İoseb Şengelia ile
söyleşi
Lazca-Lazuri-ლაზური:https://aliihsanaksamaz.blogspot.com/2023/11/ioseb-sengelia-kala-interviu.html
Lazca- Lazuri- ლაზური:
Türkçe-Turkuli-თურქული:https://aliihsanaksamaz.blogspot.com/2023/11/ioseb-sengelia-ile-soylesi.html
(Ön
açıklama: Bugünkü misafirim Gürcistan vatandaşı İoseb Şengelia.
Gürcistan’ın aydın, tarihçi ve gazetecilerinden, “AKA TV”nin emektarı. Megrelce
ve Lazca röportajlar yapıyor. İoseb Şengelia, Megrel etnografyası üzerine de
çalışıp insanlardan dile ve kültüre ilişkin materyaller topluyor. Ben öyle
biliyorum. Lazcaya da ilgi ve hevesi
var. Kazım Koyuncu’nun Lazca ve Megrelce şarkılarını da seviyor. Birkaç ay
önce, 25 Haziran’da, anma için, Kazım Koyuncu’nun ölüm gününde Hopa-Yeşilköy’deydi;
orada Lazca bir program hazırladı. Ben de İoseb Şengelia ile bir röportaj
yaptım; biyografi ve kültürel
çalışmalarından konuştuk. Kültürel konulardan bahsettik. Bu metin, söyleşimize
ait. Ali İhsan Aksamaz)
Ali İhsan Aksamaz: Önce biyografinizden konuşalım,
olur mu? Nerelisiniz? Nerede doğdunuz? Hangi okullarda öğrenim gördünüz?
Mesleğiniz nedir? Şu anda ne iş yapıyorsunuz? Evli misiniz? Çocuklarınız var
mı? Hangi dilleri biliyorsunuz? Günümüzde
nerede yaşıyorsunuz?
İoseb Şengelia: Ben İoseb
Şengelia. Zugdidi kentinin Cikhaşkari köyünde doğdum. Okulu 2012 yılında, köyüm
Cikhaşkari’de bitirdim. Aynı yıl üniversiteye girip Gürcistan tarihi sahasında öğrenim gördüm. Üniversiteden
tarihçi olarak mezun oldum; tarihçiyim. Çoğunlukla Lazeti- Samegrelo tarihi ve
etnografyası sahasında çalışıyorum. Çalışma saham bu. Tarihçiyim ancak büyük ölçüde etnografya alanında
çalışıyorum. Farklı köylere gidip yaşlılarımızdan, eski geleneklere ilişkin
bilgiler ile masallar, şiirler ve diğer mitolojik anlatımları derliyorum. Eski
ve artık yok olmaya yüz tutmuş yerel asma çeşitleri, meyve ve darılar ile bunlara ilişkin
bilgileri derlemekle ilgileniyorum. Hâlihazırda evli değilim. Akademik
çalışmalar yaptığım için çoğunlukla başkent Tiflis’teyim. Ancak sık sık Samegrelo’ya gidiyorum. Yaz gelince, tatil zamanı olunca,
mütemadiyen Samegrelo’dayım. Megrelce, Gürcüce, İngilizce ve biraz da Rusça
biliyorum.
Ali
İhsan Aksamaz:
Birkaç ay önce, 25 Haziran’da, Kazım Koyuncu’yu anmak için siz de Hopa-
Yeşilköy’deydiniz. Kazım Koyuncu’ya
ilişkin neler söyleyebilirsiniz? Kazım
Koyuncu, Türkiye ve Kafkasya’da neden önemli? Niçin? Siz ne düşünüyorsunuz?
İoseb Şengelia: Kazım Koyuncu, halkın arasında çok önemli bir şahsiyetti.
Lazların kimliğini uyandırma konusunda çok önemli işler yapan büyük bir Kolkh
idi. Lazeti ve Samegrelo var olduğu sürece, Kazım’ın adı ölümsüzdür. Biz,
Samegrelo’da Kazım’ı ve onun kültürel çalışmalarını çok takdir ediyoruz. Yalnızca
Samegrelo’da değil, bir köşesinden diğerine bütün Gürcistan, onu çok iyi
tanıyor ve saygıyla anıyor.
Ali İhsan Aksamaz: Cikhaşkari’densiniz, Cikhaşkari
sizin köyünüz. “Kale”ye, biz de “cixa/ cikha” diyoruz, Lazca’da da aynı; “cikha”.
Köyünüzün adı “cikha”dan geliyor, öyle mi?
Köyünüzde bir cikha/ kale var, çok eski bir kale. Biraz da bu kaleden
bahsedin, lütfen! Bu kale hangi yüzyıldan kalma? Bu kale, denizden ne kadar
yükseklikte?
İoseb Şengelia: Evet, köyümüzün adının etimolojişi “cikha”dan geliyor.
Doğru söylüyorsunuz; Megrelce’de de, Lazca’da da “kale” için aynı kelime
kullanılıyor; “cikha”. Köyümüzde tarihî bir kale yer alıyor; adı “Çakvinci
kalesi”.
1930’lu yıllarda Çakvinci köyü ikiye bölünmüş. Bir
bölümüne “Cikhaşkari”, diğer bölümüne ise tarihî adı verilmiş; “Çakvinci”. Bu kalenin adının etimoloji “Çani” ile ilişkili”. Bilim insanları çoğunlukla böyle
söylüyor. Lazlar ve Megrellerin eski ortak “Çani” idi. Svanlar; Lazlara ve
Megrellere günümüzde bile “Mızani” diyorlar. Köyde “Çanistzkali” adlı bir de dere var.
1905 yılında, köyümüzün yaşlılarından derlenmiş ve kayıt
altına alınmış bilgiler de bize gösteriyor ki, eski zamanlarda burada Lazlar yaşıyormuş. Buradaki en eski
kale 2800 yıl önce inşa edilmiş. Feodal yönetim şeklinin hakim olduğu
zamanlarda, Odişi, bölgenin merkeziymiş.
Bu kale de Samegrelo’nun en güçlü merkeziymiş, hem de Samegrelo’nun
hazinesinin merkeziymiş. Kalenin genişliği aşağı yukarı 5 hektar
kadarmış. Geçmiş yüzyıllar süresince,
düşmanlar bir değil, çok kere bu kaleyi yıkmışlar. Ancak buradaki büyüklerimiz
kaleyi durmadan yeniden inşa etmişler.
17. yüzyılda, Samegrelo’nun o zamanki yöneticisi, Levan
2. Dadiani, bu kaleyi baştan aşağıya yeniden inşa ettirmiş. Günümüzde, eski
geniş kaleden yalnızca bazı bölümleri görebiliyoruz. Şimdi üç kulesi olan bir
kale bulunuyor.
