“Uluslararası Katılımlı Ana
Dili Sempozyumu” (Anı)
Eğitim- Sen’in
uluslararası katılımlı bir ana dili sempozyumu düzenleyeceğinin haberini birkaç
ay kadar önce arkadaşım Khmza Haldun‘dan duymuştum. Hemen ardından da, benim de
bu sempozyuma Lazca ile ilgili bir tebliğ hazırlayarak katılmamı önermiş ve
adımı ilgili yerlere vereceğini söylemişti. Eğitim-Sen’in bu aktivitesine
katılmaya pek istekli değildim. Eğitim-Sen’in 1- 5 Aralık 2004 tarihleri
arasında Ankara’da düzenlediği “4. Demokratik Eğitim Kurultayı” öncesi, 8 no’lu
şube komisyonu çalışmaları sırasında komisyon üyelerinden bazılarının sorumsuz
ve ciddiyetsiz tutum ve davranışları ve bu kurultay sonrası da kurultayda
söylenen parlak lafların ve bunların kitap olarak yayınlanmasının ardından, Eğitim-
Sen’in ana dillere ilişkin somut projeler üretmemesi sebebiyle, Eğitim-Sen’in
bu yeni “ana dili çalışması”nda pek yer almak istemiyordum. Arkadaşıma bu
konudaki tavrımı ve gerekçelerini vakit geçirmeden belirttim.
Bana göre hiçbir işe
yaramayacak bir aktiviteye katılmanın bir anlamı yoktu. Birilerinin iş
yapıyoruz görüntüsü vermeye çalışmalarında figüranvari bir rol üstlenmek
istemiyor ve onun da ötesinde vebal altında kalmak istemiyordum. Konu ciddi
idi. Teklife böyle yaklaşmakta ve böyle bir tutum takınmakta doğru ve geçerli
sebeplerim vardı. Öncelikle bunları sizlerle paylaşmak isterim.
“4. Demokratik Eğitim
Kurultayı”na katkıda bulunmak için oluşturulan Eğitim-Sen İstanbul 8 no’lu şube
komisyonu altı kişiden (Ayşen Aysuna, Ali İhsan Aksamaz, Şefik Beyaz, Haldun
Özkan, Hatun İldemir, Muhammet Tunçsan) oluşuyordu. Komisyon kâğıt üzerinde
altı kişiden oluşmasına rağmen, o yaz sıcağında kaç kişinin, Khmza Haldun’un
Vefa semtindeki evinde yürütülen kurultay öncesi komisyon çalışmalarına aktif
olarak katıldığını ben burada söylemeyeyim?! Öte yandan birçok ciddi önerimiz
Eğitim- Sen’in nihai raporunda yer almamıştı. Onun da ötesinde Eğitim-Sen’in
elindeki geniş imkânlara rağmen, ana dillerine ilişkin somut proje ve
üretimlerde bulunmamıştı. Bütün bunlarla birlikte, sendikanın iç işleyişinde
takım tutar bir grup taassubuna tanık olmuş, benzer tutum, davranış, yaklaşım görmüş
ve fısıltıları duymuştum. Birilerinin “ak” dediğine, bir diğerleri “kara”
diyordu. Bundan başka, bazen oldukça ciddi ve vahim bir “Kürt-Kürtçe”
düşmanlığı, bazen de bir “Kürt-Kürtçe” yaltakçılığı ve kutsamacılığı ön plana
çıkıyordu. 2004’teki bu kurultay çalışmalarının öncesi ve sonrasına ilişkin
kafamda böylesi olumsuz izlenimler oluşmuştu. Kısaca bu ve benzeri sebeplerle Khmza
Haldun’un, Eğitim-Sen’in 30- 31 Mayıs
2009 tarihleri arasında düzenleyeceği “Uluslararası Katılımlı Ana Dili
Sempozyumu”na katılmam önerisine hiç
sıcak bakmıyordum.
