda gelişecek dil bilinci, akıntıyı tersine döndürebilir. Döndürmeli de. Dili bir kodlama sistemi olarak kabul edersek, bir kodlama sisteminin yok olmasını vicdanıma sindiremiyorum.

 

Devlet bazı şeylere kendi isteği doğrultusunda olursa izin veriyor. Yanlı ve kısıtlı. Yine de bunlar, anadili konuşurlarının oluşturacağı baskı grupları aracılığıyla elde edeceği haklara niteliksel olarak benzemez.

 

Anadilinin seçmeli olması? Bu gerçekten vicdan yaralayıcı. Kişiye diyorsunuz ki; senin anadilini sana seçmeli olarak sunuyorum. Benim anadilimi, yani ilk öğrendiğim dili (dilleri de olabilir), yani benim dünya kurucumu, zihinsel dünyamı oluşturan dizgeyi seçebilirsin diyorsunuz. İnanılmaz kötü. Bunu empati kurabilmek için söylüyorum.

 

Anadili talebinde bulunan topluluklar, bir biçimde dirsek temasında bulunmalı, taleplerini daha yüksek sesle dile getirmelidir. Toplumun diğer kesimlerinin iknasıyla onların desteğini de almak çok önemli. Elbette devletin yerine getirmesi gereken sorumlulukları vardır ve bunların yerine getirilmesini istemek de yurttaşın hakkıdır. İstememesi eksikliktir.

 

Anadili sorununun çözümü için bir plan üzerinde düşünüyorum,  olgunlaştırdığım

zaman, dilsel toplulukların da katkılarıyla, ayakları üzerine dikmeyi umuyorum. Sonra da

yasa koyucunun önüne getiririz. Yasa koyucunun  önüne hemen getirilebilecek bir istek var

aslında: ˈTürkiye Dilleriˈ başlıklı bir dersin ortaöğretim düzeyinde müfredata alınması. Böyle

bir dersi üniversiteler de gündemine alabilir. Birçok insan, bir iki dilin dışındakileri

duymamış, Türkiye’de konuşulduklarını bilmiyor. Sol çevrelerin bir toplantısında

Türkiye’de dilleri anlatıyorum. Harita duvarda. Gösterdiğim bölgede hangi dilin

konuşulduğunu soruyorum, yüzüme bakıyorlar. Onlara, tanımadıkları bir

toplumu nasıl değiştirmeyi düşündüklerini sordum. En duyarlı olması beklenen

kesimlerde vaziyet bu.

 

Ali İhsan Aksamaz:  UNESCO,17 Kasım 1999'da 21 Şubat’ı  “Uluslararası Anadili Günü” olarak ilân etti. O tarihten bugüne 21 Şubat “Ana Dili Günü” olarak kutlanıyor. Kimi aydınlar, siyasetçiler, 21 Şubat’ı kutluyor. O gün çeşitli atraksyonlarla geçiştiriliyor. Basın açıklamaları yapılıyor.  Bazı siyasetçiler TBMM kürsülerinden “Ana Dili Günü” güzellemeleri yapıyor. Aynı “ana dili”nin farklı aktivist aydınları birbirleriyle mesaj yarışması yapıyor. 21 Şubat bitiyor; her şey unutuluyor. “Nasıl yapalım da bir araya gelelim, enerjilerimizi birleştirip “ana dilimizi” hep beraber yaşatalım!” demiyorlar. UNESCO’nun 21 Şubat  “Uluslararası Ana Dili Günü” ve aynı “ana dili”nin birbirleriyle çatışma içindeki aktivist aydınlarının bu yaklaşımlarını nasıl değerlendiriyorsunuz.

 

Güngör Şenkal: Demin söylediğim gibi, devlet kanadında yapılanların bir denge oyunu, vitrin süsü olduğunu bilerek davranmak gerekir. Bizim bakmamız gereken yer, bakacağımız yer, vitrin değil mutfak olmalı. Söylediğiniz gibi; sorun enerjiyi birleştirmekte. Çünkü birleşemeyen enerji bir müddet sonra sönümleniyor. Anadili aktivisti aydınların devletin vitrin süsleme yarışına katılmasını da, onun bir parçası olmasını da uygun bulmuyorum. Ciddi işler bunlar. Erbakan’ın sözleriyle, pansuman çözümlerle olmaz. Dilsel toplulukların sorunlarını en iyi bilen, en iyi dile getirecek olan kendileridir. Bize düşen, hak talebine omuz vermek.