Kalenin hapishanesi 1857 yılına kadar çalışıyormuş.
Hükümet, bu yıl hapishaneyi resmî bir kararla kapattı. Biz de bilmiyorduk,
megerse babamın dedesinin dedesi, Bitulia Şengelia, bu hapishanenin memurlarından
biriymiş; kâtipmiş. Bu
durum, hapishane kapatılınca, hapishanenin resmî kayıtlarından anlaşıldı.
Ali
İhsan Aksamaz:
Köyünüzde bir de kilise var. Öyle biliyorum. Bize, bu kiliseden de bahsedin.
Hangi yüzyıldan kalma bu kilise? Denizden ne kadar yükseklikte kiliseniz?
İoseb Şengelia: Kalenin içinde de bir kilise ve birkaç binanın dağınık
halde kalıntılarını görüyoruz. Cikhaşkari’de hizmet veren bir kilise mevcut.
Kilisemizi, Mkheidze soyadlı bu köy insanları inşa etmiş. Bu, 20 yıl öncesindeydi.
Mkheidze eski prenslerden. Onlardan bazıları Lazeti’de de yaşıyor. Hizmet veren
kiliseden başka 7 kilise daha mevcut köyümüzde. Gel gör ki farklı zamanlarda şu
veya bu sebeplerden yıkılmışlar.
Ali
İhsan Aksamaz:
Köyünüzün halkı geçimini çoğunlukla nasıl temin ediyor? Ne biçiyorlar? Ne
ekiyorlar? Köyde hangi işleri yapıyorlar? Lütfen, bize köyünüzün ekonomik-
sosyal ve kültürel durumundan da bahsedin! Cikhaşkari köyünün, köyünüzün,
nüfusu ne kadar? Köyünüzün insanları, ne yiyorlar, ne içiyorlar? Üzüm
bağlarınız var mı?
İoseb Şengelia: Köyde insanlar için yeterli iş yok. O sebeple de köyün
nüfusu günden güne azalıyor. Köy halkı para kazanmak ve ailelerine destek olmak
amacıyla kente, başkente veya başka ülkelere gidiyor.
Cikhaşkari köylüleri; mısır, fasulya, nuhut ekip
biçiyorlar. Fındık ve yaban mersini da var. Asma bağları var. Çok eski zamanlarda, Cikhaşkari, bağcılık alanında
Samegrelo’nun çok gelişmiş köylerinden biriymiş. Günümüzde az da olsa yine de üzüm bağlarımız
var. Üzümden şarap yapıyorlar. Üzümden ve diğer meyvelerden vodka da
yapıyorlar.
Cikhaşkari, deniz
seviyesinden 200 metre kadar yükseklikte. Köyün arazisi bir uçtan diğerine 2020
hektar. 700 kadar da aile yaşıyor.
Ali
İhsan Aksamaz:
40 yıl önceki veya100 yıl önceki evlenme gelenekleri nasıldı, şimdi bu gelenek nasıl
işliyor? Bildiğiniz kadarıyla biraz da önceki ve şimdiki evlilik
geleneklerinden bahsedin!
İoseb Şengelia: Çok eski zamanlarda, evlenme geleneğinin önemli bir şartı
vardı: Oğlan ve kız, birbirlerinin akrabası olmayacaktı. Evlenecek oğlan ve kızın
baba ve anneleri yalnızca birbirlerinin neslinden değil, birbirlerinin çok eski
nesillerinden de akraba olmayacaktı.
Oğlan ve kızın yeni veya eski kan akrabalığı bulunuyorsa, bu durum
onların evlenmelerine büyük bir engeldir. Damat adayı ile gelin adayının kan
akrabalığı olmayacak, yakından veya uzaktan akrabalıkları bulunmayacak, aynı
soyadını taşımayacak. Etnografik kayıtlardan şunları okuyoruz: Vaktizamanında
birbirlerine akraba olmayan bir kız ile oğlanın evliliklerinin akrabalık izlerinin
ancak dokuz nesil sonra ortadan kaybolacağına inanılır.
Günümüzde, Samegrelo’da da, bütün Gürcistan’da da geçerli
olan kanun; birbirlerine akraba ailelerden oğlan ve kızın evliliğini
yasaklıyor. Akrabaların evlenmesi yasak. Eski köy geleneklerimiz, yalnızca
akraba oğlan ile kızın evlenmelerini değil, aynı köyden bir oğlan ile bir kızın
evlenmesini de yasaklıyordu, yasaklıyor. Gelenekler, yalnızca birbirlerine
akraba insanların çocuklarının evliliklerini değil, aynı köyde veya farklı
köylerde yaşayan ancak birbirleriyle yakın irtibatı olan kimselerin
çocuklarının evlenmelerine de, aynı ibadethane cemaatinin çocuklarının da
evlenmelerini yasaklıyor. Burada vaftiz çok önemlidir. Vaftiz
akrabalığın yapay
bir şekli sayılsa da, kan akrabalığı ilişkisinden daha önemli bir irtibattır.
Bu durum, inanca göre on iki aşamaya kadar gider.
Sonradan edinilen akrabalık da, oğlan ve kızın
evlenmesine büyük bir engeldir. Bundan dolayı bu münasebet tabu olarak
sayılıyor. Aynı soyadından bir kız ile evlenmeye; bir oğlanın, annesini andıran
görüntüdeki bir kız ile evlenmesine, oğlanın annesinin soyadından bir kız ile evlenmesine
de izin verilmez. Bundan başka, bir çocuğun bakıcısı da aynı çocuğun akrabası
sayılır. Bir çocuğun anne ve babası, çocuğun bakıcısının kız kardeşi ve erkek
kardeşi sayılıyordu. Çocuğun bakıcısı da, çocuğun anne ve babasının kız kardeşi
sayılıyordu. O anda veya çok sonrasında
da, bu çocuğun ailesinden bir oğlan veya kızın, bakıcısının ailesinden birisi
ile evlenmesine izin verimiyordu. Kısaca söylersek; bu tür sosyal irtibatlardan
da akrabalık oluşuyor. Çocuğun akrabaları da, bakıcısının akrabaları da
birbirlerine akraba sayılırlar. Bunun için de bu irtibat, bu iki akrabadan bir
oğlan ile bir kızın evlenmesine engeldir.
