Lazca/ Lazuri:
(BİLMEDİĞİMİZ
ÜLKE: KOLKHETİ/ 2005 YILINDA KOLKHETİ FESTİVALİ İÇİN GİTTİĞİMİZ GÜRCİSTAN’DA)
Yazan: Munir
Yılmaz Avcı/ Redaktör: Ali İhsan Aksamaz
21 Ağustos’tan 23
Ağustos’a/ SARP’TAN- ZESTAP’ONİ’YE
Dostlarım Murat Ersoy ve Cihangir Bilgin’in geçen sene
gittikleri karşı Sarp’taki Geleneksel K̆olxeti Festivali’nde çektikleri
CD’yi seyrettiğimde hoşuma gittiği için ben de gitmeyi kafama koydum. Ben bu
niyetimi Ali İhsan’a açtığımda, “Geçenlerde İstanbul’da yapılan Geleneksel Bir
Kıtadan Diğerine Yüzme Festivali” için Gürcistan’dan iki misafirim vardı.
Onlardan bir tanesi, Tiflis’te Kolkha Radyo’nun redaktörlük ve spikerliğini
yapan Mişa Numanişi idi, ama ötekinin kim olduğunu çok iyi anlayamadım. Belki
de Gürcistan’ın Yüksek Kilisesine mensup büyük biri idi. Sonra da, “Sen
Festival’e gideceksen bana da haber ver de beraber gidelim.”dedi.
Ben Mişa’nın adını çok duymuş hatta K̆olkha Radio’da çekilmiş bir CD’si de bende vardı. Ben de
onu daha iyi tanımak istediğimden Ali İhsan’a, o geldiğinde keşke bana da haber
verseydin.” Diyerek biraz sitemde bulundum.
Diğer yandan, ben festivale kendi arabamla gitmek
istediğimden, yol arkadaşlığı için Sami Ağabeyim ve eşi Sevil ile birlikte
ablam Sevim ile gitmeyi düşünüyordum. Öylece, Festivalden bir hafta kadar önce
gitme konusunda sözleştikten sonra da Zonguldak’ta bir araya gelip yola
koyulduk.
Hopa’ya varınca, köyümüzdeki evimizin yıkılmış olması
nedeniyle Hopa’daki Öğretmen evi’ne yerleştik. Öylece köyümüzde gezerek ve öte-
beride dolaşarak bir haftayı geride bıraktık. Günlerin sona ermesiyle beraber
de Ali İhsan da çıkageldi. Ne var ki Festival gününü bir hafta erteledikleri
için de yeni bir program yapmak zorunda kaldık. Ben ona; “Arabamız var. Karşıya
geçip görmek istediğimiz bütün yerleri dolaşalım.” Dediğimde,
- Bizi orada zaten bekliyorlar. Biz onlarla gitsek daha iyi
olur diye cevap verdi O zaman ben de,
- Davetli olan sensin. Davetli olmadığım için benim size
katılmam uygun düşmez. Ben de davetsiz bir yere gitmem dediğimde Ali İhsan,
- Ben onlarla konuşup sana haber veririm. Sen sabahleyin
hazır ol dedikten sonra yanımızdan ayrıldı.
Gidebilir
miyim- Gidemez miyim?
Ben şimdi oturup düşünüyorum. Benim gidip gitmememi
gerektiren çok sebep var ama hele hesaplayıp bir düzene sokayım da öyle karar
vereyim diyerek not almaya başladım.
Neden Gitmek
İstemiyorum: Nereye ve kimlerle
gideceğimizi bilmiyorum. Neden
gideceğimizi bilmiyorum. Kaç
günlüğüne gideceğimizi bilmiyorum. Nerede
yatıp- kalkacağımızı, ne yiyip içeceğimizi bilmiyorum. Dilimizi bilip bilmediklerini bilmiyorum. (Ama Ali İhsan ile
beraber olduktan sonra derdimizi şöyle veya böyle anlatabiliriz diyorum.) Kardeşlerimi burada terk etmek
istemiyorum. Mademki beraber geldik, bize beraberlik yakışır. Onlar burada
bırakılıp gidilmez. Daha bitmedi! Midem
çok hassas (reflüm de var) ve her türlü yiyecek dokunduğu için ben kendi evimde
de özel yemek yiyorum. Domuz eti veya abur cubur yedirirler de dokunursa ne
yaparım! Midemin alışık olmadığı bir
şeyi yediğimde alerji yaptığı için kaşıntıdan üstümü başımı parçalıyorum.
Belimdeki ağrı nedeniyle iki dakika ayakta duramıyorum. Gideceğimiz her yerde
oturabileceğim gibi bir yer bulabilecek miyim? Amfizem (nefes darlığı) olduğum için yürürken tıkanıyorum. Eğilip
kalkınca çarpıntım çıkıyor. Prostatım
olduğu için uygunsuz bir yerde sıkışırsam ne olacak!
Bu kadarı yeter. Benim gibi başa belâ, kokuşmuş bir kişi
hiçbir yere gidemez. Böyle bir insan evinde oturur ve yatağından dışarı çıkmaz.
İşte bende bu arazlar olduğu ve ben de bu arazlara sahip olduğumu bildiğim için
gitmek istemiyorum. Bendeki arazları onlara söylesem, “Sen başımıza belâ olmak
için mi geldin?” diyerek belki de sopa ile kovalarlar.
Neden Gitmek
İstiyorum: Sarp’ın ötesinde kalan bizim
eski topraklarımızı görmek istiyorum. Oçamçire’deki arazinin tapusu bile hala
elimizde duruyor. O taraftaki Lazlar
ve diğerlerinin yaşantıları nasıl. Oradaki bizim akrabalardan kimseyi
görebilecek miyim? Onların durumları nasıl, çok merak ediyorum. Hiç görmediğim yerleri görmek ve
bilmediğim yeni bir şeyler öğrenmek için yaşlılık ne önemli ne de engel. Kardeşlerimle konuştuğum zaman gitmem
konusunda çok ısrar ettiler, En
fazla bir hafta seyahat yapabiliriz ki hiçbir yiyip içmesem bile yine dayanabilirim,
ölecek değilim ya! Ben o kadar ödlek bir insan mıyım? Biri duysa, yüzüme güler.
Zaten bendeki arazları da kimseye anlatmak zorunda değilim herhalde. Gitmek istiyorum. Çünkü görüp öğrenmek
istiyorum. Ondan daha önemli bir neden olabilir mi?
Not tuttuğum kâğıda bir göz gezdirdikten sonra kararımı
verdim. Eğer gitmek istiyorsam, diğer nedenlerin hiç önemi yok. Mademki durum
böyle, durum böyle olduğu için de bu iş böyle. Bu nedenle de ben de gidiyorum,
vesselam!
O gece Ali İhsan, “Ben onlarla konuştum, seni de
bekliyorlar,” şeklinde telefon edince, ben de yol için hazırlığımı tamamladım.
Sabahleyin Ali İhsan yine geldi. Öylece ben de arabamı
biraderime bıraktım.
Ali İhsan’a ,”Nereye gidiyoruz?” diye sorunca, “Ben de
detaylı olarak programı bilmiyorum. Bakalım nereye götürecekle, ” diye cevap
verince, “Kaderimizde ne yazılmışsa, o olur. Ya Allah ya Bismillâh!” dedikten
sonra Hopa’dan yola koyulduk.
Öylece, biz (2005) Ağustos’un 21’inde öğlen vaktinde Sarp
Hudut Kapısını geçtik. Karşı tarafta ilk gördüğüm kişi CD’lerden tanıdığım İaşa
Tandilava idi. Diğerleri de arkasında duruyorlardı.
Benim burada yazdıklarım, altı gün içinde kendi gözlerimle
görüp kulaklarımla duyduklarımdır. Benim duymadığım, Ali İhsan ile Giorgi’nin
konuşmalarını da Ali İhsan kendi görüşleriyle birleştirip belki yazar
düşüncesiyle ben ona temas etmek istemiyorum.
YOL ARKADAŞLARIM:
İaşa Tandilava: Annesinin, beriki Sarp’ta Tantoğlu ailesine mensup
olduğunu biliyorum. Bir kısmı bestelenmiş Lazca yazılmış şiirleri var. Bu
çalışmaları, geçen sene Cihangir Bilgin tarafından çekilmiş (2004) CD’de
mevcut. Kendi ülkesinde çok tanınmış bir kişi idi. 50- 55 yaşlarında ve kaya tuzu gibi sert yapılı
idi. Kendisi aslen Laz olmakla beraber “Yaşar “
olan adını yöresine benzetmek için
“İaşa” ya çevirmiş.
Giorgi Andriadze
: 40- 45 yaşlarında siyah sakallı,
yakışıklı bir adam. Ben onu tanımıyordum. İaşa, onun için “Bunun adı Giorgi’dir
ve kendisi de Aziz’dir,” dediğinden başka bir bilgim yoktu. Çok konuşuyordu ve
cep telefonunu elinden hiç düşmüyordu.
Bizim gezimizi onun organize ettiğini ancak bir iki gün sonra tam olarak
anlayabilmiştim. Her konuda, önce Ali İhsan’a danışıp öyle karar veriyordu.
Mişa Numanişi: 30 yaşlarında, uzunca boylu yakışıklı bir genç. Sadece
anneannesi Laz imiş. Kendisi de Lazcayı ondan öğrenmiş. Tiflis’teki “Kolkha
Radio”yu ayakta o tutuyor. Lazcayı derinlemesine bilmese de birbirimizi gayet
güzel anlayabiliyorduk.
Şoför Badri: 40- 45 yaşlarında pehlivan gibi güçlü ve sağlam yapılı bir
adam. Lazcayı hiç bilmiyordu.
Ali İhsan
Aksamaz: Çok tanınmış biri olduğu için
onun hakkında bir şey yazmak istemiyorum. Onun adını bütün Lazlar bilir. Benim
gibi çok az konuştuğundan, çoğu zaman ağzından lâfı kerpetenle alıyordum.
Örneğin, İstanbul’da Mişa ile beraber misafir ettiği ikinci kişinin Giorgi
olduğunu ancak Gürcistan’daki dördüncü günümüzde, onlarla beraber çekilmiş
fotoğrafını Giorgi’nin Tiflis’teki evinde gördüğümde anlayabildim. O da Lazcayı
yeteri kadar biliyor. Sıkıştığında hiçbir problemi yoktu. Başka dillerden de
yani beynelmilel terimleri katıp derdini herkesten iyi anlatabiliyordu.
GİORGİ ANDRİADZE, ALİ İHSAN AKSAMAZ, YAŞA TANDİLAVA, MUNİR
YILMAZ AVCI ( TİFLİS, AĞUSTOS, 2005)
GİDİYORUZ:
Sarp’ta arabaya bindiğimizde ilk işim, telefon kesilmeden,
Hopa’da beni beklemekte olan Sami ağabeyimi aramak oldu. Ona, “Üç kişi bizi bir
arabaya bindirdiler ve onların programına uygun olarak, bizim bilmediğimiz
yerlere doğru gidiyoruz. Sakın merak etmeyin. Cep telefonu ile arayabildiğim
yerlerden yine sizi ararım,” dedikten sonra da ses kesildi.
Yaklaşık on dakika sonra, “Batum” yazılı tabelayı
görmemizle Batum’u geçmemiz bir oldu. Batum, öyle annelerimizin ve
büyüklerimizin anlattığı gibi büyük bir şehir değildi ama Poti’deki güzel
avluların içindeki konakları görünce, Poti’nin ismini de güzel vilâyetlerin
listesine dâhil ettim. Büyük avlularda bağlı duran atları süzerken Mişa:
- “Bu atlar gelecek misafirleri bekliyorlar. Gelen erkekler
bu atlarla avluda birkaç tur atmak zorunda. Eğer ata binemez veya attan düşerse
onun için iyi olmaz,” deyince:
- “Ya adam hasta ise veya yaşlı olduğu için binemiyorsa, ne
olacak?” diye sorduğumda ise:
- “Onun mazereti var, ona kimse bir şey diyemez,” diye
cevap verdi. Ben de:
- “İyi ki onlara misafirliğe gitmiyoruz,” dedim ve
gülüştük.
Öylece konuşarak, gülüşerek gidiyoruz. Bir müddet sonra,
“Khobi” adlı büyükçe bir kente girdik ve yol kenarında bizi beklemekte olan bir
beyi arabamıza aldıktan sonra yine yola koyulduk. Bey kimdir? Nereye gidiyoruz?
Niye gidiyoruz? Kimse bir şey söylemiyor ama onlar kendi aralarında makinalı
tüfek gibi takırdayarak konuşuyorlar. Dayanamayınca Giorgi’den lâfı kapıp:
- “Nereye gidiyoruz?” diye sorduğumda Lazca olarak:
- “Biraz yukarda bir kilise var da oraya gidiyoruz,” derken
yaptığı Lazca telâffuz hatalarını İaşa düzeltiverdi.
Öylece ağaçlık ve çimenlik bir yerde arabayı durdurduk.
Kilise yukarıda duruyordu. Arabadan inip biz de yukarıya çıktık. Kilisenin
içinde Giorgi bize mum dağıttı ve biz de onları yaktıktan sonra orta yerde
duran sehpanın üstündeki sakallı adam resminin önünde durduk. Onlar İstavroz
çıkardılar ve yakarıya başladılar. Ben ise, “burada görmeye değer ne var
bakalım,” diyerek etrafı kolaçan ediyorum. Yıkık dökük dört duvardan başka bir
şey yok. Dua bittikten sonra, yoldan
aldığımız bey anlatmaya başladı. Bir saatten fazla konuştu, konuştu. “Bu
Kilisenin fresklerini Rus askerleri söküp parçalayıp etrafa saçtılar. Bazı
freskleri de giderlerken çuvallara doldurup beraberlerinde götürdüler,” dedi.
Konuşması bittikten sonra derin bir nefes çektim ve arabaya döndük. Biraz bozuk yollardan bir hayli gittikten
sonra, önünde büyük bir avlu bulunan bir evin önünde durduk. O bey arabadan
atladıktan sonra çabuk- çabuk bize bir şeyler söyledi. Biz bir şey anlamayınca
İaşa Lazca olarak “Bu ev, bu adamındır ve biraz dinlenmek için bizi davet
ediyor,” deyince biz de arabadan indik. Bakınınca, evin önünde bekleyen
Kadınlar koşarak eve daldılar ve bir hamlede ellerindeki tabaklarla terastaki
masayı donattılar. Biz eve varıncaya kadar masa yemekle doldu. Ben de, “Bunca
yemek hazırlamışlar, yemeden olmaz,” diyerek diğerlerine uydum. Zaten başka ne
yapabilirdim ki! Öylece gidip masaya oturduk.
ESKİ BATUM
Kızarmış domuz etleri Khaçapuri (bir pide çeşidi), peynir
ve kızartmalarla dolu masada herkesin önüne üçer bardak koydular. Sonra da koşup kocaman damacanalarla votka ve
şarap getirdiler. Bir yandan da, “Hadi, niye yemiyorsun!” diye bana bakıyorlar.