 

Ali İhsan Aksamaz: Yerel üretim, mülkiyet ve paylaşım ilişkilerinin hâkim olduğu yüzyıl öncesinin Türkiye’sinde, bu “ana dilleri” esas olarak belirli yerelliklerde konuşuluyordu. Türkiye’de o zamanlar radyo, televizyon, gazete ve kent merkezleri dışında eğitim imkânları yoktu. Bir “ana dili”nin içine doğan çocuklar Türkçeyi bilmiyordu. Bu çocuklara, Türk Devletinin çeşitli alanlardaki fırsat eşitliğinden faydalanabilmeleri için resmî dil Türkçeyi öğretmek, böylece de çağdaş eğitim hizmetlerinden faydalanmalarını sağlamak gerekiyordu. Hiç Türkçe bilmeyen veya çok az Türkçe bilen bu çocuklara ilköğretimin ilk devresinde kendi “ana dilleri”nde, ilköğretimin ikinci devresinde ise hem kendi “ana dilleri”nde hem de Türkçe eğitim- öğretim görmelerini sağlamak gerekiyordu. Genç Cumhuriyet Yönetimi, çeşitli sebeplerden bunu başaramadı. Başaramadığı yalnızca eğitim- öğretim alanında değildi. Başaramadığı bir başka konu da taşra ve kırsal kesimde tarım, hayvancılık ve diğer çağdaş yatırımlardı. İktisat Tarihi okumaları yapanlar muhakkak bu başarısızlığın gerçek sebeplerini biliyorlar. Ardından 1950’li yıllarda büyük şehirlere, özellikle de İstanbul’a ekonomik sebepli göçler başladı. 1975’e kadar Türkiye’de pek çok alanda her şeyin çok farklı olduğunu söylemek pek yanlış olmayacak. Artık “ana dilleri”, kendi yerelliklerinde bile gençler ve çocuklar tarafından eskisi kadar konuşulmuyor. Bu durumun tek sebebinin asimilasyon politikaları olduğunu söylemek pek dürüstçe olmayacak. “Yeni Dönem”in sanal alemini, internet ve cep telefonunun payını da unutmamak lâzım. O sebeple yüz yıl önce “ana dili”nde eğitimden bahsetmek doğruydu. Bugün “ana dili”ni bilmeyen çocuklara “ana dili”nde eğitim nasıl verilecek? “Ana dili”ni bilmeyen çocuğa “ana dili”nde eğitim vermeye çalışmak, bu çocuğa hiç bilmediği bir başka dilde eğitim vermeye çalışmak kadar absürt ve trajikomik olmayacak mı? Talep halinde, “ana dili” öğretiminin belirli yerelliklerde verilebileceğini düşünüyorum. TRT de, bu “ana dilleri”nde eğlence ve haber programları hazırlayabilir. Ayrıca bugün Türkçe eğitim- öğretim faaliyetlerinin durumuna projeksiyon tutar mısınız?  Siz, “ana dilleri”nin bu serencamını ve benim söylediklerimi nasıl değerlendiriyorsunuz?

 

Güngör Şenkal: Anadili Türkçe olmayanların eğitimi ve eğitime bağlı iş olanakları devlet tarafından güvenceye alınmadığında, aile, çocuklarının, ister istemez bu olanakları sağlayabileceği bir dilde, hayatta bir yer edinebilmenin dilinde, prestij dilinde eğitim alması için çabalayacaktır. Yaşanmışlıklardan biliyoruz; aileler anadilini çocuklarıyla konuşmayarak, anadilini kendi çocuğuna yasaklayarak, çocuğunun önünü açma stratejisi geliştiriyor. Çocuk, resmi dili (bu aynı zamanda prestij dili) öğrenerek önü açılacak, anadilini bilmediği/konuşmadığı için de dışlanmayacak.