Bütün bunların
dışında, Eğitim-Sen oldukça eski bir örgüt ve güçlü bir öğretmen kurumu geleneğine
sahip olmasına rağmen, bugüne kadar Türkiye’de konuşulan ana dillerine hiç kafa
yormamış, projeler üretmemiş, kendi imkanlarını verimli değerlendirerek uygun,
bilimsel projelere destek vermemiş, bu alanda bir gelenek oluşması için, yasak
savmanın ötesinde ciddi çabalar harcamamıştı. Türkiye’nin hemen her yerinde
şube ve temsilcilikleri bulunmasına rağmen, Türkiye’de konuşulan ana dillerine
ilişkin somut alan çalışmaları yapmamıştı. Bu ana dillerinde en azından masal
kitapları yayınlamasına ve çizgi filmler hazırlanmasına ön ayak olmamıştı. En
azından bunları kiminle nasıl yaparız diye kafa yormamıştı. Bundan başka, bu
ana dillerinde de haber ve müzik yayını yapan bir radyo ve televizyon kanalını
harekete geçirmenin yollarını aramamıştı. Eğitim-Sen ve ana dili konusunu yan
yana gelince, birlikte üretilebilecek bu güzellikler yerine, ana dili denince
tek başına “Kürtçe”nin anlaşıldığı, bu yaklaşıma destek verenler ile buna
kesinlikle karşı çıkanların içten içe birbirlerinin ayağına bastığı, çeşitli
gurupların didiştiği arabesk bir yapı aklıma geliyordu hemen, her nedense!
Eğitim-Sen, Türkiye’de konuşulan ana dillerinden haberdar değildi. Bu ana dilleri
konusunda bir envanteri, bir terminoloji üretim, kullanım ve birliği, tartışma,
çözüm yolları ve projeler üretme, bu projeleri uygulamaya koyma gibi konulardan
bihaberdi. Eğitim- Sen; bunun yerine, ana dili eğitimi denilince, ABD’de
yaşayan İspanyolca ana dilli çocuklara İspanyolca eğitimi, Almanya’daki Türkçe
ana dilli çocuklara Türkçe eğitimini anlayan, “Kürtçe” denince de “Baskça”
üzerinden örneklendirmeler veren akademik ünvanlı kişileri kurultay veya
sempozyumlarında konuşturmayı marifet saymıştı. Somut olarak, Türkiye’de
konuşulan ana dilleri hakkında hiçbir bilgisi, projesi ve çabası olmayan bir
Eğitim-Sen’in tüzüğünde, ne olduğu müphem kuru bir “ana dili” ifadesinin bulunması veya içini
doldurmamış olarak bunun savunuculuğunun yapılmasının kıymetiharbiyesi yoktu.
Bu ve benzer konularda kendisini yenileyememiş, geliştirememiş ve iki-dillilik
gibi bir kavramı da Türkiye’nin gündemine taşıyamamış bir Eğitim-Sen’in “Ana dili
Sempozyumu”na işte sıraladığım bu sebeplerden de sıcak bakamıyordum. Hem bugün yapılmaya
çalışılan bu sempozyum, bundan on beş yıl önce düzenlenmiş olsaydı, bugün
tartışılmaya çalışılan bu konular, o zamanlar tartışılır, bugünkinden daha ileri bir noktada olunur, belki de epey
bir yol kaydedilmiş olabilirdi. Bu sempozyumda da bir kesim “Kürtçe”yi somut
projelerle değil, slogan ve ajitatif ifadelerle ön plana çıkartmaya çalışacak,
onun dışındaki bazı ana dilleri garnitür malzemesi misali vitrinde bir yerlerde
şöyle bir görünecekti. Böyle bir durumun yaşanmasını hiç istemediğim için, doğrusu
bu sempozyuma şaşı bakıyordum. Özetle; mikro milliyetçi eğilimlerin ve onların
karşıtlarının arzıendam edeceğini sandığım bir ortama, Lazca adına bir şeyler
söyleyerek görsel figüran rolü üstlenmek istemiyordum; böyle bir kaygı ile
dikkatli hareket etmem gerektiğini kesin olarak biliyordum. Eğitim-Sen’in
düzenleyeceği sempozyum hakkında tam olarak işte böyle düşünüyordum.
