“Laz
Enstitüsü” Toplantısında Söylediklerim, Gözlem, Eleştiri ve Önerilerim (ARŞİV)
Aslına bakarsanız;
Türkiyede bir Laz Enstitüsü, 1930’lu yıllara daha varmadan devletin kendisi
tarafından kurulmalıydı. Meselâ; Ankara’da Dil- Tarih- Coğrafya Fakültesi’nde
bir “Laz Enstitüsü” açılabilirdi. Burada Laz dili ile ilgili bilimsel
çalışmalar yürütülebilirdi. Bundan başka; anadili Lazca olan askerliğini onbaşı
veya çavuş olarak yapan ve Türkçe okuma- yazma bilen gençler DTCF’nin “Laz
Enstitüsü”nde kısa dönem ancak yoğun bir eğitim ve öğretimden geçirilerek,
kendi yörelerinde Türkçeyi Latin harfleriyle okumayı ve yazmayı öğrettikleri
gibi, Lazca öğretmeni olarak da görev yapabilirlerdi. Bununla birlikte “Millet
Mektepleri” ve “Köy Enstitüleri”ni de hatırlayalım. Pek âlâ bu kurumların da
desteğiyle bu sorun çözülebilirdi. Lazların yerlisi oldukları ve topluca
yaşadıkları Doğu Karadeniz yerleşim bölgelerindeki okullarda olsun, muhacir
olarak yaşadıkları Adapazarı, İzmit, Sapanca, Yalova vb. yerlerdeki köy
okullarında olsun anadili dersleri verilebilirdi. Kültür Bakanlığı ve/ya Millî
Eğitim Bakanlığının yayınlayacağı ders kitapları ve zamanının yardımcı ders
araç gereçleriyle de Lazca dersleri desteklenebilirdi. İstanbul, Ankara, İzmir
gibi büyük kentlerde birbirlerinden ayrı olarak yaşayan Laz ailelerin çocukları
ise, bu olumlu çalışmalardan ve Lazca ders kitaplarından büyükleri veya
dernekler vasıtasıyla faydalanabilirdi. Böylelikle; Lazca ve Türkçe
iki-dillilik süreci bugünlere sağlıklı ve kurumsal olarak oluşabilirdi. Hem
Türkçeyi ve hem de Lazcayı çok iyi bilen, konuşan ve okuyup yazabilen en az
dört kuşak yetişebilirdi. Bütün bunlar para ve diğer kaynakları aktararak
değil, ancak öncelikle vatandaşına güvenen yurtsever bir kafayla yapılabilirdi.
Devlet, daha doğru bir
söylemle CHP’nin tek parti iktidarı, bir “Laz Enstitüsü” oluşturmadı; Lazcanın
geliştirilip çağın gelişmelerine paralel olarak bu günlere kurumsal olarak
ulaştırılmasına izin vermedi. Bu da yetmiyormuş gibi, Lazcayı yok etmek için
çeşitli tedbirlere başvurdu. 1930’lu yıllardan başlamak üzere Lazcaya diğer
anadilleri gibi kültürel bir soykırım uygulanmıştır. CHP’nin tek parti
uygulamaları hakkında en öğretici kaynak Cumhuriyet Gazetesi’nin arşividir
9 Aralık 2012 Pazar
günü “Lazika Yayın Kollektifi” idarehanesinde bir toplantı vardı. Toplantıdan
Mustafa Özkurt Çupina ve İsmail Avcı Bucaklişi’nin telefonlarıyla haberim oldu.
Hafta içi her ikisi de değişik zamanlarda beni aradı ve bu toplantıya katılmamı
istediler. Konuyu sorduğumda, toplantı konusunun “Laz Enstitüsü” olduğunu
belirttiler. Kendilerine toplantıya
katılacağımı söyledim. Ancak bu
toplantıda “Laz Enstitüsü”nün nesinin konuşulacağını anlamadım. Bu toplantının,
“Laz Enstitüsü”nün kuruluşunun ne zaman duyurulacağına ilişkin bir karar verme
toplantısı veya kokteyli olup olmadığını da sormadım. Çünkü bana göre, “Laz
Enstitüsü,” fiilen “Lazika Yayın Kollektifi”nin çalışmaya başlamasıyla birlikte
kurulmuş oldu. “Lazika Yayın
Kollektifi,” gücü oranında ve çeşitli engelleri aşabildiği kadarıyla bugüne
kadar bir enstitünün yapabileceği çalışmalardan bir kısmını başarıyla yaptı.
Yapılacak bu toplantıda, “Lazika Yayın Kollektifi”nin adının “Laz Enstitüsü”ne
çevrilebileceği geldi aklıma bir an. Zaten artık bir lokali de vardı. Bununla
beraber, bu kolektifin yeni bir hamle yapmak amacıyla bu toplantıyı düzenliyor
olduğunu da düşündüm. Sebep ne olursa olsun, olumlu bir gelişmeydi. O sebeple
ne Mustafa Özkurt Çupina’ya ne de İsmail Avcı Bucaklişi’ye bu vb. konularda çok
fazla soru sorma ihtiyacı hissetmedim. Ne de olsa ben sadece davetliydim;
misafirdim. Bu arkadaşlarla her ne kadar yakın bir arkadaşlığım olsa da,
“Lazika Yayın Kollektifi”nin kendi iç iş ve işleyişlerine ilişkin çok fazla
bilgi edinmeyi doğru bulmadım; doğru bulmam.
Dediğim gibi; ben “Lazika Yayın Kollektifi”nden değilim ve bu toplantıya
da yalnızca davetliyim.
Toplantının
amacını hiç anlamadım. Söylenmedi; belli değildi demek. Toplantının önceden
duyurulmuş bir gündemi de yoktu. Gündemsiz toplantıları çok iyi bilirim. O tür
toplantılardan hiçbir şey çıkmaz. Çıksa çıksa, sürtüşme çıkar. Bütün bunları,
buna benzer toplantılarda yirmi yıldır gördüğüm için, bu toplantıya da temkinli
yaklaşmanın gerektiğini düşündüm. Kendi kendime karar aldım. Bu toplantıda
konuşmayacak, kuytu bir köşede yalnızca dinleyecektim.
Toplantı
öncesi günlerde, zaman zaman geçmişi düşündüm. Laz aydınlarının yirmi yılda
hangi noktadan hangi noktaya geldiklerini değerlendirmeye çalıştım kafamda.
Yirmi yılda Laz aydınlarını bir “Laz Enstitüsü” kuramamışlardı. Neden?!
Enstitü’nün işlevini anlayamamışlardı da ondan! Enstitü, politik bir kuruluş
değildir. Enstitü, siyasî parti değildir. Enstitü vakıf değildir. Enstitü
dernek değildir. Bunların işlevinde değildir. Enstitü, Laz dili ve kültürü ile
ilgili komisyonlar oluşturur, çalışmalar yapar veya yaptırır. Otoritelerle
gerekli ilgili bağlantılar kurar. İlgili yerlere talepleri iletir. Daha somut
ve güncele ilişkin söyleyeyim: Lazca radyo ve televizyon yayınlarını
hazırlayacak kişileri bulur, eğitir, gerekiyorsa bu kişilerin eğitimleri
konusunda ikinci üçüncü şahıs ve kurumlara bağlantı kurar. Okullarda,
derneklerde, vakıflarda Lazca dersleri verecek kişilerin yetişmesi için aynı
şekilde çaba harcar, bağlantılar kurar. Lazca derslerde okutulacak kitapları
hazırlar. Yurtdışında yayınlanmış Lazca eserleri burada okuyucusuyla
buluşturur. Lazca filmler, Lazca çizgi filmler, Lazca tiyatro eserleri hazırlar,
hazırlatır. Bütün bunların olabilmesi için resmî, özel kişi ve kuruluşlarla
bağlantılar kurar. Bütün bunları söylerken, yalnızca adı “Laz Enstitüsü” olan
bir tabela kuruluşunu kastetmiyorum.