 

Sizin söylediğiniz ideal ya da ideale yakın olanaklar yaratılmış olsaydı, bugün elbette birçok sorun arkamızda kalırdı, bunları konuşuyor olmazdık. Devletin yapıcı yaklaşmaması –daha önce de belirttiğim gibi- bilinçli bir tercihti/r. Hem asimilasyoncu olmak hem de dil topluluklarının gelişmesini sağlayacak olanaklar tanımak bir arada olamaz. Devlet tarafından bakıldığında, inanın burada bir başarısızlık hikayesi yok. Siz daha İzmir İktisat Kongresiˈnde yönünüzü emperyalist kapitalizme dönmüşsünüz, sonra nasıl tarım, hayvancılık yatırım yapacaksınız? Yapacaksınız elbette; ancak size izin verildiği kadar. Batıˈnın tahıl ambarı mı olmanız isteniyor yoksa et deposu mu, hammadde mi isteniyor yoksa yarı mamul madde mi, montaj mı? Ne isterlerse. Kapitalizmin hiyerarşik sistemindeki işbölümünde payınıza ne düşerse. Bunların hepsi tercihti.

 

ˈMuasır medeniyet seviyesiˈ söylemini bilmeyen yoktur. Bunun anlamı, Batı kapitalizmi seviyesine gelmektir. Olması mümkün mü, bu ayrı bir konu. Kapitalist hiyerarşiye hiyerarşinin en altından eklenmeyi kabul etmişseniz, yeriniz size sürekli hatırlatılır. Bakın, toplum bu söylemle yüz yıldır oyalanmakta. Evet, her mahallede yaratacağız dediğimiz milyonerleri –her mahallede olmasa da- yarattık. Batılı milyonerler kadar ilerlediler ama toplumun geneli sefalet içinde yüzüyor. Sözünü ettiğiniz yönetim/ler/e atfedebileceğimiz bir masumiyet görmüyorum. 

 

Türkiye’de iç göçlerin bir yönüyle göçe tabi tutma (zorunlu iskan), bir yönüyle de göçe mecbur bırakma biçimlerinde tezahür ettiğini biliyoruz. Bunu anlamak için göçün yönüne bakmak yeterli. Büyük tablonun rengi belli; tablodaki söylenene aykırı renkteki boya damlalarının ise etkileyiciliği var, belirleyiciliği yok. Tabii bu söylediklerim, sizin sözünü ettiğiniz sonuçları değiştirmiyor. Değişik bölgeler için hazırlanan ve düzenli hazırlanan raporlara bakıldığında, bu politikanın nasıl ciddiyetle üretilip uygulandığı görülebilir.

 

ˈAnadilini bilmeyen çocuklarˈ söylemi bana oldukça yabancı. Bunun yaşamdaki karşılığı şudur: Bu çocukların konuşma düzeneğine henüz bir ses girdisi olmadı, çocuklar dili edinme olanaklarından bilinçli olarak uzak tutuldu. Oysa bunların anadili –büyük olasılıkla- Türkçe ve anadillerinde eğitim alıyorlar. Burası gerçekten dönüşü olmayan bir yol. Diğer kültürel meseleleri bir kenara bırakarak söylüyorum; anadilini, -diyelim ki Lazca- Lazca olarak edinmiş çocuklar Lazcayı yaşatabilir. 

 

Söylediğiniz gibi; teknoloji çağının dijital yerli çocuklarının, anadilini demek yanlış olur, içinden geldikleri topluluğun dilini öğrenmek gibi bir dertleri olamaz; olmayacak da. Bir dili (veya dilleri) kritik dönemde anadili olarak edindin edindin, eğer topluluk dili yerine bir başka dili (veya dilleri) anadili (ilk dil) olarak edindiysen, içinden geldiğin topluluğun dilini öğrenmek kalır geriye. Edinmek doğal, öğrenmek ise çaba gerektiren bir iştir; eskilerin dediği gibi, ˈmeşakkatliˈ. Topluluk dilini öğrenmek için çabalayacak çok az sayıda insan çıkarsa dahi, bunlarla dil kurtarılamaz. Anadili artık Türkçe olmuş, diğer söylemle, bilişsel dünyası Türkçeyle kurulmuş birine, bilmediği bir dili, bu senin anadilindir diye öğretmeye kalkışmak; evet, sizin sözlerinizle tanımlanabilir ancak. 