Sempozyum tarihi
yaklaştıkça, Lazca ile ilgili bir tebliğ ile benim veya bir başka arkadaşın
sempozyuma katılması konusunda Khmza Haldun’un ısrarları arttı. Khmza Haldun;
Mecit Çakırusta ve kolkhoba.org editörü Erkan Temel ile de görüşmüş. Ben de
konuyu onlarla ayrı ayrı görüştüm. Çeşitli değerlendirmeler yapıldı. Kmza
Haldun, bu sempozyumun Lazcaya da dikkat çekilmesi konusunda çok önemli bir
zemin olacağında ısrar ediyordu. Lazca konusunda ve Lazca olarak da yazarak
yıllardan beri Laz dili ve kültürüne sessizce katkıda bulunduğumu, sayısız
fedakârlıklarda bulunduğumu, durumdan vazife çıkarttığımı; ürettiğimi, reklam,
fiyaka, ticari ve siyasi rant peşinde koşmadığımı ve tutarlı bir duruş
sergilediğimi belirten Kmza Haldun, sempozyuma Lazca ile ilgili bir tebliği
benim sunmamın en uygunu olacağını ısrarla söylüyordu. Bütün bu ifadeler, benim
duymaya alışık olmadığım ve duymaktan da hiç hoşlanmadığım övgü dolu sözlerdi.
Hem benim övgüye değil, Lazca konusuna dikkat çekmeye ihtiyacım vardı.
Lazca’nın yaşaması, geliştirilmesi ve kurumsal olarak gelecek kuşaklara
aktarılması için bir şeyler yapmak gerekiyordu.
Bugüne kadar, Lazca
denilince sitelerinin adını sadece Lazca veren, ama Lazca yayın yapmayan,
yapamayan, Lazca yayın yapmayı, üç beş Lazca şarkı, şiir ve masal yayınlamaya
indirgeyen, Lazca konusunda sağa sola dilekçe vererek vaziyeti idare edenlere
de böylelikle örnek olmamı da istiyordu
Khmza Haldun. Bu türden kimselerin, konuya benim kadar hakim olmadıklarını,
sloganvari birkaç laftan öteye bilgi derinlikleri ve onun ötesinde
tutarlılıklarının bulunmadığını, üstelik emperyalistlerin günah çıkarma kurumu
UNESCO ağzıyla konuştuklarını da üstüne basa basa defalarca belirtti Khmza
Haldun. Sempozyumda, o cibilliyetteki birilerinin yer almasını istemediğini,
böylelerinin konuyu bugüne kadar olduğu gibi sulandıracaklarını, bununla da
kalmayıp konuyu kullanarak ticari, siyasi ranta dönüştürmeye çalışacaklarını
belirtti. Zaten artık istesem de artık vazgeçemeyeceğimi, çünkü adımı sendika
uzmanı Handan Hanım’a verdiğini özellikle vurguladı. Önemli olanın benim Lazca
konusunda söyleyeceklerim olduğunu söyledi. Ayrıca “Çerkes dilleri” ile ilgili
Cumhur Bal katılacakmış.
Khmza Haldun,
sempozyumda 15- 20 dakikalık bir süremin olduğunu, konuşmamı bu zamana göre
ayarlamam gerektiğini de belirtti. Ancak konuşmamı dayandıracağım metnin
istediğim makul uzunlukta olabileceğini ve konuşma metinlerinin Eğitim-Sen
tarafından sonradan yayınlanacağını da açıkladı. Konuşmadan çok, konuşmanın
dayanacağı metnin sonradan yayınlanacak olması benim için önemliydi. Böylelikle
kimin neyi ne kadar düşünebildiği, nasıl değerlendirdiği, çözüm yolları için
hangi somut proje ve önerilerle konuya yaklaştığı kayıt altına alınacak,
isteyenin de faydasına sunulacaktı.