Hepimizin
hatırlayacağı örnekler vereyim. Eğer adı “Laz Enstitüsü” olmasa bile, enstitü
görevi yapan bir yapı daha 2000’lere varmadan kurulabilseydi; TRT, 2004’de
Lazca yayın yapamamazlık edebilir miydi?! Bu kuruluşa rağmen, 2012-2013 Eğitim-
öğretim yılında Lazcanın seçmeli dersler arasına girmesini engelleyebilirdi?
Geri dönüp bakalım: Laz aydınları bir “Laz Enstitüsü”nü daha 2000’lere varmadan
kurabilirler miydi?! Evet! Laz aydınlarının bilgi birikimleri buna yeterdi.
Yalnız birileri kuşkusuz, Laz aydınlarının kimlik mücadelesi vermelerini
istemediler. Yaşanan güzel süreçleri ta baştan bir şekilde engellediler. Bu
engellemeler de başarılı oldu. Çünkü ilk kuşak Laz aydınları henüz
birbirleriyle didişmekteydiler ve birileri esasa gelmelerini sürekli
engelliyordu. Bugün bunun farkına
varılmış. Geç bile olsa, sevindirici bir gelişme.
2012-2013 Eğitim-
öğretim yılında Lazcanın seçmeli dersler arasına girememesinin sebebi, bir “Laz
Enstitüsü”nün bulunmaması ve “Lazika Yayın Kollektifi”nin bu konuda yetersiz
kalmasıydı. Kürtçe için, Çerkesçe için, Abazaca için ilgili müfredat
programları hazırlandı. Milli Eğitim Bakanlığının ilgili kurumlarından onay
aldı. Sonunda da bu anadillerinde seçmeli dersler bu eğitim- öğretim döneminde
başladı. Aynı şey Lazca için de gerçekleşebilecekti. Laz aydınları bunu
göremediler. Benim gibi, konuyla ilgili “Lazika Yayın Kollektifi”ndeki arkadaşlarına
önerilerde bulunanlar oldu mu,
bilmiyorum. Bu konuda sözümüzü dinletemedik. “Lazika Yayın Kollektifi,” bir
enstitünün yapabileceği işlerden bazılarını başarıyla yapabilmişti. Ancak Millî
Eğitim Bakanlığına “5, 6, 7 ve 8. Sınıflar için Lazca anadil dersleri müfredat
programı” hazırlamada başarısız oldu. Eğer “Lazika Yayın Kollektifi,” bu müfredatı hazırlayıp bakanlığa sunsaydı.
Bugün Lazca anadili dersleri de okullarda okutulacaktı. Nitekim bazı yörelerde
anne-babaların, çocuklarının okullarda Lazca anadili dersleri almaları için
okul idarelerine dilekçe ile başvurduklarını biliyoruz. Sınıf açmak için
yeterli sayılara ulaşıldığını da biliyoruz. Ancak yapılan toplam talep sayısını
bilemiyoruz. Eğer bir “Laz Enstitüsü” olsaydı ve amacına uygun çalışsaydı,
Lazca bu eğitim-öğretim yılında ortaokullarda okutulan anadillerinden birisi
olacaktı. Bu dersler konusunda talepler ve bu taleplerin yer ve sayılarıyla
ilgili de verilere sahip olabilecektik.
Hâlâ “Laz Enstitüsü”
gereksiz diyebilecek kimse var mı?! Hâlâ bu işleri dernekler, vakıflar yapar diyebilecek kimse var mı?!
Enstitünün işlevini hâlâ anlamayan var mı?
Bu toplantıda kimler
vardı? Mecit Çakırusta, Şakir Çakırusta, Esat Sarı, Asım Bayrakoğlu, Tahsin
Ocaklı, Mustafa Özkurt, İsmail Güney Yılmaz, İsmail Avcı Bucaklişi, Nükhet
Eren, Eylem Bostancı, Mustafa
Sonbay, Mehmet Bekâroğlu, Yalçın Ersoy,
Mustava Dudulaşi, Mehmet Alper, Ali İhsan Aksamaz ve adlarını şimdi bilemediğim
birkaç kişi daha. Bu toplantıya Munir
Yılmaz Avcı mutlaka çağırılmalıydı. Bu toplantıya, katılanların dışında
başkalarının da davetli olduğunu, ancak mazeretleri sebebiyle gelemediklerini
sonradan öğrendim. Meselâ; Munir Yılmaz Avcı bunlardan birisiymiş. Burada davetliler
konusu üzerinde de kısaca durmak isterim. Bu toplantıda ilk kez gördüğüm ve
adlarını da üstelik ilk kez duyduğum insanlar vardı. Bu insanlar, hangi
özelliklerinden dolayı bu toplantıya çağrılmıştı?! Bilemiyorum. Bu toplantıya bildiğimiz isimlerden kuşkusuz
daha başka kişiler de çağrılabilirdi.
Toplantının amacı
neydi?! Bilmiyorum; söylenmedi. Toplantının gündemi neydi?! Bilmiyorum;
söylenmedi. Toplantı katılanlarından benim tanımadıklarımın öne çıkan özellikleri neydi?! Bilmiyorum;
söylenmedi. Toplantıya başka kimler çağrıldı da gelmedi?! Bilmiyorum;
söylenmedi. Birçok açıdan ilginç bir toplantı olacağına kuşku yok.
Özetle şunu söyleyeyim;
amaç enstitünün kadrosunu genişletmek ve yukarıda da kısaca değindiğim
alanlarda çalışma yapmasının yolunu açmaksaydı, bu toplantıya Laz kimliğine,
Laz diline ve Laz kültürüne katkı yapmış, yazmış çizmiş diğer aydınlar da
çağrılmalıydı. Bu toplantının bir amacı, bir gündemi, bir hedefi olmalıydı.
Toplantı saat 14: 00’teydi.
Adımlarımı sıklaştırdım ve tam zamanında enstitü binasına ulaştım. Selâm verip
içeri girdim. Uzun masalar etrafında oturan herkesin elini sıktım; selamladım.
Girişte, kuytu bir köşeye oturdum. İnsanlar henüz kendi aralarında
konuşuyorlardı. Tanıdık yüzlerle karşılaştım. Tanımadıklarım da vardı. Yavaş
Yavaş gelenler de oluyordu.
Bu toplantıya katılan
herkesin yüzünde bir sevinç ve gurur vardı. Bu hava açıkça görülüyordu.
Toplantı masası, kırmızı karanfillerle süslenmişti. Sürekli çay servisi
yapılıyordu. Çok geçmeden de görüntü ve lezzetiyle muhteşem bir pasta geldi. Bu
pasta bir Laz ustanın elinden çıkmış. Mustafa Özkurt Çupina, Orhan Sapan,
İsmail Avcı Bucaklişi, Memedina saniye boş durmuyorlar, toplantının eksiksiz ve
sorunsuz geçmesi için çırpınıp duruyorlar. Misafirferverliklerini gösteriyorlar.