 

Devlet aklı bilindiğinde, resmi kurumların yapacağı anadili programlarının ideolojik arka planını aramaya/araştırmaya gerek yok, o zaten görünen köy. Bunu aklımızın bir kenarında tutarak söylersek, insanların kendi anadilinden programlar izlemesi yine de çok güzel. Kulak dolgunluğu açısından da getirisi olur. Pansuman çözümden öteye gitmeyecek olsa da, bu programlara evet diyorum. (Öyle düşünmeseydim, Lazca televizyon programları talebine destek vermezdim.) Kendi yaşantımda, bir arkadaşıma anadilinde selam verdiğimde dahi ne kadar mutlu olduğunu gördüm; mutluluk ise bulaşıcı.

 

Türkçenin dışında bir dili anadili olarak edinmiş bir çocuk, dili zaten doğal olarak biliyor demektir. Şimdi dilin işleyişini, işlenişini öğrenecek. Bunun yeri ise okul. Okul eğitimi gerekli. Ben nasıl bu yollardan sorunsuzca geçebiliyorsam, diğer anadili konuşurları da kendi anadillerinde aynı olanaklardan yararlanabilmeli. Bundan dolayı, anadilinde eğitim talebini kayıtsız şartsız (Bizim başkalarının anadiline kayıt-şart koymaya ne hakkımız olabilir ki?) destekliyorum.

 

Emel Huber, bir dili bilmek demek, o dilde metin üretebilmek demektir, diyor. Okul eğitimi almamış bir kişi anadilinde nasıl metin üretebilir? Eğer üretemiyorsa, biz ona, dili zaten biliyor ya da annesi öğretseydi, diyebilir miyiz? Metin üretmek, aynı zamanda dilin kalıcılığı için önemli. Devlet bu önemi bildiği için, anadilinde okul eğitimine yanaşmıyor. Yanaşsa, yüz küsur yıllık asimilasyon politikası anlamını yitirecek. Kürtlere kızgınlığı da bu yüzden: onca sürgün, göçe zorlama, öldürme... sonucu hâlâ asimile olmamış olmaları. 

 

Uzun zamandır burada olmadığımdan, Türkçe eğitimin nasıl olduğu hakkında pek bilgim yok. Arkadaşlarımın çocuklarına derslerinde yardımcı olduğum anlarda, eğitim sisteminin yerlerde süründüğünü görüyorum. Çıkarsama yoluyla söyleyecek olursam, Türkçe eğitim de farklı değildir. O halde şöyle bir taleple sesimizi yükseltelim: Herkese kaliteli eğitim, kaliteli eğitim içinde herkese kendi anadilinde eğitim hakkı.

 

