10 Şubat 2025 Pazartesi

“Uluslararası Katılımlı Ana Dili Sempozyumu” (Anı)

 

 

 


 

“Uluslararası Katılımlı Ana Dili Sempozyumu” (Anı)

 

 

Eğitim- Sen’in uluslararası katılımlı bir ana dili sempozyumu düzenleyeceğinin haberini birkaç ay kadar önce arkadaşım Khmza Haldun‘dan duymuştum. Hemen ardından da, benim de bu sempozyuma Lazca ile ilgili bir tebliğ hazırlayarak katılmamı önermiş ve adımı ilgili yerlere vereceğini söylemişti. Eğitim-Sen’in bu aktivitesine katılmaya pek istekli değildim. Eğitim-Sen’in 1- 5 Aralık 2004 tarihleri arasında Ankara’da düzenlediği “4. Demokratik Eğitim Kurultayı” öncesi, 8 no’lu şube komisyonu çalışmaları sırasında komisyon üyelerinden bazılarının sorumsuz ve ciddiyetsiz tutum ve davranışları ve bu kurultay sonrası da kurultayda söylenen parlak lafların ve bunların kitap olarak yayınlanmasının ardından, Eğitim- Sen’in ana dillere ilişkin somut projeler üretmemesi sebebiyle, Eğitim-Sen’in bu yeni “ana dili çalışması”nda pek yer almak istemiyordum. Arkadaşıma bu konudaki tavrımı ve gerekçelerini vakit geçirmeden belirttim. 

 

 

Bana göre hiçbir işe yaramayacak bir aktiviteye katılmanın bir anlamı yoktu. Birilerinin iş yapıyoruz görüntüsü vermeye çalışmalarında figüranvari bir rol üstlenmek istemiyor ve onun da ötesinde vebal altında kalmak istemiyordum. Konu ciddi idi. Teklife böyle yaklaşmakta ve böyle bir tutum takınmakta doğru ve geçerli sebeplerim vardı. Öncelikle bunları sizlerle paylaşmak isterim.

 

“4. Demokratik Eğitim Kurultayı”na katkıda bulunmak için oluşturulan Eğitim-Sen İstanbul 8 no’lu şube komisyonu altı kişiden (Ayşen Aysuna, Ali İhsan Aksamaz, Şefik Beyaz, Haldun Özkan, Hatun İldemir, Muhammet Tunçsan) oluşuyordu. Komisyon kâğıt üzerinde altı kişiden oluşmasına rağmen, o yaz sıcağında kaç kişinin, Khmza Haldun’un Vefa semtindeki evinde yürütülen kurultay öncesi komisyon çalışmalarına aktif olarak katıldığını ben burada söylemeyeyim?! Öte yandan birçok ciddi önerimiz Eğitim- Sen’in nihai raporunda yer almamıştı. Onun da ötesinde Eğitim-Sen’in elindeki geniş imkânlara rağmen, ana dillerine ilişkin somut proje ve üretimlerde bulunmamıştı. Bütün bunlarla birlikte, sendikanın iç işleyişinde takım tutar bir grup taassubuna tanık olmuş, benzer tutum, davranış, yaklaşım görmüş ve fısıltıları duymuştum. Birilerinin “ak” dediğine, bir diğerleri “kara” diyordu. Bundan başka, bazen oldukça ciddi ve vahim bir “Kürt-Kürtçe” düşmanlığı, bazen de bir “Kürt-Kürtçe” yaltakçılığı ve kutsamacılığı ön plana çıkıyordu. 2004’teki bu kurultay çalışmalarının öncesi ve sonrasına ilişkin kafamda böylesi olumsuz izlenimler oluşmuştu. Kısaca bu ve benzeri sebeplerle Khmza Haldun’un,  Eğitim-Sen’in 30- 31 Mayıs 2009 tarihleri arasında düzenleyeceği “Uluslararası Katılımlı Ana Dili Sempozyumu”na  katılmam önerisine hiç sıcak bakmıyordum.