Böylesi bir durumda farklı soyadından olma ve farklı akrabadan olma
durumu bile önemli değildir. Aynı köyden bir erkek ile bir kadının evlenmesine
de insanlar iyi gözle bakmaz. Farklı köylerden bir erkek ile bir kadının
evlenmesi insanların hoşuna gider. Bir evde birden fazla erkek çocuk olduğunda,
ilk önce illa en büyük erkek kardeş evlenecek, sonra da diğerleri. En büyük
erkek kardeş değil de, bir diğeri önce evlenince, bu durum ayıp sayılır. Böyle
bir durumda da, büyük erkek kardeş çoğunlukla
ölene kadar bekâr kalır. Önce evlenmemiş en büyük erkek kardeş ile hiç bir kız
da evlenmez. Çünkü böyleleri ahlaksız sayılır.
Eski düğün gelenek ve merasimlerimiz artık çok büyük
ölçüde kayboldu, kayboluyor. Ancak bazı
geleneklerimiz yine de yaşıyor. Günümüzde de, aynı akrabadan bir kız ile
oğlanın evlenmesi büyük günah sayılıyor.
Anne ve anneannenin soyadından kişilerle de evlenilmez. Son on yıllarda görücü usulüyle
evlenme geleneği
kayboldu.
Aşağı yukarı, eski tür evlenme gelenekleri günden güne
kayboldu, hâlen de kayboluyor. Etnografik yazılı kayıtlar biz şunları
gösteriyor: Samegrelo’da, 20. yüzyılın
birinci yarısında ve sonraki zamanlarda
büyük düğünler yapıyorlarmış. Düğüne 200- 300, bazı zamanlarda ondan da
fazla misafir çağırıyorlarmış. 200- 300 kişilik düğünleri günümüzde de görebiliyoruz,
ancak o kadar fazla değil.
Gürcistan’ın diğer bölgelerinde değil ancak Samegrelo’da bir
gelenek görülüyor: Düğün masasının bütün masraflarını damat adayının ailesi karşılıyor.
Düğüne gelen misafirler de çoğunlukla
damat adayının akrabaları oluyor. Gel gör ki, gelin adayının tarafı için aynı
şey olmuyor. Gelin adayı tarafının, düğüne ancak belirli bir sayıda misafir
getirme hakkı oluyor. Yani damat adayının tarafı ne kadarını, nasıl isterse
öyle oluyor.
Aynı köyden evlilik oldukça az,
ancak yine de
görebiliyoruz. Etnografik çalışmalarımızdan şöyle gördük: Samegrelo’nun dağ
köylerinde, aynı köylerden evlilik fazla. Ancak Samegrelo’nun ova köylerinde
aynı köyden evlenmeler o kadar fazla değil. Çeyiz verme geleneği günümüzde de
hâlâ yaşıyor. Ailesi, kıza çeyiz parası veriyor veya çeyiz eşyası ile diğer
araç gereci götürüyor.
Ali İhsan Aksamaz: Köyünüzde çoğunluklar hangi
hayvanlar var? Köyünüzün çobanı var mı?
İoseb Şengelia: Bütün Samegrelo’da, bizim köyümüzde de hayvancılık
yüzyıllardan beri yaygın. Çoğunlukla da inek hayvancılığı. Köyümüzün hemen her
ailesinin aşağı yukarı birer ineği var. Manda, koyun ve keçisi olan köylülerin
sayısı çok az. Köyümüzün etrafında otlak
var. Bizim ineklerimiz de orada otluyor. O sebeple de çobanımız yok.
Ali
İhsan Aksamaz:
Eski zamanlarda, çobanlığın kutsal bir meslek olduğunu biliyorum. Gürcistan’da, Megrelya’da çobanlık geleneğinden
bahsedin, lütfen! Çobanlara ilişkin şiirleriniz, çobanlara ilişkin şarkılarınız,
çobanlara ilişkin destanlarınız var mı?
İoseb Şengelia: Çobanlar, Megrelya’nın dağlık köylerinde yaşıyorlar. Az
da olsa malları var. Eski zamanlarda, çobanlar halkın içinde folklorun üstadı
sayılıyorlarmış. Çok eski Megrel çobanlardan duyulmuş şiirler, masallar ile
mitolojiye ilişkin bilgiler kayıt altına alınmış. Bütün bunlar farklı kitaplarda
yer alıyor. Eski Megrel çobanlar, Megrelya’da, dağlık kesimdeki Tobavarçkhilişi adlı gölde altın saçlı
bir koçun yaşadığına inanıyorlarmış. Megrelya’da bu koça ilişkin bilgi veren çeşitli
efsaneler çokmuş.
Gürcistan’ın farklı bölgelerinde, çobanların yaygın müzik
aletinin salamuri olduğu biliniyor. Megrel çobanların, bir başka müzik aleti
daha var; larçemi. Larçemiye benzer bir müzik aleti Lazeti’de de yaygın;
ostvinoni diyorlar. Çoban, salamurisini çalarak hayvanlarını otlatıyor. Çobanın
çaldığı her bir melodisinin bir anlamı var. Çobanın otlattığı hayvanlar, bu
melodileri biliyorlar. Bu melodiye göre de, çobanın istediği yerde, ötede veya
beride duruyorlar. Veya öteye gidiyorlar, beriye geliyorlar. Larçemi sesinin hayvanlara iyi geldiğini ve hâllerinden
memnun bir şekilde otladıklarını çobanlar çok iyi biliyor. O sebeple de çobanlar,
larçemiyi çok güzel çalıyor. Larçemi yapım ustası; dağlık, çok
uzak yerlere gidip oralardaki ağaçlardan kesecekleri malzemeyle larçemi
yaparlar. Ne var ki, bir larçemi yapım ustası, horozun öttüğü yerlerdeki
ağaçlar ile önceden kesilmiş ağaçların malzemelerinden larçemi yapmaz. Yaparsa
da, bu larçeminin kötü ses çıkartacağına inanır.
Ali
İhsan Aksamaz:
Megrellerde çoban abası geleneği ve rengi nasıl oluyor? Aba yapım ustalarından da bahsedin, olur mu?
Lütfen, bize biraz da bu kültürel mirastan bahsedin!
İoseb Şengelia: Doğrusunu söylemek gerekirse, Megrelya, kaliteli ve
güzel abalarıyla da tanınır. Megrel abası, en güzel ve sağlam olarak Megrelya’ya
has koyunun yününden yapılıyor. Megrel aba yapım ustası şuna inanır: Günümüzde abalar çoğunlukla Megrel koyununun
yününden değil de, diğer cins koyunların yününden yapılıyor. Bu sebeple de
bunlar Megrel abasına benzemiyor ve istenen özellikte değil.
Günümüzde, Megrelya’da ne yazık ki ancak birkaç aba yapım
ustası kaldı. Aba yapım ustalarının sayısı günümüzde oldukça az. Bu ustalar da hâlihazırda
Tzalencikha rayonunun Çkvaleri köyünde yaşıyorlar.
