Ağlama, Değmez 21
Şubat Gözyaşlarına!
21 Şubat, birkaç yıldır birilerin yıllık kutlama listesine girdi. Bunu
mutlaka hissetmişsinizdir. Ben 21 Şubat ile özdeşleştirilmeye çalışılan ‘Ana dili Günü’nden nefret ediyorum. Her 21
Şubat geldiğinde Türkiye’de sahte gözyaşları döken kurum ve kişilerin basındaki
haberlerini görünce de öfkeleniyorum. ‘Ana dili Günü’ne ve ‘ağlamacılarına’
nefret ve öfkemin çok haklı sebepleri var. Yeni bir 21 Şubat’ı kendi iç
dünyamda yine nefret ve öfkeyle geçirmek istemediğim için, bu makaleyi kaleme
alıyorum. Bir kez daha hem ‘ana dili’ konusuna dikkat çekmek ve yapılması
gerekenleri tartışmak hem de ‘21 Şubatlık Ana dili Ağlamacılarına’ dikkat
çekmek ve onların etki alanındaki insanların kafalarında soru işaretleri oluşturmak
istiyorum. En Baştan şu kadarını söyleyeyim: ‘Ana dili’ konusuna yanlış yer ve
yanlış pencereden bakılıyor.
Emperyalizmin ‘Günah Çıkarması:
‘21 Şubat Ana dil Günü’
Önce, şu 21 Şubat ile özdeşleştirilmeye çalışılan ‘Ana dili Günü’ne
kısaca değinmek istiyorum. Basından okuyoruz. Birleşmiş Milletler Eğitim- Bilim
ve Kültür Örgütü UNESCO 1999 yılı Kasım ayında 21 Şubat’ı ‘Uluslararası Ana
dili Günü’ ilân etmiş. UNESCO, dünyada konuşulan 7 bine yakın dilin yarısının
yok olma tehlikesiyle karşı karşıya kaldığını da açıklamış. Yine bu UNESCO, 21
Şubat’ı ‘Uluslararası Ana dili Günü’ ilân etmekle tehlikeye dikkat çekiyormuş.
Üstelik yok olma tehdidi altındaki dillerin korunmasına katkı sağlamayı da
amaçlıyormuş. Bu satırları okuyan bir insan, “Aferin şu UNESCO’ya. Ne de
güzel çalışıyor! Sahipsiz değiliz, çok
şükür!” diyebilir. Ancak kazın ayağı öyle değil! UNESCO, Birleşmiş Milletlerin
bir kuruluşu değil mi? Hani şu 60 yıl önce kurulan ve günümüzde 176 devletin
üyesi olduğu Birleşmiş Milletler! Net bir örnekle, 176 üye devletten 150'si
Güvenlik Konseyi'ne ortak bir tasarı sunsa, beş daimi üyeden birisinin tasarıyı
veto etmesiyle tasarıyı gündemden düşürebildiği bir Birleşmiş Milletler! Kısaca
emperyalistlerin denetimindeki Birleşmiş Milletler’in UNESCO’su!
Birleşmiş Milletler’in emperyalistlerin denetiminde bir kuruluş olduğu
konusunda şüphe olmadığına göre, UNESCO’nun ilân ettiği ‘21 Şubat Ana dili
Günü’, emperyalistlerin ikiyüzlülüğünü ortaya koymuyor mu?! Bu ikiyüzlülük
sonuçta anlaşılabilir bir durum. Ne var ki, Türkiye’de ‘anti-emperyalist’liklerini
dillerinden düşürmeyenlerin UNESCO’nun ilân ettiği ‘21 Şubat Ana dili Günü’nü
sahiplenmeleri, canhıraş bir şekilde ön plâna çıkarmak istemeleri ve bununla yetinmeleri
hiç de anlaşılabilir bir durum değil. Yaptıkları cahillik ve ikiyüzlülükten de
öte bir şey.