 

Bütün bunların dışında, Eğitim-Sen oldukça eski bir örgüt ve güçlü bir öğretmen kurumu geleneğine sahip olmasına rağmen, bugüne kadar Türkiye’de konuşulan ana dillerine hiç kafa yormamış, projeler üretmemiş, kendi imkanlarını verimli değerlendirerek uygun, bilimsel projelere destek vermemiş, bu alanda bir gelenek oluşması için, yasak savmanın ötesinde ciddi çabalar harcamamıştı. Türkiye’nin hemen her yerinde şube ve temsilcilikleri bulunmasına rağmen, Türkiye’de konuşulan ana dillerine ilişkin somut alan çalışmaları yapmamıştı. Bu ana dillerinde en azından masal kitapları yayınlamasına ve çizgi filmler hazırlanmasına ön ayak olmamıştı. En azından bunları kiminle nasıl yaparız diye kafa yormamıştı. Bundan başka, bu ana dillerinde de haber ve müzik yayını yapan bir radyo ve televizyon kanalını harekete geçirmenin yollarını aramamıştı. Eğitim-Sen ve ana dili konusunu yan yana gelince, birlikte üretilebilecek bu güzellikler yerine, ana dili denince tek başına “Kürtçe”nin anlaşıldığı, bu yaklaşıma destek verenler ile buna kesinlikle karşı çıkanların içten içe birbirlerinin ayağına bastığı, çeşitli gurupların didiştiği arabesk bir yapı aklıma geliyordu hemen, her nedense! Eğitim-Sen, Türkiye’de konuşulan ana dillerinden haberdar değildi. Bu ana dilleri konusunda bir envanteri, bir terminoloji üretim, kullanım ve birliği, tartışma, çözüm yolları ve projeler üretme, bu projeleri uygulamaya koyma gibi konulardan bihaberdi. Eğitim- Sen; bunun yerine, ana dili eğitimi denilince, ABD’de yaşayan İspanyolca ana dilli çocuklara İspanyolca eğitimi, Almanya’daki Türkçe ana dilli çocuklara Türkçe eğitimini anlayan, “Kürtçe” denince de “Baskça” üzerinden örneklendirmeler veren akademik ünvanlı kişileri kurultay veya sempozyumlarında konuşturmayı marifet saymıştı. Somut olarak, Türkiye’de konuşulan ana dilleri hakkında hiçbir bilgisi, projesi ve çabası olmayan bir Eğitim-Sen’in tüzüğünde, ne olduğu müphem kuru bir  “ana dili” ifadesinin bulunması veya içini doldurmamış olarak bunun savunuculuğunun yapılmasının kıymetiharbiyesi yoktu. Bu ve benzer konularda kendisini yenileyememiş, geliştirememiş ve iki-dillilik gibi bir kavramı da Türkiye’nin gündemine taşıyamamış bir Eğitim-Sen’in “Ana dili Sempozyumu”na işte sıraladığım bu sebeplerden de sıcak bakamıyordum. Hem bugün yapılmaya çalışılan bu sempozyum, bundan on beş yıl önce düzenlenmiş olsaydı, bugün tartışılmaya çalışılan bu konular, o zamanlar tartışılır, bugünkinden  daha ileri bir noktada olunur, belki de epey bir yol kaydedilmiş olabilirdi. Bu sempozyumda da bir kesim “Kürtçe”yi somut projelerle değil, slogan ve ajitatif ifadelerle ön plana çıkartmaya çalışacak, onun dışındaki bazı ana dilleri garnitür malzemesi misali vitrinde bir yerlerde şöyle bir görünecekti. Böyle bir durumun yaşanmasını hiç istemediğim için, doğrusu bu sempozyuma şaşı bakıyordum. Özetle; mikro milliyetçi eğilimlerin ve onların karşıtlarının arzıendam edeceğini sandığım bir ortama, Lazca adına bir şeyler söyleyerek görsel figüran rolü üstlenmek istemiyordum; böyle bir kaygı ile dikkatli hareket etmem gerektiğini kesin olarak biliyordum. Eğitim-Sen’in düzenleyeceği sempozyum hakkında tam olarak işte böyle düşünüyordum.