Ali İhsan’a bir şey söylemeye gerek yok. Herkes ne yapıyorsa, o da aynen riayet
ediyor. Benim gibi mızmızlık yapmıyor. Bir yandan da bardaklarımıza
içkilerimizi koydular. Khaçapuri ve peynirden bir parça ağızıma koymadan ev sahibi elindeki bardakla
ayağa kalkınca biz de ona uyduk. Bey, Gürcüce bir şeyler söylüyor. Biz de
anlarmış gibisinden onu dinliyoruz. Sonra da bir fırt çektikten sonra yerimize
oturduk. Leziz bir peyniri tatmamla beraber Giorgi de elindeki bardakla ayağa
kalkıverince biz de yine ayaklandık. O da Gürcücü bir şeyler söyledikten sonra
yine içip oturduk. Henüz bir lokmayı ağzıma götüremeden İaşa da ayağa kalkmasın
mı! Ne yapabiliriz? Yine kalktık. O da makineli gibi bir şeyler takırdadı. Bir
iki kez Tanrı lafının geçmesi ile bunun bir şükran duası olduğuna iyice kanaat
getirdim. Yine çekip oturmamızla beraber Mişa da ayağa fırladı. Tabii ki ona da
uyduk. Ben şimdi bekliyorum. Kendi kendime, “Elbet konuşmalar bitince
yemeğimize başlarız,” diyorum. Fakat Mişa’dan sonra Ali İhsan da kalkmasın mı!
Eee adam öğretmen olduğuna göre ne de olsa konuşmaya alışmış. Sıra bana gelince
ben kafamı çevirip arkamı dönerek hem kendimi hem de diğerlerini bir işkenceden
kurtarmış oldum. Zira hazırlıksız konuşmak istemiyorum. Ağzımdan yanlış bir lâf
çıkmasından veya söylediklerimin yanlış anlaşılmasından dolayı başımın belâya
girmesini istemiyorum. Sonra da sıra ile tekrar ayağa kalkıp Tanrı’ya
,“Ğormoti”ye dua ettiler. Elime bir lokma khaçapuri alıp ağzıma atmamla beraber
ev sahibi ayağa kalkıp, “dğaginzaşi” dedikten sonra yine bir şeyler daha ilâve
etti.
Yine
şarabı kafaya dikip tam oturacakken, bir de ne göreyim! Adam. bardağı masaya
bırakıp
gidiyor.
Masaya baktım. Yiyecekler bizi bekliyor. İaşayı dürttüm. “Ne var, niye
ayaklandık?” İaşa, hem adamın peşinden gidiyor hem de bana lâf yetiştiriyor.
“Eee, dğaginzaşi” deyince böyle olur!” Hoş ben bu olanlardan bir şey anlamış
değildim ama ben de onlara uyup sırayla önce bahçenin içindeki uyduruk kabin
şeklindeki susuz tuvalete gittik. Tuvalette su olmadığı için dönüp geri geldim
ama içime bir korku düştü. “Ya bu ülkede de Avrupa’da olduğu gibi tuvalette su
kullanma alışkanlığı yoksa, ne yaparız?” diye düşündükten sonra içimdeki
korkuyu hiçbir şekilde atamadım.
Bir müddet
sonra da Acara ve Guria’yı geçip Samegrelo’ya girdik. Ne zaman girdiğimizi
nereden bileyim! Bir yerinde yazmıyor ki bilebileyim! Zaten Acara denilen
bölgenin ancak 5- 6 beldesi var ki, içlerinde en büyük olanı da Batum.
Birkaç saat sonra, “Zugdidi” yazılı tabelâyı görünce,
büyüklerimizden duymuş olduğum bir
büyük şehre vardığımızı anladım. Çarşıya girdikten sonra
yol kenarında durup arabadan indik. Giorgi, “Beş dakika kadar sonra iki arkadaş
gelecek. Onları beklememiz lâzım,” dedikten çok kısa bir süre sonra 30- 40
yaşlarında yakışıklı iki genç yanımıza geldi. Beyaz gömlekli olan için “Zugdidi
milletvekili,” dediler. Her ikisi de, “Hoş geldiniz!” diyerek bizimle
tokalaştı. Sonra da onlarla beraber biraz ilerdeki bir eve girip üst katına
çıktık. Bir odadan geçip diğerine girince de üzeri tıklım tıklım dolu bir yemek
masası ile karşılaştık. Biz oturmak için masaya yanaşırken bile kadınlar
koşuşturarak ellerindeki tabaklarla yine yemekler getiriyorlardı Masada boş yer
olmadığı için de ikinci kat olarak mevcut tabakların üzerinde tekrar
diziyorlardı. Masanın başköşesine milletvekili oturduktan sonra, Zugdidi
Belediye Başkanı da onun yanında yer aldı. Ben de onun yanına oturduktan hemen
sonra yemeklere ve masadakilere göz gezdirirken milletvekili elindeki bardakla
ayağa kalkmasın mı! Ne yapabiliriz yani! Biz de onunla beraber ayaklandık. O
bir şeyler söyledikten sonra, bardaktakileri içip yerimize oturduk. Yemeklere
bakıyorum. Tabakların çoğunda kızarmış domuz etleri duruyor. Diğer tabaklarda
duran khaçapuri ve peynir çeşitlerinden birer parça aldıktan sonra Zugdidi
Belediye Başkanı ve milletvekili (Yanımdaki belediye başkanının babası) olan
bir kişi daha içeriye girince, masanın diğer baş tarafında hemen ona da bir yer
açtılar ama o da elindeki bardakla hemen ayağa fırlayınca, biz de doğal olarak
ona iştirak ettik. Yine içtik ve oturduk. Yanımdaki İaşa’ya,”Belediye Başkanı
neden bir şeyler söylemiyor?” dediğimde İaşa, “O, babasının yanında konuşamaz.
Geleneklere uymaz,” diye cevap verdi. Diğer yandan milletvekili de göz ucuyla
bana yemekleri gösterip, “Neden yemiyorsun?” gibisinden işaretler ediyor. Yemek yemeye vaktimiz mi var! Biri kalkıyor,
diğeri oturuyor. Ben de zaten fazla yememek için de bahaneler arıyorum. Ne
yapalım yani! Alt sıradaki tabaklara hiç el sürmeden ve milletin karnı doymadan
yine, “dğaginzaşi” dediklerinde de yemekten kalktık.
Hepimiz
dışarıya çıktıktan sonra dayanamayıp İaşa’ya:
-
“Onca yemek yarım kaldı O yemeklere yazık değil mi? Ne olacak onlar?” diye
sorduğumda
aldığım
cevap:
-
“Mühim olan, misafire gerekli değerin verilmesidir,” diye cevap verdi. Sonra
bir şey yok.
Öyle
ise, öyle olsun1 Ne yapalım yani. Misafir de onların, yemek de onların. Bana
ne!
MÜZEDE YATAN TARİH:
Yemekten kalkan 20-
25 kişilik gurup dışarıya çıkınca TV muhabirleri ve gazeteciler geldi ve
aralıksız filmlerimizi çekmeye başladılar. O şekilde yanından geçmekte
olduğumuz bir meydanda yeni yapılan bir fıskiyeden fışkıran sular altındaki
havuza doluyor, meydanda da ustalar renkli zemin kaplamalarını betonla yere
dizmekle meşguller. İaşa, ”Bu meydanın düzenlenmesi için ABD bize 500 bin dolar
verdi,” dedi. Konuşarak meydanı geçtik ve biraz ilerdeki müzeye girdik.
Müze oldukça güzel düzenlenmişti. Terasın tavanı tamamen
oyma ve kabartma ahşapla kaplıydı. Müzeye girince, duvarlarda sıralanmış
camekânlarda düzene konmuş birtakım taşlar ve el yapımı silahlar gördük.
Giorgi, Ali İhsan’a bir şeyler gösterip anlatmaya çalışıyor. Ben de İaşa ile
beraberim. O arada bir bayan koşarak bir amforanın sap ve gövdesine ait kırık
bir parçayı getirip önüme koydu. Sonra da bir şeyler anlatmaya başladı. İaşa:
- “Bu bayan, bu gördüğün kırık parçaların 3500 yıllık
olduğunu söylüyor,” diye Lazcaya tercüme etti.
Duyduklarıma
inanamıyordum. Ben, kökenimizin çok eskilere dayandığını biliyordum ama
2000
yıldan ötesine ait pek bir bilgim yoktu. İaşa’ya sordum:
- Bunun söyledikleri gerçek midir?
- “Elbet gerçektir. Hem de İsa’dan öncesine ait 3500
yıllık,” diye düzeltti.
- İaşa, o devirlerde buralarda kimler yaşıyorlardı?
- Kimler de ne demek! Bu topraklarda Kolhlardan başka kimse
yaşamadı. Gelenler de
kolu-
bacağı kırık ancak canlarını kurtarmışlar. Kolhların anayurtları burasıdır ve
bu eserler de onlara aittir. O devirlerde yeryüzünde üç medeniyet vardı. Biri
Bizans, ikincisi Çin, üçüncüsü de Kolheti idi. Sen, bizim adımızdan pek
bahsedilmemesine bakma. Biz çok büyük bir ulustuk.
“İaşa,
acaba biraz abartıp yüksekten mi atıyor!” diye düşündüysem de ne kadar abartsa
bile
içindeki
gerçek kısmı fazlasıyla yeterliydi.
ZUGDİDİ
MÜZESİ
Müzenin
duvarlarındaki camekânlarda; Paleolotik, neolotik ve maden devri gibi
dönemlerden
günümüze
kadar uzanan çeşitli silahlar ve zırhlar yer alıyordu.
TV
muhabirleri ve gazeteciler devamlı çekimlerimizi yaparken terasa çıkıp
dinlenmeye
çekildik.
O arada Giorgi; Ali İhsan’a:
- Bunlara bir- iki
kelime bir şeyler söyler misin?” deyince o da Odişi TV’ye:
-
Gürcistan’ın dostu olan Türkiye’den, Geleneksel Kolhoba Festivali için amcamla
beraber
geldik. Festival gününe kadar ülkenizi gezip çeşitli
yerlerini ziyaret edeceğiz. Kökenimizin bir olmasından dolayı da sevinç
içindeyiz…” çerçevesinde Lazca bir takım sözler söyleyince onlar da
memnuniyetlerini dile getirdiler. Sonra da bana geldiler:
- “Yazdığın şiirlerden biraz
bir şeyler okur musun?” dediklerinde:
- “Ben yazdıklarımdan hiçbirini ezbere bilmem ki, ne söyleyeyim?”
diyerek tekliflerini geri
çevirince çok ısrar ettiler:
- “Bir- iki kelam yeter, ne olur!” Ben de:
- “Sizin gibi akrabalarımız olduğu için çok mutluyuz. Ben burada
sanki rüyada gibiyim,”
çerçevesinde bir şeyler söylediğimde:
- “Şiirlerinden de bir şeyler oku. Küçücük bir şey de olsa
yeter,” diye çok direttiklerinde:
“Neşe
ve iyilikle başınız ersin göğe,
Kahkaha
ve horonla sakallarınız yere!”
Dediğimde,
İaşa da bunları Gürcüce’ye çevirince hep beraber bir alkıştır koptu. O arada
onların
arzu
ettikleri şeyin ne olduğunu çok iyi anladım. Onlar, “Biz hepimiz ayni milletin
insanlarıyız. Bizim kökenimiz birdir. Bu bakımdan sizler bizi unutmayın ve
yurdunuza dönüşünüzde bizim için iyi şeyler yazın!” diyorlardı.
Öylece
hep beraber bizi arabaya kadar uğurladılar ve biz de o güzel insanlara el
sallayarak
vedalaştık.
HUDUTTAKİ KALE:
Yolda,”Şimdi nereye gidiyoruz? Programınızda ne var? Diye soruyorum. Giorgi:
-
“Şimdi, bir kaleye gidiyoruz”, dedi.
Milletvekili
de kendi arabası ve adamları ile bize katıldı ve hep beraber bir kaleye vardık.
Kale,
yokuş
bir arazide dört duvardan ibaretti. Kapı kısmı aşağı tarafta ve yol kenarında
olduğu için arabalarımızla iyice yaklaştık. Kapı kısmından içeriye adımımızı
attığımız anda yanımızdakiler üst taraftaki duvara doğru koşturdular. Ben ise, giriş kısmında postu serince Mişa
ile İaşa da benimle kaldılar. Çok kalın yapılmış taş duvarları incelerken Mişa,
önümüzde akmakta olan “İnguri” deresini gösterip:
- “Görmüş
olduğun bu dere Abhazlarla olan hududumuzu teşkil eder,” dedi.
- Bu ne biçim huduttur? Her tarafı açık. İstediğin gibi at
koştur!
- Yoookk! Hududu geçersen kurşunu basarlar. Asla geçirmeyip
kovalarlar.
- Yani siz akraba değil misiniz? Neden sizi kovalıyorlar?
- Biz akrabayız, ama onlar Rusların gücü ile toprak
yiyiciler.
Mişa’ya takıldım:
- Nasıl toprak yiyici? Toprak yenir mi?
-
Toprak elbet yenmez ama onlar bugün bir kulaç, yarın on kulaçla ufak- ufak bu
tarafa geçerek
bizim
topraklarımıza yerleşiyorlar.
- Eee. Sonra ne oluyor?
- Sonra ne olacak? Biz
buradan her zaman onlara kurşun sıkıp kovalıyoruz ama Ruslar onlara yardım
ettikleri için aldığımız toprakları yine onlara terk ediyoruz.
-
Ne var yani! İki akraba neden birbirinizi yiyorsunuz? Neden uslu oturmuyorsunuz?
Dediğimde Mişa yine:
-
“Onlara Ruslar arka çıktığı müddetçe onlar rahat durmazlar. Bütün suç
Ruslarda,” diye cevap
verdi.
Hemen lafı çevirdim:
-
Mişa, Oçamçire ne taraftadır? Bizim orada arazimiz ve dükkânlarımız varmış.
Hâlâ annemde
tapusu
bile var. Görmeyi çok isterdim.
-
Oçamçire derenin karşı tarafında. Şimdi Abhazların elinde olduğu için sen
dereden karşıya
geçemezsin.
Mişa’nın
bu dediklerinin benim için hiç kıymeti yoktu. Nedenine gelince, Abhazlar
onların
olduğu
kadar bizim de akrabalarımızdılar. Üstelik biz onlarla didişmiyoruz. Ne var ki
orası bizim programımızda yoktu.
Neticede, hava da kararınca arabalara atlayıp öteye- beriye
geçip gittik.
PAPAZLARLA:
O gün, akşam yemeği için gidip bir papazın evine yanaştık.