Nihayet saat 14: 30
gibi toplantı başladı. Toplantıyı Esat Sarı başlattı. Anlaşılan toplantıyı o
yönetecekti. Toplantı gündemini okumasını bekledim. Gündem yok. Esat Sarı’yı
çok iyi tanırım. İnceliği ve üstün diplomasi yeteneğiyle bu toplantıyı çok verimli
sonuçlar alınacak şekilde yöneteceğinden hiç kuşkum yok. Öncelikle herkesin
kendisini tanıtmasını istedi. Ancak bu fasıl biraz uzun sürdü.
İlk söz, bu tür
toplantıların duayeni Mecit Çakırusta’nındı. Mecit Çakırusta, Lazca konusundaki
çalışmalarından bahsederek konuşmaya başladı. Lazca yazmaya başladığı yıllarda,
Türk alfabesinin Lazcayı yazmaya yetmediğinin farkına vardığını belirtti. Bu
sebeple, Lazca mektup yazarken, yazarken zorlandığına dikkat çekti. Mecit Çakırusta,
İstanbul’da bir çalışma yürüttüğünü, ancak burada başarılı olamayınca
çalışmasını İzmit’e taşıdığını ve vakfı orada kurduğunu söyledi. “SİMA Vakfı,
İzmit’te kurulu ve burada yaşamaktadır,” dedi.
SİMA’nın meclise teklif yaptığını ve bu teklifin de mecliste
konuşulduğunu söyledi. “Kendim, Lazca değişik bir lugat hazırlıyorum. Fiil
çekimleriyle beraber. Herhalde 700- 800 sayfa, dört cilt olur. Böyle
çalışmalarım var. Halen devam ediyorum. Sabahleyin de çalıştım. Bilgisayarı
bıraktım. Arabaya atladım. Buraya geldim. Çalışmalarım Lazca-Türkçe. Türkçe-
Lazca yok. Lazca- Türkçe hazırlıyorum ben,” dedi.
Sözü Mehmet Bekâroğlu
aldı: “ Viʒ̆uri bore ma. Lazca konuşmaya çalışıyorum. Bu konuda bir iddiam yok.”
İsmail Avcı Bucaklişi, Mehmet
Bekâroğlunun tevazu göstermesi karşısında şunları söyledi: “ Niye öyle
konuşuyorsun?! 2004’te Lazca konusunda ilk Lazca resmî başvuruyu sen yaptın
TRT’ye. Lazca radyo ve televizyon neden yok diye! Sonra “Anadil Günü”nde İMC
TV’de Lazca olarak konuyu anlattın. Onlar az şeyler değil. Çok ciddî şeyler.
İşe sahip çıkan bir adamsın. Bu çok önemli bir şey.”
Sözü tekrar Mecit
Çakırusta aldı ve çok önemli bir konuya dikkat çekti: “Lazcanın yok olması, yok
edilmesini bir soykırım olarak kabul ediyorum.
Lazcanın yaşaması için lütfen herkes elinden geldiğince yardımcı olsun!”
Tanura adlı küçük bir
çocuk ise, kendisini Lazca olarak tanıttı ve Lazcasının akıcılığıyla büyük bir
ilgi gördü.
Tanura’nın babası söz
aldı. Kendisini Lazca olarak tanıttı. Viʒ̆uri olduğunu söyledi.
Lazca Açık Öğretim kliblerinden
tanıdığımız ve hepimizin büyük takdirini kazanan gençlerden Mehmet Alper söz
aldı ve kendisini tanıttı. Okulda İsmail Avcı Bucaklişi’nin öğrencisi olduğunu
belirtti. Amaçlarının Lazcanı yaşatılması olduğuna vurgu yaptı. En büyük amaçlarının
Lazca bir ders kitabı çıkarmak olduğunu belirtti. Bu konuda başarılı
olacaklarına inandığını söyledi.
Sırada Yalçın Ersoy
vardı. Kökeninin Sarp ve Kemalpaşa olduğunu söyledi. Emekli öğretmen olduğunu
belirtti. Laz kültürüne büyük bir ilgi duyduğunu ve bu konuda çaba harcadığını
anlattı. Laz kültürüne az da olsa, çok da olsa katkı sunan herkesle birlikte
olmaktan mutluluk duyduğunu söyledi.
Daha sonra söz sırası
bana geldi. Ardeşen, Şanguli kökenli olduğumu, diğerleri kadar Laz olmadığımı,
yarım Laz olduğumu belirttim: “Baba tarafından Laz’ım ama anne tarafından Laz
değilim. Babam bir buçuk yaşında babasız kalıyor. On yaşında da annesiz
kalıyor. On iki yaşında İstanbul’a geliyor. O zaman Gurbet İstanbul ya! Burada annemle tanışıyor. Annemin kökeninde
Çerkeslik de var. Sonra da Lazca devam
ettim: Emuşeni ma tkvani steri, dido Lazi va vore. Edo Lazuri nenati eşo mskva,
na ğarğalapanpe steri k̆ai va miçkin. Mara ma k̆aixeşa miçkin ki, Lazuri nena
Turketişi, aya memleketişi nenapeşen arteri ren. Edo emuşeni aya nena çkini
minoba ren. Lazuri nena nost̆algiuri ar tema va ren çkimi şeni. Ma minon,
Lazuri nenak skidas, mo ğuras, va ğurasşi çkiti pskidaten. Aya memleketis
çkvadoçkva nenape skidunan. Entepeşen arteriti Lazuri ren. Lazuri nena, Kurduli
nena steri, Çerkesuri nena steri, Abazuri nena steri, Turkuli steri nenapeşen
arteri ren. Çki amdğaneri dğas, çki mit̆ologiuri p̆eriodis, tarixişi doloxe va
pskidurt. Andğaneri dğas, ak voret, kadikoyis voret. Edo k̆apit̆aizmaşi texdit̆işi tude pskidurt. Emuşeni çkini nena
ğurun. Çkini nena mo ğuras, emuşeni kok̆ovibğit. Edo ma aya dulyapes eçi ʒ̆anaşen
doni quci mepçap. Muşeni?! Aya çkimi babaşi babaşi nena ren. Çkimi p̆ap̆uşi
nena ren. Çkimi benaşi nandidişi nena ren. Aya nena ğuraşi, çkimi simadepe, na man miğun izmonepeti
ğurasen. Entepek ğuran, man eya va minon. Edo aşo vizmon. Teşekkür ederim.”
Daha sonra İsmail Avcı
Bucaklişi sözü aldı. Lazca olarak konuşmaya başladı. Noxlamsuri olduğunu belirtti.
Anne ve babadan Laz olduğunu söyledi. Laz dilinin yaşaması için çok uzun
zamandan beri uğraştığını belirtti. Bu
işlerin ticarî olmadığına dikkat çekti. Kendisi için söz konusu olanın Lazca
olduğu belirtti. Anne ve babasının, ninesinin dilinin ölmemesi için uzun
yıllardır çalıştığını söyledi. Kimin hangi saikle hareket ettiğiyle
ilgilenmediğini belirtti. Kendisi için önemli olanın Lazcanın yaşaması olduğuna
dikkat çekti.
Sıra Mustafa Özkurt Çupina’daydı.
O da Lazca olarak konuştu. Kendisini tanıttı. Emekli öğretmen olduğunu söyledi.
Çupina aile soyadının nereden geldiğinin üzerinde durdu. Lazcanın önemine,
yaşatılmasına yönelik vurgu yaptı. Uzun yıllardır Lazca üzerinde çalıştığını
belirtti. “Lazika Yayın Kollektifi”nin çalışmalarına ve önemine dikkat çekti.
Sözü İsmail Güney
Yılmaz aldı ve Lazlar ve diğer politik konular üzerine kafa yorduğunu,
makaleler yazdığını belirtti. Bu sebeple de toplantıya katıldığını söyledi.