 

Sempozyum tarihi yaklaştıkça, Lazca ile ilgili bir tebliğ ile benim veya bir başka arkadaşın sempozyuma katılması konusunda Khmza Haldun’un ısrarları arttı. Khmza Haldun; Mecit Çakırusta ve kolkhoba.org editörü Erkan Temel ile de görüşmüş. Ben de konuyu onlarla ayrı ayrı görüştüm. Çeşitli değerlendirmeler yapıldı. Kmza Haldun, bu sempozyumun Lazcaya da dikkat çekilmesi konusunda çok önemli bir zemin olacağında ısrar ediyordu. Lazca konusunda ve Lazca olarak da yazarak yıllardan beri Laz dili ve kültürüne sessizce katkıda bulunduğumu, sayısız fedakârlıklarda bulunduğumu, durumdan vazife çıkarttığımı; ürettiğimi, reklam, fiyaka, ticari ve siyasi rant peşinde koşmadığımı ve tutarlı bir duruş sergilediğimi belirten Kmza Haldun, sempozyuma Lazca ile ilgili bir tebliği benim sunmamın en uygunu olacağını ısrarla söylüyordu. Bütün bu ifadeler, benim duymaya alışık olmadığım ve duymaktan da hiç hoşlanmadığım övgü dolu sözlerdi. Hem benim övgüye değil, Lazca konusuna dikkat çekmeye ihtiyacım vardı. Lazca’nın yaşaması, geliştirilmesi ve kurumsal olarak gelecek kuşaklara aktarılması için bir şeyler yapmak gerekiyordu.

 

Bugüne kadar, Lazca denilince sitelerinin adını sadece Lazca veren, ama Lazca yayın yapmayan, yapamayan, Lazca yayın yapmayı, üç beş Lazca şarkı, şiir ve masal yayınlamaya indirgeyen, Lazca konusunda sağa sola dilekçe vererek vaziyeti idare edenlere de böylelikle örnek olmamı da  istiyordu Khmza Haldun. Bu türden kimselerin, konuya benim kadar hakim olmadıklarını, sloganvari birkaç laftan öteye bilgi derinlikleri ve onun ötesinde tutarlılıklarının bulunmadığını, üstelik emperyalistlerin günah çıkarma kurumu UNESCO ağzıyla konuştuklarını da üstüne basa basa defalarca belirtti Khmza Haldun. Sempozyumda, o cibilliyetteki birilerinin yer almasını istemediğini, böylelerinin konuyu bugüne kadar olduğu gibi sulandıracaklarını, bununla da kalmayıp konuyu kullanarak ticari, siyasi ranta dönüştürmeye çalışacaklarını belirtti. Zaten artık istesem de artık vazgeçemeyeceğimi, çünkü adımı sendika uzmanı Handan Hanım’a verdiğini özellikle vurguladı. Önemli olanın benim Lazca konusunda söyleyeceklerim olduğunu söyledi. Ayrıca “Çerkes dilleri” ile ilgili Cumhur Bal katılacakmış.

 

Khmza Haldun, sempozyumda 15- 20 dakikalık bir süremin olduğunu, konuşmamı bu zamana göre ayarlamam gerektiğini de belirtti. Ancak konuşmamı dayandıracağım metnin istediğim makul uzunlukta olabileceğini ve konuşma metinlerinin Eğitim-Sen tarafından sonradan yayınlanacağını da açıkladı. Konuşmadan çok, konuşmanın dayanacağı metnin sonradan yayınlanacak olması benim için önemliydi. Böylelikle kimin neyi ne kadar düşünebildiği, nasıl değerlendirdiği, çözüm yolları için hangi somut proje ve önerilerle konuya yaklaştığı kayıt altına alınacak, isteyenin de faydasına sunulacaktı.