Ali
İhsan Aksamaz:
Bir çocuk doğduğu zaman, ne bileyim;100 yıl önce, köylü ve kentli insanların
hangi gelenekleri vardı; şimdi hangi gelenekleri yaşıyor? Hangi Pagan- Hristiyan gelenekleri vardı,
şimdi hangi gelenekleri yaşıyor?
İoseb Şengelia: Megrelya’da çok eski zamanlarda, doğum yapacak olan kadın,
doğum öncesinde, yere samanın üstüne yatırılıp baş tarafındaki samanların
altına da bir makas veya bir kama yerleştiriliyormuş. Hamile kadının
akrabaları, makas veya bir kamayı samanın içine saklıyorlarmış. Hamile kadının
akrabaları öyle yapıyormuş: Hamile kadın; kötülük görmesin, doğum sırasında eziyet
çekmesin ve güzelce, kazasız ve belâsız bir doğum yapsın diye akraba kadınlar
böyle yapıyorlarmış. Doğum zor
olduğunda, ebe ve diğer akraba kadınlar, hamile kadını yere diz
çöktürüyorlarmış. Sonra da hamile kadının eline boş bir şişe veriyorlarmış. O
zamanki eski kadınlar, bu boş şişenin, hamile kadının karnına güç vereceğine
inanıyorlarmış. Hamile kadının hemen
yan tarafında da bir ağ asılı oluyormuş. O zamanki eski kadınlar, böylece
hamile kadına doğum sırasında kötü herhangi birşey olmayacağına
inanıyorlarmış.
Doğum zor olduğunda, ebe, yere ayaklarını sürtüp şöyle diyormuş: “Kalenin kapsını bana
aç!” Oradaki her kadın da, kemer ve elbiselerini çıkartarak Tanrı’ya şöyle yakarıyorlarmış:
“Tanrımız, onu kurtar!” Esas İkon’a ve Meryem Ana’ya da yakarıyorlarmış. Hamile kadının kalbinin üstüne, kocasının çarıklarını
koyup bir yılana önceden
vurulmuş bir baltayı da üç defa karnına yavaşça sürüyorlarmış. Doğuma daha
vakti olan bir başka hamile kadının, doğum yapmakta olan kadının yanında bulunmasına
asla izin verilmiyormuş. Doğuma daha vakti olan diğer hamile kadının karnındaki
çocuğun, o anda doğum yapmakta olan hamile kadının karnındaki çocuğa “beni
bekle” diyeceğini düşünüyorlarmış. Bundan hareketle de doğumun zor olacağına inandıkları için, diğer bir
hamile kadının doğum sırasında orada bulunmasına izin verilmiyormuş. Eski
insanlar böyle söylüyorlarmış. En nihayetinde de, oradaki kadınlar doğum
yapacak olan kadına “Solomaki’nın
gözü”nü götürüyorlarmış. “Solomaki’nin gözü”, şarap rengi taş bir yüzükmüş. Bu yüzüğü
hamile kadının üzerinde
birkaç defa dolaştırıyorlarmış.
Eski insanlarımız, böylelikle doğum ne kadar zor olsa da, kadının hemen
iyileşeceğine inanıyorlarmış.
Bebek doğunca, önce
ebeye veriyorlar. Ebe de bebeğin en önce göbek bağını makasla kesiyor. Daha
sonra, ebe oradaki kadınların ellerine buğday
taneleri veriyormuş. Kadınlar da, bu buğday tanelerini üç defa
avuçlarında tutup bırakıp dua ediyorlarmış.
Erkek bebek
doğduğu zaman; kama, kılıç veya bir tüfeği eline tutuşturuyorlarmış.
Çünkü eski insanlar, erkek bebeğin sağlam bir savaşçı olacağını düşünüyorlarmış.
Kız bebek doğunca; iğne, iplik veya makas gibi şeyleri getiriyorlarmış. Çünkü
eski insanlar, kız bebeğin büyüyünce köyde maharetli bir kadın olacağını düşünüyorlarmış.
Eski yaşlı
kadınlarımız, kazasız ve belasız bir doğum için
“Beden Sağlığı” duasını da biliyorlarmış. Bebek doğunca, önce birkaç hafta boyunca tahta bir yatak
üzerinde yatırıyorlarmış; buna insanlarımız “tepia” diyorlar. Bebeği daha sonra da beşiğine yatırıyorlarmış. Bebek, beşikte yatarken, yatağının altına
demirden bir nesne yerleştiriyorlarmış. Eski insanlar böylece, gelmesi muhtemel
Şeytan’ın bebeğe kötülük yapamayacağına, zarar veremeyeceğine inanıyorlarmış. Bebeği,
kem gözlerden korumak için, akrabalar; beşiği, bir hayvanın beyaz dişi, mavi
boncuk, metal para, İstavroz, baykuş pençesi, İkon, eğreltiotu ve bunun gibi
şeylerle süslüyorlarmış. Bebeğin beşiğine günümüzde Megreller “ontze”, Lazlar
ise “ontzeli” diyor.
Aşağı yukarı bir yaşında olana kadar bebeği beşikte
büyütüyorlardı. Bebek, bir yıla kadar ayakları üzerinde duramıyorsa, iki tahta çubukla oluşturulan bir çeşit tutamaç veya hoppala içinde tutup
dua ediyorlarmış. Bebek bir yaşında olunca, vaftiz ediliyordu. Hayırlı ve
ailenin iyi dostlarından olan bir kişi, mesela bebeğin babasının nikâh şahidi, Vaftiz babası oluyordu; Vaftiz merasimi sırasında, Papaz Efendi, çocuğa bir Hristiyan adı veriyordu ancak aile bireyleri çocuğa
Megrel adıyla hitap ediyorlardı. Eski doğum gelenekleri günümüzde çok büyük
ölçüde kayboldu, kayboluyor. Ancak çok az olsa da, eski doğum geleneklerinden
bazıları yine de yaşıyor.
Ali
İhsan Aksamaz:
Şöyle diyeyim; yüz yıl önce, ne bileyim; çok eski zamanlarda, Kafkasya’da, “morduoba”/ “başkalarının çocuklarını büyütme
geleneği” vardı. Aileler birbirlerinin çocuklarını büyütüyorlardı. Yalnızca bir
Megrel ailesi, başka bir Megrel ailesinin çocuğunu büyütmüyordu. Bir Abhaz
ailesi, bir Megrel ailesinin çocuğunu büyütüyordu. Bir başka Megrel ailesi,
başka bir Abhaz ailesinin çocuğunu büyütüyordu. Kim bilir, belki başka halklar
da bu geleneğe sahipti. Ben öyle biliyorum. Bu size söylediğim geleneğe “morduoba” diyorlardı, diyorlar. Zaten siz,
bu geleneği benden daha iyi biliyorsunuz. Biraz da bu “morduoba” geleneğine ilişkin bilgi verin,
olur mu?!
