Türkçe Dışındakİ “Anadİllerİ”
Türkiye’de, Türkçe’nin
dışında onlarca “anadili” konuşulmaktadır.
Bunlardan bazıları neredeyse bu coğrafyayla aynı yaşa sahip. “CHP’nin
tek parti yönetimi”, ta başından beri bu dillerin varlıklarını tanımaya
yanaşmadı. Bu dillerin gelişmeleri ve kurumsallaşarak sonraki kuşaklara yazılı
olarak aktarılmaları engellendi. Bütün bunların da ötesinde, bu dillerin o
günkü halleriyle bile konuşulmaları bazı dönemlerde yasaklandı. Bu ülkenin
yurttaşlarının “anadilleri”ni geliştirerek gelecek kuşaklara aktarılmasını çok
gören hakîm siyasî anlayış, yabancı
dilde eğitim yapan okulların açılmasını bütün gücüyle desteklemiş ve bunda bir sakınca görmemiştir. Türkçe’yi “doğal
olmayan yollar”la herkesin “anadili” haline getirmeye çalışan anlayış,
Türkiye’de konuşulan diğer “anadiller”in gelişimini engelleyerek yok olma
noktasına getirmekle kalmamış, Türkçe’nin de yabancı diller etkisine girmesine
hizmet etmiştir.
“CHP’nin tek parti
yönetimi”, “anadiller”i Türkçe’den başka diller olan çocukları ilkokula
başladıklarında hiç bilmedikleri veya çok az bildikleri dil olan Türkçe’yle
eğitim- öğretime zorlayarak, onların travmalar geçirmelerine ve ne kendi
“anadiller”ini ne de Türkçe’yi iyi konuşabilen kuşaklar olarak yetişmelerine
sebep olmuştur. Baskıyla kendi “anadili”nden uzaklaştırılan ve çok iyi
öğrenilemeyen bir Türkçe ile büyüyen bu çocukların öğrenmeleri,
düşünmeleri; kendilerini, çevrelerini,
ülkelerini ve dünyayı algılayabilmeleri, değerlendirebilmeleri ve toplumsal
üretime lâyıkıyla katılabilmeleri, başarılı ve mutlu bireyler olmaları ve
sonraki kuşaklara rehberlik edebilmeleri ne ölçüde gerçekleşebilirdi! Mayasında bu gibi travmalar olan bir toplumun
bireyleri, kendilerini ifade edemedikleri Türkçe’yi yabancı dillere karşı
kıskançlıkla günümüzde nasıl sahiplenebilirlerdi!
Türkiye’de bugüne
kadar, “anadili” eğitim-öğretimi ve/ veya “anadili”nde eğitim-öğretim
tartışmaları ne yazık ki, sağlıklı olarak tartışılıp çözüm yolları
üretilememiştir. Kuşkusuz en önemli sebep, “CHP’nin tek parti yönetimi”nin
“soğuk savaş yılları”nı da izleyerek günümüze kadar ulaştırdığı yasak ve
uygulamalarıdır. “Soğuk savaş yılları”nın sona ermesiyle birlikte ortaya çıkan
nispî özgürlük ortamında da, “anadili” sorunu sağlıklı olarak tartışılamamış ve çözüm yolları
önerilememiştir. Bunun günümüzdeki bir sebebi, hâlâ etkili olan “CHP’nin tek
parti yönetimi”nin yasak ve uygulamalarıysa, önemli bir diğer sebep de, konuya
bizim olmayan terimlerle yaklaşılması ve “bir ‘anadili’ne aidiyet fetişizmi”dir.
Siyasî iradenin 1965’te
“İslâm Azınlık Dilleri” ve günümüzde ise, “Türk Vatandaşlarının Günlük
Yaşamlarında Geleneksel Olarak Kullandıkları Farklı Dil ve Lehçeler” olarak
adlandırdığı Türkçe dışındaki bu “anadiller” ister yüz kişilik bir köyde
yaşıyor olsun, ister çok daha fazla sayıdaki insan tarafından toplu ve dağınık
olarak çok daha geniş yerleşim birimlerinde yaşatılıyor olsun;
geliştirilebilmeli ve her türlü kitle iletişim araçlarıyla gelecek kuşaklara
aktarılabilmelidir. Konuya kafa yoranlar, her “anadili”ne bu anlayışla yaklaşma sorumluluğunu asla göz
ardı etmemelidir.