Ali İhsan Aksamaz: Önce Lazca ve Laz aydınlarına ilişkin bir tespit yapmak ve değerlendirmek istiyorum. Siz ülkemizin duyarlı aydınlarınızdan olduğunuz için sizin değerlendirme ve önerilerinizi önemsiyorum. O sebeple bu konuya giriyorum. Lazca günden güne ölüyor. Değil on tane bugüne kadar çeşitli ebatlarda yüz tane de Lazca sözlük yayınlanmış olsa Lazca ölüyor. Bu somut bir gerçek. Tek başına yalnızca akademik çalışmalar kimseyi yanıltmasın. Kimin hazırladığı Lazca sözlüğün diğerininkinden daha kalın olduğunun da hiçbir kıymetiharbiyesi yok. Lazcanın konuşanları günden güne azalıyor. Önemli bir tespit olarak Türkiye’deki eski asimilasyon politikalarının bu yok oluştaki rolünü belirli zeminlerde vurgulamak yanlış değilse de, 1993 yılından bu yana Laz aydınlarının Lazcanın bu yok oluşundaki pay ve sorumluluğunu göz ardı etmek de hiç doğru bir yaklaşım değil.  Türk Devleti, “Soğuk Savaş Yılları” sonunda, “Türkçeden Başka Dillerle Yapılacak Yayınlar Hakkında”, 12.04.1991 tarihinde 3713 no’lu kanunla değişiklikler yaptı; “ana dili” konusunda olumlu düzenlemelere gidildi. Bu tarihte piyasada Laz aydını yoktu. 1993 yılında “Ogni Kültür Dergisi”, bu olumlu yasal düzenlemeler sayesinde kısıtlı olsa Lazca da yayın yapabildi. 1999 yılında ilk Lazca sözlük yayınlandı. İlerleyen yıllarda hem Laz aydınlarının sayısı arttı hem de kendilerini geliştirdiler. 2000 yılına ulaşıldığında kültürel her alanda ciddî işler üretebilecek Laz aydınlarının sayısı hiç de azımsanamayacak bir sayıya ulaştı. Güzel çalışmalar yapıldı. Gel gör ki, bu sefer de çeşitli sebeplerden “sen- ben” kavgası başladı. Oysa bugün kurumsal olarak çok daha farklı bir konumda olunabilirdi; Lazcaya sahip çıkılabilirdi. Eğer Laz aydınları “sen-ben” ayrımına düşmeselerdi, egolarını yenip el ele verebilselerdi, yalnızca Lazcanın tarihsel olarak konuşulduğu yörelerde değil, Marmara Bölgesindeki yerleşimler de, İstanbul’da da “Lazca Seçmeli Ders Sınıfları” açılabilirdi. Türk Devleti 1991 yılında bütün engelleri kaldırdı. O tarihten sonra Lazca konusunda sorumluluk yalnızca Laz aydınlarının boynunda. Abazaca, Çerkesçe, Çeçence, Osetçe Türkiye’de tamamen ölse bile, Rusya Federasyonu içinde sahip oldukları “kültürel haklar” sayesinde ilanihaye bir şekilde yaşayacak; kaybolmayacak. Gürcüce Türkiye’de tamamen ölse bile, Gürcistan Cumhuriyetinde asla ölmeyecek; devlet dili. Lazcanın bu diller gibi böyle hiçbir bir avantajı yok; günden güne ölüyor. Üstelik bütün bunların farkında olarak ısrarla ele ele vermeyen aydınları var!  Böylece giderse, ileride de Lazca yalnızca akademik çalışma konusu olacak. “21 Şubat UNESCO Ana Dili Günü” ağlama şovlarıyla, “Benim sözlüğüm seninkinden daha  kalın,” muhabbetlerini bir kenara bırakarak, Laz aydınları geçmişte aralarında yaşanan tatsızlıkları da unutarak  artık el ele vererek Lazcayı yaşatmak için çareler aramalılar. Evet, farkındayım, oldukça uzun bir değerlendirme. Ancak birisinin bütün bunları olduğu gibi ortaya koyması ve “kral çıplak!” demesi gerekiyor. Şimdi, siz ne düşünüyorsunuz? Söylediklerimi nasıl değerlendiriyorsunuz? Bu konuda başka hangi somut önerileriniz var?     

 

Güngör Şenkal: Lazcanın anadili konuşuru olan sizlerin, dilinizin geleceği hususundaki kaygılarına katılıyorum. Sizin duygu dünyanızda hissettiğiniz bir kayıp ve acı bu. Andığınız aydınlar da gidişatı böyle hissediyor mu? Sanmıyorum. Çok yakından bildiğiniz gibi, genel asimilasyon politikasının yerelde, Lazlar özelinde uygulamaları oldu. Aklıma geldikçe, dünyada bir benzeri daha var mı, diye düşünmekten kendimi alamıyorum. Bölgenizdeki okullarda oluşturulan, ˈLazca konuşanlarla mücadele koluˈ. Kendini Laz etnik aidiyetinde gören ve anadili Lazca olan öğretmenler eliyle, anadili Lazca olan çocukların Lazca konuşmasının engellenmesi. Sözünü ettiğim okul kolu sayesinde de anadili Lazca olan çocukların birbirini engellemesi ya da okulda, yolda Lazca konuşan çocukların okul idaresine birbirini gammazlaması. Lazcanın Lazlar eliyle sonunun getirilmesi. 