İoseb Şengelia: “Morduoba”, “ailelerin birbirlerinin
çocuklarını büyütmesi geleneği” çok eski olup bu geleneği hem Kafkasya’nın
başka halkları arasında hem de dünyanın başka halkları arasında görebiliriz. Antik zamanlardaki Megrelya’da, kentli prensler
çocuklarını köylü veya asil ailelere büyüttürüyorlardı. Asil aileler de
çocuklarını köylü ailelere büyüttürüyorlardı. Aileler, çocuklarını öyle her aileye değil, fazla çocuk sahibi ve mutlu
ailelere büyüttürüyorlardı. Bu özellikteki aileler seçiliyordu. Yeni annenin,
yani sütannenin ailesi illa namuslu ve çalışkan olacaktı.
Bebek, doğumdan hemen sonra sütannesine veriliyordu. Bebeğin
öz anne ve babası, zaman zaman çocuklarını ziyarete gidip sütannenin ailesine
çeşitli hediyeler götürüyorlardı. Çocuk büyüyüp de yedi- sekiz yaşında olunca, öz
anne ve babasının evine bir merasim, bir ziyafetle dönüyordu. Bu merasim ve
ziyafete sütannenin ailesi de davet ediliyordu. Çocuğun öz anne ve babası,
sütannenin ailesine değerli hediyeler veriyordu. Bir prens veya bir asilin
çocuğu, sütanneden kendi evlerine döndüğünde, sütanne ve onun çocukları,
büyüttükleri o çocuğun ve ailesinin akrabası sayılıyordu. Sütannenin çocukları
da, büyüttükleri o çocuğu sanki kendi öz kardeşleriymiş gibi seviyorlar; o ne
zaman istese, o zaman kendilerini feda etmek için hep hazır oluyorlardı. Çocuk
büyüdüğü zaman da, sütkardeşleri bu sütkardeşlerine her zaman yardımcı oluyordu.
Ali İhsan Aksamaz: Size şöyle sorayım; mesela yüz
yıl önce, ölüm gelenekleri, ölüm merasimleri nasıldı? Bu gelenek, merasim günümüzde
nasıl? “Mgara/ ağlama”, “okoretskhu/ ağıt” geleneği eskiden nasıldı? Bu gelenek,
köy ve kentte şimdi ne durumda? Biraz da öleni defin, mezar geleneğine ilişkin
bilgi verin, lütfen! Öleni defin geleneği nasıldı, şimdi kent ve köylerde bu
defin nasıl oluyor? Bu geleneklerde, merasimlerde Pagan inancının izleri de
görülüyor mu?
İoseb Şengelia: Eski
zamanlarda, Megrelya’da,
öğlen vakitlerinde bir horoz, hasta birisinin avlusunda öttüğünde, bu durum
kötüye işaret sayılıyordu. Megrellerin inancına göre, öğlen vakitlerinde bir
horoz ötmeye başladığında ve ardından da bir komşunun horozu ötünce, bunlardan biri sorar: “Yoldaşlarım
ne olduğunu soruyor.” Cevap: “Memleketin bütün böcekleri hemen evime üşüşecek,
evime çağırıyorum.” Horozların zamansız ötüşleri bu şekilde yorumlanıyor.
Bir köpek de çok kötü bir şekilde ulursa, bu da iyiye işaret sayılmıyor. Megrelya’nın bazı
bölgelerinde, günümüzde de, horozun zamansız ötmesi, köpeğin uluması kötü
sayılıyor. Günümüzde bile bazı Megreller, horozun zamansız ötmesini duyunca,
çok az da olsa, bazı kişilerin çoğunlukla horozun ne söylediğini
anlayabildiklerini söyleyip inanıyorlar. Horozun zamansız ötmesi ve köpeğin ulumasından başka, mandanın hasta bir
kişinin evinin kapısına gitmesi de kötüye işaret sayılıyor. Eski zamanlarda,
ölüm sırasında, ruhu bedeninden çıkarken bir kişi zorlanıyorsa, bir hayvanın dizginini
o kişinin yatağının altında yavaş yavaş yakıyorlarmış. Eski insanlardan
bazıları, yavaş yavaş yanan bu dizgin sayesinde, ölen kişinin ruhunun bedeninden
onu zorlamadan çıktığına inanıyorlarmış. Gel gör ki, öküz veya başka bir hayvanın dizgininin
yakılması yasak. O sebeple de eski insanlar, hayvanların eski dizginlerini belirli bir kuyuya atıyorlarmış.
Bir
kişinin ölümünden sonra,
evin kadınları duydukları acıyla ağlarlar, erkekler bağrışırlar. Ailenin
bireyleri ağlayarak saçlarını, başlarını
yolarlar. Onların bu canhıraş feryatları, bütün köyde duyulur. Böylece de bütün
köy halkı, bu acı haberi duymuş olur. Köy halkı bağrışarak, ağlayarak ölen
kişinin evine koşup saçlarını, başlarını yolmaya başlarlar. Ölen kişinin anne
ve kızkardeşleri, yanaklarını tırnaklayıp saçlarını yolarlar. Bütün bunlar,
çektikleri acının bir işaretidir.
Kuşkusuz ölüm günümüzde de büyük bir trajedi sayılıyor. Ancak kentliler çoğunlukla yanaklarını tırnaklamıyorlar;
saçlarını, başlarını yolmuyorlar. “Okorotskhu/ ağıt” geleneği günümüzde yavaş yavaş kayboluyor.
Çoğunlukla köylerde, özellikle de genç birisi ölünce, günümüzde de insanlar saçlarını, başlarını yolarlar, yanaklarını tırnaklarlar. Yüksek sesle ağlarlar,
bağrışırlar. Ancak bu
geleneğin de günden güne kaybolduğu görülüyor.
Önceki zamanlarda, “ğurelişmamskvanepe/ ölen kişiyi
güzelleştiriciler” varmış. Birisinin ölümünden sonra, “ölen kişiyi
güzelleştirici”nin roli önemliymiş. “Ölen kişiyi güzelleştirici”, ölen kişinin
bedenini yıkar; ağzını, yüzünü düzeltip yüzündeki acı,
başkaları tarafından görülmesin diye çaba gösterir.