Slogancılık Dönemi Geçti
Her konuyu bugüne kadar sloganlarla ve falan şunu dedi, feşmekân şunu
dedi ile geçiştiren ve ‘anti-emperyalistlikleri’ konusunda burunlarından kıl
aldırmayanların emperyalistlerin denetimindeki Birleşmiş Milletler’in kuruluşu
UNESCO’nun ilân ettiği ‘21 Şubat Ana
dili Günü’ne mal bulmuş mağribi gibi sarılmaları, üzerine oturdukları fikrî
zeminin durumu ve samimiyetleri konusunda ciddî ipuçları vermektedir.
Yukarıda değindim. UNESCO’nun ‘21 Şubatçılığı’ emperyalist ikiyüzlülüğünün
bir tezahürü. Emperyalistler ‘günah çıkarma’ya çalışıyor. Peki, ‘21 Şubat Ana
dili Günü’nü kutlayarak ‘günah çıkarma’ya çalışan emperyalistlere çanak tutanlara
ne demeli?! Demek bir kurtarıcı bekliyorlar! Bu kurtarıcı da emperyalizmin ta
kendisi, ha?!
UNESCO’nun ‘21 Şubat Ana dili Günü’nü ve her 21 Şubat’ta ağlayan,
zırlayan ve gönül rahatıyla görevlerini yerine getirdiklerine inananları, oldukları
yerde bırakalım. Ancak; ‘21 Şubat Ana dili Günü’ne sarılarak, bana göre oyuna
gelen, kendilerine göre insanî sorumluluklarını tüm icaplarıyla yerine
getirdiklerine inananlara küçük bir sözüm var: Bugüne kadar sloganlarla
yürüttüğünüz her iş gibi, ‘ana dil konusu’nda da çuvalladınız.
İnisiyatifi elde tutarak ve hiçbir kurum ve kişiye teslim olmadan haklar
elde etmek ve var olan hakları geliştirmek ile ‘21 Şubat Ağlamacıları’nın
UNESCO’nın propagandasına teslim olup destek vermeleri kuşkusuz birbirine
karıştırılmamalıdır.
‘Ana dili Mücadelesi’ Anti-Emperyalist Bir Duruştur
‘Ana dili mücadelesi’, emperyalizme de, kapitalizme de darbe vuran bir
mücadeledir. Unutmayalım; ana dillerini yok etmeye çalışarak tek bir kapitalist
‘pazar’ oluşturmaya çalışan böylelikle ‘ana dili’ sorununu ortaya çıkaran
emperyalizm ve kapitalist anarşidir. Emperyalizme, kapitalist anarşiye karşı
bir duruş sergilemeden, üstelik de emperyalistlerin ‘günah çıkardığı’ güne sarılarak ‘21 Şubat
Ana dili Günü’nü sahiplenmek bir kolaycılık değilse, nedir?!
19. yüzyılda kapitalizmin
gelişmesiyle birlikte, Osmanlı ülkesi çeşitli emperyalistlerin hâkimiyet alanı
haline geldi. ‘İttihatçıların’ marifeti ile de, Osmanlı ülkesi Alman
emperyalizminin güdümüne girdi. 19. yüzyılın sonları ve 20. yüzyılın başlarında
da ticaretini, siyasî iradesini, askeri gücünü, insanlarını, topraklarını çok
büyük ölçüde kaybetti. 20. yüzyılın ilk çeyreğinde, bir zamanların Osmanlı
İmparatorluğu, bir zamanlar kendisine bağlı olan ve daha sonra kendisinden
ayrılan bölgelerin uluslaşması ve ulus devlet olması gibi bir sürece
yöneltildi. Ulusal sanayisi olmayan, burjuvazisi gelişmeyen, yolu, okulu
olmayan ve ‘çivi bile üretemeyen’ Anadolu’da ‘Türk Aydınlanması’ yaşanamadı. Bu
sebeple de geleneksel üretim ilişkileri ile dinsel, mezhepsel, dilsel, kültürel
farklılıklar günümüze kadar varlığını büyük ölçüde korudu.