 

Anadili Lazcayı kendi elleriyle boğan öğretmenlerin yıllar sonra gelen pişmanlıklarından, itiraflarından yola çıkarak, bu topluluğun nasıl bir travma yaşadığını anlayabiliriz. Bu bir yanı. Diğer yanda anadili baskılanan ve anadilini baskılayan çocukların yaşadığı travmalar var. Buna bir de muhbirlik gibi öz saygıyı aşındırıcı davranışlar eklendiğinde, travmanın daha da ağırlaştığı rahatlıkla görülebilir. O dönemlerin çocuklarıyla yapılmış çalışmalar var mıdır, bilmiyorum. Epigenetik çalışmalarından travmaların genetik olarak aktarıldığını öğreniyoruz. İster öğretmen, ister öğrenci, isterse de ebeveyn olsun, yaşanılan travmaların günümüz nesillerine aktarıldığı ön kabulüyle baktığımızda, Laz aydınlarından beklentimiz oldukça azalır. Bu süreçlerin ürünü olan aydınlar ne kadar sorumluluk alabilir, biz onlardan ne kadar sorumluluk bekleyebiliriz? Bu durumun hangi yöntemlerle aşılacağı konusuna gelince, konu üzerinde çok disiplinli (sosyoloji, psikoloji, antropoloji...) çalışmaya ihtiyaç var. Ne kadar doğru tanı, o kadar doğru tedavi. Bugüne kadarki en önemli toplumsal zaafımız, belki de, ˈyanlış tanı, yanlış tedaviˈ olmuştur. Geriye dönüp bakmakta faydalı.

 

Değerlendirmeniz çok boyutlu. İnsanların kişisel özellikleri yanında bir de mutlaka göz önünde bulundurmamız gereken bir husus var:  Eleştirdiğimiz insanlar, asimilasyon zorbalığıyla bellekleri yaralanmış nesillerin travmatik çocukları. Benzer sıkıntılar toplumun birçok kesiminde var. Türkiye toplumu, hangi etnik aidiyetten olursa olsun, zaten travmatik bir toplum.   

 

Görüldüğü üzere, diğer dillerle karşılaştırıldığında Lazca daha elverişsiz konumda. Dillere bakışım üzerinden söylersem, Lazca da diğer diller de ölmesin. Burada ölüm, dilsel topluluğun yok olması anlamında değil, dilin son konuşurunun ölmesi anlamında. Kaba bir benzetme yapmak istiyorum: Nasıl ki canlı türleri yavrularla (ya da başka çoğalma yollarıyla) hayatta kalabiliyorsa, diller de yavrulara/yeni nesillere aktarılarak hayatta kalabilir. Bu kaba benzetmeden rafine anlamlar çıkarılmasını umuyorum.

 

Özetle; dilin yaşaması, ilk elden, topluluğun kendi çabasıyla, kendi kaderini belirleme stratejisiyle olacak. Dilin ayakta kalması için gereken kurumlaşma, yasal güvence vb. ise ortak çabamızla. Bir dilin ölümü dilsel topluluğun olduğu kadar, insanlığın da ortak kültürel kaybıdır. Futbol oynayanların yaşadığı, yakından bildiği bir durumu konuşalım. Kötü niyetle olmamakla birlikte takım arkadaşlarına çoğu zaman zarar veren oyuncular vardır. Oyun içinde topa öyle bir girişirler ki, karşı takımdan yemediğiniz tekmeyi, dirseği, kafayı onlardan yersiniz. Yazın alanında da maalesef böyle. Benim isteğim: Entelektüel çalışmalarımızı kafa göz yarmadan, başkalarınınkiyle yarıştırmadan ve hatta en fazla önemi kolektif çalışmaya vererek sürdürelim.     