Papaz zaten bizi beklediği için
sofrası
hazır bekliyordu. Yine benzer yiyecekler ve içecekler… Kalkıp konuşuyor ve
içiyorlar. Ben çok yiyip içmiyorum ama, Ali İhsan çok rahat. Yiyor da içiyor
da. Benim gibi nanemolla değil! Ya
yediklerim gece yarısı bana dokunur da beni sıkıştırırsa ne yaparım! Yemekten
kalkarken, “Şimdi yatmak için bir başka eve gidiyoruz,” dediler. Geceleyin yine
arabalara bindik. Gece saat on birde bir avlunun içinde bulunan evlerden birine
girdik. Mişa’ya sordum:
- Bu evlerin hepsi de bu papaza mı ait?
-
“Evet. Buradaki Papazların yaşantıları çok iyidir. En büyük evde kendileri
ikâmet ediyorlar.
Bir
ev misafirlerin yemeği için, diğeri de yatmaları için,” dedi.
Düşündüm.
“Bu kadar fakir bir ülkede Papazlara ne kadar değer veriyorlar,” diye. Kim
bilir
halkın
geçimi nasıl! Sonra da, “beni ne ilgilendirir,” diyorsam da yine de kafamı
kurcalıyor. Yatmak için bir eve girince ne göreyim. Sıralanmış odalarda ikişer
karyola dizilmiş. Bir yanda da banyo kapısı görünüyor. Herkesten önce koşup
girdim. Bir yanda lavabo diğer yanda da klozet duruyor. Klozete yanaştım ama
musluk yok, su yok. Yanda tuvalet kâğıdı duruyor. Ve de bir şey yok.
Beğenmeyince geri dönüp yatağıma girdim. Ötekiler de teker teker girip çıktılar
ama onların ne yaptıklarını ben nereden bilebilirim. O kadar düşündüysem de
anlayamadım.
Odanın
içinde sağa sola bakıyorum. Hem duvarlarda hem de tavanda lambri vardı. Hiçbir
boşluk
görünmüyordu. Mutfağı bilmiyorum ama banyonun dışında evin bir başından diğer
başına tamamen lambri ile kaplanmış olduğunu görünce Papazların yaşantısını
daha iyi kavrayabildim. Bu ülkede, bol su var. Bol su olan yerde de çok ağaç
olur. Çok ağaç olunca da burada gördüğüm gibi bütün evlerin her tarafı böyle
lambri ile kaplanır. “Hem burada işçilik ücretleri de ucuz olmalı,” diyorum ve
gözlerimi kapatıyorum.
Sabahleyin
yine şarapla yaptığımız kahvaltıdan sonra bir-
iki kilise daha dolaştık. Sonra yine
domuz
eti, khaçapuri ve başka şeyler. Ben yine yiyeceklere yan yan bakıyorum ve
sadece pide ve peynirlere yanaşıyorum. Ne var ki başıma dert açmasın diye
onları da azar azar yiyorum. Küçüğünü yaparken bir sıkıntımız olmuyor. Yolda
giderken ıssız yerlerde Mişa, “Burada bir boşaltalım,” diyordu ve hep beraber
rahatlıyorduk.
Akşam
olunca, yine bir Papazın evi. Yeme, içme ve yatak. Öyle ki nereye gitsek bir
Papaz
karşımıza
çıkıyor. Onlarla yiyip içiyoruz, onlarla yatıp kalkıyoruz. Ne var ki hepsi de
bize çok iyi davranıyorlar. Hepsi de bizi gülerek karşılıyor, gülerek
uğurluyorlar. Bir şeyimiz noksan olmasın diye üstümüze titriyorlar. Bizim yanımızdakilerle de çok samimi
konuşuyorlar. Neye ihtiyacımız var diye devamlı gözümüzün içine bakıyorlar.
Hele Giorgi’nin onların üzerinde çok büyük bir otoritesi var. Bunu anladığımda
İaşa’ya:
- “Papazlar, Giorgi’yi nereden tanıyorlar?” diye sorunca:
-
“Giorgi; Patrik’in 12 Azizinden biridir. Diğer yandan da Papazların
avukatlığını yapıyor,”
diye
cevap verdi.
Mişa
da Giorgi gibi Papazlarla çok samimi bir tarzda konuşuyordu. Belli ki
birbirlerini
tanıyorlardı.
İaşa, zaten gittiği yerde herkesten önce makineli tüfek gibi takırdıyarak
kimseye söz hakkı tanımıyor ama Giorgi de öyle kolay kolay sözünü kimseye
bırakmıyor. Bazen bize de ufak bir açıklamada bulunuyorlar ve takırdamaya devam
ediyorlar. Mişa çok fazla konuşmuyor ama her zaman güler yüzlü ve çok iyi
kalpli bir çocuk.
OSİNDALE:
Osindale,
Samegrelo’nun üst tarafındaki yüksek tepelerde yer alan bir ibadethane. Öyle
bir
yerde
kurulmuş ki aşağı tarafta kalan şehirlere ait evler sanki tepsi üstünde yer
alan patlamış mısır görüntüsü veriyorlar. Ötede bir şehir, beride bir başka
şehir. Onların aşağısında ise oradan görünmeyen Karadeniz. İleriye bakıyoruz.
Doğudan Batıya doğru yılan gibi uzanan tepeler Svaneti ve onun arkasında
yükselen karlı tepeler de Kafkas Dağları.
Çocukluğumda
Azlağa’dayken Karadeniz’in ufkuna gözümüzü diker ve ufuktaki kararmış
yerler
için, “İşte Kafkas Dağları,” der ve kafamızın içinde bir dağ silsilesini
canlandırarak ona hayat verirdik. Şimdi gözümün önünde duruyorlar ve ben de
onlara el sallıyorum. Burasının her şeyi tertemiz ve lezzetli. Yine yedik,
içtik ve de geçip gittik.
MARTVİLİ
MARTVİLİ MABEDİ:
Yağmurlu
bir günde yola koyulduk ve bir kiliseyi daha gezdikten sonra bir yerlerde yol
kenarında
durduk. Giorgi’nin elinde her an cep telefonu var ve devamlı konuşuyor.
- “Niye durduk? Ne oldu?” diye sorduğumda:
-
“Hiçbir şeyi merak etme! Şimdi karşı tepedeki ibadethaneye gitmemiz gerekiyor.
Ancak
yollar
biraz bozuk olduğu için bu arabayla gidemeyiz. Onun için başka bir arabayı
beklemek zorundayız,” diyerek eliyle karşıdaki bir tepeyi gösterdi.
Tepeye
bakınca içime bir korku düştü. Böyle yağmurlu bir havada öyle bir yerde ne
işimiz var. Oradaki mabedi görmesek sanki neyimiz noksan kalır! İaşa’ya:
- “Oraya gitmek için ne zorumuz var. Oraya gitmesek ne
olur?” dediğimde:
- “Oraya gitmeyince olmaz. O ibadethane diğerlerine
benzemez,” diye cevap verdi.
İnce
ince yağmur yağıyor. Biz de yol kenarında, gelecek olan arabayı bekliyoruz.
Elbet cip gibi
bir
şey gelecek diye beklerken kocaman bir kamyon çıkageldi. Kocaman dediğim ne!
Lastikleri çok büyük. Sanki greyder gibi. Kendisi de çok yüksek. Eskiden kalma alamet bir şey. Kamyonla
gelenler arka tarafına bir merdiven dayadılar ve büyük bir naylonla arkaya
tırmandılar. Orada naylonu açıp çatı
gibi kafalarına örttükten sonra diğerleri de teker- teker merdivenden çıkmaya başlayınca, ben de
merdivene yanaştım. Bir yandan da içimden kamyonun arkasında seyahat etmek de
kaderde varmış diyorum. O esnada bir delikanlı gelip beni kolumdan çekerek
oradan uzaklaştırdı. Ben yine merdivene
hamle yapınca, iki kişi daha gelip beni şoför mahalline götürdüler. Bir yandan Şoför mahalline giderken, bir
yandan da kafam devamlı olarak ötekilere takılmış durumda. Bir yandan da “benim
yanıma başka kimse gelmeyecek mi?” diyerek arkaya bakıyorum. Ben şunca uzun
boylu olmama rağmen, yine de arabanın kapısına iyice uzandıktan sonra içeriye
ancak tırmanabildim. Şoför ile benim aramda motor yerleştirilmiş olduğu için
başka kimseye yer yok. Her nesi varsa kırık
dökük. “Herhalde Cihan Harbi’nden
kalma,” diyorum. Kapıdan giren rüzgârı kesmek için cama uzanıyorum, ama cam
nerede ki kapatayım!
Öylelikle
hepimiz bindikten sonra şoför, korkmayasın gibilerinden bir gülücük verdi ve
İstavroz
çıkardı. Şimdi araba yalpalayarak gidiyor ama ben arkadakileri düşünmekten
oldukça rahatsız durumdayım. Birazdan, büyük bir ırmağa rastladık. Suyun içinde
çok büyük taşlar olduğu için şoför arabayı durdurup bir daha İstavroz çıkardı
ve arazi vitesiyle hareket ettikten sonra da koca taşların üstüne çıktı.
Tekerleğin biri yukarıya kalkıyor, diğeri suya gömülüyor. Tam, “İşte şimdi
devrilecek!” dediğim anda düzeliveriyor. “Arkadakiler nasıl ayakta
kalabiliyorlar?” diye aklım fikrim hep onlarda.
Sonuçta,
tepenin yokuşuna vurduk arabayı. Yoldan sel iniyor. Bir yanında çamurdan eski
teker
izleri,
diğer yanda ise kovan gibi kaya parçaları. Araba çamura da giriyor taşların
tepelerine de çıkıyor ve biz de galiba gidiyoruz. Arada bir şoför duraklıyor ve
tekrar İstavroz çıkarmadan hareket etmiyor. Kapıdan dışarıya bakıyorum. Irmak
iyice aşağılarda kalmış. Biz de dönüp dolaşıp gidiyoruz. Bazen araba devrilecek
diye korkuyorsam da şoför iki eliyle direksiyona yapışıp devrilmesine izin
vermiyor. Öylece güzel- güzel göğe doğru
tırmanırken, yol kenarında bir merteğin üstüne çakılmış bir kutu gözüme çarptı.
Kutunun içinde de sakallı bir adamın portresi duruyor. Şoför ona da bir baktıktan sonra bu defa üç
defa İstavroz çıkardı ki, onu görünce benim korkum bir kat daha arttı. Neden bir defa değil de üç defa diye kafama
takıldı. O anda o rampada önümüze çıkan keskin virajı almak için şoförün
manevra yapmak zorunluluğu var. Ben “bu
araba burada nasıl manevra yapacak?” diye düşünürken şoför arabanın uzun burnunu
benim tarafımdaki şevin içine saplayıp şeve çıkacakmış gibi hareketler yapıp
durdurdu. Manevra yaparken kendisinin görüşünün dışında olan uçurumu dikkate
alarak, “Eyvah ki eyvah! İşte şimdi gidiyoruz,”
düşüncesiyle gözlerimi kapadım. O, yine İstavroz çıkarırken ben de kendi
Tanrı’ma yalvarmaya başladım. Biraz sonra ise yoldan çıkıp nefis bir çimenliğe
daldık. Tam önümüzdeki yükseltide de kilise duruyordu.
Araba durur durmaz hemen aşağıya atladık. Diğerlerine
bakıyorum çamur içindeler ama hiçbirinde en ufak bir sızlanma yok. Oysa ben
daha şimdiden dönüş yolculuğunu düşünerek korkuyorum.
Koşarak Kiliseye giderken,
şoför de koşturup şemsiyesini bana verdi. Öylece Kiliseye vardık. Avlusunda
kocaman bir ağaç duruyor. Dallarını açabildiği kadar açmış, sanki göğe
yükselecekmiş gibi duruyor. Öteye beriye bakıyorum. Gerçekten, gökyüzü başımızı
örten bir çatı gibi. Öylece Kiliseye girdik ve onlar İstavroz çıkarıp dualarını
yaptıktan sonra kapının hemen içerisinde duruverdik. O sırada gençlerden biri
koşturup bir meyve sandığı getirdi. Diğeri,
elinde tuttuğu torbadaki yiyecekleri çıkarmaya başladı. Peynir, ekmek, zeytin,
salatalık, domates ve öte- beri. Onları sandığa dizdikten sonra votka ve şarap
damacanalarını da getirdiler ama ortada onu koyup içmek için bardak filan
görünmüyordu. “Hele ne yapacaklar?” diye dikkatle onları süzerken, bir çocuk,
sararmış iri bir salatalığı ortasından ikiye bölüp içlerini çıkarıverdi.
Sonrası malum. Birinin içine votka doldurup bana uzattılar. Orada da yiyip
içtikten sonra da dışarıya çıktık. Kilisenin Papazı, dışarıda çeperin yanında
durmakta olan bir beyin yanına yaklaştı ve ona bir arya okumaya başladı.
“Pavarotti denen adam gelsin de arya nasıl okunur bundan öğrensin! derken
diğeri de ona ayni tarzda cevap vermeye başladı. Sonra da sıra ile okuyarak
bize bir müzik ziyafeti daha çekmiş oldular.
Onlar öyle atışırlarken Ali İhsan ve Giorgi de biraz ilerde hararetle
birbirlerine bir şeyler anlatmakla meşguller. Neler konuştuklarını ben nereden
bilebilirim. Nasıl yapıp, nasıl edip birbirleri ile gayet güzel anlaşıyorlar. O
bakımdan da daima beraberler ve hiç ayrılmıyorlar. Mişa:
-
Yılmaz Amca (bazen da Munir Amca diyordu.), burada duran şu ağaca iyi bak da
onu hiç
unutma
deyince:
- “Görüyorum ki, çok büyük bir ağaç. Kaç yaşında olduğunu
biliyor musun?” diye sordum..
-
Bu ağaç çok yaşlı. Ama bu ağaç birçok çocuğu öldürmesine rağmen, kendisi yine
dimdik
ayakta
duruyor.
- “Nasıl öldürdü?” diye sordum. Mişa:
-
Eski zamanlarda buranın halkı buraya ibadet için geldiklerinde Tanrı’ya bir
çocuk kurban
ederlerdi.
Onun için, akşam olunca küçük bir çocuğu getirip üstteki dallardan birine
oturturlardı. Sabah geldiklerinde çocuk ağaçtan düşmemişse, onu aşağıya
indirirlerdi. Ama çocuk ağaçtan düşerse zaten ölmüş olacağından kurban edilmiş
olurdu. Ağzım açık Mişa’yı dinliyorum:
- Yine bir gün bir çocuk getirip dallardan birine
oturttular. Sabahleyin annesi gelip çocuğu cansız olarak yerde yatarken
görünce, “Vuu, sin man k’qvili! Vaay, seni ben öldürdüm!” diyerek dövündü
durdu. Onun feryatları her yerden duyuldu ve bir daha da unutulmadı. Onun için
de o günden sonra buranın ismini “makqvili (Seni ben öldürdüm)” koydular ve
bugün de o isim , “Martvili” şekline dönüştü,” dedi.