“Ölen kişiyi güzelleştirici”; ölen
kişinin gözleri, elleri ve ayaklarını düzeltir, saçı ve varsa sakalını tarar. “Ölen kişiyi güzelleştirici”nin bu
görevini günümüzde ailenin bir bireyi veya bir komşuları yapıyor. Aile bireyi
veya bir komşuları, ölen kişinin bedenini de yıkar.
Bir kişi, herhangi bir yolda öldüğünde veya derede boğulduğunda;
akrabaları ve
komşuları, o kişinin öldüğü yerden evine kadar iplik
bağlıyorlarmış. Eski
insanlar, ölen kişinin ruhunun, bu yolu izleyip evine
ulaşacağına inanıyorlarmış. Akraba ve komşular, kadın veya erkek bir kişinin öldüğü yere çonguri/ “saz” ve uzunca
iplikler götürüyorlarmış. Öldüğü yere bağlanan ipliği evine kadar uzatıyorlarmış. Akraba ve komşular,
ölen kişinin evine giderken de yolda çonguri çalıp şarkılar söyleyip eğleniyorlarmış. İnanca
göre, ölen kişinin ruhuna giden yolu izleyip sonra da evlerine dönerlermiş.
Akrabalar ve komşular, kadın veya erkek, ölen kişinin öldüğü yere bir de horoz
götürüyorlarmış. Yine inanca göre, horoz;
kadın veya erkeğin ruhunu öldüğü yerden önce evine, sonra da mezarına götürüyormuş.
Cenaze merasiminden sonra akraba ve komşular o horozu da mezara götürüyorlarmış.
Eski insanlarımızın böyle inançları varmış. Ölen kişinin ruhunu, öldüğü yerden
önce evine, sonra da mezarına götürmek için güvercinler de
kullanılıyormuş.
Defin işleminden önce, “maambae/ haberci”, uzaktaki akraba
ve komşuları teker teker ziyaret ediyor ve ölüm sebebi ile defin yer ve
zamanına ilişkin inceden inceye bilgi veriyordu. Eski zamanlarda bu haberci;
yakındaki ve uzaktaki evleri ölen kişinin kılıcı, kaması, sadağı veya
elbiselerinden biriyle ziyaret ediyordu. “Haberci”, bir eve yaklaşınca yüksek
sesle ağlayıp acı haberi daha uzaktan duyurmaya yavaş yavaş başlıyordu.
Ölen kişinin evine gelenlerden bazıları hemen eve
giriyor, bazılarıysa hemen girmiyordu. Ölen kişinin elbiseleri özel bir
yere serilir. Bunlar, ölen kişiyi hatırlatan işaret olarak sayılır. Gelenler,
ölen kişinin elbise ve eşyalarının hemen yanında oturup yüksek sesle ağlarlar.
Oradakiler, “yas günü”ne ilişkin de bilgiler verirler. Bu bahsettiğim zamanlar şimdiki gibi değildi. Bugünkü
gibi internet, cep telefonu yoktu. O sebeple de, ölen kişinin bir habercisi
oluyordu. Bu “haberci”, yaya olarak gezip acı haberi yakındakilere ve
uzaktakilere duyuruyordu.
Günümüzde, artık “ölen kişinin habercisi” geleneği hemen
hemen kayboluyor. Sovyet Yönetimi sırasında, ölen kişiler de şimdiki gibi
defnedilmiyordu. O zamanın defin gelenekleri şimdiki gibi değildi. Ancak o
zamanın defin gelenekleri de artık günden güne kayboluyor. Günümüzde Papaz
Efendiler, ölenleri Hristiyanlık adetlerine göre defnetmek için canla başla
çalışıyorlar.
19. yüzyıla ait
yazılı kayıtlar, bize o zamanlardaki defin geleneklerine ilişkin bilgi veriyor:
Ölümün dördüncü veya beşinci gününde, ölen kişinin defnedilmesi haram
sayılıyordu. Günümüzde ölen
kişinin defini için beş günden yedi güne kadar zaman veriliyor. Ancak yine de ölümün dördüncü veya
beşinci gününde defin haram sayılıyor.
Defin yalnızca illa Salı,
Perşembe, Cumartesi günü olacaktı. Bu kaide günümüzde de geçerli. Bu durum aşikâr.
Eski zamanlarda, define
kadar, ölen kişiyle beraber sabahlıyorlarmış; oyunlar oynuyorlarmış, fıkralar
anlatıyorlarmış. Ölen kişi ne kadar yaşlıysa, yanında sabahlayanlar o kadar
fazla oyunlar oynuyor, gülüşüyorlarmış. Ölen kişiyle sabahlama geleneği öyle
veya böyle yüzyıllardan beri devam ediyor.
Ancak ölen kişi gençse, gençler ölen kişinin yanında sabahlarlar. Mezar kazıcıları, ölen kişi için “saray”
yapıyorlarmış. Bu, onlar için önemliymiş.