CHP’nin tek parti
diktatörlüğü, günlük hayatı sürdürmeye yönelik nafaka ekonomisi ilişkilerinin
hâkim olduğu ve farklı ‘ana dilleri’nin konuşulduğu yörelerde ulusal sanayinin
kapitalist üretim ilişkilerini ve kurumlarını geliştiremedi. Yerel üretim
ilişkilerini tasfiye edemedi. Bu sebeple de dilsel ve kültürel farklılıkları
doğal bir yok oluş sürecine sürükleyemedi. Bunun yerine dilsel ve kültürel
farklılıkları doğal olmayan bir yol ile yani resmî ideoloji ve resmî tarih
tezleri ile ortadan kaldırmaya çalıştı.
Siyasî otoriteyi elinde
tutan CHP’nin tek parti diktatörlüğü, Türkiye’nin ‘ana dilleri’ni yok saydı ve
bunların yok edilmesi için de elden gelen her şey yapıldı. 1950’de iktidarını
kaybeden CHP, toplum ruhunda açtığı yaralar ile sonraki dönemlerde de etkisini
sürdürdü. CHP sonrası dönemde, bu yaraların bazıları sarılmaya çalışılsa da, ‘ana
dili’ konusu hiç gündeme gelmedi; akla gelmedi; sahiplenilmedi. İkinci Dünya
Savaşı sonrasında başlayan yeni saflaşma ve ardından gelen ‘Soğuk Savaş’ dönemi
toplumsal dokuda meydana gelmiş olan yaraları gizlemekle kalmadı; bu yaraları
derinleştirdi; yeni yaralar açtı.
Günümüzde
çok kesin sayılarını bilemiyoruz. Ancak, ülkemizde onlarca ‘ana dili’nin
konuşulduğunu söylemek yanlış olmaz. Bunca ‘ana dili’nin konuşulduğu bir
ülkede, resmî kurumlar, bu dillerle ilgili özgün dilsel materyal derleme
çalışması yapmadı; yapmıyor. Bunu bırakalım; Türkiye’de konuşulan ‘ana dilleri’nin
envanter çalışmasını yapan resmî bir kurum bile bulunmuyor. Siyasî otoritenin
konuya yaklaşımı böyle olunca, iyi niyetli bazı kişilerin bu konuda yaptığı
çalışmalar fanteziden öteye geçemiyor, ilgi görmüyor ve katkı sağlayamıyor. Bu
çalışmaların, ‘reaksiyoner’ güçler tarafından düşmanca karşılandığını da
unutmamalıyız. Türkiye’nin ‘ana dilleri’ne karşı büyük bir umursamazlık ve iki
yüzlülüklere tanık oluyoruz.
Bugün
gelinen noktada, Türkiye’nin ana dilleri çeşitli yönleri ile tam bir bilinmezlik
içindedir. Bu bilinmezliğin esas sebebi, hiç kuşku yok, siyasî otoritenin
konuya baştan beri yanlış yaklaşmış olmasıdır. Öte yandan, çeşitli sivil
girişimciler ise, ana dili konusuna sağlıklı yaklaşamamış ve uygun çözüm
yolları bulamamıştır. Çünkü konu çeşitli yönleriyle tartışılamamıştır;
tartışılamamaktadır.