(Ali İhsan Aksamaz, Bir Gün Gazetesi, 29 V 2004)
+
TRT’NİN “ANADİLİ” YAYINLARI BAŞLIYOR (MU?)
Geçen hafta içinde TRT
yönetim kurulu toplandı. TRT Genel Müdürünün toplantı sonrasında yaptığı
açıklamalara göre; TRT, Türkçe dışındaki “farklı dil ve lehçeler”de yayın
hazırlıklarına başlamış. Basında yer alan haber, TRT’nin “farklı dil ve
lehçeler”de yayın yapılabilmesi için gerekli altyapı çalışmalarının yürütülmesi
konusunun TRT yönetim kurulu toplantısında oybirliğiyle kararlaştırıldığını
duyuruyordu. TRT, Devlet İstatistik Enstitüsü'yle ortaklaşa çalışarak hangi
“farklı dil ve lehçeler”de yayın yapılacağına da karar verecekmiş. DİE, hangi
“farklı dil ve lehçeler”in hangi yörelerde kaç kişi tarafından konuşulduğunu
TRT’ye bildirecekmiş.
TRT’nin, bilgisine
başvurarak yayınlara başlayacağını söylediği DİE, “1965 Nüfus Sayımı”nda, (ki
konumuz bakımından sonucu açıklanan son nüfus sayımdır) Türkiye’de konuşulan
dilleri şöyle sınıflandırıyor:
A.
A.
Türkçe,
B.
B.
“İslâm Azınlık Diller”i: Abazaca, Acemce, Arapça, Arnavutça, Boşnakça,
Çerkezce, Gürcüce, Kürtçe, Kırmanca, Kırdaşça, Lazca, Pomakça, Zazaca,
C.
C.
“Diğer Azınlık Dilleri”: Ermenice, Yahudice, Rumca.
D.
D.
“Anglo Sakson Dilleri”: Almanca, Flamanca, İngilizce,
E.
E.
“Lâtin Dilleri”: Fransızca, İspanyolca, İtalyanca,
F.
F.
“Slav Dilleri”: Bulgarca, Çekoslavakça, Hırvatça, İsveçce, Lehçe, Romence,
Rusça, Sırpça
G.
G.
“Diğer Diller”: Bilinmeyen.
DİE’nin “İslâm Azınlık
Dilleri” olarak sınıflandırdığı dillerin dışında da anadillerinin bulunduğunu
belirtmeliyim. Türkiye’deki nüfus sayımlarında hiçbir zaman dikkate alınmayan,
daha doğru bir söyleyişle yok sayılan dillerden benim şu anda hatırladıklarım
şöyle: Pontusça, Hemşince, Ubıkhça, Vaynakhça (Çeçen-İnguşça), Asetince
(Osetçe), Avarca, Lezgice, Kumukça, Gazi Kumukça (Lakça), Dargice,
Karaçay(lı)-Balkarya(lı)ca, Uygurca, Tatarca, Kırgızca, Kazakça, Özbekçe,
Nogayca. Ayrıca aynı kaderi paylaşan Süryanice de unutulmamalı.
“Kürtçe” denilince, DİE’nin 1965’teki
“bilimsel” sınıflandırmasına göre, Kürtçe mi, Kirmanca mı, Kırdaşça mı, Zazaca
mı dikkate alınacak?
DİE’nin, “Diğer Azınlık
Dilleri” başlığı altında sınıflandırdığı dillerde de, yani Ermenice, Rumca ve
“Yahudice” radyo ve televizyon yayınları TRT tarafından yapılacak mı? DİE’nin
yine 1965’te “Yahudice” diye kastettiği “Ladino” muydu, İbranice miydi? TRT, yayınını hangi
“Yahudice” ile yapacak?!
DİE’nin, özellikle
Türkiye’nin diğer anadilleri konusunda “bilimsel kıstaslar”a uygun olarak
çalışmadığı ve dolayısıyla da bu konudaki verilerinin sağlıklı olmadığı açık.