Daha sonra Nükhet Eren
söz aldı. Lazcaya olan ilgisinin Hasan Helimişi’yi tanımakla başladığını
söyledi. Şöyle devam etti: “Kendim
yazarım. Çalışmalarım var. Hasan Helimişi’nin çok önemli ve değerli bir yazar
olduğunu gördüm. İşte ondan sonra da Lazca ile bağlar kurdum İsmail Bey
vasıtasıyla. Derslere de başladım Lazca da öğreneyim diye. Aslında baba annemle
çoğunlukla Lazca konuşuyordum. Öğrenmiştim; söylediklerini anlıyordum. Ama
aradan uzun zamanlar geçti. Bir- bir buçuk yıl kadar dersler aldım. Şimdi
Lazcada daha iyiyim. Bu arada “Mağdurun dili Lazca” diye bir yazı yazdım. Daha sonra da Hasan Helimişi üzerine bir yazı
yazdım; “Tanura”da yayınlandı. Şimdilerde Laz masallarıyla ilgileniyorum.
Türkiye’deki yazarlara Laz yazarları tanıtmaya çalışıyorum. Lazcayı da
öğrenirsem, beş sene sonra acaba öykü de yazabilir miyim?! Öyle bir hayalim
var. Bilmiyorum ne kadar gerçek olur ama?! Kendim Türkçe yazıyorum. Şu ana
kadar pek Lazca yazmadım. Bu işlerle uğraşan birisi olarak Hasan Helimişi’nin
şiirlerini önemsiyorum. Belki başka dillere de, İngilizceye çevrilebilir.
Burada bulunma sebebim; belki katkılarım olur, o sebeple buradayım. Teşekkür
ederim.
Sıra Eylem
Bostancı’daydı: “Batum muhaciri Sapancalı Laz bir ailedenim. Laz bir anne-
babanın çocuğuyum. On yaşıma kadar Lazcanın çok yoğun olarak konuşulduğu bir
ortamda yetiştim. On yaşımda İngiltere’ye gittik; bilinen politik nedenlerden
dolayı. Bir gün bir konuşma sırasında babam, ‘bir gün gelecek Lazca diye bir
kalmayacak,’ dedi. Bu söz üzerine derin bir üzüntü yaşadım. 2002 senesiydi.
İsmail ile tanıştık ve ben Türkiye’ye yerleştim. O zamandan beri de ilgi ve
yeteneklerim el verdiğince, elimden geldiğince Laz kültürüne destek vermeye
çalışıyorum. İngilizceden Türkçeye çevirilerim oldu. Anadili öğretimi, anadili
ölümü hakkında araştırmalarım oldu. Birkaç makale yazdım. Burada bulunma
sebebim de, Lazcanın yaşaması için daha fazla ne yapılabilir, bu konuda destek
vermektir. Ailemde konuşulan Lazcayı çok
iyi anladığımı söyleyebilirim. Ne yazık ki, konuşamıyorum. Teşekkür ederim.”
Daha sonra Asım
Bayrakoğlu sözü aldı. Ardeşenli olduğunu, Lazcaya gönül vermiş bir aileden
geldiğini belirterek şöyle dedi: “Torunlarıma da Lazca öğrettim. Halen de öğretiyorum. Kendim Laz kültürüyle
ilgileniyorum. İlgi bir tarafa; hoşlanıyorum. Mutluluğumun parçalarından biri
Laz olmaktır. Laz kültüründe bulunmamdır. Meselâ; Laz horonu oynarken mutlu
oluyorum. Laz lâhanası yerken mutlu
oluyorum. Yaylaya gidince mutlu oluyorum. Yani Lazca ile yaşamak bana mutluluk
veriyor. Lazca konuştukları zaman mutlu oluyorum. İştahla yenen yemek nasıl
mutluluk veriyorsa, öyle zevk alıyorum Lazcadan. Böyle haz alınca da, bu Lazca
ölmesin diye elimden geleni yapmaya çalışıyorum. Bu işe gönül veren
arkadaşlarımı gerçekten kutluyorum. Biz ancak ucundan katkı sunabiliyoruz.
Bugün buraya gelmemin sebebi de, ‘ben ne katabilirim, ne yapabilirim,’ bu dilin
yaşaması için. Bu dilin yaşaması için gerçekten bir yazı dili olmasının
taraftarıyım. Bu iş için, elimden ne gelirse, yapmaya taraftarım. Hepinize
sevgi ve saygılarımı sunarım.”
Asım Bayrakoğlu’dan
sonra sıra Tahsin Ocaklı’ya geldi: “Ardeşen, Okurdule. Mühendisim. Burada
çalışmaya devam edeceğim.”
İTÜ Öğretim görevlisi
Ayşe Serdar ise, Tahsin Ocaklı ile gelmiş. Bir çalışma yürütüyormuş, o konu
için veri toplamak amacıyla toplantıya katılmış.
Daha sonra sıra Şakir
Çakırusta’ya geldi. Edebî olarak Lazca ile ilgilenme imkânının olmadığını, ancak sosyal olarak ilgisinin bulunduğunu
ifade etti. Şunları söyledi: “Dutkhelilerin şöyle geçmişlerine bir bakıverdim.
İstanbul’a gurbetçi olarak gelmişler. Yazın altı ay burada. Kışın dönmüşler
memleketlerine. Altı ay orada, altı ay
burada. Böyle bir yaşam sürüyordular.
Ancak 1970’lerden sonra, İstanbul’a yerleşmeye başladılar. Bu
yerleşimden sonra, doğan çocuklar memlekete gitmemeye başladılar. Bununla da
ikinci kuşak, üçüncü kuşakta bir kültür yozlaşmasını gördüm ben. Ben Tarabya’da
oturuyorum. Dutkhelilerin büyük kısmı orada. Burada, böyle birlikte oturma gibi
bir avantajımız var. Kültürümüzden kopulmaması için neler yapılması gerekiyor?
Bu sebeple bir dernek oluşturduk. Gerçek anlamda bir kültür derneği kurduk o
zaman. Önemli çalışmalar yaptık. Ben buradan bir ekip kurdum; Dutkhe’ye
yolladım. Eskiden kullanılan tüm geleneksel el aletlerini toparladık, buraya
getirdik ve sergiledik. Kadıköy Meydanı’nda yapılan “Rize Günleri”ne dernek olarak
katıldık. Kullanılan eski aletlerin
üzerine Lazca isimlerini yazdık. İnsanların oldukça dikkatini çekti. Bunların
ne olduğunu sordular. Bu Lazcadır, dedik; anlattık. Böyle tanıtımlarda
bulunduk. Bizim çocuklarımız horon oynamasını bilmiyordu. O zaman; sağ olsun
İsmail Bey de, Esat Bey de, Birol Topaloğlu arkadaşımız bizim Dutkheliler
Derneğine geldiler. Çocuklarımıza horon oynamayı öğrettiler. Beraber horon oynadık. Şimdi zaman zaman
toplanıyorlar. Horon oynuyorlar. Tulum çalıyorlar. Böyle çalışmalarımız oluyor.
Derneğin başkanlığını yaptım. Daha sonra da gençlere devrettim. Böyle katkım
olmuştur Lazca ve Laz kültürüne. Ben de Türkçeyi sonradan öğrenenlerdenim.
Anadilim Lazca. Burada ne katkım olursa, vermeye çalışacağım.”