Khmza Haldun, bir
konuya daha da dikkat çekmişti; Lazca konusu sahipsizdi. Evet, arkadaşım doğru söylüyordu. Şöyle bir
düşündüm. 1992’den bu yana bir değerlendirme yaptım. O yıldan bu yana, Lazcayı
yaşatmak, geliştirmek ve kurumsallaştırmak adına ne yapılmıştı?! Dört yıldır
Lazcayı kurumsal olarak yaşatmaya çalışan kolkhoba.org, Lazca sayısız eserler
vermiş olan Munir Yılmaz Avcı ve küçük
bir yerellikte kendince Lazca makaleler
yazma gayreti içindeki Osman Şafak Büyüklü dışında Lazca ile kim neler yapmıştı
ki Lazca adına?! Konu sahipsizdi. Lazca
hakkında konuşmak; emperyalist- kapitalizm ve çay üreticilerin emek
mücadeleleri hakkında kafa yormamış, tek düzgün kelime söylememiş olanların
himmetine bırakılmamalıydı. UNESCO’yu kendilerine payanda yapmaya çalışanlar
medet umulabilir miydi ki?! Khmza Haldun’nun bu ikna edici sözleri ve yaptığım
değerlendirmelerden sonra, bu sempozyuma katılmaya karar verdim.
Kısa bir süre sonra
Eğitim-Sen’den Handan Hanım aradı ve öncelikle konuşma metnimin başlığını
istedi. Kendisine en kısa zamanda konuşma metnimin başlığını bildireceğimi
söyledim. Aklıma ilk gelen, üzerinde kafa yorduğum kitap çalışmam için
düşündüğüm “Şu Bizim Sahipsiz Lazca” başlığı oldu. Bunu hemen Handan Hanım’a
bildirdim. Artık kafa yoracağım tek konu sempozyum için hazırlayacağım derli
toplu ve bilgilendirici bir metin ve buna dayanarak 15- 20 dakikaya sığdırmaya
çalışacağım konuşmamdı. Böylece metni hazırlamaya başladım. Çok geçmeden Handan
Hanım sempozyum programını gösterir broşür ve afişin birer kopyasını internet
kanalıyla bana gönderdi. Gelen bu broşür ve afişte adım ve konuşma konumun
başlığı da yer alıyordu. Ancak sempozyum afişinde bir başka nokta dikkatimi
çekti. Afişte farklı dillerde, “Tüm diller eşit derecede değerlidir,” ifadesi
yazılıydı. İngilizce, Arapça, Fransızca, Rumca, Ermenice, “Kürtçe” vd. bazı
dillerde. Gel gör ki, görünürde düzenlenme sebebi, Türkiye’nin diğer ana dilleri
olan bir sempozyumda bu ana dillerden biri, üstelik de sempozyumda ifade
edilecek olan Lazca “Tüm diller eşit derecede değerlidir” ifadesi afişte yer
almıyordu. Bu hiç de hoş değildi. Hemen Handan Hanım ile bağlantı kurdum ve bu
eksikliğin sebebini sordum. Bir süre sonra cevap geldi. Araştırmışlar, bana
göre Türkçesi'nin bile zorlama olduğu hemen anlaşılan bu ifadenin Lazcası'nı
ifade edebilecek bir babayiğit bulunamamış! Sebep buymuş meğerse! Böyle olunca
ben de, bu ifadenin Türkçesi'ni kavramaya çalıştım; kastetmeye çalıştıklarını
anlamaya çalışarak Lazcası'nı Latin ve Kortuli alboni ile yazıp Handan Hanım’a
gönderdim: “K̆art̆a nena kianas koğirs!/ კარტა ნენა ქიანას ქოღირს!”