Bu
tartışmaların önündeki en önemli engel artık siyasî otoritenin olumsuz tavrı
veya yasal engeller değil. Sıkıntı büyük ölçüde ‘ana dili’ konusunun
tartışılmaya çalışıldığı terimlerden de kaynaklanmaktadır. Bir yandan siyasî iradenin
uzun süreli olumsuz tavrı ve bu tavrın hâlâ devam eden etkileri, bir yandan bu
sebeple ana dili konusunda kurumsal kültürel bir yaklaşımın oluşamaması, bir
yandan sorunun doğru terimlerle tartışılamaması Türkiye’nin ana dilleri konusuna
çözüm üretilememiş olmasının başlıca sebepleridir. Bu çözümsüzlüğün bir diğer
sebebi ise, Türkçe dışındaki bir ‘ana dili’nin savunuculuğuna soyunan bazı ‘sivil
girişimcilerin’, her ‘ana dili’nin aynı değerde olduğunu kabul etmemekle bir ‘ana
dili’nin şovenizmine saplanmalarıdır. Bir ‘ana dili’ni bildiği iddiasıyla o ‘ana
dili’nin hamisi kesilen bazı kimseler ise, Türkiye’nin ‘ana dili’ zenginliğinin
önündeki en ciddî engellerden bir tanesini oluşturuyor. Bunların; ‘ana dillerini’
korumak, geliştirmek ve gelecek kuşaklara kurumsal olarak aktarmak gibi bir
vizyon ve misyonları bulunmamaktadır; bütün yaptıkları bu ana dilleri üzerinden
çeşitli şekillerde nemalanmaktır. Öte yandan, ‘ana dili’ konusu söz konusu
olduğu zaman, bu çeşit toplantılara konuşmacı olarak çağrılan, siyasî otoriteye
karşı duruşlarıyla da tanınan, konu kıdemlisi bazı akademisyenler, ithal
terimleri kullanmaları, çeviri metinlerden yaptıkları uzun aktarma ve uygunsuz
örnek göstermeleriyle ana dili konusunun etrafında dönüp dolanmakta; konunun
tartışılmasına ve çözüm yollarının bulunmasına katkıda bulunmak şöyle dursun,
kafaları daha da karıştırmaktadırlar. Bir türlü sahaya inmek akıllarına
gelmemektedir.
Kolaycılık: Çeviri Yayınlar
‘Soğuk Savaş’ sonrası
dönemde, ülkemizin ‘ana dili’ konusunun tartışılması ve çözümüne katkı
sağlayabileceği düşüncesi ile Batı dillerinden birçok makale ve kitap Türkçeye
tercüme edildi. Ancak ne yazık ki, kaş yapayım derken göz çıkarıldı; çok kötü
çevirilerle birlikte bir sürü uygun olmayan terim ya aynen ya da tercüme olarak
Türkçeye girdi.
‘Ana dili’
tartışmalarında karşımıza birçok terim çıkıyor. Bir terimler kargaşası
görülüyor. ‘Eğitim’ mi? ‘Öğretim’ mi? ‘Öğrenim’ mi? ‘Eğitim-öğretim’ mi?
‘Anadil’ mi? ‘Ana dili’ mi? ‘Ana dilde öğretim’ mi? ‘Ana dili öğretimi’ mi?
‘Ana dilde eğitim-öğretim’ mi? ‘Ana dili eğitim-öğretimi’ mi? ‘Yerel dil’ mi? ‘Konuşanları
sayıca (daha) az diller’ mi? ‘Etnik dil’ mi? ‘Türk vatandaşlarının günlük
yaşamlarında geleneksel olarak kullandıkları farklı dil ve lehçeler’ mi? ‘Kavim
dili’ mi? ‘Azınlık dili’ mi? ‘Yöresel dil’ mi? ‘Diğer halkların kendi dilleri’
mi? ‘Yörenin dili’ mi, ‘Yöredeki nüfus çoğunluğunun dili’ mi? ‘Yörenin ana dili’
mi? ‘Yok sayılan ana dilleri’ mi? ‘Yasaklanan ana dilleri’ mi?
Konumuz olan dilleri
belirtmek için ‘Türkçe Dışındaki Ana dilleri’, bu dillerinin desteklenmesi
çalışmalarına da ‘Ana dili Öğretimi’,
‘Ana dili Öğrenimi Hakkı’ ifadelerini kullanmanın doğru olduğuna inanıyor; böyle
kullanılmasını öneriyorum.