 

Khmza Haldun, bir konuya daha da dikkat çekmişti; Lazca konusu sahipsizdi.  Evet, arkadaşım doğru söylüyordu. Şöyle bir düşündüm. 1992’den bu yana bir değerlendirme yaptım. O yıldan bu yana, Lazcayı yaşatmak, geliştirmek ve kurumsallaştırmak adına ne yapılmıştı?! Dört yıldır Lazcayı kurumsal olarak yaşatmaya çalışan kolkhoba.org, Lazca sayısız eserler vermiş olan  Munir Yılmaz Avcı ve küçük bir yerellikte  kendince Lazca makaleler yazma gayreti içindeki Osman Şafak Büyüklü dışında Lazca ile kim neler yapmıştı ki Lazca adına?!  Konu sahipsizdi. Lazca hakkında konuşmak; emperyalist- kapitalizm ve çay üreticilerin emek mücadeleleri hakkında kafa yormamış, tek düzgün kelime söylememiş olanların himmetine bırakılmamalıydı. UNESCO’yu kendilerine payanda yapmaya çalışanlar medet umulabilir miydi ki?! Khmza Haldun’nun bu ikna edici sözleri ve yaptığım değerlendirmelerden sonra, bu sempozyuma katılmaya karar verdim.

 

Kısa bir süre sonra Eğitim-Sen’den Handan Hanım aradı ve öncelikle konuşma metnimin başlığını istedi. Kendisine en kısa zamanda konuşma metnimin başlığını bildireceğimi söyledim. Aklıma ilk gelen, üzerinde kafa yorduğum kitap çalışmam için düşündüğüm “Şu Bizim Sahipsiz Lazca” başlığı oldu. Bunu hemen Handan Hanım’a bildirdim. Artık kafa yoracağım tek konu sempozyum için hazırlayacağım derli toplu ve bilgilendirici bir metin ve buna dayanarak 15- 20 dakikaya sığdırmaya çalışacağım konuşmamdı. Böylece metni hazırlamaya başladım. Çok geçmeden Handan Hanım sempozyum programını gösterir broşür ve afişin birer kopyasını internet kanalıyla bana gönderdi. Gelen bu broşür ve afişte adım ve konuşma konumun başlığı da yer alıyordu. Ancak sempozyum afişinde bir başka nokta dikkatimi çekti. Afişte farklı dillerde, “Tüm diller eşit derecede değerlidir,” ifadesi yazılıydı. İngilizce, Arapça, Fransızca, Rumca, Ermenice, “Kürtçe” vd. bazı dillerde. Gel gör ki, görünürde düzenlenme sebebi, Türkiye’nin diğer ana dilleri olan bir sempozyumda bu ana dillerden biri, üstelik de sempozyumda ifade edilecek olan Lazca “Tüm diller eşit derecede değerlidir” ifadesi afişte yer almıyordu. Bu hiç de hoş değildi. Hemen Handan Hanım ile bağlantı kurdum ve bu eksikliğin sebebini sordum. Bir süre sonra cevap geldi. Araştırmışlar, bana göre Türkçesi'nin bile zorlama olduğu hemen anlaşılan bu ifadenin Lazcası'nı ifade edebilecek bir babayiğit bulunamamış! Sebep buymuş meğerse! Böyle olunca ben de, bu ifadenin Türkçesi'ni kavramaya çalıştım; kastetmeye çalıştıklarını anlamaya çalışarak Lazcası'nı Latin ve Kortuli alboni ile yazıp Handan Hanım’a gönderdim: “K̆art̆a nena kianas koğirs!/ კარტა ნენა ქიანას ქოღირს!”