Kadına da çocuğa da çok üzüldüm. “Ama yalnız eski
zamanlarda değil günümüzde bile bazı yerlerde maalesef böyle olaylar hâlâ
yaşanmakta,” diye düşünüyorum.
ZUGDİDİ VE 3AİŞİ PİSKOPOSU İLE:
Yol
kenarında bahçe kapısının önünde durup avluya girdik. Yağmur da şiddetini
arttırıyor. Avlunun karşı tarafındaki prefabrik binaya doğru koşturuyoruz.
Avlunun her tarafı çiçek ve
meyva
ağaçları ile dolu. Benden uzun boylu bir bey (Piskopos) siyah elbisesini
sürükleyerek bizi karşıladı ve elindeki şemsiyeyi bana uzattı. O şekilde binaya vardık ve daracık koridorun
bir tarafındaki odalardan birine girdik. Kocaman bir masanın üstünü tıka basa
dolduran yiyecekler bizi bekliyor.
Derhal masanın etrafına dizildik. Piskopos ile Giorgi yüksek sesle hem
konuşuyor, hem de kahkaha atıyorlar. Bayanlar hizmet etmek için
koşuşturuyorlar. Piskopos yine de bir
şeyler istiyor. Durmaksızın çeşit- çeşit yiyecekler taşıyorlar. Hiçbir yerde
görmediğimiz bal bile masamıza geldi. Bazen Mişa ile İaşa da lâfa karışıyorlar.
Tabii biz de dinliyoruz. Dışardaki yağmur ve gök gürültüsünden bazen konuşmalar
duyulmuyor.
Ayağa
kalkıp birkaç sefer şarabımızı yudumladıktan sonra açık duran pencereden
içeriye irice
bir
kuş giriverdi. O esnada perde de yarı kapalı olduğu için bir daha da geri
dönemediği için uçarak masanın üstünde dönmeye başladı. Herkes onu kış-
kışlıyor ama kuş onların dilinden anlamadığı için devamlı dönüyor, dönüyor. Bir
türlü dışarı çıkamayınca da şoför Badri ekmek tahtasını kuşa salladığı gibi
kuşu yere indirdi. Sonra da bir bacağından tutup dışarı fırlatıverdi.
Orada
da yine khaçapuri ve peynirlerle açlığımı bastırdım. Hepsi bu kadar. Dışarıya
çıkarken
de
rahibelerden biri şemsiyesini bana verdi ve onunla arabaya ulaştım. Sonra da
yatmak için başka bir Papazın evine gittik.
Bir avlunun içinde onun da üç tane evi vardı ve ortadaki eve girdik.
Gecenin saat 23 ünde Papaz yataklarımızı gösterdikten sonra “yiyecek içecek bir
şey ister misiniz?” diye sordu. Ben, uyumaktan başka bir şey istemiyordum.
Tuvalete gitmedim bile. Boşuna ne diye gideyim Sıkışınca tutar dururum, daha
iyi. Ötekiler çay istediler ve poşet çayını içtikten sonra da yattık.
KRAL DAVİD’İN MEZARI:
Kral
David’in yaptırdığı Kilisenin önünde durduğumuzda, başka ülkelerden gelmiş olan
Kadın-
erkek, çoluk- çocuk avluyu doldurmuşlardı. Kimisi manzarayı seyrediyor, kimisi
Kiliseye girip çıkıyor, kimisi de büyük bir ağacın gölgesinde kalın bir borudan
akmakta olan suyun yanında dinleniyor.
Çoluk- çocuk çok kalabalık var.
Bu Kilise diğerlerine benzemiyor çok daha farklı.
Kilisenin kapısına vardığımızda bir Papaz bizi karşıladı ve
refakat etmeye başladı. Kapıdan girer girmez, yerde yolu enlemesine tamamen
kaplayan bir mezar taşı göze çarpıyor. Üstüne basmadan geçmek mümkün değil.
Yanındaki duvarda da sadece bir deri kemikten ibaret bir insan kolu duruyor. O
kolun tarihçesini ben biraz yan tarafta kaldığım için iyi anlayamadım. Mezar taşının
üstünde Gürcüce yazılmış olan yazıyı okumaya daldım. Ne var ki ben onları
okuyorum ama sözlerini anlayamıyorum. Papaz, “bu taşın altında kral David’in
mezarı var,” diyerek onun hayatını anlatmaya koyuldu. Onun anlattıklarından biz
bir şey anlamıyorduk ama David’in hayat hikâyesini ben az çok biliyordum.
Karşıya geçmek için mezar taşının baş tarafından doğru bir atlayış yaptığımda
Papaz bana bakıp:
-
“David bu taşın altında yatmıyor. O bu taşın altındaki bir odanın içinde
bulunuyor,” dedi. Sonra da mum yakma işlemi bitince, yalnız bizi bir başka
odaya götürdü. Ayaklarımızın
altında
duran çeşitli boylardaki mezar taşlarını gösterip, “bunlar da kraliyet ailesine mensup prens ve
prenseslerin mezarlarıdır,” dedi. Bir- iki tanesinin çocuk mezarı olduğu göze çarpıyordu.
Ben, İaşa’ya:
-
“biz gezip gördüğümüz yerlere ait bir not tutmadık. Siz, sonradan bu isimleri bize verebilir
misiniz? Eğer veremezseniz, şimdiden notları almamız lâzım,” dediğimde, o da
Giorgi’ye sordu. Giorgi de, “Elbet
veririz. Neye ihtiyacınız varsa, her şeyi temin ederiz,.” diyerek bizi
rahatlattı.
Dışarıya çıkınca Giorgi gidip çimenlerin üzerine uzanınca,
Ali İhsan da ona uydu. Ben de
avlunun
karşı tarafında tek başına duran kâgir bir binaya bakıyorum. “Orası tuvalet olsa gerek. Buradaki tuvalet
de mutlaka diğerlerinden daha temizdir,” düşüncesiyle oraya doğru seyirttim.
Aslında öyle sıkışmış bir durumum yoksa da, böyle bir tuvaleti bir daha nerede
bulurum. Yaklaşıp kapısından içeriye bakar bakmaz koşarak arkadaşların yanına
dönmem bir oldu. Giorgi:
- Rahatladın mı? diye sorduğunda:
-
“Nasıl geri döndüğümü ben bilirim. Bu kadar pis bir tuvalet nasıl olur! Üstelik
burası turist
dolu,”
dediğimde İaşa:
- “Turist dediğin insanlar sanki çok mu temizler?” diye
yanıt verince ben de:
- “Buranın milleti tuvalet kültürünü bilmiyor,” diye
karşılık verdim.
Sonra
da hepsi birden ,”Doğru söylüyorsun, biz tuvalet kültürünü bilmiyoruz,” diye
beni tasdik
ettiler.
Aslında tuvalet konusunda söylemem gereken çok şeyler daha
vardı ama dilimi tutup sustum. Sonra da kabız olmak için bir hap yutuverdim.
Sonra bir şey yok. Yoksa da yok! Ben de böyle tuvalete gideceğime kabız da
olurum, beş gün de kendimi tutarım. Yoksa da yok. Başka derdim mi yok.
TÜNELLİ KALE-
LAZİKA’NIN MERKEZİ: NOKALAKEVİ
İmereti
bitiyor. Biz şimdiye kadar bir tek
Laz görmedik. Kiliselerde de, yiyip içmek için
gittiğimiz
yerlerde de Papazlarla oturup, Papazlarla kalkıyoruz. Ne var ki hepsi de bize
karşı çok nazikler. Bir şeyimiz eksik olmasın diye didinip duruyorlar. Ben ise,
Mişa’ya yine Lazları soruyorum. O da “Lazları Tiflis’te görürüz,” diyor. Sonra
da “Lazlar İmereti ve Tiflis’tedir,” diye ilâve ediyor. Ben onun suratına bakıyorum. “İmereti’yi
baştanbaşa geçtiğimiz halde kimseyi ki görmedik, bakalım Tiflis’te kimi
göreceğiz?” diye düşünüyorum. Böylece
biz de Tiflis’in yoluna adım attık, gidiyoruz. Öylece gidiyoruz ama yavaş yavaş
hava kararıyor. Ne var ki Tiflis’e varmadan önce Nokalakevi’de bir zamanlar
Lazika Krallığı’nın merkezi olan bir kaleyi daha göreceğimizi söylüyorlar. Böylece yerde sadece temel veya subasman
seviyesinde yer yer ayakta duran birkaç taş duvara rastlıyoruz. İaşa:
-
“Buradaki kale sadece
bu görünen duvarlar kadar değildi. Bu
kale buranın en eski ve en
büyük
kalesi idi. Bunun hududu şu yukarıda gördüğünüz ağaçların da ötesinde idi. Bu
kale çok büyüktü,” diyor.
- “Ne zamanlardan
kalma?” diye soruyorum.
-
“600- 700 yıllarından kalma,” diyor. “Bundan sonra artık gideceğimiz kale yok.
Ama siz bu
kaleyi
unutmayın. Buradaki tüneli görmeden de bir yere gidilmez,” diye yanıt veriyor.
Yerdeki ayak izlerinin üzerinden ilerliyoruz. Yoldaki çamur
ve sular ayakkabıma girince:
- “Çok uzaktaysa, ben sizi burada beklesem de siz
gitseniz,” deyince Giorgi:
- “Yok, yok! İşte
burada,” diye bana cesaret veriyor.
Loş
karanlıkta 25-
dağıttığı
mumları yaktıktan sonra mum ışığında tünele girince ne göreyim! Taştan inşa
edilmiş bir merdiven aşağıya doğru iniyor. Mumları kenardaki taş duvarlara
yerleştirip basamaklardan aşağıya doğru inmeye başladık. Şimdi de ”Buradan
aşağıya inmek bir şey değil, ama yukarıya çıkarken nefesim daralırsa, ne
yaparım!” diye düşünüyorum. Yavaş- yavaş merdivenden inerken hafiften bir
şırıltı sesi duyulmaya başladı. Sonra da ne kadar aşağıya indiysek ses de o
nispette arttı. Şırıltı sesi iyice arttığı anda da tünel sona erdi O anda
karşımda gördüğüm şey ayaklarımın altıda akıp gitmekte olan kocaman bir ırmak
oldu. İaşa:
-
“Kaledekiler sıkıştıklarında buraya gelirler ve kendilerini bekleyen kayıklarla
Karadeniz’deki
vapura
ulaşırlardı. Sonra da vapurla uzaklaşırlardı,” deyince kendisine:
- “Arkadaş,
erkeklikte öyle kaçıp gitmek var mıdır?” diye takıldığımda:
-
“Sen benim öyle dememe bakma! Yani çoluk-
çocuk buradan giderler. Kendileri de dışarıdan
dolaşıp
içerdekileri bombardımana tutarlardı,” diyerek sözünü düzeltiverdi!
Gerçekten
görülmeye değer bir kaleye geldiğimiz için şanslı idik. Böyle bir kaleyi ne bir
yerde
duymuş,
ne de görmüştük. Sonrası malum. Bindik arabamıza ve yine yola koyulduk.
ESKİ ZUGDİDİ
MÜZİKLİ YEMEK:
Giorgi,
“Şimdi yemeğe gidiyoruz. Bekliyoruz!” dedikten sora araba ile gittiğimiz bir
avlunun
önünde
durduk. Arabadan iner inmez, iki Papaz birden bizi karşıladı ve tokalaştık.
“Her zaman bir Papaz karşılarken bu sefer ikiye çıktı. Bizi iyice şişirmeye
başladılar herhalde,” diye içimden geçirdim. Onlarla beraber bir eve girdik.
Sofrada yine çeşit çeşit yiyecekler sıralanmış. Ben masanın baş tarafında
oturan Papazın karşı tarafında yer aldıktan sonra birinin elinde keman gibi bir
çalgı aleti bulunan altı kişi daha geldiler ve masanın öteki tarafında
kendilerine ayrılan sandalyelere yerleştiler.
Papazlardan biri ile yanımda oturan Giorgi konuşuyor ve
kahkahalar atıyorlar. Sonrası malum.
Önce Papazla, sonra da Giorgi ile kalkıp oturduk. Sıra bana gelince İaşa:
- “Seni bu dertten kurtarayım,” diyerek ayağa fırladı ve
takırdamaya başladı. Papaz, bir yandan domuz etini gösterip yemem için
sıkıştırıyor, bir yandan da, “Sen bize çok benziyorsun. Sen bizlerdensin,”
diyor. Ben ise, ete el sürmeden elimle
göbeğimi sıvazlıyorum ve tok olduğumu anlatmaya çalışıyorum. Papaz, yine israr
edince, “Dişim ağırıyor,”gibisinden dişlerimi gösteriyorum. Papaz, “Anladım,
siz domuz eti yemiyor ve şarap da içmiyorsunuz. Öyle değil mi?” diye bana lâf
atınca, “Senin bildiğin gibisinden değil,”
kâaseyi kafama diktim. Papaz, bir rahibeyi çağırıp talimatlar verdikten
bir- iki dakika sonra da yine bir tepsi dolusu et geldi. Papaz şimdi de tepsiyi
önüme sürüp, “Keçi eti, bunu ye,” diyor.
Ben, bir an için, “Biraz önce hem karnım tok hem de dişim ağrıyor,”
diyerek yememiştim. Şimdi yersem, yalancı durumuna düşerim,” diyerek ona da el
sürmeyince Papaz bayağı gücendi. Bir şeyler mırıldanınca Giorgi:
“Bir gün içinde bu
dördüncü yemek yiyişimiz. Sen ne
diyorsun? Neden biraz insaflı davranmıyorsun?” diyerek onu biraz tersledikten
sonra o da yumuşayıverdi.
(Tabii ki Ali İhsan
için sorun yok. Yiyor da, içiyor da. Anlayışlı adam vesselam!) Sonrasında, tam
karşımda oturan 55 yaşlarında bir adam aryasına başladı. Kendi kendime,
“Pavarotti gelsin de bu memlekette ne sesler yetiştiğini yerinde görsün,”
diyorum. Biraz sonra ona bir kişi daha eşlik etmeye başlayınca kemancı da
çalmaya başladı. Öylece altı kişi beraberce bize bir konser verdiler. Bize de
sadece ağzımızı açıp onları dinlemek düştü. Ne var ki onlar ne yapıyorlarsa
bizim için yapıyorlardı ve bize, “Bizim kardeş olduğumuzu unutmayın!” diyorlardı. Biz de onlara,.”Evet, tabii!” diyorduk. Biz
onlara daha başka ne yapabilirdik ki.
TİFLİS’E DOĞRU:
Sabahleyin yola koyulduktan sonra Mişa’ya sordum.
-
Mişa, Acara’da kaç belde var? Mişa, bir an düşündükten sonra Batum’un dışında
5- 6 isim daha saydı.
-
Biz Batum’dan sonra Samegrelo’ya girdik ve şimdi de çıkıyoruz. Peki, bundan
sonraki şehrin ismi nedir?