Konuya taraf olan vakıf,
dernek ve kişilerin de içinde yer alacağı özerk yapıdaki bir ‘Ana dillerini
Plânlama Kurumu’ nüve olarak bu ‘ana dillleri’ çalışmalarını yürütebilir. ‘Ana dilleri’
ile ilgili bütün çalışmaları tek elden yürütecek böyle bir kurum öncelikle
oluşturulmalıdır. Bu kurum, ‘ana dilleri’ne
ilişkin olarak demokratik özlü ve telâfi edici genel bir yönetmelik
hazırlamalıdır. Bu bağlamda, ‘ana dili’ konusu, anlaşılır ve bizim olan
terimlerle tartışılmalı ve bu alanda bir literatür oluşturulmalıdır.
İlk Yapılması Gerekenler
Öncelikle, Türkiye'nin
diğer ‘ana dilleri envanteri’ çıkarılmalıdır. Bu yapılırken, yalnızca Türkçe ile
hiçbir akrabalığı olmayan ‘ana dilleri’ değil, Azerice, Kazakça, Kırgızca,
Özbekçe, Tatarca, Uygurca gibi diller de dikkate alınmalıdır. Biliyoruz ki,
nüfus sayım sonuçlarında adı geçen ‘ana dillerinin’ en az iki katı ‘ana dili’
Türkiye'de konuşulmaktadır; bunlar, ad olarak ve kullanıldıkları yöreler olarak
tespit edilmelidir. Oluşturulacak ilgili komisyonlar bu ‘ana dilleri’ için Latin
alfabesine dayanan alfabeleri oluşturmalıdır. Ardından da, ilk aşamada en az on
bin kelimelik temel Türkçe kelime dağarcığı tespit edilmeli ve buna göre bu ‘ana
dilleri’nin sözlükleri oluşturulmalıdır. Bu sözlükler (varsa diğer
alfabeleriyle ve) Latin alfabesine dayalı alfabeleriyle yayınlanmalıdır. İlk
etapta ilköğretim birinci sınıf öğrencilerinin düzeylerine uygun masal
kitapları ve çizgi filmler radyo ve TV yayınlarında da kullanılabilecek şekilde
hazırlanmalıdır.
Bütün bunlarla
eşzamanlı olarak, bu ana dilleriyle ilgili çalışmaları yürütecek, yani; masal
kitapları, ilköğretim öğrencilerinin düzeylerine göre ‘sosyal bilgiler’ ve ‘fen
bilgisi’ vb. kitapları, çizgi filmler, tiyatro eserleri, radyo-TV programlarını
hazırlayıp sunacak, gazete ve dergileri yayınlayacak personelin yetiştirilmesi
sağlanmalıdır. Bu personelin yetişmesinde, bu ‘ana dilleri’yle ilgili ve/veya
çalışmalar yapan komşu ülkelerin akademik personelinden de faydalanabilir.
Gerek personel
yetiştirilmesi gerekse de yazılı, görsel, işitsel vb. her türlü materyalin
hazırlanmasındaki bütün harcamalar, kuşkusuz ilgili devlet kuruluşları
tarafından karşılanmalıdır.
Pedagojik Bir Sorun!
Bu ‘ana dilleri’,
1950'lere kadar esas olarak Türkiye'nin belirli bölgelerindeki yerelliklerinde
konuşuluyorken, günümüzde Türkiye'nin hemen her yerinde konuşulmaktadır. Bu
durum mutlaka göz önünde bulundurulmalıdır. Bu ‘ana dilleri’ gündeme geldiğinde
kimileri bu dilleri ‘bölücülük’ sebebi olarak lânse etmeye çalışıyor. Kimileri
de bu ‘ana dili’ tartışmalarını ‘Kürtçe’ üzerinden yapıyor. Bu ‘ana dilleri’,
ne ‘bölücülük’ sebebidir ne de ‘Kürtçe’ Türkiye'nin, Türkçe dışındaki tek ‘ana
dili’dir. Ana dili, 1930'lu yıllarda büyük ölçüde pedagojik bir konuydu.