Balta ile kesilmiş ağaçtan tabut yapıyorlarmış. Günümüzde, tabut yapımı farklı bir zanaat dalı. O sebeple de, ölen kişinin vaftiz babası veya akrabalarından birisi para verip tabutçuya tabutu yaptırıyor. Tabut, ölü evine gündüz değil, cenaze merasiminden önceki gece, gece yarısı getirilir. Cenaze merasiminden önceki gece veya merasim sabahında, ölen kişiye yeni elbiseleri giydirilip tabuta yatırılır. Birkaç yıldan beri, ölen kişiler özel morglarda tutuluyor. Önceki zamanlarda, ölen kişiye özel ilaçlarla hazırlanmış bir iğne yapılıyordu. Böylece de merasim gününe kadar bedeni çürümüyordu. 17., 19. ve 20. yüzyıllara ait etnografik yazılı kaynaklar bize şunu gösteriyor: Ölen kişinin ardından verilen “ölü aşı” çok önemliymiş. Ölen kişinin ardından verilen “ölü aşı”, kişilerin büyüklüğünü, küçüklüğünü; ailenin şanını gösterdiği için önemliymiş. “Ğurelişi mamgarepe/ ölen kişinin ağlayıcıları”, ölü evine yiyecekleriyle gidiyorlarmış; mısır ekmeği, fasülye, şarap, ceviz, fındık, soğan, sarımsakla gidiyorlarmış. “Ölen kişinin ağlayıcıları”, ölü evine beraberlerinde birkaç da aşçı götürüyorlarmış. Bu “ağlayıcılar”, siyah kumaşlarla süslenmiş büyük bir mumu da beraberlerinde götürüyormuş. Uzaktaki akrabalar da, ölen kişinin evindeki ağlamaya, yas tutmaya destek oluyorlarmış. Para da veriyorlarmış. Zamanında, o veya bu sebeple ağlamaya, yas tutmaya destek olamayanlar da illa daha sonra ölen kişinin evine gidip ölen kişiye ait bir eşyanın yanında ağlayıp dua ederlerdi. Gelenek öyleymiş. Günümüzde akraba ve komşular, lâzım gelen meyve ve yiyeceklerle veya parayla ölen kişinin aşına destek oluyor. Daha önce de söylemiştim, günümüzde, “ölü aşı” için düzenlenen masaya parayla destek vermek bugün de yaygın. Cenaze merasimi gününde, aileden veya akrabalardan “paraşmaç̆aralepe/ para miktarı yazıcıları”, ölen kişinin evine ağlamak, yas tutmak için gelenlerin ne kadar para verdiğini bir kâğıda yazıyorlar. Aslında bu para bir anlamda ödünç. “Paraşmaç̆arale/ para miktarı yazıcısı” veya bir akrabası ölünce, önceki ölen kişinin aile bireyleri, onların kendilerine verdikleri para miktarı kadar bir parayı, bu “paraş maç̆arale/ para miktarı yazıcısı”nın ailesine verirler. Ancak günden güne bu geleneğin de kaybolduğu görülüyor. Öyle olunca da, aileler cenaze merasimlerini günden güne kendi paralarıyla yapıyorlar. Ölen kişiye ağlama, yasına katılma geleneği günümüzde de sürüyor. Bazı durumlarda yirmi, otuz veya daha fazla kişi ağlamaya, yasa çağrılıyor. “Mamgarepe-makoretskhepe/ ağlayıcılar- ağıtçılar” çoğunlukla ölen kişinin akrabalarının komşularından kişiler oluyor. Çünkü bu “mamgarepe-makoretskhepe/ ağlayıcılar- ağıtçılar”, ölen kişinin ailesine iyilik göstermek ve onlarla dostça yaşamak istiyorlar. Günümüzde insanlar, ölen kişinin ailesine siyah kumaşla süslenmiş mum değil de, çiçek götürüyorlar. Ölen kişi ne kadar yakın akrabaysa, çiçek de o kadar büyük ve değerli oluyor. Az olsa da, ölen kişinin evine mum götürenler de oluyor. Şimdi de eski zamanlarda “ölü aşı” hazırlayan aşçı meselesine gelelim: Artık onları Megrelya’da göremezsiniz. Ölen kişinin bir yakını; ağlama, yas tutmaya, o veya bu sebeple gidemediyse, en uygun zamanda, ölen kişinin ailesini ziyaret edip acısını aileye gösterecektir. Ölen kişiye ait bir giysi veya başka özel bir eşyasını kırk gün boyunca sergileme geleneği artık kayboldu. Çok eski zamanlarda; ağlamaya, yas tutmaya gelen insanlar ana kapıdan avluya girip en önce avludaki ağaçlardan bir tanesine yöneliyorlardı. Bu ağaç, diğerlerinden farklıydı. Daha sonra, erkekler; şapka, kama ve tabancalarını çıkartıp bu ağaca asıyorlardı. Bundan sonra, o zamanlarda giyilen çoha ve gömleklerinin birkaç düğmesini çözüyorlardı; biraz sineleri görülüyordu. Ondan daha önceki zamanlarda ölü evine gelen ağlayıcılar, yasçılar; çoha, gömlek ve çizmelerini de çıkartıyorlarmış. Üç veya dört ağlayıcı, yasçı beraber durup alınlarını iki elleriyle dövüyorlarmış. Ağlayıcılar, yasçılar bir yandan kendilerini dövüyorlar, diğer yandan da “vay- vay” diye yüksek sesle ölen kişiye ağlıyorlarmış. Daha sonra da, tabutun bulunduğu eve giriyorlarmış. Tabutun yanında diz çöküp; ölen kişinin güzelliğe, iyiliğine ve kahramanlığına ilişkin anılarını anlatıyorlarmış. Gelen bu kişi; üzüntülü anne, baba, akrabalara ölen kişinin güzel günlerinden bahsederek onların teselli ediyordu. Sevilen birisi öldüğünde herkes, çoğunlukla da ailesi, siyah elbiseler giyiyor. Yakını olan erkekler, kırk gün boyunca sakallarını kesmiyor.Siyah elbise giyme zamanı sonlanınca, aile bireyleri, ölen kişiye benzer birisini seçip yanlarına alıyorlarmış. Ölen kişiye benzeyen bu kişi, aileye ölen yakınlarını hatırlatacaktı: Aile bireyleri, ölen yakınlarına benzeyen bu kişinin önce saçlarını traş ettiriyorlardı. Ailede ölen kişi erkek kardeşse, ona benzeyene “erkek kardeş” diyorlardı. Ailede ölen kız kardeşse, ona benzeyene “kızkardeş” diyorlardı. Ailede ölen anneyse, ona benzeyene “anne” diyorlardı. Böylece de, ölen kişi yine aile içinde yaşayıp aile bireyi gibi oluyordu. Öyle inanıyorlardı.
Ali İhsan Aksamaz: Bize, Çeçetoba geleneğinden de
bahsedin! Eskiden bu gelenek köy ve
kentlerde nasıl yaşıyordu? Günümüz köy ve kentlerinde Çeçetoba geleneği ne
durumda?
İoseb Şengelia: Megrelya’da Çeçetoba, Meryem Ana Bayramı’ndan önceki gece kutlanıyordu. Bu kutlamanın, çoğunlukla Şeytan’ın kötülüğünden arınma zamanı olduğuna inanılır. Köy
halkı, çok yüksek bir yerde oldukça büyük bir ateş yakar. Şeytan’ın
kötülüğünden akıl ve bedenlerini arındırmak için bu ateşin üzerinden bir o
tarafa, bir bu tarafa atlarlar. Başka köylerin gençleri de toplanıp horona
dururlar. Kızlar ve oğlanlar birbirlerini iyice tanır. Gençler durmadan,
oturmadan şenlik, şamata yaparlar. Yaşlılarsa, evlerinde oturup şenlik, şamata
seslerini dinlerler.
Ali
İhsan Aksamaz:
Megrellerin endemik bitkileri ve sebzelerine ilişkin de biraz bilgi verin, olur
mu? Köyünüzde, Megrelya’da bu tür endemik bitkiler ve sebzeler çok mu?
İoseb
Şengelia:
Megrelya’da, sebze ve bitkilerin her çeşidi yetişiyor. Dereotu, maydanoz, sarımsak ve diğer bitkiler. Ancak yerel
sebze ve bitkiler
günden güne kayboluyor. Pazarlarda, marketlerde başka ülkelerden ithal edilen
sebze ve bitkiler satılıyor.