Bundan sonra, artık
sayım başlamıştı. Önce metni hazırlamalıydım. Nasıl bir metin hazırlamalıydım
ki, okuyan Lazcanın kökenini, geçmişte ve günümüzdeki kullanım alanlarını,
geçmişte Sovyetler Birliği ve Türkiye’de gördüğü iyi ve kötü günleri, günümüzde
Türkiye’deki durumunu, Lazca'ya yaşatmayı yönelik çabaları, göstermelik
şovlarla konuyu kullanmaya çalışarak ticari ve siyasi rant peşinde koşanları,
küçük burjuva hırsının emperyalistlerin günah çıkarma kuruluşlarından UNESCO’ya
sığınanları gözler önüne sermeliydi. Hem yaşadığımız coğrafyaya musallat olan
emperyalist-kapitalistlerin ham madde kaynaklarına ulaşmak ve yeni pazarlar
oluşturmak için manevralarına, onlara kucak açan ama kültürel özgürlükleri için
mücadele edenlere zulmeden Osmanlı yöneticilerine de dikkat çekmeliydim.
CHP’nin tek parti diktatörlüğünün uygulamalarını ve günümüze yansımalarını da
ortaya koymalıydım. Türkiye’de hangi ana dilini kimin birinci, kimin ikinci dil
olarak konuştuğunu kimse bilmiyordu. Bu önemli bir noktaydı. Ana dili konusuna
hep sayı ve “Kürtçe” üzerinden bakılıyordu. Bu yanlıştı. Bu konuya da vurgu
yapılmalıydı. TRT’nin 2004’te bazı ana dillerde
kısıtlı da olsa ana dili yayınlarına başlaması, ancak Lazca yayın yapılmaması
konusu üzerinde de durmalıydım. Konu; üretim, mülkiyet ve paylaşım ilişkileri
penceresinden de gözlenmeliydi. Dili ortaya çıkaran, yaşatan hep bu ilişkiler
olmuştu. Belirtilmesi gereken bir önemli konu da, kırık bilgilerle ahkâm
kesmenin ne kadar yanlış olduğunun vurgulanmasıydı. Eğitim-Sen’in de kendi gücü
ve bilgi birikimi ile yapabileceklerine de dikkat çekilmeliydi.
Düzgün, derli toplu, bilgilendirici
bir metin ortaya koymak kadar, yapacağım sunum da önemliydi. Hoş, 27 Aralık
2007 tarihinde Boğaziçi Üniversitesi Sosyal Hizmet Kulübü tarafından Demir
Demirgil Salonunda düzenlenen sempozyumda “Ana dili Öğrenimi Hakkı ve Öğretimi”
konulu bir tebliği ve 17 Mayıs 2008 tarihinde de Sanat Cephesi tarafından
İstanbul Mezopotamya Kültür Merkezi salonunda düzenlenen konferansta “Kültürel
Zenginliğimizin Farkında Olamayışımız” başlıklı bir başka tebliği sunmuştum.
Bu, insanlar önündeki üçüncü sunumum olacaktı. Buna rağmen, birçok sebepten
dolayı heyecanlıydım.
Hemen çalışmaya
başladım. Daha önceki çalışmalarımı gözden geçirdim. Doğrusu ne yazacağımı çok
iyi biliyordum. Ne var ki, bunları hangi üslupla insanlara anlatacağımı bilemiyordum. Etkisinin ne
olacağını kestiremiyordum. Heyecan ve kaygılarımı arttıran, yukarıda kısmen
belirttiğim sebepler de vardı tabii. Ancak sempozyumun uluslararası nitelikli
olması, yabancı katılımcıların anlayabilmesi için konuşmaların İngilizce'ye de
çevrilecek olması bir başka tedirginlik oluşturuyordu bende. Acaba tercümanlar
dediğimin Türkçesi'ni anlayıp da mı, İngilizce'ye çevirebileceklerdi?! Handan Hanım, tebliğlerin bir an önce
gönderilmesini istemişti. Tercümanlar konuya aşina olacaklarmış. Çok kısa
sürede çalışmayı bitirdim ve Handan Hanım’a internet üzerinden gönderdim.