Toplantıya katılanların
kendileri tanıtma faslı böylece bitti. Hemen söyleyeyim. Toplantının
tutanakları tutulmadı. Bu büyük bir eksiklikti. Ben ve birkaç arkadaş kendi
imkânlarımızla not tutmaya, konuşmaları kayıt altına almaya çalıştık. Bu
toplantıya ilişkin diğer eksikliklerin yanı sıra bu da büyük bir eksiklikti. Bu
tanışmadan sonra, Mustafa Sonbay ve Orhan Sapan da geldi ve toplantıya katıldı.
Esat Sarı, onu ve Orhan Sapan’ı diğer arkadaşlara tanıştırdı.
Toplantıya çok kısa bir
ara verildi. Toplantıyı yöneten Esat Sarı, “1990’lı yıllarda başlayan “Laz
Kültür Hareketi” nasıl başladı? Hangi aşamalardan geçti? İsmail Avcı ve Ali
İhsan Hoca, “Laz Kültür Hareketi”nin kısa geçmişini özetlesin. Ondan sonra da
ne yapmalı sorusunun cevabını düşünelim,” dedi. Hem Esat Sarı hem de İsmail Avcı
Bucaklişi beni işaret ederek “Ogni Süreci”nden başlamamı istediler. Doğrusunu
isterseniz, bana böyle bir görev verilmesine pek sevinmedim. Ancak istemeyerek
de olsa sözü aldım ve şunları söyledim: “ Böylesi zor bir görevi bana verdiniz.
Çok sempatik davranmaya çalışacağım. Öncelikle Lazlar ve Lazca üzerinde kısaca
durmak istiyorum. Lazlar, Doğu Karadeniz ve Güney Batı Kafkasyanın yerli
halklarındandır. Tarih yazıldığından beri, yazılı kaynaklar böyle söylüyor.
Lazlar; eş anlamlı kelime olan “Laz” ve “Megrel” adlarıyla bilinirler. Tarihsel
süreç içerisinde Müslüman olanlar Laz adıyla, Hıristiyan kalanlar “Megrel”
adıyla özdeşleşmiştir. Aslında “Megrel” Margaldır; o da “çiftçi” anlamına
geliyor. Tarımcı, yerleşik ve yerli bir halk atalarımız. Daha önce imparatorlukların,
daha sonra da emperyalistlerin at koşturma ve didişme alanlarında kaldığımız
için, sürekli acılar çektik. Nüfus kaybına uğradık. Böylece yüzyıl öncesine
kadar geldik. Yüzyıl öncesine kadar, Lazlar için “gurbet”, o zamanlar “Rusya”
dedikleri, şimdiki Gürcüstan, Rusya, Abkhazia vb. yerlerdi. Oralara gidip
geliyorlardı. Oralara gidip geldikçe de Hıristiyan kardeşleriyle, yani Megrel
kardeşleriyle bağlantıları devam ediyordu. Oraların yerlisi Lazlar vardı.
Onlarla bağlantıları oluyordu. Ve böylelikle gurbette para kazanıp, meslek
öğrenip memleketlerine geliyorlar ve hayatlarını sürdürüyorlardı. Kendilerine has üretim, mülkiyet ve paylaşım
ilişkileri için de kendilerini bugünlere getiriyorlardı. Ne var ki, Osmanlı
Ülkesi, diğer imparatorlukların karşısında, kapitalizmin gelişmesiyle birlikte
gerilemesiyle Lazlar da yine yeni acı günler yaşadılar.
“Ulus Devlet” yaratma
çabalarıyla birlikte, 1920’li yılların ikinci yarısından itibaren, inkâr-imhâ-
asimilasyon politikalarına tabi tutuldular. Tabii yeni devleti, Türkiye’nin
oluşumunda Batı’nın ve Sovyetlerin ortak bir konsensusu söz konusuydu. Bir şeyler
aldılar; bir şeyler verdiler. İşte böylece bugünlere geldik. Yani; Sovyetler
Birliğinin çöktüğü 31 Aralık 1991’e geldik.
O döneme kadar; radyo yok televizyon yok. Dar alandaki üretim ilişkileri
içinde Lazca yaşadı. Arkadaşımızın (Şakir Çakırusta) da belirttiği üzere,
Lazlar altı ay memlekette, altı ay burada, İstanbul’daydılar. Yine arkadaşın
belirttiği gibi, ortak yaşam alanları oluşturuyorlardı. Kendi dillerini ve
kültürlerini bir şekilde yaşıyorlardı. Ne var ki, SB’nin çöküş sürecine
girmesiyle birlikte, artık dengeler değişmeye başladı. Tabii bu arada
kapitalizm tüm hışmıyla Türkiye’ye girdi; üretim ilişkilerine hâkim oldu; tek
pazara ve bugüne doğru gelmeye başladı. Bununla birlikte radyo, televizyon
yaygınlaştı. Tabii bütün bunlarla birlikte de Lazcanın ölümü hızlanmış oldu.
1990’lara gelene
kadarki zaman dilimi içinde, entelektüel bağlamda bireysel olarak Laz dili ve
kültürüyle ilgilenen insanlar muhakkak ki vardı. Ama kendi kimliğini kolektif
olarak yaşatma gibi, 1990’ların başında çıktığı gibi bir irade bulunmuyordu.
İlk çıkan “irade,” “Laz Aydınları” diye kodlayabileceğimiz insanlar bir araya
geliyorlar. ‘Bir vakıf oluşturalım,’ diyorlar, ama gerisini getiremiyorlar. Bu
konularla ilgili ben, fazla ayrıntıya girip konuyu boğmak istemiyorum. Biz,
1993 Kasım’ında “Ogni Kültür Dergisi”ni çıkarttık. “Ogni Kültür Dergisi,” nostaljik, akademik
vb. duyguları da taşıyan insanların yayınladığı bir yayın organı olmasına
rağmen, daha ziyade Laz kimliğini, Laz dilini geleceğe taşımaya yönelik bir
çabanın başlangıcıydı. Ne yazık ki, Laz aydınları o sıra oluşmamış
olduğundan, bir sürü hata yaptık; kendi
içimizde olsun, diğerleriyle ilişkilerde olsun. Ne yazık ki, bir enstitü
kurumsallaşması olamadı. Bir kurumsallaşma da olmadan bu iş olmaz. Çabalar
gösterildi. Ben gösterdim. Arkadaş (İsmail Avcı) gösterdi. Bütün bu kurumsallaşmalar
şuna benziyor: Davulu boynumuza astık, çalacak birini aramış olduk. Ama şunun da
bilincindeydik: Mutlaka bir enstitüye ihtiyacımız var; dilsel, kültürel vs.
konularda. Bunun bir çabası olarak, Mecit Amcamızın (Çakırusta) da belirttiği gibi, İstanbul’da değil ama
İzmit’te bir vakıf kuruldu; SİMA Vakfı. Ben bu vakfın tüzüğünün hazırlanmasına,
o zaman rahmetli Recai Amca (Özgün) vardı, elimden geldiğince katkıda bulunmaya
çalıştım. Vakıf kuruldu, fakat SİMA Vakfı kendisinden beklenen işlevi yerine
getiremedi. Bunun çok çeşitli sebepleri olabilir. Yöre dernekleri gibi, bir
özelliğe sahip oldu. Lazlarla ilgili konularda, Lazların söz ve karar sahibi
olması gerekiyordu. Bunun için de dil alanında çaba göstermeleri
gerekiyordu. Şu yirmi yıllık zaman zarfı
içinde baktığınız zaman, şu internetin de çıktığı zamana tekabül ediyor, internete “Laz” diye yazdığımız zaman
karşımıza bir mobilya firması çıkıyordu. Bir de pornografik içerikli bir şeyler!