Megrelya’da, sebze ve bitki
çeşitlerinden başka, darının yerel bir çok çeşidi de yetişiyor. Bunlardan
başka buğday, keten ile diğer kültür bitkileri de yetişiyor.
Ne var ki, bu çeşitlilik günden güne kayboluyor. Ancak bazı bitkiler sadece
özel yerlerde muhafaza ediliyor. Koleksiyonumda yüzden fazla yerli tohum korunuyor. Megrelya’da çok
çeşitli yerel elma ve armut da yetişiyor. Günümüzde yerel üç çeşit meyve ağacı
ölümün eşiğinde. Elmanın durumu çok kötü.
Megrelya’dan onbeş çeşit elma tohumu topladım: “Sapiço uşkuri”, “khvamarde uşkuri”,
“mesiş uşkuri”, “ğancam uşkuri”, “saçkhiar uşkuri”, “Lazur uşkuri”, “çe
uşkuri”, “çita uşkuri”, “ğvaçita uşkuri” ve
diğerleri. Armut çeşitleri, elma çeşitlerine
nazaran daha iyi korunuyor. Megrellerdeki armut çeşitleri şöyle: “Gidel skhuli”,
“ragvie skhuli”, “ğerkuta skhuli”, “Çanuri skhuli”, “orko skhuli”, “şankar
skhuli”, “mesişi skhuli”, “goro skhuli”, “sazoto skhuli”, “ğvaçita skhuli” ve
diğerleri. Aşağı yukarı, altmış kadar da üzüm çeşidi Megrelya’da iyi
biliniyor: “Çergvali”, “çeşi”, “kikaçe”,
“makhvateli”, “khociştoli”, “çvitiluri”, “çeçipeşi”, “çekhardani”, “ocaleşi”, “torokuçxi”,
“kaçiçi”, “çodi”, “çuberi”, “koloşi” ve diğerleri.
Lazeti ve Megrelya’daki meyve, sebze, bitki adları büyük ölçüde aynı. Bu
durum bize gösteriyor ki, biz aynı kültürün insanlarıyız. Sebze ve
bitkilerimiz, atalarımızın canla başla çalışmalarıyla bugünlere kadar geldi. O
sebeple de, bizlerin de canla başla sebze, bitki ve meyvelerimizi korumak ve
sahiplenmemiz gerekiyor.
Ali
İhsan Aksamaz:
Köken olarak Megrelya’dan çıkmış endemik hayvanlardan da bahsedin! Bir Megrel Hanımdan,
köken olarak Megrelya’dan çıkmış bir köpek var diye duymuştum. Öyle mi? Bu
bilgi gerçek mi, şaka mı?
İoseb Şengelia: Megrelya’da endemik köpek yok. Bu sorunuzdan, her Laz’ın, “zerdava köpek”
dediği
köpek cinsinden bahsettiğinizi anlıyorum. Bu köpek
cinsi, tarihî Kolkheti’de ortaya çıkıp Lazeti ile Şavşet-İmerkhevi bölgelerinde
yaygınlaşmış. Çok az olsa da, bu köpek cinsi Gurya ve Acaristan’ın dağlık yörelerinde
de görülüyor. Gürcistan’da, bu cins köpeğe “Kolkh zerdavacısı” veya “Gürcü
zerdavacısı” diyorlar. Her
iki de söylem de bizim.
Megrelya’da, “kvaratskheliepiş cişiş çkhou” adlı bir inek cinsi var. Megrel cinsi at, Megrel cinsi keçi,
Megrel cinsi koyun, Megrel cinsi tavuk ve diğerler; tabii endemik hayvanlarımız var.
Günümüzde, bu cinsler çok az olup günden güne de kaybolmaktadır.
Ali
İhsan Aksamaz:
Söyleşimizin sonunda AKA TV”ye ilişkin birkaç söz söyleyeyim: AKA TV”ye
tuz ve emek katıp bize de umut veren herkese teşekkür ederim; Göğe ersinler!
Çünkü “AKA TV”, Tanrı’nın
bize verdiği değerli dili, Kolkh dilini yaşatıyor, geliştiriyor.
Günümüzde, “AKA TV” sayesinde
Megrelce ve Lazca artık sahipsiz değil. Öyle görünüyor. Ümit ediyorum ki, “AKA TV”
gelişecek. Megrelce ve Lazca da bu tür çalışmalarla gelişecek, büyüyecek. Siz de isterseniz, biraz da “AKA TV”ye
ilişkin bize birkaç şey söyleyin, olur mu?!
İoseb Şengelia: Lazca, Megrelce
ve Svanca günden güne ölüyor; artık çocuklar, bu dilleri konuşmuyor. Çocukların
bu dilleri konuşmuyor olması; Lazca, Megrelce ve Svanca’nın ölmekte olduğunun çok büyük işareti. Eğer bu durum değişmezse, bu üç dil de kısa zaman
sonra ölecek.
Çkhorotzku kentinden bir genç, Teona Akhalaia, “AKA TV”yi kurdu. “AKA TV”nin
kuruluş amacı Lazca, Megrelce ve Svanca’nın yaygınlaştırılmasıdır. “Beşik Dilimizi”
unutmak büyük bir günâh. “AKA TV,” insanlara bu gerçeği anlatıyor. “AKA TV”,
yeni kurulduğu için büyük maddî sorunları var. Ancak bütün sorunları kısa
sürede aşıp diğer ünlü televizyon kanalları arasında kendisine yakışan yeri
alacağına inanıyorum. Böylece de “AKA TV”; Lazca, Megrelce ve Svanca’nın
korunmasına daha büyük bir güçle yardımcı olabilecek.
Ali
İhsan Aksamaz:
Siz de isterseniz, şimdilik bu söyleşiyi burada sonlandıralım?! Başka sorum
yok. Ancak sizin söylemek istediğiniz başka şeyler veya bir mesajınız varsa,
söyleyin de buradan duyuralım! Sakalınız yere erişsin!
İoseb Şengelia: Ali bey, size
teşekkür etmek istiyorum. Lazca’nın korunmasına yönelik çok önemli katkılar
sunuyorsunuz. Bundan sonraki nesillerin çalışmalarınızın değerini bileceğine
inanıyorum. Lazlar, bizim kardeş
halklarımızdan biri; biz birbirimizin kardeşiyiz. Lazlar ve Megreller biriz; et
ve tırnak gibiyiz. Onun için de her zaman el ele verelim. Birbirimizden her
zaman haberimiz olsun. Biliniz
ki, Megrelya’da kardeşleriniz var ve sizi çok seviyorlar.
+
aksamaz@gmail.com