Sonraki süreçte konuşma metnini okuyor, karşımda birileri varmış gibi konuyu
anlatmaya çalışıyor; prova yapıyordum. Anlatımın kaç dakika sürdüğünü öğrenmek
için de saat tutuyordum. Sonuçta kendimi sempozyum sunumuna teknik olarak da
hazırladım. Bu sefer de sunum sırasında ağzımın dilimin tutulacağı gibi bir
korkuya kapıldım. Bu korkuyu sempozyum sunumuma başladığım ana kadar yaşadığımı
itiraf etmeliydim.
Sempozyuma
hazırlanırken yaptıklarım, düşündüklerim, hissettiklerimi yukarıda belirtmeye
çalıştım. Ankara’da Eğitim-Sen’in böyle bir sempozyum düzenleyeceğini ve benim
de “Şu Bizim Sahipsiz Lazca” başlıklı bir tebliğ ile bu sempozyuma katılacağımı
“sağır sultan” bile duyup kulak kabartmasına rağmen, bu konuda duyarlı
oldukları izlenimini uyandırıp yıllardır fiyaka peşinde koşanların derin bir
suskunluğa dalması, beni hiç de şaşırtmadı. Bununla da bir kez daha anlaşıldı
ki, Lazca gerçekten de sahipsizdi. Ciddi ve kalıcı bir şeyler üretmeye, taş üstüne
taş koymaya, fincancı katırlarını ürkütmeye ve cesaret göstermeye ihtiyaç duyan
konularda, işin fiyakasında olanların sesleri hiç çıkmıyordu.1994'te
"Alboni"yi kendi imkanlarımla yayınlattığımda da çevremde kimseyi
görmemiştim. Böyle işlerde, onların gözleri kör, kulakları sağır oluyordu!
Bütün bu ve diğer sebepler, konuya daha da ciddiyetle sarılmam noktasında beni
bir kez daha biledi.
Sempozyumdaki
sunumumu, bir powerpoint gösterisi eşliğinde yapmanın daha etkili olabileceğini
düşündüm önce. Ancak bu konuda bilgim bulunmadığı ve çevremde de yardımlarını
alabileceğim kimse olmadığı için, powerpoint programı ile sunma düşüncemden
vazgeçtim. Muhtemelen sempozyum baştan sona birileri tarafından görüntülü ve
sesli olarak kayıt altına alınacaktı. Ancak isteyen herkesin kullanımına
sunulacacağından emin değildim. O sebeple kendi sunumumu ve yönelecek soruları
ve vereceğim cevaplarımı kaydetmemin uygun olacağını düşündüm. Bir klip
hazırlayıp, isteyen herkesin kullanımına hemen sunmanın faydalı olacağını düşündüm.
Uzun zamandır kullanmadığım, emektar
küçük teybimi çantama koymadan önce, çalışıp çalışmadığını kontrol
ettim. Bir prova yaptım. Sempozyum günü yaklaşıyordu. Çalıştığım yerden ancak
bir gün izin aldım. Çok istememe rağmen, sempozyumun ilk gününü izleme imkanım
olmadı bu sebeple.
30 Haziran Cumartesi akşamı İstanbul’dan otobüse bindim. Hızlı bir yolculuktan sonra, gece yarısı saat 02: 00 sularında Ankara Otogarı'ndan tuttuğum taksi ile Eğitim-Sen'in misafirhanesine ulaştım. (8. VIII. 2009 )
[Önerilen okumalar: Ali İhsan Aksamaz, “Şu Bizim Sahipsiz Lazca”,
lazca.org/ circassiancenter.com.tr, 29. V. 2009; Ali
İhsan Aksamaz, “Yine Geldi 21 Şubat/ Xolo Komoxtu 21 K̆undura”, yusufbulut.com/
suryaniler.com/ sonhaber.ch/ circassiancenter.com.tr, 21. II. 2012; Ali İhsan Aksamaz , “CHP’li Hiç Olmadım; AKP’li de
Değilim!”, yusufbulut.com/ sonhaber.ch, 21. IX. 2013]
Youtube sunum kaydı:
https://www.circassiancenter.com/tr/uluslararasi-katilimli-ana-dili-sempozyumu-ani/
https://sonhaber.ch/uluslararasi-katilimli-ana-dili-sempozyumu-ani/