Günümüzde ise hem hâlâ bir pedagojik sorun hem de bir insan hakları konusudur.
Bu hakkı, isteyen vatandaşlarının hizmetine sunmak ise sosyal devletin önemli
görevleri arasındadır. Binlerce yıllık bir geçmişe sahip olan ve son seksen
yıldaki her türlü olumsuz şarta rağmen, günümüze ulaşabilme becerisini gösteren
bu ‘ana dilleri’, ister yüz kişilik bir köyde konuşuluyor olsun, isterse de çok
daha fazla insan tarafından toplu veya dağınık çok daha geniş yerleşim
birimlerinde yaşatılıyor olsun aynı eşitlikte geleceğe taşınma hakkına
sahiptir.
Bütün bunlar, umudun emperyalist bir kuruluş olan UNESCO’nun ‘günah çıkarma’sında değil, insanlığın toplumsal kurtuluşuna inananların elinde olduğunu, ‘21 Şubat Ağlamacıları’nın kafa bulandırdığını ortaya koymuyor mu sizce?! (21. II. 2009)
[Önerilen okumalar: Ali İhsan Aksamaz, “Yerel Diller”: Ana Dilleri
Yaşatmak Mı? Öldürmek Mi?”, Sorun Polemik- Marksist İnceleme
Araştırma Dergisi ”, Sayı
5, Kış, Sorun Yayınları, İstanbul, 2002/ Sima Dergisi, Sayı 5- 6, Sima Laz
Vakfı Yayını, Fotosan Ofset, İzmit, 2002- 2003/ circassiancenter.com.tr; Ali
İhsan Aksamaz, “Ana Dili’nde Eğitim- Öğretim ve ‘Ana Dili’ Eğitimi- Öğretimi Üzerine
Makaleler”, 11. I. 2004, circassiancenter.com.tr; Ali İhsan Aksamaz, “Lazcayı
Yaşatma Mücadelesi Kapitalist Yabancılaşmaya Karşı Bir Duruş Olmalıdır”, Sorun
Polemik- Marksist İnceleme Araştırma Dergisi, Sayı 35, Mart 2009, Sorun
Yayınları, İstanbul/ circassiancenter.com.tr; Ali İhsan Aksamaz, “Dilekçe Vermekle
Lazca Yaşar Mı?”, Sorun Polemik- Marksist
İnceleme Araştırma Dergisi, Sayı 36, Mayıs 2009, Sorun
Yayınları, İstanbul, circassiancenter.com.tr; Ali İhsan Aksamaz, “Yine Geldi 21
Şubat/ Xolo Komoxtu 21 K̆undura”, 21. II. 2012, yusufbulut.com/ suryaniler.com/
sonhaber.ch/ circassiancenter.com.tr; Ali İhsan Aksamaz, “Abhazya’da Yayınlanan
Lazca Ders Kitapları”, Özgür Gündem Gazetesi, İstanbul, 09. VII. 2012,
circassiancenter.com.tr; Semih Akgün (Ali İhsan Aksamaz ile Söyleşi): “Ana dilleriyle
ilgili insanların söyledikleri hamaset dolu lâflarının içini bir proje
etrafında doldurmak üzere bir araya gelmeleri ve neyi nasıl yapacakları
konusunda işbaşı yapmaları gereklidir.”,
28. VII. 2011, cherkessia.net; Semih Akgün (Ali İhsan Aksamaz ile
Söyleşi): “Ana dillerin “ağız, şive, lehçe ve diyalekt” farklılıklarını öne
sürenler, bu ana dilleri küçümsemek için bunu yapıyorlar”, 19. VI. 2012, cherkessia.net]
https://www.circassiancenter.com/tr/aglama-degmez-21-subat-gozyaslarina/
https://www.circassiancenter.com/tr/tbmmde-chp-grubu-adina-lazca-konusamama/