TRT, bu DİE’nin verilerine göre hareket ederek yayına başlayacak olursa,
Türkiye’nin çoğu dili yine yok sayılmış olmayacak mı?!
TRT’nin Türkiye’nin
diğer anadillerinde yapacağını söylediği televizyon ve radyo programlarının
sürelerinden önce, bu dillerin hangilerinin olacağı ve bu programları hangi
“yetişmiş personel”in hazırlayıp sunulacağı da ayrı bir sorun. Allah’a şükür ki
bir şansımız var! TRT, Hemşince için Ermenistanlı; Pontusça için Yunanlı;
Vaynakhça (Çeçen-İnguşça), Avarca, Lezgice, Kumukça, Gazi Kumukça (Lakça),
Dargice, Karaçay(lı)-Balkarya(lı)ca, Tatarca, Nogayca ve Çerkezce için Rusya
Federasyonundan; Kırgızca için Kırgızistanlı; Kazakça için Kazakistanlı;
Özbekçe için Özbekistanlı; Uygurca için Çinli; Pomakça için Bulgaristanlı;
Acemce için İranlı; Arapça için Suriyeli; Arnavutça için Arnavutluklu; Boşnakça
için Bosna-Hersekli; Kirmanca, Zazaca vb. için
yine Rusya Federasyonundan ve Gürcüce, Lazca, Osetçe ve Abazaca için
Gürcistan lı dilbilimciler ve radyo ve televizyon programcıları istihdam ederek
bu sorunu kısa dönemde çözebilir. Diğer “sorunlu diller” için de bu kısa dönemde
benzer yollar izlenebilir.
Günümüzde anadili
sorununun bir ayağı radyo ve televizyon yayınları ise diğer ayağı bu dillerin
eğitim- öğretimidir. Seksen yıl önce çözümlenebilecek bu anadili sorunu önce
yok sayılmış, sonra çözümü ertelenmiş, şimdi ise uygulamalardan anlaşıldığına
göre, “Avrupa Topluluğu”na hoş görünmek adına bazı ağızlara birer parmak bal
çalınarak geçiştirilmeye çalışılmaktadır.
Diğer yandan sorunun gerçek anlamda çözümü
yolunda adımlar atılabilmesi için, öncelikle bu anadillerle ilgili çalışmalar
yapan vakıf, dernek ve kişilerin katılacağı bir “Türkiye’nin Anadilleri
Kurultayı” düzenlenmelidir. Ardında da bu dillerle ilgili yerli ve yabancı
dilbilimci, eğitimci ve radyo ve televizyon yapımcısı ve sunucularından oluşan
bir “Anadillerini Planlama Kurumu” ihdâs edilmelidir. Bu çalışmaların her türlü
organizasyon ve finansmanı doğaldır ki, Hükümet tarafından karşılanmalıdır.
Özetle; görüldüğü
kadarıyla TRT, Türkiye’nin anadil envanteri konusunda yetkin olmayan DİE’nin
vereceği “bilgiler”e itibar edecek ve bazı “dil ve lehçeler”de televizyon ve radyo yayınları yapacak. Bazı
diller yine yok sayılacak. Bu büyük bir haksızlıktır. İkinci bir engel, bu
radyo ve televizyon programlarını hazırlayacak ve sunacak personelle ilgilidir. Bu sorun bir haftaya
kalmadan, yukarıda belirttiğim ülkelerin bu alanda yetişmiş personeliyle
çözülebilir. Bir üçüncü konu, bu radyo ve televizyon yayınlarının süresidir.
Süre konusunda esnek olunmalıdır. Bir diğer konu yayınlanacak programların
içeriğiyle ilgilidir (bkz.: 25 Ocak 2004 tarih ve 25357 sayılı yönetmelik).
Anadilde radyo ve
televizyon yayınları ve anadilde eğitim-öğretim ve/veya anadili
eğitim-öğretimine ilişkin bütün bu ve şu anda akla gelmeyen benzeri sorunlara
ancak “Anadillerini Planlama Kurumu” gibi demokratik yapılı bir kuruluş
çözümler üretebilir. Ayrıca Sovyetler Birliği ve “Avrupa Topluluğu”nun bu
konudaki birikim ve uygulamaları engin bir kaynaktır. Bunlardan da
faydalanılmalıdır. Bu çalışmalara katılacak kişilerin, her anadiline aynı
mesafede duracak ve milliyeti değil, emek ve yurttaşlık bağlarımızı ön plana
çıkaracak tiynetteki kişilerden oluşması bir diğer önemli noktadır.