 

Bundan sonra, artık sayım başlamıştı. Önce metni hazırlamalıydım. Nasıl bir metin hazırlamalıydım ki, okuyan Lazcanın kökenini, geçmişte ve günümüzdeki kullanım alanlarını, geçmişte Sovyetler Birliği ve Türkiye’de gördüğü iyi ve kötü günleri, günümüzde Türkiye’deki durumunu, Lazca'ya yaşatmayı yönelik çabaları, göstermelik şovlarla konuyu kullanmaya çalışarak ticari ve siyasi rant peşinde koşanları, küçük burjuva hırsının emperyalistlerin günah çıkarma kuruluşlarından UNESCO’ya sığınanları gözler önüne sermeliydi. Hem yaşadığımız coğrafyaya musallat olan emperyalist-kapitalistlerin ham madde kaynaklarına ulaşmak ve yeni pazarlar oluşturmak için manevralarına, onlara kucak açan ama kültürel özgürlükleri için mücadele edenlere zulmeden Osmanlı yöneticilerine de dikkat çekmeliydim. CHP’nin tek parti diktatörlüğünün uygulamalarını ve günümüze yansımalarını da ortaya koymalıydım. Türkiye’de hangi ana dilini kimin birinci, kimin ikinci dil olarak konuştuğunu kimse bilmiyordu. Bu önemli bir noktaydı. Ana dili konusuna hep sayı ve “Kürtçe” üzerinden bakılıyordu. Bu yanlıştı. Bu konuya da vurgu yapılmalıydı.  TRT’nin 2004’te bazı ana dillerde kısıtlı da olsa ana dili yayınlarına başlaması, ancak Lazca yayın yapılmaması konusu üzerinde de durmalıydım. Konu; üretim, mülkiyet ve paylaşım ilişkileri penceresinden de gözlenmeliydi. Dili ortaya çıkaran, yaşatan hep bu ilişkiler olmuştu. Belirtilmesi gereken bir önemli konu da, kırık bilgilerle ahkâm kesmenin ne kadar yanlış olduğunun vurgulanmasıydı. Eğitim-Sen’in de kendi gücü ve bilgi birikimi ile yapabileceklerine de dikkat çekilmeliydi.

 

Düzgün, derli toplu, bilgilendirici bir metin ortaya koymak kadar, yapacağım sunum da önemliydi. Hoş, 27 Aralık 2007 tarihinde Boğaziçi Üniversitesi Sosyal Hizmet Kulübü tarafından Demir Demirgil Salonunda düzenlenen sempozyumda “Ana dili Öğrenimi Hakkı ve Öğretimi” konulu bir tebliği ve 17 Mayıs 2008 tarihinde de Sanat Cephesi tarafından İstanbul Mezopotamya Kültür Merkezi salonunda düzenlenen konferansta “Kültürel Zenginliğimizin Farkında Olamayışımız” başlıklı bir başka tebliği sunmuştum. Bu, insanlar önündeki üçüncü sunumum olacaktı. Buna rağmen, birçok sebepten dolayı heyecanlıydım.

 

Hemen çalışmaya başladım. Daha önceki çalışmalarımı gözden geçirdim. Doğrusu ne yazacağımı çok iyi biliyordum. Ne var ki, bunları hangi üslupla insanlara  anlatacağımı bilemiyordum. Etkisinin ne olacağını kestiremiyordum. Heyecan ve kaygılarımı arttıran, yukarıda kısmen belirttiğim sebepler de vardı tabii. Ancak sempozyumun uluslararası nitelikli olması, yabancı katılımcıların anlayabilmesi için konuşmaların İngilizce'ye de çevrilecek olması bir başka tedirginlik oluşturuyordu bende. Acaba tercümanlar dediğimin Türkçesi'ni anlayıp da mı, İngilizce'ye çevirebileceklerdi?!   Handan Hanım, tebliğlerin bir an önce gönderilmesini istemişti. Tercümanlar konuya aşina olacaklarmış. Çok kısa sürede çalışmayı bitirdim ve Handan Hanım’a internet üzerinden gönderdim. Sonraki süreçte konuşma metnini okuyor, karşımda birileri varmış gibi konuyu anlatmaya çalışıyor; prova yapıyordum. Anlatımın kaç dakika sürdüğünü öğrenmek için de saat tutuyordum. Sonuçta kendimi sempozyum sunumuna teknik olarak da hazırladım. Bu sefer de sunum sırasında ağzımın dilimin tutulacağı gibi bir korkuya kapıldım. Bu korkuyu sempozyum sunumuma başladığım ana kadar yaşadığımı itiraf etmeliydim.