 

 

Ali İhsan Aksamaz: 2025’in 21 Şubat UNESCO Ana Dili Günü” kutlamalarına az bir zaman kaldı. Kimi aydınlar, siyasetçiler, 21 Şubat’ı “coşkuyla” kutluyor. 21 Şubat bitiyor; her şey unutuluyor. UNESCO’nun “Ana Dili Günü”ne yönelik “ana dili” aktivisti aydınlara önerileriniz, mesajlarınız var mı?

 

Güngör Şenkal: Bu tür günlere ve o gün yapılan samimi etkinliklere değer veriyorum. Bazı şeyler kendiliğinden iyi ya da kötü değildir. Onun iyi ya da kötüye evrilmesini sağlamak bizim elimizde. Geri kalan 364 günde yatıyorsak, bu tür sembolik seremonilerde boy göstermemiz niye? Bunu biraz Ramazan bayramına benzetiyorum. İnananlar bir ay oruç tutmuş, yani emek vermiş, sonucunu bayramla kutluyor. Peki, hiçbir emeği olmayan kişi neden kutluyor? Adet yerini bulsun diye. Adet yerini bulsun diye aydın olunabilir mi?

 

Türkiye’de insanların acı çektiği anadili sorununda, Türkçenin dışındaki dillerin yaşamasında (aktarılması değil) en büyük sorumluluk anadili Türkçe olanlara düşüyor. Sırtını devlet güvencesine yaslayıp yapay dil sorunları etrafında zaman tüketmek yerine, dile/dillere evrensel bakarak, yanındakinin sorunlarına çözüm aramalıdır. Dilsel topluluğun isteğine/çözümüne ise saygı gösterilmelidir. Anadili aktivistleri sorunun göz önünde tutulmasına, böylece sorunun ortaklaşılmasına çalışmalıdır. Anadili Türkçe olanla olmayanın, sorunu ortak sorun olarak görmesi gerekliliğini şöyle örneklendirebiliriz: Anadilini öğrenen bir çocuğun hem diğer dillerde hem de diğer derslerde daha başarılı olduğu pedagojik çalışmalarla ortaya konulmuştur. Tersi durumda, çocuğun anadili engellendiğinde, düşünce dizgeleri/dünyası karmaşaya sürüklenir, uyumsuz bir birey olarak topluma, yani aramıza katılır. Birilerini değil, herkesi ilgilendiren bir sorun.

 

Ali İhsan Aksamaz: Öyle görülüyor ki, eğer ömrümüz olursa, sizinle ileride yine bu konularda konuşacağız. Siz de uygun görürseniz, bu söyleşimizi şimdi artık burada sonlandıralım. Sizi çok meşgul ettim; kusura bakmayın. Benim sormayı akıl edemediğim veya sizin özellikle belirtmek istediğiniz konular varsa, lütfen onları da bizimle paylaşın. Tarihe kayıt düşmek adına yürüttüğünüz kıymetli çalışmalarınızdan zaman ayırarak sorularımı cevapladığınız ve söylediklerimi değerlendirdiğiniz için teşekkür ederim. Her şey gönlünüzce olsun. Sağlıcakla kalın.

Güngör Şenkal: Evet, bu konuları sizinle daha çok konuşacağız. Tünelde henüz bir ışık göremiyorum. Mücadele ışığıyla ne kadar aydınlatabilirsek artık. Görüşlerime değer verip sorduğunuz için ben teşekkür ederim. Özgür dünya özlemi deryasına bir tuz tanesi olabiliyorsak ne mutlu bize. Söylemek istediklerim var. Birincisi: Kendilerinden ağır ünvanları olan bazı yazarlar, tarihi çoktan geçtiği için çöp değerine düşmüş fikirleri bilimsellik diye yineleyeceklerine, zamanlarını daha iyi değerlendirebilecek başka meşgaleler bulsunlar. İkincisi: Vicdan, kişinin en çok muhatap olduğu, mukayeseler ve muhasebeler yaptığı iç dünyasında, hak ve haksızlığı ölçen tartıdır. Vicdanlı ya da vicdansız olmamızı belirleyen de bu tartıda hangi kefenin yanında saf tuttuğumuzdur. 