(Ali İhsan Aksamaz, Bir Gün Gazetesi, 8 VI 2004)
+
TRT, Kararını Gözden Geçirmelidir!
TRT, diğer anadillerde radyo ve televizyon
yayınlarına başlamadan önce, Türkiye’nin Türkçe dışındaki anadillerini; Lozan
Antlaşması’nda tanınıp tanınmadıklarına, konuşanlarının sayısına,
konuşuldukları yörelere, yerli veya göçmen olma durumlarına, DİE tarafından
tanınıp tanınmadıklarına veya Türkiye dışında “resmî bir dil” olup
olmadıklarına göre sınıflandırabilirdik. TRT’nin beş anadilde yayına
başlamasından sonra, Türkiye’nin diğer anadillerini bir de “DİE’nin ve TRT’nin
tanıdığı anadiller” ve “DİE’nin tanıdığı ama TRT’nin tanımadığı anadiller”
başlıkları altında sınıflandırma imkânına da kavuşmuş olduk!
Beş anadildeki radyo ve
televizyon yayınları 7 Haziran 2004 Pazartesi günü Boşnakça ile başladı.
Yapılan resmî açıklamaya göre, Boşnakça, Arapça, Kırmançi, Çerkesce ve Zazaca
TRT’nin sırasıyla yayın yapacağı dillermiş. TRT’nin bu dillerdeki yayınları;
içerik, süre, yayınlandıkları saatler vb. açılardan eleştirilebilir. Ancak
öncelikle üzerinde durulması gereken konu, yayın yapılacak dillerin sayısının neden
beş ile sınırlandırıldığıdır.
TRT, “Kürtçe”nin lehçeleri olarak kabul edilen
Kırmançi ve Zazaca dışındaki üç anadilini, yani Boşnakça, Arapça ve Çerkesçe’yi
hangi kıstasları göz önünde bulundurarak yayın yapmak için seçti? TRT’nin,
DİE’nin verilerini dikkate alarak bu dilleri belirlediği düşünülebilir.
Yurttaşlara anadillerine ilişkin soruların en son 1985 nüfus sayımlarında
sorulduğunu biliyoruz. DİE’nin anadil sonuçlarını açıkladığı en son sayım ise
1965’tekidir. TRT’nin Kırmançi ve Zazaca’nın yanı sıra yayına başladığı
Boşnakça, Arapça ve Çerkesçe ve yayın yapmadığı diğer bazı anadillerini acaba
günümüzde kaç kişi konuşuyor? En son 2000 yılında yapılan nüfus sayımlarında da
anadile ilişkin soru sorulmadığına göre, bu soruya ancak 1965 verileri üzerinden
bir cevap aramaya çalışılabilir.
1965 verileriyle
anadili ve ikinci dili olarak Boşnakça’yı 57.209 kişi; Çerkesçe’yi 106.960 kişi
ve Arapça’yı 533.264 kişi konuşuyordu. Yine aynı yıl verileriyle Lazca’yı
81.165 kişi; Gürcüce’yi 79.234 kişi; Pomakça’yı 57.372 kişi; Arnavutça’yı
53.520 kişi ve Abazaca’yı ise 12.399 kişi anadili veya ikinci dili olarak
konuşuyordu.