 

Sempozyuma hazırlanırken yaptıklarım, düşündüklerim, hissettiklerimi yukarıda belirtmeye çalıştım. Ankara’da Eğitim-Sen’in böyle bir sempozyum düzenleyeceğini ve benim de “Şu Bizim Sahipsiz Lazca” başlıklı bir tebliğ ile bu sempozyuma katılacağımı “sağır sultan” bile duyup kulak kabartmasına rağmen, bu konuda duyarlı oldukları izlenimini uyandırıp yıllardır fiyaka peşinde koşanların derin bir suskunluğa dalması, beni hiç de şaşırtmadı. Bununla da bir kez daha anlaşıldı ki, Lazca gerçekten de sahipsizdi. Ciddi ve kalıcı bir şeyler üretmeye, taş üstüne taş koymaya, fincancı katırlarını ürkütmeye ve cesaret göstermeye ihtiyaç duyan konularda, işin fiyakasında olanların sesleri hiç çıkmıyordu.1994'te "Alboni"yi kendi imkanlarımla yayınlattığımda da çevremde kimseyi görmemiştim. Böyle işlerde, onların gözleri kör, kulakları sağır oluyordu! Bütün bu ve diğer sebepler, konuya daha da ciddiyetle sarılmam noktasında beni bir kez daha biledi.

 

 

Sempozyumdaki sunumumu, bir powerpoint gösterisi eşliğinde yapmanın daha etkili olabileceğini düşündüm önce. Ancak bu konuda bilgim bulunmadığı ve çevremde de yardımlarını alabileceğim kimse olmadığı için, powerpoint programı ile sunma düşüncemden vazgeçtim. Muhtemelen sempozyum baştan sona birileri tarafından görüntülü ve sesli olarak kayıt altına alınacaktı. Ancak isteyen herkesin kullanımına sunulacacağından emin değildim. O sebeple kendi sunumumu ve yönelecek soruları ve vereceğim cevaplarımı kaydetmemin uygun olacağını düşündüm. Bir klip hazırlayıp, isteyen herkesin kullanımına hemen sunmanın faydalı olacağını düşündüm. Uzun zamandır kullanmadığım, emektar  küçük teybimi çantama koymadan önce, çalışıp çalışmadığını kontrol ettim. Bir prova yaptım. Sempozyum günü yaklaşıyordu. Çalıştığım yerden ancak bir gün izin aldım. Çok istememe rağmen, sempozyumun ilk gününü izleme imkanım olmadı bu sebeple.

 

30 Haziran Cumartesi akşamı İstanbul’dan otobüse bindim. Hızlı bir yolculuktan sonra, gece yarısı saat 02: 00 sularında Ankara Otogarı'ndan tuttuğum taksi ile Eğitim-Sen'in misafirhanesine ulaştım. (8. VIII.  2009 )


[Nevzat Kaya, Ali İhsan Aksamaz, Khmza Haldun ( İstanbul (Erkek) Lisesi), 2012]




[Önerilen okumalar: Ali İhsan Aksamaz, “Şu Bizim Sahipsiz Lazca”, lazca.org/ circassiancenter.com.tr, 29. V. 2009; Ali İhsan Aksamaz, “Yine Geldi 21 Şubat/ Xolo Komoxtu 21 K̆undura”, yusufbulut.com/ suryaniler.com/ sonhaber.ch/ circassiancenter.com.tr, 21. II. 2012; Ali İhsan Aksamaz , “CHP’li Hiç Olmadım; AKP’li de Değilim!”, yusufbulut.com/  sonhaber.ch, 21. IX. 2013]

 

 

 

Youtube sunum kaydı:

 



 

 

aksamaz@gmail.com



https://www.circassiancenter.com/tr/uluslararasi-katilimli-ana-dili-sempozyumu-ani/

https://sonhaber.ch/uluslararasi-katilimli-ana-dili-sempozyumu-ani/