-
Samegrelo’dan sonra İmereti gelir. Ondan sonra da Tiflis. Biz Tiflis’e, “Kolhi”
diyorduk ama,
şimdi
her yere birden Kolhi deniyor.”. Sonra da Mişa, “İmereti, Em yeriti/ O yer de”
diye mırıldanırken İmereti isminin de
nasıl ortaya çıktığını anlamış oluyordum.
-
Peki Mişa, İmereti ve Tiflis’in de Batum’unki gibi başka beldeleri var mı? Mişa
iyi
anlayamayınca,
- “Yani, buralar bir eyalet gibi midir?” diye sorumu açtım.
Mişa yine suratıma bakıyor.
-
Amerika’da olduğu gibi büyük vilayetler,
yanındaki başka beldelerle birleşmiş ve Batum ile
İmereti’de
olduğu gibi isimler ki almış, onları kim idare ediyor? Yani vali mi var?
Kaymakam mı var? Yoksa siz onlara bölge diyorsunuz da büyük vilayetler bölge
başkanlığı ile mi idare ediliyor?
Mişa
bir şey anlamadıysa da, “Evet, evet!” diye cevap verdikten sonra lâfı çevirince
yine
üsteledim:
- Mişa, burada Batum ve İmereti gibi kaç tane daha bölge
var?
Mişa’nın
bana 7- 8 isim saymasından anladığıma göre, Gürcistan’da birçok bölgeler var ve
onlar
da eyalete benzer şekilde idare ediliyorlardı. İzmit’e döndükten sonra oradan
getirdiğim kitapları inceledim ve oradaki bölgelerle onlara bağlı olan
beldeleri öğrendim. Bilmek isteyenler için bu bölge isimlerini veriyorum: Acara
(beş belde), Guria (üç belde), Samegrelo/ Zemo Svaneti (dokuz belde), Aphazeti
(altı belde), İmereti (on belde), Raça- Leçkhumi/ Da kvemo Svaneti (dört
belde), Şida Kartli (altı belde), Mtskheda Tianeti (dört belde), Kakheti (yedi
belde), Kvemo Kartli / Tiflis (altı belde), Samtskhe- Cakhaveti (beş belde).
Mişa,
Lazcayı bilmesine rağmen, ikimiz de bu dilin içinde yer alan dışardan gelme
kelimeleri
kullanmak
istemediğimiz için bir anda o kelimelerin yerine Lazca kelimeler bulmakta
zorlanıyorduk. Nedenine gelince, onların Lazcalarında Rusça, Latince ve Yunanca
ödünç kelimeler nasıl yer alıyorsa, bizimkinde de Arapça, Farsça ve Latince
ödünç kelimeler karışmış halde idi. Diğer tarafta Giorgi çok az Lazca bilmesine
rağmen, Ali İhsan ile; İngilizce ve Gürcücede de kullanılan uluslararası
kelimeleri de kattıkları için bizden çok daha rahat anlaşabiliyorlardı. Giorgi,
ondan olacak ki, benimle değil de devamlı Ali İhsan ile bir arada
bulunuyordu..Mişa’ya yine sordum:
- Mişa, burada Lazlar nerede yaşıyorlar? Onları ne zaman
göreceğiz? Mişa:
-
Onlar İmereti ve Tiflis’teler. Oraya varınca onları görürsün deyince hoşuma
gitti ve oradaki
Lazları
düşünmeye başladım.
- “Şimdi nereye gidiyoruz?” diye sorunca yine Mişa:
-
“Şimdi bize gidiyoruz. Bu gece bizde kalacağız “deyince sesimi çıkarmadım, ama
bu haber
çok
hoşuma gitti. Günler sonra Papazların olmadığı bir evde değişik bir akşam
geçirecektik.
TİFLİS
ŞEYTANIN İŞİ:
Yolda
gidiyoruz. Şoförümüz Badri çok güçlü ve sağlam yapılı olduğu için yorgunluk
nedir
bilmiyordu
ve arabayı sanki at gibi kamçılıyor ve bizi koşturarak gideceğimiz yere
götürüyordu. O ülkede kimse trafik kurallarına uymuyor, yola kim erken dalarsa
geçip gidiyordu. Korkulacak bir durumda bir- iki defa İstavroz çıkarıyordu ve
biz de onunla beraber gidiyorduk. Yukarılara doğru giderken sol yanımızdan
aşağıya doğru akmakta olan nehirdeki bir çağlayanı görmek için durup arabadan
indik. Çok nefis görünüşlü çağlayanı beş dakika kadar seyrettikten sonra
arabamıza döndük. Şoför anahtarı çevirir çevirmez araba pat- küt etmeye başlamaz mı! Şoför onu çalıştırmak
için didinip duruyor. Yine patırtılar arasında hareket ediyoruz ve araba stop
ediyor. Sonra yine hareket ve yine stop. Sonrası malum. Bir benzinliğin yanında
tamamen durdu.
Giorgi’nin
cep telefonu devamlı ağzında. Hiç durmadan birileriyle konuşuyor. Belli ki başka
araba
bulma peşinde. Arabadan inip yol kenarındaki ağaçlıklara bakıyorum. Biraz
sohbete dalınca İaşa:
-
“Şeytanın işini görüyor musunuz! Bizim böylesine samimi olmamızı istemediği
için motora
girip
onu bozdu,” deyince:
-
“Daha da neler! Araba zaten eski. Böyle yolda elbet bozulur,” diye cevap
verdim. Ama Mişa
da:
- “Şeytanın işi. Motora girdi,” şeklinde İaşa’nın ağzıyla
konuşmaya başlayınca ben de bunların inançları böyle ise, ben bunlara bir şey
yapamam düşüncesiyle susmayı tercih ettim.
KRAL DAVİD’İN
MEZARI:
Kral David’in yaptırdığı Kilisenin önünde durduğumuzda,
başka ülkelerden gelmiş olan Bayan- erkek, çoluk- çocuk avluyu doldurmuşlardı.
Kimisi manzarayı seyrediyor, kimisi Kiliseye girip çıkıyor, kimisi de büyük bir
ağacın gölgesinde kalın bir borudan akmakta olan suyun yanında dinleniyor. Çoluk- çocuk çok kalabalık var. Bu Kilise diğerlerine benzemiyor çok daha
farklı.
Kilisenin kapısına vardığımızda bir Papaz bizi karşıladı ve
refakat etmeye başladı. Kapıdan girer girmez, yerde yolu enlemesine tamamen
kaplıyan bir mezar taşı göze çarpıyor. Üstüne basmadan geçmek mümkün değil.
Yanındaki duvarda da sadece bir deri kemikten ibaret bir insan kolu duruyor. O
kolun tarihçesini ben biraz yan tarafta kaldığım için iyi anlayamadım. Mezar
taşının üstünde Gürcüce yazılmış olan yazıyı okumaya daldım. Ne var ki ben
onları okuyorum ama sözlerini anlıyamıyorum. Papaz, bu taşın altında kral
David’in mezarı var diyerek onun hayatını anlatmaya koyuldu. Onun
anlattıklarından biz bir şey anlamıyorduk ama David’in hayat hikayesini ben az
çok biliyordum. Karşıya geçmek için mezar taşının baş tarafından doğru bir atlayış
yaptığımda Papaz bana bakıp,
- David bu taşın altında yatmıyor. O bu taşın altındaki bir
odanın içinde bulunuyor, dedi. Sonra da mum yakma işlemi bitince, yanlız bizi
bir başka odaya götürdü. Ayaklarımızın altında duran çeşitli boylardaki mezar
taşlarını gösterip, bunlar da kraliyet
ailesine mensup prens ve prenseslerin mezarlarıdır dedi. Bir- iki tanesinin çocuk mezarı olduğu göze
çarpıyordu.
Ben İaşa’ya, biz gezip gördüğümüz yerlere ait bir not
tutmadık. Siz bize sonradan bu isimleri
bize verebilirmisiniz? Eğer
veremezseniz, şimdiden notları almamız lazım, dediğimde, o da Giorgi’ye sordu. Giorgi de, “Elbet veririz. Neye ihtiyacınız
varsa her şeyi temin ederiz.” Diyerek bizi rahatlattı.
Dışarıya çıkınca Giorgi gidip çimenlerin üzerine uzanınca,
Ali İhsan da ona uydu. Ben de avlunun karşı tarafında tek başına duran kâgir
bir binaya bakıyorum. “O tuvalet olsa
gerek. Buradaki tuvalet de mutlaka diğerlerinden daha temizdir.” Düşüncesiyle
oraya doğru seyirttim. Aslında öyle sıkışmış bir durumum yoksa da, böyle bir
tuvaleti bir daha nerede bulurum. Yaklaşıp kapısından içeriye bakar bakmaz
koşarak arkadaşların yanına dönmem bir oldu. Giorgi,
- Rahatladın mı? Diye sorduğunda,
- Nasıl geri döndüğümü ben bilirim. Bu kadar pis bir
tuvalet nasıl olur! Üstelik burası turist dolu dediğimde İaşa,
- Turist dediğin insanlar sanki çok mu temizler diye yanıt
verince ben de,
- Buranın milleti tuvalet kültürünü bilmiyor diye karşılık
verdim. Sonra da hepsi birden ,”Doğru söylüyorsun, biz tuvalet kültürünü
bilmiyoruz.” Diye beni tasdik ettiler. Aslında tuvalet konusunda söylemem
gereken çok şeyler daha vardı ama dilimi tutup sustum. Sonra da kabız olmak
için bir hap yutuverdim. Sonra bir şey yok. Yoksa da yok! Ben de böyle tuvalete
gideceğime kabız da olurum, beş gün de kendimi tutarım. Yoksa da yok. Başka
derdim mi yok.
ZESTAP’ONİ’DE- MİŞALARIN EVİNDE:
Evin önünde, Mişa’nın ana- babası ve bütün akrabaları
etrafımızı sardılar. Mişa’ya, ”Neden bu kadar geciktiniz?” diye sorduklarında o
da “arabanın motoruna şeytan girdi,” diye cevap verdikten sonra hep beraber
salona girdik ama bizi orada tutmayıp terasta hazır duran masaya
götürdüler. Lavabo terasın bitişiğinde
olduğu için hemen koşup yüzümüzü gözümüzü bir güzel yıkayıverdik. Tuvalete
bakınca kenarda duran tuvalet kâğıdını gördüm. Sonra bir şey yok. Herhalde
kullanacak değildim. Su olmayınca kâğıt neye yarar! Girdiğim gibi dönüp sofraya
oturdum.
Mişa’nın amcası şarabı kafasına diktikten sonra ağzını bir
daha da kapatamadı. Konuştu, konuştu. Bir yandan Mişa’nın babasına takılıp
habire güldü. Bir ara bana bakıp, “Sen bizlere benziyorsun. Her halinle bizim
gibisin. Seni çok beğendik,” dedikten sora habire şarap kâsesini dürtükleyip durdu
ama ben orada da çaktırmadan ağır yol ilerledim. Bir müddet sonra Mişa bize yaklaşıp, “komşu
kızları sizin için salonda şarkı söylüyorlar. Onun için sizin de yanlarına
gidip dinlemeniz gerekiyor,” deyince ne yalan söyleyeyim, bize verdikleri değer
için yüreğim çarpmaya başladı. Bu dünyada bir misafire böylesine ihtimam
gösteren bir başka ülke var mı acaba diye düşünürken Mişa’yı çağırıp arabanın
yanına götürdükten sonra çantamda bulunan bir iki küçük hediye paketini annesi
için vererek bir parça da olsa şükranlarımı bildirmiş oldum. Salona girince
eski bir piyanonun başında şakıyan genç kızları gördük. Sonra anneleri de gelip
bizimle beraber dinlemeye koyuldular. Biz hiçbir şey anlamadıysak da çok mutlu
olduk ve şarkıları bitince de alkışlayıp tekrar salona döndük.
Papazlar olmadığı halde sofrada yine su göremeyince,
onlardan su istedim. Şaşırıp, “Gerçekten mi?” diye her biri ayrı ayrı sorunca:
- “Ne olur bir su içelim, kuruduk,” diyerek suyu getirttim.
Ali İhsan ile beraber de o anda bir sürahi suyu buharlaştırdık.
Mişa’nın amcası yine hem gülüyor hem de,”Beni böylesine
gülerken görenler, benim sarhoş olduğumu düşünürler ama ben her zaman
böyleyim,” diyerek anormal neşesine kılıf uydurmaya çalışıyordu. Öylece
gülmeyle kahkahayla yemeğimizi bitirip yatmak için üst kattaki odamıza
çekildik.
Sabahleyin terastan gelen konuşma seslerini duyunca, biz de
kalkıp aşağıya indik. Amca ile Mişa yüksek sesle konuşurlarken bizi görmeleri
ile beraber içeriye seslenip içecek şarap vb. getirttiler. Bu suretle de
kahvaltıdan önce aç karnına votka ve şarabımızı içtik! Sonra sofra kurulup da
ayni merasim yine başlayınca:
- “Mümkünse ben çay içmek istiyorum,” dediğimde yine herkes
şaşırdı.
- “Gerçekten çay mı istiyorsun?” diye sorduklarında ben de
inat edip:
- “Evet, benim canım çay istiyor,” diye ısrar ettim.
Sonuçta poşet çayı getirdiler de aslında hiç sevmediğim bu çayla bizim midemiz
de bayram etti. Tabii ben de bir yandan inatçı olmanın keyfini yaşamış oldum.
Biz kahvaltı yaparken, bir usta da arabayı tamir etmekle
meşguldü. İşini bitirince de o da gelip masamıza oturdu. İaşa:
- “Şimdi buna para versek, ayıp olduğu için bizden almaz.
Biz de onu dikkate alarak kendisine bir ücret vermiyoruz,” deyince iş
yaptırmanın yollarını onların bizlerden daha iyi bildiklerine kanaat getirdim.
Yemekten sonra hepimiz kucaklaşıp vedalaştık ve tekrar yola
koyulduk. Yolda giderken bir Kiliseyi daha ziyaret ettiğimizde Ali İhsan’a:
- “Bu Kilise denen dertten acaba ne zaman kurtulacağız,”
diye fısıldayınca:
- “Ben onlara, eski kilise ve kaleleri görmek istediğimi
söylemiştim. Gönlümü yapmak için böyle gezdiriyorlardır,” diye cevap verince
daha önceden bana söylememesi nedeniyle öylesine bir ters baktım ki kendisini
bilmem ama ben kendim bayağı korktum.
İstanbul’da Ali İhsan’ın misafiri olan ikinci kişi Giorgi
idi ve ben bu durumu yeni öğreniyordum. Giorgi de din adamlarını tanıdığı için
onların imkânlarını bizim için kullanıyordu. Ne kadar bulabilirse, o kadar
yapıyordu, ama bizim her türlü ihtiyacımızı, gerekirse yaratıyordu.