Yukarıdaki bu rakamlar,
TRT’nin bir anadilini, konuşanının sayısına göre değerlendirmediğini
gösteriyor. “Kürtçe”nin lehçeleri dışında yayın yapılan Boşnakça, Arapça ve
Çerkesçe içinde bir tek Çerkesçe konusunda Çerkeslerin hassasiyet
gösterdiklerini ve uzun bir geçmişi olan bir çaba içinde bulunduklarını
biliyoruz. TRT’nin Boşnakça ve Arapça yayınlarından sonra, kimi “Boşnak” ve
“Arap” “kanaat önderleri”nin çıkıp ta, “Yahu biz bölücü müyüz ki bizim
anadilimizde devlet yayın yapıyor?” veya “Gençler zaten bu dili bilmez,
yaşlıların ise kulakları duymaz, duysa da bir ayakları çukurda, ne lüzumu
vardı!” mealinden traji-komik lâflar ettiklerinin yazılı ve sözlü basına
yansıması, DİE’ni bile ciddiye almayan TRT yönetiminin ne kadar isabetsiz bir
karar verdiğini gösteriyor. Eğer TRT, “Anadolu’ya göçmen diller”i, yani
Boşnakça ve Çerkesçe’yi dikkate alıyorsa, diğer göçmen dilleri olan Abazaca,
Arnavutça ve Pomakça’yı da dikkate
almalıdır. Eğer TRT,”Anadolu’da yerli diller”i, yani Kırmançi, Zazaca ve
Arapça’yı dikkate alıyorsa diğer yerli diller olan ve Anadolu coğrafyasında
tarih kadar eski bir geçmişe sahip Lazca ve Gürcüce’yi de dikkate almak
zorundadır. Lazlar ve Gürcülerin de esas olarak anadillerinin yaşatılması
konusunda uzun yıllara dayanan ciddî çabalarının bulunduğu biliniyor.
Kuşkusuz her dil kendi
doğallığında yaşama hakkına sahiptir, bu konuda ayrımcı davranmamalıyız. Yine
her dil kurumsallaşarak gelecek kuşaklara aktarılma hakkına da sahiptir. Ancak
anadillerinin yaşatılması konusunda, aydınlarının zahmet edip de Allah için tek
satır yazı bile yazmadıkları anadillerde, TRT’nin yayın yapması oldukça tuhaf!
TRT, bu adımında hangi sâik ile hareket
etmiştir? TRT, yurttaşlık bağlarını erozyona uğratabilecek bu son
anti-demokratik uygulamasından geri dönmeli; diğer anadilleri de dikkate
almalıdır.
(Ali İhsan
Aksamaz, Radikal Gazetesi- RADİKAL İKİ,
13 VI 2004)
+
ANADİLİ
YÖNETMELİKLERİ VE GERÇEK
Avrupa Birliği’ne uyum sürecinde DSP-MHP-ANAP
Hükümetinin hazırladığı “Çeşitli Kanunlarda Değişiklik
Yapılmasına İlişkin Kanun”un (Kanun No: 4771; Kabul
tarihi: 03.08.2002- Resmi Gazete: 09.08.2002/ 24841) yürürlüğe girmesinin
ardından, “Türk Vatandaşlarının Günlük Yaşamlarında Geleneksel Olarak
Kullandıkları Farklı Dil ve Lehçelerin Öğrenilmesi Hakkındaki Yönetmelik” (
Resmi Gazete: 20.09.2002/ 24882) ve “Türk Vatandaşlarının Günlük
Yaşamlarında Geleneksel Olarak Kullandıkları Farklı Dil ve Lehçelerde
Yapılacak Radyo ve Televizyon Yayınlar Hakkındaki Yönetmelik” (25.01.2004/
25357) de yürürlüğe girdi. Oldukça uzun başlıkları olan bu yönetmeliklerden
ilki için ben, bu makalemde, “Kurs Yönetmeliği”, diğeri için de “Radyo-TV
Yönetmeliği” ifadelerini kullanacağım.
Öncelikle her iki yönetmeliğin başlığında geçen
ifadelere dikkat çekmek istiyorum. “… Günlük Yaşamlarında…” ne
anlama geliyor? Dil, günlük yaşam dışında başka nerelerde kullanılabilir ki, bu
ifadeye ihtiyaç duyulmuş? “… Geleneksel Olarak Kullandıkları…” ifadesi
de oldukça ilginç. Bu ifadeyi yazanlara sormak lâzım: Ne kadar Geleneksel?
Örneğin, Anadolu’nun yerli dilleri Arapça, Gürcüce, Hemşince , Kırmanci, Lazca,
Pontusça, Rumca, Süryanice, Zazaca vb. anadiller kadar mı
geleneksel?! Yoksa Anadolu’ya göçmen Abazaca, Adığece, Arnavutça, Boşnakça,
Çeçence, İnguşça, Kabardeyce, Karaçay(lı)-Balkar(lı)ca, Kumukça, Ladino, Lakça,
Pomakça vb. anadiller kadar mı geleneksel?!