Şu anda internete baktığımız zaman, binlerce şey çıkıyor karşımıza. Bir sürü
insan yazıyor. Lazca ile ilgili, Laz kültürü ile ilgili yazılıyor. Lazca
yazılıyor. Kitaplar yayınlanıyor. İsmail kardeşimiz gibi Marxist-Leninist
kardeşlerimiz de Lazlar, Lazca ilgili yazıyorlar, Lazca yazıyorlar. Dinî
duyguları kuvvetli kardeşlerimiz, meslekî alanlarında çalışan kardeşlerimiz
var. Onlar da yazıyorlar. Günümüzde Laz kimliğine ilişkin bir ilgi söz konusu.
Ben burada, Mehmet Bekâroğlu dostumuzu sevgi ve saygıyla bir kez daha selâmlıyorum.
Kurum bazında değil ama kişi bazında önemli bir şahsiyet olarak Laz dilini
sahiplenmesinden dolayı. Özetle şunu söyleyeyim; bizim bir birlik oluşturmaya,
kendi dilimizi, kendi kültürümüzü yaşatmaya ihtiyacımız var. Bunu da yapabileceğimiz
tek yer bir enstitüdür. Bu arkadaşlarımız uzun zamandır çaba harcıyorlar. Bu
çalışmaların bir nişanesi olarak şu
kitapları sayabiliriz. Bu kitapların çoğu Lazca. Lazların tarihinde, kültür
tarihi içinde bu kadar çeşit kitabın bu kadar kısa sürede bir yerden
yayınlanmışlığı yok.
Ben ümit ediyorum,
arkadaşlar bizi anlıyorlar. Geleceğe kendimizi taşımamız gerekiyor. Geleceğe
kendimizi kimliğimizle taşıyabiliriz. Geleceğe kendimizi taşımanın tek yolu da
Lazcadır. Lazca olmadan olmaz. Yalnız bu arada sıkıcı olmamak kaydıyla bir şey
daha belirtmek istiyorum. Lazca gündeme geldiği
zaman, Lazcanın düşmanları var. Resmî ideoloji, yıllarca Lazcayı yalnızca yok
etmeye çalışmadı. Aynı zamanda da Lazcanın düşmanları yarattı. Onlar şunu
diyorlar: ‘Lazcanın şiveleri var. Ağızları var. Lazca konuşan bir diğerini
anlamaz.’ Bu yalan! İkincisi; ‘Lazca, asla ve asla yazılabilen bir dil
değildir.’ Bu da yalan! Lazca pekâlâ yazılabiliyor. Sonra; ‘Lazca da Arapçadan,
Farsçadan, Rusçadan, Gürcüceden, Türkçeden kelimeler var,’ diyorlar ve böylece
Lazcayı küçük düşürmeye çalışıyorlar. Bu
gayet doğal bir şey. Ödünç kelimeler bütün dillerde var. Bu yirmi yıllık süre zarfında şunu görmüş
olduk: Birçok kişi, birçok kurum ve birçok devlet Lazların bir araya gelip
birlikte bir şeyler üretmelerini asla istemedi. Birileri fincancı katırlarını
korkuttu. Ama ümit ediyorum bugün verimli bir gün ve yeni bir başlangıç olsun.
Teşekkür ederim.”
İsmail Avcı sözü aldı
ve şunları söyledi: “Hoca anlattı. Şunu anlamak gerekiyor arkadaşlar; Lazca
artık yok oluyor mu, olmuyor mu?! Bunun tartışacak bir tarafı kalmadı. Lazca
yok oluyor. “
Esat Sarı: “Hocanın
bıraktığı yerden alalım! Ondan sonra da, ne yapacağımızı konuşalım.”
İsmail Avcı: “
1990’larda dergi çıktıktan sonra, birçok örgütlenme çabası oldu. SİMA
Vakfı’ndan sonra da dernek kurma çabaları oldu. Epey bir uğraşıldı ama ne yazık
ki, zamanı mı değildi ne, bilmiyorum, olmadı bunlar. En son 2008’de LKD
kuruldu. Sonra Ankara’da LKDD kuruldu. Arhavi’de Laz Kültür ve Turizm Derneği
kuruldu. Daha Sonra Ereğli’de Cihangir Bilgin bir LKD kurdu. Bir takım
dernekler kuruldu. Biz altı arkadaş
2010’da “Lazika Yayın Kollektifi”ni kurduk. Şunu amaçladık; tabi konunun bir
sosyal yönü var, işin aynı zamanda
Lazcaya odaklanılması gereken bir yönü de var. Lazca yok olduktan sonra, sizin
yaptığınız etkinliklerin, çabalarınızın pek anlamı yok. Yani; Lazca olmadan bir
yere varmak mümkün değil. “Lazika Yayın Kollektifi” kısa süre içinde, tamamen
kendi kaynaklarıyla, hiçbir yerden maddî bir şey almadan, kendi çabalarıyla ve
kendilerinin sahip olduğu kültürel altyapı ve entelektüel birikimle kitaplar
çıkardı. Şimdiye kadar on beş kadar kitap çıktı ve elliye yakın kitap şu anda
elimizin altında. Şunları
yayınlayabiliriz diye, proje olarak duruyor. Ancak bir şey gerekiyor. Gereken
şu; Lazcaya odaklanmak gerekiyor. Lazca için daha sistemli araştırmalar yapmak
gerekiyor. Daha sistemli çalışmalar
yapmak gerekiyor. Meselâ; Millî Eğitim Bakanlığının seçmeli ders meselesi
çıktı. Lazca anadili derslerine talep oldu, sınıf açma konusunda yeterli
sayılara ulaşıldı. Müfredat yok, dendi.
Hoca yok, dendi. Kitap yok, dendi. Bu konuda pedagojik çalışma da yok. Bütün bunların gerçekleşmesi için bir yapı
olmalı.”
Esat Sarı bir eklemede
bulundu: “Ogni’den sonra “Mjora” yayınlandı. “Skani Nena Dergisi” yayınlandı.
Ondan sonra da “Tanura”. Sürecin iyi algılanabilmesi için bu dergiler de
anılmalı.”
Esat soru doğru
söylüyor. Anlatımlarımız da “yayın yönetmeni” olduğum SİMA Vakfı yayın organı
“Sima” ve isim babası olduğum “Kafkasya Yazıları”nın adlarını anmayı unuttuk.
Tabi bunlar dışında yayınlanan kitaplar ve internet sitelerinin adlarının da
hatırlamalıyız.