Sonra bir şey yok. Devamlı olarak din adamları ile neden
yatıp kalktığımızı o zamandan sonra daha da iyi anlamış oldum. Sonra da yapacak
başka iş kalmayınca, Tiflis’te göreceğim Lazları düşünmeye başladım.
ESKİ SOHUM
24 Ağustos 2005: TİFLİS:
Tiflis’e
girerken, büyük bir nehrin kenarındaki yamaçta duran büyük bir heykel ve onun
arkasındaki sırtta yer alan çok büyük bir Kilise gözüme çarptı. Nehrin
üzerindeki köprüden geçip tek caddeden ibaret olan Tiflis şehrine girdik.
Caddenin bir yanında küçük, küçük dükkânlar sıralanmış. Öbür yanında da büyük
bir park ile Patrikhane ve parlamento binaları mevcut. Tiflis denen şehirde
başka bir şey yok. Karşıda, beride dar
sokaklar bu caddeden ayrılıp gidiyor ve genelde çok katlı binalar çok az. Biz de bir sokağa daldık ve dört katlı bir
otelin önünde durduk. Çantalarımızı
kapıp resepsiyona yöneldik. Odalarımızın anahtarlarını aldıktan sonra Giorgi:
- “Şimdi
biraz dinlenin de akşam yine buluşuruz,” dedikten sonra, Mişa ile beraber dönüp
gittiler. İaşa, üçüncü kattaki odasına koşarak çıktı. Oda arkadaşım olan Ali
İhsan da resepsiyondaki bir bayanın refakatinde merdivenleri tırmanmaya
başladı. Bana gelince, ben de onları takip ediyor gibiyim ama merdivenin orta
yerinde stop ettim. Bayan, Ali İhsan’ı odamıza bıraktıktan sonra da beni
karşılayıp çantamı elimden aldığında ona, Tiflis gibi bir ülke başkentindeki en
lüks otellerden birinde asansör bulunmayışının nedenini sormaya çalıştım ama
doğal olarak bir cevap alamadım. Neticede beni de salimen odama bıraktıktan
sonra dönüp gitti. Ben odama girdiğimde Ali İhsan banyoda idi. Onun çıkmasını
beklerken:
- “Yılmaz
Abi, kapı üstüme kilitlendi, buradan açamıyorum. Sen oradan doğru açabilir
misin?” diye seslenince kapıyı ne kadar zorladıysam da muvaffak olamadım. Bu
durumda, haber vermek için aşağıya inmek bir şey değil ama “şunca merdiveni bir
daha nasıl çıkarım,” diye düşünürken, komodinin üzerindeki telefona gözüm ilişti.
Hemen ahizeyi kaptım ama ses gelmeyince mecburen aşağıya indim. Resepsiyondaki
bayanlara Lazca olarak, “Kapı, banyo,
anahtar!” diyerek elimle işaretler yapıyorum. Pek bir
şey anlamadılarsa da içlerinde en cesur olanı benimle beraber odama geldi ve
“Ne istiyorsun?” gibilerden işaretler yapınca ben de ona, ”Ben bir şey
istemiyorum. Problem kapıda,” diyerek, kapının açılmadığını ona göstermek için
onu kapıya kadar götürdüm. Ondan sonra kapıyı kendisi de açamayınca durumu
anladı ve elinde keserle getirdiği bir ustaya kapıyı açtırdıktan sonra biz de
hazırlanıp lobiye indik.
Öylece, Giorgi ve Mişa da geldikten sonra da Patrikhanenin
yolunu tuttuk. Patrikhane binasının bir yanından bodruma girilen bir kapıyı
açıp içeri girdik. Dar bir koridorun iki tarafında yer alan üç- dört tane oda
var. Mişa:
- “Burası, bizim Kolkha Radio’nun stüdyosu. Biz buradan
yayın yapıyoruz. Sizinle de buradan yayın yapacağız. Sen de burada bize bir
şeyler oku da yayınlayalım,” deyince ezberimde hiç birşey olmadığı için:
- “Ben çok yorgun olduğum için yayını Ali İhsan ile
yapsanız,” dediğimde “Hay hay, olur!”
dediler ve Ali İhsan ile stüdyoya geçtiler. Ben zaten hem ezbere bir şey
bilmediğim gibi kitaplarım da çantamda, yani otelde’ydi. Yorgun olduğum da
doğruydu. Ve ben de “yarın okurum,” diye düşünüyordum. İaşa:
- “Burada gördüğün stüdyoyu bize Patrik Hazretleri verdi
de, yayın yapabiliyoruz. Patrik olmasaydı biz hiçbir şey yapamazdık deyince,
“Acaba Patrik, Lazlara neden yardım ediyor?” gibisinden bazı fikirler kafama
saplandıysa da yine de, “Bravo Patrik’e!” demekten kendimi alamadım.
Orada Ali İhsan ile güzelce röportaj yaptılar. Biraz
dinlendikten sonra bir taksiye atlayıp nehir kıyısındaki bahçeli restoranlardan
birine gittik. Yemekte domuz etini göremeyince hayretle:
- “Neden et yemiyorsunuz?” diye sorunca:
- “Biz oruç tutuyoruz. Bu nedenle de üç gün boyunca et
yemeyeceğiz,” diye cevap verdiler.
Ve de ne yalan söyleyeyim. Bu durum benim de çok hoşuma
gittiğinden hep beraber khaçapuri ve diğer yiyeceklere saldırdık.
Oradan çıktıktan sonra, Giorgi’nin; Patrikhane binasındaki
ofisine gittik. Ofis, çok uzun ve geniş bir oda olup oradan başka bir odaya
daha geçiliyordu. Ofiste Giorgi’nin masasının kenarlarında dolapların
kapılarında hep ahşap oyma sakallı adam heykelleri var. Ben Türkiye’de onca
büyük makamlara girip çıktım ama böyle heykellerle süslenmiş masa ve dolapları
hiç görmedim. “Patrikhane böyle şeyler için para harcayabiliyorsa, maddî durumu
çok iyi demektir,” diye düşünürken Giorgi ayağa kalktı ve beraberce bitişikteki
odasına geçtik. O oda da diğeri gibi gayet süslü idi. Giorgi, Ali İhsan’a:,
- “Yarın, arkadaşlarla bir araya gelip bizim kültürümüzle
ilgili sohbet yapmak istiyoruz. Sen de sohbetimize katılmak istemez misin?”
diye sorunca Ali İhsan:
- “Nerede bir araya geliyorsunuz? Kaç kişi olacak?” diye sordu.
Giorgi:
- “Beş- altı kişi.
Hepsi bizim arkadaşlar. Biz bize sohbet edeceğiz. Sen de bir- iki bir şeyler
söylersin, olmaz mı?” deyince Ali İhsan da kabul etti. Öylece kendi aralarında,
yapacakları sohbet için konuşmaya başladılar!
Onlar kendi aralarında konuşurlarken ben kendi kendime,
Giorgi acaba neden yalnızca Ali İhsan’a teklifte bulunuyor! Bana da neden
sormuyor?” gibisinden düşündüysem de, “Kendi işidir. Nasıl uygun görüyorsa,
öyle yapıyordur,” diyerek onlara kulak vermedim.
PARLAMENTODA:
Sabahleyin resepsiyona inince öylesine güzel bir sofraya
oturduk ki kahvaltı için masaya dizilmiş yiyecekleri görünce, bütün yorgunluğum
gitti ve derin bir nefes aldım. Sonra da
Giorgi ile Mişa da geldiler ve yine Giorgi’nin ofisine geçtik. Orada biraz oturduktan
sonra Giorgi, Ali İhsan’a:
- “Hadi şimdi parlamentoya gitme vakti geldi,
Gecikmeyelim,” diyerek ayağa kalktı. Hep beraber onu takip ederek parlamento
binasına geçtik.
Ben, parlamento binasına neden gideceğimizi bilmiyordum.
“Bakalım orada neler olacak?” diye takip ediyorum. O büyük parlamento binasına
girdik. O kadar büyük ki orayı bilmeyen bir insan içinde kaybolabilir.
Polislerin birikmiş olduğu yere varınca polis memurları nüfus kâğıdımıza ve
ellerindeki listeye bakıp bizi içeriye bıraktılar. Bir koridora geldiğimizde
kameramanlar ve gazeteciler etrafımızı sardı. Onların aralarından sıyrılıp
kaçarak bir amfiye girdik. Amfinin kapıya yakın olan ön sırasında bize ayrılan
yerlerin dışında oranın tıklım tıklım dolu olduğunu gördük. İçerde 100- 150 kişilik bir kalabalık vardı.
Ve sadece bir kameraya müsaade etmişlerdi. Diğerlerini koridorda
bekletiyorlardı.
Giorgi’nin beş- altı arkadaş dediği toplantının bu toplantı
olduğunu anladıktan sonra bizi de yerlerimize oturttular. Giorgi, İaşa ve Mişa
kürsüye çıkıp mikrofonun önüne yerleştiler. Ben o anda kendi kendime, “Bunların
kürsüde ne işleri var?” diyorum. Sonra da, “Bu toplantıyı herhalde bunlar
organize ediyorlar,” diye düşünürken Giorgi konuşmaya başladı. O ara Mişa gelip
Ali İhsan’a:
- “Yanındaki bayan, profesördür. Önce o konuşacak. Ondan
sonra da sıra senin,” diyerek yine kürsüye döndü. Bana yine bir şey söylemedi.
Kameranın gözleri devamlı bizim üzerimizde. O arada bayan
kürsüye çıktı ve Gürcüce ne dediyse dedikten sonra, Ali İhsan da Lazca olarak,
“Biz hepimiz kardeşiz. Bizim kökümüz birdir. Buraya geldiğimiz için çok
mutluyuz…” çerçevesinde birkaç güzel söz söyledikten sonra onlar da
alkışladılar ve gelip tekrar yanıma oturdu. Onu takip eden Mişa da bana
sokulup, “Sen de bir şeyler söylemek istersen, şimdi kürsüye götüreyim,”
deyince ne yalan söyleyeyim, dünya başıma yıkıldı. “Şimdiye kadar bir şey demediler de şimdi mi
akıllarına geldi!” diye bu teklif hiç hoşuma gitmedi. Teklifi Ali İhsan ile
beraberken bana da yapsalardı akşamdan bir konuşma hazırlar ve güzel birkaç söz
söylerdim. Ama böylesine balıklama denize dalar gibi yapılacak konuşmalar benim
tarzım değildi. Onun için Mişa’ya, sadece “Konuşmak istemiyorum,” diye cevap
verdim. Mişa, yine israr ettiyse de, inat edip çıkmadım. Biraz sonra da başka
konuşmacılar kürsüye çıktılar ve kendi dilleriyle konuşmaya başladılar. Tabii ki biz bu konuşmalardan bir şey
anlayamadık ve sıkılmaya başladık. Birazdan Mişa gelip,”Hadi artık biz
gidiyoruz,” deyince hemen sevinçle ayağa fırladık. Koridora çıktığımız anda
kameramanlar etrafımıza doluştular. Herkes,”Buraya neden geldiniz? Bizim
yaşantımız hakkında neler söylersiniz?” gibilerden bizlere sorular
yağdırıyorlardı.. Bir başkası, ”Burada gördüklerinizi yazacak mısınız? Bizim
için neler yazacaksınız?” diye devamlı sorular soruyor. Ben de uygun sözler
söyleyip adamı rahatlatıyorum. O arada genç yaşlarda bir bayan yanıma gelip
konuşmaya başladı. Bir yandan gözlerimin içine bakıyor, bir yandan da
takırdıyarak konuşuyor. Çok sözler söyleyip sustuktan sonra yanımda duran
İaşa’ya: “Bu ne diyor?” diye sordum. İaşa: “Bu Bayan bir üniversitede
profesördür. Türkiye’den buraya öğrenci gönderin de onların yeme, içme, yatacak
ve bütün ihtiyaçlarını biz temin edelim de, burada okutalım diyor,” deyince
oldukça şaşırdım. İaşa’ya baktım, dönmüş gidiyor. Ben de bayanla
anlaşamayacağımı anlayınca onun peşinden seyirttim.
Adamların arasından sıyrılıp kendimizi dışarıya attık. Yola
koyulunca, Giorgi saatine bakıp: “Eyvah, gecikiyoruz. Saat ikide Patrik ile
randevumuz vardı,” diyerek adımlarını sıklaştırdı. Öylece, rotamızı parlamento
binasından Patrikhane’ye çevirdik.
PATRİKHANEDE:
Patrikhanenin merdivenlerinden çıkarken nefesim sıkıştığı
için biraz geride kaldıysam da ötekileri takip edip giderken, İaşa bana dönüp
“Patrik, elini uzatınca öpmeden sakın bırakma,” diye bana öğütler veriyordu.
Onun tavırlarından Patrik’e büyük saygı duydukları anlaşılıyordu.
Patrikhane binasından içeri girdiğimizde karşılaştığımız
insanların hemen hepsinde büyük bir telaş vardı. Patrik’e karşı olan saygı ve
sevgiden dolayı alçak sesle konuşup pek ayakaltında dolaşmamaya bakıyorlardı.
Biz de Giorgi’nin odasına girip orada beklemeye koyulduk. Giorgi’ye bakıyorum.
Öylesine heyecanlı ki yerinde oturamıyor. Çıkıyor, giriyor ve devamlı oradaki
görevlilere bir şeyler söylüyor. Biraz
sonra da sekreterliğe geçip ayaküstünde orada beklemeye başladık. O arada
Giorgi bizim Artvin yolundaki kemer köprülerden birinin çok güzel çekilmiş
çerçeveli çok büyük bir fotoğrafını Ali İhsan’a uzattı. Bana da benim yeni
çıkan “Laz Masalları” kitabımdan uzattı ve “bunları Patrik’e verirsiniz,” dedi.
Ben, “Giorgi benim kitabımı nereden bulup bana veriyor,” diye şaşkınca bakarken
onun da heyecandan yüreği kütlüyor ve yüzü gözü kızarıp bozarıyordu. Ve de siyah cüppesi içinde bembeyaz sakallı,
benden azıcık daha kısa boylu ama daha yaşlı bir bey, yani Gürcistan’daki bütün
Ortodoksların dini lideri İlia Meore geliverdi. Giorgi, hemen ona yaklaşıp bizim
hakkımızda bir şeyler söyledikten sonra Patrik ile tokalaştık ve tek yanaktan
öpüştük. Patrik, bir- iki kelam ettikten
sonra Ali İhsan ona elindeki çerçeveli resmi uzattı. Kendisi o anda konuşmaya
başladığı için de ben hemen kitabımı veremedim. Konuşmayı bitirmesini beklerken
de aniden dönüp odasına yöneldi. Tabii biz de onu takip ettik ve büyük bir
salona girdik. Sağ tarafta büyük bir kitaplık ve tam önümüzde de etrafında
koltuklar dizili yuvarlak bir masa duruyor. Sol tarafta da misafirler için U şeklinde
sıralanmış koltuklar dizilmiş. Bir yanda da bir piyano ve sehpalar duruyor.