“… Farklı Dil ve Lehçeler…” ifadesi ise, bu
yönetmelikleri yazanların oldukça paradoksal bir yaklaşım içinde olduklarını
gösteriyor. “Dil” ve “lehçe” kavramlarının
oldukça göreceli kavramlar olduğunu belirtmeliyim. Konumuzla bağlantılı olarak
sorarsak, bir anadilinin dil mi, lehçe mi olduğuna kim, nasıl karar veriyor?
Örneğin, Kırmanci ve Zazaca dil mi, lehçe mi? Hangisi hangisinin lehçesi?
Çeçence ve İnguşça ile ilgili aynı soru sorulabilir? Ladino, İspanyolca’nın mı,
Türkçe’nin mi, İbranice’nin mi lehçesi? Ya Adığece, Kabardeyce ilişkisine ne
diyeceğiz? Abazaca ile Abhazca ilişkisi nasıl açıklanacak? Dil ve lehçe
ilişkisine göre, Gürcüce ile Lazca, Hemşince ile Ermenice, Pontusça ile Rumca
arasındaki ilişki nasıl tanımlanacak?
Kuşkusuz bu tür düzenlemelerde kanun ve yönetmeliklere
bir başlık verilmeli. Anadillerle ilgili bu yönetmeliklerde, “Türkiye’nin
Diğer Anadilleri” başlığı en uygun başlık olarak kabul edilebilirdi.
Gerek “Kurs Yönetmeliği” ve gerekse de “Radyo-TV
Yönetmeliği”nde en başta da, yine “Farklı Dil ve Lehçeler” ifadesi
yerine, bu anadiller tek tek sayılmalıydı. Eğer şeklî ifadelerin dışında bir
takım sınıflandırmalara ihtiyaç duyuluyorsaydı, bu anadiller “yerli-göçmen”, “toplu
olarak- dağınık olarak konuşulanlar”, “Nüfus sayımlarında yer alan-
hiç yer almamış” gibi veya konuşanlarını (“tahminî” )
sayısına göre vb. sınıflandırılabilirdi.
Genel olarak Kurs yönetmeliklerinin işi zora koşucu,
kısıtlayıcı, şekilci, bürokrasiye önem verir özellikte olduğunu biliyoruz.
“Amaç” bölümündeki 1. madde, yönetmeliğin amacını şöyle açıklıyor: “Bu
Yönetmeliğin amacı, Türk vatandaşlarının günlük yaşamlarında geleneksel olarak
kullandıkları farklı dil ve lehçelerin öğrenilmesine ilişkin 8/6/1965 tarihli
ve 625 sayılı Özel Öğretim Kurumları Kanununa göre açılabilecek özel kursların
açılış, işleyiş ve denetim esaslarını düzenlemektir.”
Başta, bu “dil ve lehçeler”in adları
yazılmalıydı. Yine bu “dil ve lehçeler”, madem konuşuluyor, neden
ve kimlere öğretileceği de açıkça belirtilmeliydi!
Bu yönetmeliğin “en ilgi çekici” maddesi, “Görevlendirme” ilgili
olan 7. madde. Şöyle diyor: “Açılmasına izin verilen kursta; müdür,
müdür yardımcısı, öğretmen ve usta öğretici ile diğer personel görevlendirilir.
Çalışma izni
verilecek personelin, 625 sayılı Özel Öğretim Kurumları Kanunu
ile Milli Eğitim Bakanlığına Bağlı Özel Öğretim Kurumları
Yönetmeliğinde belirtilen nitelik ve koşulları taşıması, Türkiye Cumhuriyeti
vatandaşı olması, Talim ve Terbiye Kurulunca belirlenen nitelik ve koşullara
sahip olması gerekir.
Görevlendirilecek
personele 625 sayılı Özel Öğretim Kurumları Kanununun 23 ncü maddesi ve Milli
Eğitim Bakanlığına Bağlı Özel Öğretim Kurumları Yönetmeliğinin ilgili madde
hükümlerine göre çalışma izni verilir…”
Bu
madde, bu kadar açıklamada bulunmasına rağmen, anadillerini bilmeyen insanlara ders
verecek öğretmenlere ilişkin somut bir bilgi vermiyor. Yakın zamana kadar yok
sayılan dillerde ders verecek öğretmenlerin nereden sağlanacağı açıkça
belirtilmeliydi.