 Çalışmalarınızda başarılar diliyorum.

 

 


[Önerilen okumalar: Ali İhsan Aksamaz,  “Uluslararası Katılımlı Ana Dili Sempozyumu”, sonhaber.ch/ circassiancenter.com.tr, 8. VIII. 2009;  Ali İhsan Aksamaz, “Türkiye’nin Anadilleri Kurumu”, jinepsgazetesi.com, 1 Temmuz 2012; Ali İhsan Aksamaz, “Bir Rüya Gördüm, Anlatsam da Anlamazsınız!”, sonhaber.ch/ circassiancenter.com.tr,  03. I. 2020; Ali İhsan Aksamaz, “İsrail Çerkesleri ve Kültürel Otonomi”, sonhaber.ch/ circassiancenter.com.tr,  19. II. 2020; Ali İhsan Aksamaz, “Güngör Şenkal’ın titiz çalışması: Doğu Karadeniz Dilleri Karşılaştırmalı Sözlüğü”,  sonhaber.ch/ circassiancenter.com.tr, 10. VIII. 2021; Ali İhsan Aksamaz, “TBMM’de CHP Grubu adına Lazca Konuş[ama]ma”, sonhaber.ch/ circassiancenter.com.tr, 19. III. 2024; Altan Tan, “Kürtçe seçmeli derslerin dramı”, indyturk.com, 14. II. 2025; Güngör Şenkal, “Doğu ve Güneydoğu Anadolu Dilleri Karşılaştırmalı Sözlüğü”, Kurgu Kültür Merkezi, İstanbul, 2015;  Güngör Şenkal: “Korkuyla sessiz kalanın korkusu kayboldu!”, sonhaber.ch/ circassiancenter.com.tr,  30. XII. 2020; Güngör Şenkal, “Doğu Karadeniz Dilleri Karşılaştırmalı Sözlüğü”, Klaros Yayınları, Ankara, 2021; Haldun Özkan- Ali İhsan Aksamaz, “İçimizden Biri/ Kültürüne Vefalı Bir Çeçen: Tarık Cemal Kutlu”, Nart Dergisi, sayı 39, İstanbul, 2004; Murat Murğulişi, “Kardeş Diller Sözlüğü”, Lazika Yayın Kollektifi, İstanbul, 2013; Müslüm Kabadayı, “Doğu Karadeniz Lehçeleri Karşılaştırmalı Sözlüğü (Deneme)”, Gelenek Dünya Yayıncılık, İstanbul, 2001;  Münevver Mine Bağ:  “İnsanlar, ruhsal bir varlık olarak teknoloji ve yapay zekânın çok gerisinde kaldılar!”, sonhaber.ch/ circassiancenter.com.tr,  24. X. 2024; Semih Akgün (Ali İhsan Aksamaz ile Söyleşi): “Ana dilleriyle ilgili insanların söyledikleri hamaset dolu lâflarının içini bir proje etrafında doldurmak üzere bir araya gelmeleri ve neyi nasıl yapacakları konusunda işbaşı yapmaları gereklidir.”, cherkessia.net, 28. VII. 2011; Semih Akgün (Ali İhsan Aksamaz ile Söyleşi): “Ana dillerin “ağız, şive, lehçe ve diyalekt” farklılıklarını öne sürenler, bu ana dilleri küçümsemek için bunu yapıyorlar”, cherkessia.net, 19. VI. 2012; “Yürürlükten kaldırılan hükümler”, Resmî Gazete, 12/ 4/ 1991, Sayı: 20843, mevzuat.gov.tr]

 

 

aksamaz@gmail.com

 

 

https://www.circassiancenter.com/tr/her-dil-kendi-konusurlarinin-ihtiyaclarini-karsilayacak-kadar-geliskindir/

 

https://sonhaber.ch/gungor-senkal-ile-soylesi/