Esat Sarı: “Lazca bir
şekilde kayıt altına alınıyor. Tabii ki, bütün bunlar yeterli değil. Şimdi,
bugün de bu çabaları kurumsallaştırmak amacıyla bir araya geldik. Bir aşama
daha kaydetmemiz gerekiyor. Şuna bir karar vermemiz gerekiyor; Laz kültürüyle
ilgili bir kurum oluşturmaya ihtiyacımız var mı?! Bu ihtiyacı hissediyor muyuz? Yapacaksak,
burada karar vereceğiz. Yapacak olanlar
diyecek ki, ‘ben bu işe şöyle katkıda bulunabilirim. Şunu yaparım. Gözlemci
olurum. Kurucu olurum. Başka şekilde destek veririm’. Bu işi biraz daha
ilerletmemiz gerekiyor. Bugün böyle bir şeye ihtiyaç olduğunu düşünüyor
musunuz? “
Esat Sarı, bu noktada
enstitü için kimin neler yapabileceğini söylemesini istedi. Bir enstitüye ihtiyaç
olup olmadığını sordu ve sözü Tahsin Ocaklı’ya verdi: “Görüyoruz ki, bir
enstitüye ihtiyaç var. Ama sanki davetliler arasında bir eksik mi var? Yoksa
başkaları da davet edildi de, biz bunu bilmiyoruz! Bu sorumu zannederim
cevaplarsınız?! “
Esat Sarı, sözü aldı ve
Tahsin Ocaklı’nın sorusunu cevaplayacağını belirtti: “Koşullar gereği, biz bunu
uzun vadeli düşünmeden, kısa vadede bir toplantı yapalım, diye düşündük. Ama
buraya kesinlikle katılımcılar bu kadar olacak diye bir şey yok. Bu konuya katkı
vermek isteyen her kim olursa olsun, işin genel çerçevelerine, kurallarına
uymak kaydıyla katılabilir. Ciddî bir iştir, emek sarf edecektir. Bir de bu
işin kamuoyuna anlatılması var. Kamuoyuna anlatımda, zaman zaman bazı küçük
nüanslar bile menfi etkilere neden olabiliyor. Örneğin şöyle: Buraya katılan
bir katılımcı, gitsin Ardeşen’de şöyle dese: ‘ ben onların toplantısına
katıldım. Onların ne yaptıkları belli değil.’ Böyle bir ifadeyle sunum yaparsa,
ters tepki oluşur. O açıdan, bu konuyu istismar etmeyecek, gerçekten samimi,
açık, dürüst kişi olmalı. Bizim için önemli olan, Laz dilinin ve kültürünün yaşatılması ve konu
söylediklerimiz kadardır. Onun dışında başka bir şey değildir. Geçmiş yıllarda
çok riskli ifadeler kullanıldı. Devletin, “bu tür faaliyetlerin” üzerine
gittiği dönemlerde de biz faaliyetleri yürüttük. Ama belki o zaman biraz
cahildik. Riskleri bilmiyorduk. Risk aldık. Kötü de yapmadık, diye de
düşünüyorum. Onun için katkı sunmak isteyen herkese bu oluşum açıktır. Burada
oluşumun herhangi bir inisiyatifi yoktur. İnisiyatif derken, sizlerin
önerisiyle, bu; gelişecek, kurulacak, yürüyecek; aşama kaydedecek. “
Esat Sarı, Tahsin
Ocaklı’nın sorusu üzerine uzunca açıklama yaptı. Ancak yine de Tahsin
Ocaklı’nın sorusuna cevap vermiş olmadı. Başta da birkaç defa belirttiğim
üzere, gündemsiz toplantılarda kişiler ne kadar iyi niyetli olursa, olsun
sapmalar oluyor. Esat Sarı’nın bütün bu açıklamalara rağmen, neden o toplantıda
bulunduğumuzu ben hâlâ anlayamadım. Amaç belli değildi. Gündem yoktu. Üstelik bazı
insanlar çağrılmış, bazıları da çağrılmamıştı. Çağrılanlar neden çağrıldı,
çağrılmayanlar neden çağrılmadı? Bu durum, “Lazika Yayın Kollektifi”nin bariz
bir zaafıydı.
Daha sonra Asım
Bayrakoğlu söz aldı ve bu toplantıda neden Mehmedali Barış Beşli ve Birol
Topaloğlu’nun bulunmadığını sordu. Bu soruyu cevaplaması için Esat Sarı,
Mustafa Özkurt Çupina’ya söz verdi. Mustafa Özkurt Çupina da, kendileriyle
bağlantı kurulmaya çalışıldığını, ancak kendilerinin uzak durduğunu söyledi.
Daha sonra söz alan Mehmet
Bekâroğlu, kendisinin Laz aydınlarının bir arada duramamalarının sebebini
anlamaya çok çalıştığını belirtti: Madem birlikte bir şeyler yapılamıyor.
Birlikte duranlar bir şeyler yapsın. Bunda bir sakınca yok. Birileri
yapılanları beğenmiyorsa, bir araya gelip bir başka oluşum içinde yer
alabilirler. Bunda bir yanlışlık yok. Bu alanda çalışacak ne kadar çok kurum
olursa, o kadar iyi olur.”
Mehmet Bekâroğlu, bir
başka konuya da vurgu yaptı. Tiflis üzerinden gelen “Lazlar Gürcüdür” tezlerine
dikkat çekerek enstitünün bu ve benzeri tezlere karşı da söyleyecek sözleri
olması gerektiğine dikkat çekti.
Mikhael Labadze adlı
Gürcistan vatandaşının Laz aydınlarına yönelik tehdit ve hakaretleri de gündeme
geldi. Bu kişinin Lazlar ve Gürcülerin arasını açmaya çalıştığı, bu sebeple de
kendisinin Gürcistandaki ilgili kurumlara şikâyet edilebileceği konusunda
öneride bulunanlar oldu.
Mehmet Bekâroğlu,
mazeretini belirterek dört sularında toplantıdan ayrıldı.
Sonuçta Tahsin
Ocaklı’nın sorusu cevapsız kaldı. Tahsin Ocaklı, cevapsız kalan sorusuna cevap
alma konusunda ısrarcı olmadı. Tahsin Ocaklı, oradakilere hitaben bir soru
sordu ve “enstitü tüzüğü”nün taslağını
kimlerin e-mail olarak aldığını veya kimlerin tüzüğü bildiğini” sordu.
İsmail Avcı, “Mehmet Hoca
ve sana gönderdik sadece ama o bir taslaktı,” diye açıklamada bulundu.
Tahsin Ocaklı şu
açıklamada bulundu: “Tüzükler, enstitünün anayasasıdır. Doğal olarak bundan
herkesin bilgisinin olması gerekiyor. Benim bilgim var.”
Böylece konu dağılmış
oldu. Bu toplantı, “Lazika Yayın Kollektifi”nin toplantılar konusunda zaaf
gösterdiğini ortaya serdi. Orada bulunan ve bugüne kadar “Lazika Yayın
Kollektifi”nin yaptıklarından habersiz olan bir kişi, sanki her şeye sıfırdan
başlanıyormuş gibi düşünebilirdi. Oysa “Lazika Yayın Kollektifi,” çalışıyor ve
üretiyordu. Yaptıkları ortadaydı. Üstelik yirmi yıllık bir tecrübenin
sahibiydi. Buna rağmen, toplantı konusunda zaaf göstermişti. Kendimi bir an
önce yirmi yıl öncesindeymişim gibi hissettim. Bir kez daha açık söyleyeyim; bu
toplantının neden yapıldığını hâlâ anlamadım.
Bir “Laz Enstitüsü”nün
neler yapabileceğini, neler yapacağını yukarıda sıraladım. Bir “Laz
Enstitüsü”nün görevi tek tek insanları ikna etmek değildir. Anlaşılan bazı
arkadaşlar, bunu anlamak istemiyorlar.
Bazı arkadaşlar,
“Lazika Yayın Kollektifi”nin yayınlarına ulaşmada zorluklar yaşandığını da dile
getirdi.
Gündem olmayınca konu
tekrar saptı ve 1992 yılına gidildi. Mecit Çakırusta, 1992 yılında “Aktüel Dergisi”ne, 1993
başlarında da “Bugün Gazetesi”ne verilen söyleşilerde Avukat Ahmet Hulusi
Kırım’ın ne gibi hatalar yaptığını anlattı. Avukat Ahmet Hulusi Kırım yüzünden
çalışmalarının yıllarca kesintiye uğradığını söyledi. Mecit Çakırusta, Avukat Ahmet Hulusi Kırım’ın tutum ve
davranışlarından dolayı Cemil Memişoğlu’nun çok zor günler geçirdiğine de
dikkat çekti. Ancak Mecit Çakırusta,
bütün bunları bu toplantıda değil, kitabında anlatmalıydı; gerçekleri kayıt
altına almalıydı.