Yuvarlak masayı geçip misafir koltuklarına yöneldik. Patrik, yerine geçtikten
sonra ben de yanına geçtim ve öylece yedi kişi sıralandık. Patrik, İaşa ve
Giorgi ile konuşurken bir yandan da birilerini çağırıp bazı siparişler verdi.
Sonra da bana dönüp, “Karadeniz’in kuzeyinde Gagavuzlar var. Onları biliyor
musunuz?” diye sorunca, Eve, elbet duyduk, diye cevap verdim. Kendisi
yine,”Onlar Türkçe konuşuyorlar ama Türk olmadıklarını söylüyorlar. Onlar için
siz ne diyorsunuz?” diye sorunca, “Türkçe konuşuyorlarsa herhalde Türk’türler,”
diye cevap verdim am, o yine, “Hayır, hayır! Onlar Türk olmadıklarını
söylüyorlar,” diye ısrar edince, “Şimdi ben buna ne dersem kabul etmeyeceğe benziyor,”
diye düşünerek, “Dönüşümde inceleyip size bildiririm,” dDiye cevap verdim ve
konu kapandı. O arada votka, kapuçino gibi içecekler geldi. Onların üstüne
kahvemizi de yudumladık.
O arada İaşa, Patrik ile konuşurken, onu Patrik gibi değil
de bir Peygamber gibi gördüğünü fark ettim. O sırada bir genç geldi ve
piyanonun başına geçip çalmaya başladı. İaşa: “Şimdi sizin için Lazca şarkılar
okuyacak. Size bu kadar değer veriyorlar,” deyince gerçekten heyecanlandım.
Burada bizi bayağı el üstünde tutuyorlardı. Misafire böylesine değer veren
uluslar yeryüzünde çok nadirdir. Biz Lazlar da, çocukluk yıllarımda böyle idik
ama şimdi o adetlerden hiçbir şey kalmadı. Menfaat ve çıkar adı verilen
canavarlar bizim milletimizi dejenere etti.
Ben bir yandan “elimdeki kitabı ne zaman verebilirim,” diye
uygun bir zaman bekliyorum, bir yandan da İaşa ve Patrik’in konuşmalarına kulak
kabartıyorum. Bir anda konuşma sona erdi ve Patrik ayağa kalkarak ortadaki
masaya doğru yürüdü. Patrik, biraz önce getirttiği çok büyük kitaplarla bir
metre kadar uzunlukta saf balmumundan yapılmış mumlardan bize birer tane
verdikten sonra ben de elimdeki kitabı ona uzatıverdim. Belki de böyle bir
adetleri olmadığı için adamcağız biraz şaşırıverdi ama Giorgi, bir şeyler
söyleyip onu rahatlattı. Sonra da İaşa’ya: “Sen benim çocuğum gibisin,” dedi.
Ve Meryem Ananın çok büyük boyda çerçeveli bir resmini ona verince, İaşa
sevinçten neredeyse dilini yutacaktı. Öylesine sevindi ki dizleri üzerine çöküp
Patrik’in ellerini öptükten sonra ayağa kalktı ve başını onun omzuna koyarak
bir müddet öyle kaldı. Ben, ağzım açık onu seyrediyordum. Sevincin öylesini
hiçbir yerde görmüş değildim. Sonra da onun o sevinciyle beraber dışarı
çıkarken, İaşa bana dönüp: “Patrik beni oğlu gibi kabul ediyor. Bundan daha
büyük bir sevinç olabilir mi?” diyordu.
Patrikhane’de Türkçe konuşan bir şahıs yanıma gelip, “Ben
Hopa’nın Sundura köyündenim. Adım Sedat. Ben burada evlendim ve yerleştim,”
dedi. “Ne iş yapıyorsun?” diye sorduğumda, mobilya dükkânı olduğunu söyledi.
“Hopa’dan neden geldin ve Tiflis’te ne işin vardı?” diye bir şey sormadım.
Hoşuma gitmeyecek bir cevap duymak istemiyordum. O şekilde kendimizi dışarıya
atınca Giorgi: “Artık programımız sona erdi. Bundan sonra tamamen serbestiz,”
dediğinde rahat bir nefes aldık.
Bir müddet sonra Giorgi,:“Biraz dükkanları dolaşalım da
almak istediğiniz bir şey varsa alırsınız,” deyince bizim de hoşumuza gitti ve
caddenin bir tarafında sıralanmış bir avuç dükkâna doğru yürüdük. “Belki
değişik bir şeyler görürüz,” dediysek de ilgimizi çeken bir şey bulamadık.
Giorgi bizi bir şeyler atıştırmak üzere pastane nevinden bir yere soktuktan
sonra orada çalışan kadının Laz olduğunu söyleyince dünyalar benim oldu.
Sevinçle yanına yaklaşınca onun da hoşuna gitti ve Ali İhsan ile kafa göz yara
yara Lazca konuşmaya başladı. Bayana çok uzaklardan bir parça Lazca bulaşmıştı,
ama ben onun konuştuğu Lazcadan hiçbir şey anlayamadım. Sonuçta koca Tiflis’te
bula bula Laz diye ancak bu kadını bulabilince ben de onu Ali İhsan’a
bıraktıktan sonra boş bir masaya yanaşıp oturdum. Sonra da khaçapurimizi yedik
ve kalktık. Yine yürüyoruz. Giorgi bir bakkalın önünde durup bize içecek bir
şeyler ısmarlamak istedi. Sonra da, ne içeceğimizi sorunca, Ali İhsan kola
istedi. O anda bir telaş yayıldı. Giorgi, “Gerçekten kola mı istiyorsun?” diye
şaşkınca sorunca Ali İhsan yine, “Evet, evet kola içelim,” diye cevap verdi.
Bir telaş içinde, bakkal çocukları koşturdu ve nereden buldularsa kolaları
getirdiler. Biz onların telaşa düşmelerinin nedenini anlamaya çalışırken
Giorgi: “Burada kola bulunmuyor. Kola burada altın gibidir,” deyince kolanın
dövizle dışarıdan alınmış olabileceği düşüncesiyle sesimi çıkarmadım. Hoş, Ali
İhsan da durumu bilseydi herhalde kola değil de Borcomi maden suyu filan
içerdi.
Oradan dönünce Giorgi, “biraz dolaşalım,” diyerek bir taksi
çağırdı. Yolda giderken Mişa, “Amca, bizim radyo için senin şarkılarından bir
şeyler okusan da kaydetsek,” deyince şaşırdım. (Zira burada kullandığı okumak
kelimesi, şarkı okumak için kullanılan bir kelime idi.) Şarkı okumak da nereden
çıkmıştı. Mişa’ya: “Bende öyle ses yok. Ben öyle okuyamam,” dediğimde o da
şaşırdı. “Yani sen şimdi bize şiirlerini söylemiyecek misin?” Ben yine, “bu ne
diyor,” gibilerinden şaşkınca ona bakarken, “Helimişi’nin okuduğu gibi. müzik
ile,” demez mi! Onun üzerine Ali İhsan da: “Hayır, öyle okuyamaz,” diyerek beni
desteklediyse de Giorgi de şaşkınca: ”Sen şimdi şiirlerini okumayacak mısın?
Öyle şey olur mu!” deyince ona da “Okuyamam bende öyle ses yok,” diye cevap
verdim. Giorgi:
- “Öyle ise başkaları okusun. Ona izin veriyor musun?” diye
sordu.
- “Neden izin vermeyeyim, kime isterseniz ona okutturun,
dediğimde Giorgi yine:
- “Erkek mi okusun, kadın mı?” diye soruyor.
- “Kim isterse o okusun,” diye karşılık verdiğimde, Giorgi
de: “İyi öyleyse,” dedi ve radyonun yoluna geçtik ama ben yine içimden: “Bunlar
bana neden şiir okutmuyorlar da şarkı söylememi istiyorlar,.” diye çok
düşündüm: “Şarkı söylemek için Ayhan
Alptekin ve Cihangir Bilgin’in yaptıkları besteler vardı ama onları ben nasıl
okuyabilirdim. Sonra o besteleri bunlar nereden bilecekler. Bunlar neyi
okutturacaklar? Yoksa beste mi yaptıracaklar,” diye düşünüp duruyorum. Durumu
benim gibi Ali İhsan da anlayamayınca konuyu kapattık ve yolumuza devam ettik.
(Durumu ancak İzmit’e dönüp iki ay kadar düşündükten sonra gece yarısı uykumun
kaçması üzerine düşünürken anlayabildim. Mişa, şiir okumak yerine kullanılan
okumak kelimesini şarkı söylemek kelimesi ile karıştırmıştı. Ben onu anladıktan
sonra da şiirlerimi ve öykülerimi okurken çekilmiş bir CD’mi ona göndererek onu
rahatlattım.)
Öylece, Tiflis’e girerken görmüş olduğumuz heykelin yanına
vardık. Heykel o kadar yüksek ki göğe çıkıyor. Bir elinde kılıç, diğerinde ise
şarap kâsesi var. Mişa:
- Amca, bu heykel Tiflis’i kuran kişiye ait. Buraya
gelenlere, “Düşmansanız karşınızda kılıcımı görürsünüz, dostsanız benimle
beraber şarap içersiniz, ” demek istiyor. Buranın milleti o kadar şarabı hep
dostluk için içiyor. Dünya kurulduğunda, Tanrı herkese toprak dağıtırken
buranın milleti şarap içmekten kendilerini alıkoyamadığı için diğerlerine
yetişememiş. Tanrı, herkese topraklarını verdikten sonra bunlar da gidip
huzuruna çıkmışlar. Çok utandılarsa da kafalarını öne eğip:
- “Ey Tanrım, biz de toprak istiyoruz. Bizi boş çevirme, ne
olur!” dediklerinde Tanrı onlara:
- “Şimdiye kadar neredeydiniz? diye sormuş.
- “Güzel güzel şarap içip eğleniyorduk. Toprak dağıtımını
da unutmuştuk,” dediklerinde Tanrı:
- “Siz iyi insanlarsınız. Onun için, saklı tuttuğum en
güzel toprağımı size veriyorum. Siz o topraklarda bağınızı bahçenizi yapıp
şarap için ve bana da dua edin,” dedikten sonra da bu toprakları bizim Kolhlara
vermiş.
SAMEBA KATADRELİ, TİFLİS
Bu destanı beğenince, “Türkiye’ye döner dönmez bunu
yazmalıyım,” diye niyet ettim. Mişa yine ilave etti:
- Bu ırmak üstündeki köprünün de yürek sızlatan bir öyküsü
var. Düşmanlar Tiflis’e girdiklerinde halkı toplayıp bu köprüye getirdiler.
Sonra da köprünün üzerine bir büyük Meryem Ana resmini yaydıktan sonra onlara:
Köprüden karşıya geçiniz,” dediler. Ne var ki hiç kimse resmin üzerine basmak
istemedi. Onun üzerine düşmanlar kızdılar ve halkı köprünün iki kenarına
dizdikten sonra kılıçtan geçirip nehre döktüler.”
Bu acıklı öyküyü dinledikten sonra:
- “Bunları kimler yaptı?” diye sordum.
- “Kimler olacak! Tabii ki Araplar,” diye cevap verdikten
sonra:
- “Sizin Azlağa’da “Mtutikvata” denilen bir yer var. Sen o
ismin nereden geldiğini biliyor musun?” diye ilâve etti.
Bir an düşündüm ve Lazca’da “mtuti, ayı ve kvata da
merdiven” olduğunaa göre, ayı merdiveni,”dedim Mişa:
- Yoo! O öyle değilİ “Mtutikvata”nın da buradakine benzer
şeyler başından geçmiştir. Düşman gelip oradaki halkı “mtutikvata” mevkiinde
bir araya getirdikten sonra, “Hepinizi Müslümanlığa davet ediyoruz. Kabul
etmeyen olursa kellesi gider,” dediklerinde halk bu öneriyi kabul etmemiş ve
onlar da hepsinin kafasını kesip orada yığmışlar.”
Ben böyle bir söylenti duymuştum ama ne yalan söyleyeyim
gerçek olup olmadığını bilmiyordum. Yine de Mişa’nın ağzını iyice yoklamak
istedim:
- “Mişa, bu söylediklerin ne zaman oldu?” dediğimde:
- “1641 yılında,” diye cevap verdi. Yine sordum:
- Kaç kişinin kafasını kestiler?
- “333 kişinin,” diye yanıt
verdi.
O tarihlerde Osmanlıların tahtında kim vardı ve Mişa’nın
söyledikleri gerçek miydi veya atıyor muydu!. Tabii bunların hiçbirini
bilmediğim için ses çıkarmadım ama dönüşümde iyice araştırmaya niyet ettim.
Benim sol yanımda da Giorgi ,Ali İhsan’a Gürcüce bir şeyler
anlatıyor ve arada İaşa da Lazca’ya tercümanlık yapıyor. Orada işimiz bitince
de arkamızda yükselen Kiliseye doğru yürüdük.
Tiflis’in Ruhu:
SAMEBA
Mişa: “Bu Kilisenin inşaatı on yıl sürdü ve ancak geçen
sene hizmete açılabildi,” dedi. Dışarıdan bakıldığında, o güne kadar
gördüklerimizin içinde daha büyük ve düzenli olduğu hemen belli oluyor. Ön
bahçesindeki kanallarda sular akıyor, her tarafta elektrik direkleri dikilmiş
ve çok güzel armatürler takılmış. Turistlerle beraber yerli halk da Kiliseye
girip çıkıyorlar. Biz de gidip içeri girdik. Çok uzun ve çok geniş olan
salondaki güçlü kolonlar kubbesini ayakta tutuyor. Giorgi hemen koşup mumları
satın aldıktan sonra bize beşer adet mum dağıttı. Her tarafta mum yakılacak
sehpaların yanında çerçeva içinde dinî resimler var. Bizimkiler koşup en öndeki
ve en büyük olan resmin önünde durduktan sonra dua etmeye başladılar. Ali
İhsan’a bakıyorum o da onlara uyum sağlamış. Ben öteye beriye bakıp fresklerle
kubbeyi incelerken İaşa yanıma yaklaşıp: “Bunlara sen de dua et. Her ne arzun
varsa yerine getirirler,” deyince dönüp uzaklaştım. “Benim Tanrım bana yeter,”
diye düşündükten sonra ayıp olmasın diye birkaç tane mum yakıp sehpalarına
diktim. O arada Mişa’ya: “Bu Kilisenin
adı nedir?” diye sorduğumda , “Lazca karşılığı Sumela dır,” diye cevap verdi.
- “Mişa, Sumela bizde de, Trabzon’da var. Sen, Sumela’nın
ne anlama geldiğini biliyor musun?” diye sorduğumda, beni en büyük resmin
yanında duran camekânın yanına götürdü. Camekânın içinde belki bir metre kadar
büyüklükte bir kitap açık olarak duruyor. Yazıları da yaldızla ve çok güzel bir
yazı ile yazılmış. O güne kadar o büyüklükte bir kitabı hiç görmemiştim.