Şakir Çakırusta, bugün
Türkiye’de yaşanılan kardeş kavgasının kendilerini olumsuz olarak etkilediğine
dikkat çekti.
Esat Sarı, devletin
resmî ideoloji ve resmî tarih tezlerinin insanları yıllarca kandırdığına dikkat
çekerek kendi kimliğini, Lazcasını savunan, sahiplenen ve mücadele eden duyarlı
insanların sayısının az olmasının bu sebeple normal olduğunu belirtti. Bu işlerin mücadelesini de ancak duyarlı
insanların verebileceğine dikkat çekti. Yıllarca böyle beyin yıkamalardan
kolayca dönüş olamayacağını belirtti ve şöyle dedi: “Ne var ki, biz doğruları
söylemekten vazgeçmeyeceğiz.
Gündemsiz ve herkesin
aklına geleni söylemeye başladığı bu toplantı artık benim için sıkıcı bir hal
almıştı. Havanda su dövülüyordu. Nükhet Eren’in söyledikleri yüreğime su
serpti.
Nükhet Eren şunları söyledi: “Dili yeniden
üretmek gerekiyor. Büyük şehirde yaşıyorsanız, dili büyük şehirde üretmeniz
gerekiyor. Onun için bazı kurumlar olması gerekiyor. Dilin eğitimi olması
gerekiyor. Kurumlarda olur. Tabii resmî kurumlardaki eğitim de çok önemli.
Bence; “Laz Enstitüsü”nün öncelikli amacı, Lazcanın yeniden üretimini sağlamak
olmalı. Bütün bunları yapılırken hedefler konulmalı. Ben kendim için bir hedef koydum ve beş yıl
sonra Lazca bir öykü yazmayı hedefledim. Beş yıl sonra neyi hedefliyoruz?! Bir
yıl sonrası için bir hedef koyalım. Bir yıl sonra on değişik okulda Lazcanın
seçmeli ders olarak okutulmasını hedefleyelim. Böyle hedefler olmalı. Sonra da
bu hedefleri nasıl gerçekleştireceğiz?! Ve kimlerle yapacağız?! Bütün bunların
belirlenmesi lâzım. Bir yıl sonra nerede olalım? Beş yıl sonra nerede olalım? Bir sonraki toplantıya bu konulara kafa
yorarak gelelim. Hem sonra Lazona dediğimiz yerde değil İstanbul’da da çok Laz
var. Onlar için de açmak lâzım. Sadece Arhavi’de ya da Fındıklı’da değil. İstanbul’da
da başka yerlerde de Lazca seçmeli ders olmalı. Bunlar için de kafa yormalı.
Seçmeli Lazca dersleri için pilot bölgeler seçilip çalışılabilir. Bütün bunlar
bir “Laz Enstitüsü”yle olur. Nasıl yapılacak? Kimler yapacak onları
belirlemeliyiz.”
Esat Sarı: “ Bizim
şimdiki amacımız bir yol haritası sunmak değil. Şu anda böyle bir kuruma
ihtiyacımız var mı? Bu kurum oluştuktan sonra, bu planlamalar orada yapılır.”
Buraya kadarki
konuşmalardan anladığım kadarıyla, orada bulunanların bir kısmı enstitünün ne
olduğunu ve neler yapacağını bilmiyorlardı. Eylem Bostancı söz aldı ve
enstitünün ne anlama geldiğini ve neler yaptığını açıklayan araştırmasını
okuyarak bizlerle paylaştı. Oldukça da faydalı oldu. Okuduklarından bir kez
daha anladık ki, enstitü, vakıf değildir. Enstitü dernek de değildir. Enstitü,
araştırma yapan ve yaptıran bir kurumdur; yayın yapan bir kurumdur. Ancak
dernek ve vakıflarla da, ilgili kişilerle de bağlantısı, ilişkisi olur.
Birkaç kez söz alma
ihtiyacı hissettim ve kısaca şu önerilerde bulundum: “Fazla söze gerek yok.
Somut öneriler üzerinden gidelim. Meselâ; Laz şarkılar söyleyen bir koro
oluşturalım. Bunu da şimdi yapalım. Kutsal kitaplardan ve siyasî klasiklerden
çeviriler yapalım. Meselâ; ‘Komünist Manifesto’yu Lazcaya çevirelim. Şimdi
gelin çeviri komisyonlarını oluşturalım. Çizgi filmleri Lazca seslendirelim.
İsmail Güney Yılmaz,
böyle bir grup çalışmasına hazır olduğunu ve ‘Komünist Manifesto’yu Lazcaya
çevirmeyi kendisinin de düşündüğünü söyledi.
Mustava Dudulaşi de
oğluna, kendisinin en çok sevdiği, ilgi gösterdiği çizgi filmin adını sordu.
Çocukların, gençlerin ilgi gösterecekleri filmleri, çizgi filmleri Lazcaya
çevirme ve seslendirme çalışmalarına katkıda bulunabileceğini belirtti.
İsmail Güney Yılmaz ve
Mustava Dudulaşi’nin bu somut yaklaşımları enstitünün neleri yapacağına ışık
tutuyordu. Bütün bunlar Nükher Eren’in söyledikleriyle de birlikte bir bütünlük
oluşturuyordu. Ve toplantının en güzel ve verimli taraflarından biri de bu
arkadaşların somut projeler üzerinden konuşmalarıydı.
Değinmek istediğim bir
konu daha vardı. Son olarak söz aldım: “Bir konuya açıklık getirmek istiyorum.
Konuşmalardan anladığım kadarıyla bir konu karıştırılıyor. Anadilini
okuma-yazmayı öğretme ile anadilini öğretmek farklı konular. İlkinde çocuk
Lazcayı bilir, konuşur ama Lazca okumayı- yazmayı bilmez. Buna okuma-yazma
öğretilir. Aynı Sovyetler Birliği’nin ilk yıllarında kurulmuş ve 1930’ların
ikinci yarısına kadar yaşamış olan Laz Anadil okullarında olduğu gibi. Çocuğa
anadilini öğretmek ise, ayrı bir konudur. Burada çocuk Lazcayı öğrenecektir. Bu
ikisi farklı konulardır; karıştırmayalım. Sonra unutmayalım; sıfır noktasında
değiliz. Lazcanın bir okullu, bir kitaplı geçmişi var. Bu deneyimlerden
faydalanacağız.”
Bu makalede birçok kez
değindim; toplantının amacı belli değildi. Önceden gündem belirlenmemişti.
Toplantı sırasında gündem belirlenmedi. Tutanak tutulmadı. Esat Sarı’nın
diplomatik tavrı ve yaklaşımı sayesinde toplantı herhangi bir olumsuzluk
yaşanmadan sonuçlandı; ancak verimli olmadı. Toplantı sırasında bir kâğıda
adlarımız, telefonlarımızı ve e-posta adreslerimizi yazdık. Bir sonraki
toplantı ve diğer gelişmelerden “Lazika Yayın Kollektifi” bizleri haberdar
edecek. Ümit ederim, bu makale bir sonraki toplantıyı düzenleyecek olanlara
katkı sunar. (22 Aralık 2012, yusufbulut.com)
https://aliihsanaksamaz.blogspot.com/2022/10/laz-enstitusu-denince-algladklarm.html