Camekânın arkasına geçtik. Kitabın kapağında üç kişinin kabartması var.
Gerçekten öyle bir kitap kapağını da ilk kez görüyordum. Acaba bunlar kimler
diye bakarken Mişa:
- “Sum ela, üç ela,” dedi. “Gördüğün gibi onlar üç
tanedir.”.
O zaman uyandım. Üç kişinin kabartması olduğu için Sumela
yani üçlü diyorlardı. Onu anlamıştım ama acaba onlar kimlerdi!
- “Mişa, bunlar kimdir?” diye sorduğumda:
- “Baba, oğul.” O anda yanımıza gelen İaşa da, ötekisi de
“Kutsal Güç” diye tamamladı.
“Bugün ne iyi etmişiz de buraya gelmişiz. Bugün duyduklarım
her şeye değer,” diye düşünerek dışarıya çıkıp banklara oturduk. Güneş
batıncaya dek orada dinlendikten sonra da Giorgi:
- “Şimdi bizim eve gidiyoruz,” deyince tekrar yola
koyulduk.
Radyoevinin önünden geçerken bir Papaz önümüze çıktı ve Giorgi
ile bir müddet konuştuktan sonra Giorgi bize: “Bu bey bizi Svaneti’ye davet
ediyor. İsterseniz bir ay, yoksa istediğiniz kadar bizim misafirimiz olun.
Bütün masraflarınız bize ait diyor. Siz ne dersiniz?” deyince ben sesimi
çıkarmayıp sözü Ali İhsan’a bıraktım. O da: “Neden olmasın, olabilir,” diye
cevap verdi ama, vakit kalmadığı için, “Festival dönüşüne kalsın,” diye
sözleşerek ayrıldık ve Giorgi’nin evine doğru yürümeye başladık.
Giorgi’nin çocukları Batum’da İaşanın misafiri oldukları
için kendisi evde yalnızdı. Salona girdiğimiz anda hemen likör ve çikolata
ikramını yaptı. Sonra da bitişikteki çalışma odasına geçtik. Kapının önünde bir
divan ve yanına sokuşturulmuş bir bilgisayarla, sağ yanda da bir kitaplık yer
alıyordu. Giorgi bilgisayardaki e- maillerine bakarken, “Bize söz verdiğin
harita ve kitapları verebilecek misin?” diye sorduğumda, “Elbette!” diyerek
ayağa kalkıp kitaplığa baktı. Bulduğu bir kitabı Ali İhsan’a uzattıktan sonra,
“Bundan bir tane varmış, sana da başka iyi bir şey vereyim,” diyerek
karıştırdığı kitapların içinden Lazca ve Gürcüce olarak yazılmış notalı bir
şarkı kitabını alıp bana uzattı. Kitaplığın bir tarafında dizili olan bana ait,
“Laz Masalları” adlı kitaplarımı görünce de ne yalan söyleyeyim, yüreğim
tazelendi. (Türkiye’den o kadar uzak ve hiç bilmediğimiz bir ülkede ve daha
önceden hiç tanımadığım bir kişinin evinde kitaplarım duruyordu. “Elbet Ali
İhsan vermiştir,” diyerek hoşuma gitti.) Aslında bu durumu bileydim, gezdiğimiz
ibadethane ve kalelerin notlarını zamanında tutardım. Nedenine gelince,
gönlümüzü yapmak için ,” Ne isterseniz veririz, ” dedikleri halde aradığım
kitaplardan bulamamışlardı. Bu bakımdan, ben de kafama yazdıklarımın içinden ne
kadarını hatırlayabiliyorsam, o kadarını yazıyorum. Eksik veya yanlış bir şey
yazmamaya çalıştım ama yine de yer veya isimlerde herhangi bir hata olmuşsa da
onun sorumluluğu bana ait değildir.
Evden çıkınca yine ofise döndük. Orada saat
SARP SINIR KAPISI
26 Ağustos/ 2005
KARŞI TARAFTAKİ SARP:
Sabahleyin otelde kalktıktan sonra yine güzel bir kahvaltı
yaptık. Saat ona geliyordu. Giorgi de siyah bir araba ile çıkageldi. Şoför
olmadığı için beş kişiye yeterliydi. Giorgi, “Öteki araba biraz arızalı olduğu
için Patrikten başka araba istediğimde, “hangisini istiyorsan al!” dedi,” diye
sevinçliydi.
Tiflis’ten çıkışta yol kenarında bizi bekleyen Mişa’yı da
alıp yola koyulduk. Bir müddet sonra da Giorgi: “bir şeyler içelim,” diyerek
bir bakkalın önünde durdu. Sonra da, “Ne içelim?” diye bize sorunca, “Şimdi
kola istenmez,.” diyerek su istediğimde Giorgi şaşırdı. “Nasıl, su mu istiyorsun? Borcomi mi istiyorsun?” diye
sordu. Ben, “Hayır, normal su.,” diye
cevap verdim. “Normal su. derede akan su,.” dedim. Bakkal da şaşkınca bana bakıyor. Bir hayli
çaba harcadıktan sonra nereden buldularsa, bir yerlerden iki pet şişe ile
suyumuzu getirdiler. Ötekiler su içmedikleri için birini Ali İhsan’a verdim ve
midemiz bayram yaptı. Ne var ki bu kadar çok suyun bulunduğu bir ülkede hiç
kimse su içmesini bilmiyordu. Öylece yine hareket ettik. Bir müddet sonra da
lâstiğimiz patladı ve arabadan indik. Giorgi sabırlı adam. Gidip stepneyi
değiştiriyor ama kimse yardımına gitmiyor. Ben yardım etmeyi düşünüyorum ama
eğilip kalkarken çarpıntım çıkar diye korkuyorum. Diğerlerine bakıyorum. İaşa
yine: “Şeytanın işi,” diye tekrarlıyor.
Mişa da: ”Şeytan yine bize bulaştı,” diye onu destekliyor. Sonuçta
Giorgi tek başına lâstiği değiştirdikten sonra yine yola koyulduk. Ben önde
Giorgi’nin yanında oturuyorum ve arkadan İaşa’nın takırdayan konuşmasını
dinliyorum ama doğal olarak bir şey anlamıyorum.
Bir müddet sonra bir yerleşim biriminden geçerken İaşaya
dönüp: “Buralarda biber bulabilirmiyiz?” diye sordum. İaşa: “Nasıl bulamayız.
Gerekirse yaratırız, ama ne yapacaksın?” diye şaşkınca sorunca, “Bu arabada
Lazca bilmeyen hiç kimse yok. Onun için şimdiden sonra arabada sadece Lazca
konuşulacak. Yoksa ağzınıza biber süreceğim, bilesiniz,” dediğimde herkes kabul
etti ama iki dakika geçmeden yine kendi dilleriyle takırdamaya başladılar. Ne
yaptıysam da gücüm yetmeyince ben pes ettim ve yaklaşık altı buçuk saat sonra
Sarp’a indik.
Deniz kenarında millet yarı çıplak serilivermiş. Yol
kenarında arabayı koyacak yer bulmak sorun. Çok kalabalık var. Kimisi yemek
yiyor, kimisi şarkı söylüyor, kimisi horon tepiyor. Biraz ilerde de huduttaki
binalar görünüyor. Arabamız durduğu anda herkes aşağıya atladı ve
refakatçilerimiz bir anda bagajdan aldıkları paketleri kaparak sahilde duran
uyduruk bir kabine koştular ve sırayla geleneksel elbiseler giydikten sonra
dışarıya çıktılar ve ondan sonra da ortadan kayboldular. Ali İhsan’a bakıyorum.
O da kendisine yanaşan biriyle konuşarak
uzaklaştı. “Bizim için yaptıkları program, şu andan itibaren sona ermiş gibi
görünüyor,” diye düşünüp şaşkın şaşkın sağa sola bakınırken, uzaktan bana doğru
kollarını açmış olarak ve büyük bir sevinçle gelmekte olan bir bey gördüm.
Benim hiç tanımadığım bu bey “herhalde (Muhammed Vanilişinin oğlu) Cemal Hoca
olmalı,” diye düşündüm. Bu bey sevinçle yanıma yaklaştığında, “Bugün
geleceğinizi dün geceki televizyon haberlerinden biliyorduk ve sizi
bekliyorduk,” dedikten sonra gelip boynuma sarıldı.
- “Cemal Hoca, sen misin?” dediğimde:
- “Evet! Ne iyi ettiniz de geldiniz,” diyerek sevincinden
yerinde duramıyordu. Ben de zaten onunla buluşmayı çok arzu ettiğim için bir
daha da birbirimizden hiç ayrılmadık.
O sıralarda bir ara İaşa ile Abdumanişi Erkani platformda
gördüm. Millete bir şeyler okuyup alkış aldıktan sonra yine kayboldular. Giorgi
zaten ortalarda hiç görünmüyordu. Meğer çoluk çocuğunu görmek için Batum’a geri
dönmüş. Biz isek ayaküstünde oynayanları seyrediyoruz. Belim ağırınca, sahilin
bitiminde yer alan, yol kenarındaki sadece üstü kapalı sundurma şeklindeki bara
yöneldik. Orada da gürültülü bir müzik dinleyen gençler kafa çekiyorlar.
Gürültüden duramayınca yine geri döndük. Cemal Hoca’ya:
- “Buralarda bir tuvalete gidip rahatlıyalım,” dediğimde:
- “Burada tuvalet yoktur. Ama istersen benim okuluma
gidelim Hem de vakit geçirmiş oluruz,” deyince hem hoşuma gitti, hem de
şaşırdım. “Burada bulunan bunca insan ne yapar,” diyorum. Okulun dışında başka
yerde tuvalet olmadığına göre bu insanlar hem yüzüyor hem de denizde
ihiyaçlarını karşılıyorlar. Öyle on kişi, yirmi kişi filan değil. Belki bin
veya iki bin. Belki de daha fazla adam buraya doluşmuş. Eyvah ki, eyvah!
Yolun biraz üst tarafında beyaz
badanasıyla görünen okula giderken Cemal Hoca yolda hep ekonomik durumlarının
bozukluğundan bahsediyor: “Ayda 30 dolar maaş alıyorum. Emekli olunca, 17
dolara düşecek,” diyor. İnanılması zor. Ben de emekliyim ama onun bir aylık
maaşı bana bir günde yetmiyor. Bizim halimizi düşünüp şükrediyorum. Okulun
tuvaletine gittiğim anda nasıl kaçarak geri döndüğümü bir Tanrı bilir, bir de
ben. Gördüğüm tuvaletin durumunu burada anlatamam. Sonuçta, geldiğimiz gibi
yine sahile döndük. Biz yine oyun halk oyunları oynayanları seyrediyoruz. Hava
kararmaya başladı ama bizimkilerden hala kimse ortalarda görünmüyor. Karanlık iyice çökmeye başladı. Kolkhoba festivali kutlamaları bittiğinde
bara gidip oturduk. Biraz sonra da bizimkiler teker- teker gelmeye başladılar. O sırada, kafenin
İaşa’nın oğluna ait olduğunu söylediler. İaşa’nın Dışişlerine bağlı olarak
hudut kapısında pasaport işlerine baktığını da, yine kendi ağzından orada
öğrenmiş oldum. Orada bir müddet daha
Giorgi’yi bekledik ve ancak o geldikten sonra yemeğe başladık. Ne var ki kafede
öylesine yüksek sesle müzik çalıyordu ki dayanmak çok zor. Bir karışlık sahnede
gençler delicesine tepişiyorlar, kendilerini yerden yere atıyorlar. Cemal Hoca,
gürültüye dayanamayınca izin isteyip evine döndü. Dan- dun sesleri arasında orada da domuz eti ve
daha bir sürü şeyleri midemize indirdikten sonra, 27 Ağustos sabaha karşı saat
üç civarında hudutta vedalaştık.
ESKİ BATUMDAKİ
TÜRK PAZARI
Bu şekilde de altı gün içinde görüp
duyduklarımızı kafamızın içinde muhafaza ederek bu taraftaki (bizim) Sarp’a
geçtik.
Şimdi onlara
verdiğim sözü tutmam gerekiyor. Onun
için diyorum ki: Sizler, hepiniz
kanınızla, canınızla çok sağlam insanlarsınız. Sizler, hepiniz bizim kardeşlerimizsiniz. Hem sizleri, hem de bizim için yaptıklarınızı asla unutmayacağız
ve devamlı sizleri hatırlayacağız. Sizler
de Türkiye’ye geldiğinizde burada kardeşlerinizin olduğunu unutmayın.
Ve de her zaman için temennim:
“Neşe ve iyilikle başınız göğe ersin
Kahkaha ve horonla sakallar yere değsin!”
Not: Gezimiz boyunca bizlere gösterdikleri ilgi nedeniyle
herkese çok çok teşekkürler.
Ve Şimdi de destanımızı söyleyelim:
KOLKHETİ DESTANI
Ulu Tanrı eskiden bu dünyayı yarattı.
Toprak pay etmek için insanları çağırttı.
Herkes koşuşturarak etrafını sarınca,
Onların nasibini teker teker dağıttı.
Neden sonra Kolhlar da koşturarak geldiler.
“Dağıtımı unuttuk, bizi affet!” dediler.
“Çok içtik ve oynadık, güldük ve horon
teptik!”
Çok fazla utandılar, sonra dua ettiler.
“Biz de toprak isteriz, önünde deniz dursun.
İçinde nehirlerle ormanları bulunsun.
Bir yanda çalışırken, diğer yanda içelim,
Bağlardaki asmalar üzümle dolu olsun!”
Tanrı iyi toprağı bir yana saklamıştı.
Onları çok sevince, alıp onlara verdi.
“Buna iyi bakınız, içerken de şükredin.
Beni hep hatırlayıp dua ediniz,” dedi.
Acara, Samegrelo Tiflis ile İmeret,
Lazona ve Svaneti toplandı bütün millet.
Çok teşekkür ederek evlerine döndüler.
Sanki cennet köşesi “KOLKHETİ” adı verdiler.
Karadeniz bir yanda, Türkiye öbür yanda.
Çok değerli ziynettir, kendi aynı zamanda.
Her tarafı kuşatır oradaki tüm milletler
Kafkas Dağları dimdik yükselir arkasında
Altın gibi saçlarla, gök mavisi gözlerle,
Gürgen ve meşe gibi uzun uzun boy ile,
Asla korkmayasınız, Avrupa’dan, Asya’dan,
Çakıl taşları gibi çok sağlam gücünüzle.
Kızlarla, erkeklerle, dede ve nine ile.
Kolkheti’de var olun horonla, neşe ile.
Tanrı’dan kutsanmış ve yaşamı sevinç dolu,
Tüm günleriniz geçsin düğün ve bayram ile.
(7 X 2005)
+