“Kurs
Yönetmeliği”, derslerde kullanılacak alfabe ve ders materyallerine ilişkin
de bilgi vermiyor. Örneğin derslerde “Kuzey Kafkasya Dilleri”nin
yazımında (Kuzey Kafkasya’da olduğu gibi) “Kiril Alfabesi”ni, “Güney
Kafkasya Dilleri”nin yazımında (Gürcistan ’da olduğu gibi) “Kartuli
Anbani”yi ve Zazaca ve Kırmanci dillerinin yazımında, (Orta Doğu’da olduğu
gibi) “Arap Alfabesi”ni kullanmayı da isterlerse, ne olacak? Ya
da “o bölgelerde” hazırlanmış kitapları aynen veya küçük
değişikliklerle kullanmak isterlerse, yetkililerin tavrı ne olacak? Bütün
bunlar, bu yönetmelikte yer alabilirdi. Bu yönetmeliğin, yurttaşların
gerçekliklerinden hareketle değil, bürokrat zihniyetle ve üstelik de baştan
savma hazırlandığının bir göstergesidir.
“Kurs
yönetmeliğinin” başlığı gibi bu yönetmeliğin başlığı da aynı
eleştirilerimizin muhatabı. Ancak bu yönetmeliğin içeriği daha da ”ilginç”. Bu
yönetmeliğin 5. maddesinde yer alan, “Bu dil ve lehçelerde sadece
yetişkinler için haber, müzik ve geleneksel kültürün tanıtılmasına yönelik
yayınlar yapılabilir.” ve “Bu dil ve lehçelerin öğretilmesine
yönelik yayın yapılamaz.” ifadesi, yıllarca yasaklanan
anadillere sözde özgürlük vermek için hazırlanan bu yönetmeliğin nasıl yasakçı
bir zihniyet taşıdığını gösteriyor. Çocukları, ruhen ve bedenen gelişmeleri
konusunda korumayan, gerekli tedbirleri almayan bir anlayış, bu çocukları
anadillerine karşı, vebadan uzak tutmaya çalışır gibi davranmakta, kafalarda
bugün bile karantinalar oluşturmaya çalışmaktadır. Anadilde radyo-TV
yayınlarını yalnızca “yetişkinlere” yönelik bir çizgide tutmaya çalışmak nasıl
bir ruh halinin tezahürüdür?! Çocuk yetişkin olmayacak mı? Yetişkin bir
zamanlar çocuk değil miydi? Günümüzün yetişkini, çocukluğunda anadilinin
konuşulmasının bile çeşitli şekillerde yasaklandığını bilmiyor mu? Günümüzün
çocuğu, ileride yetişkin olunca bu “komik uygulamaları” sorgulamayacak mı?
Yine aynı maddede yer alan,” Kamu ve
özel ulusal yayın lisansı sahibi radyo ve televizyon kuruluşları, bu dil ve
lehçelerdeki yeniden iletim konusu yayınları da dahil olmak üzere; radyo
kuruluşları günde 60 dakikayı aşmamak üzere haftada toplam beş saat, televizyon
kuruluşları ise günde 45 dakikayı aşmamak üzere haftada toplam dört saat yayın
yapabilirler.” hükmü ise süre açısından da bir kısıtlayıcılık
göstergesidir.
Aynı maddedeki, “Bu dil ve lehçelerin öğretilmesine
yönelik yayın yapılamaz.” şeklindeki vurgu üzerinde uzunca düşünmeyi
gerektiriyor. TRT’nin eğitim-öğretime ayırdığı televizyon kanallarından
biri,”TV 4”, İngilizce, Fransızca, Almanca öğreten yayınlar yapıyor. Ama
bu ülkenin yurttaşlarının kendi anadillerini öğrenmelerine ve geliştirmelerine
yönelik yayınların yapılması daha baştan engellenmeye çalışılıyor. Doğaldır ki,
TRT’nin TV ve radyo kanallarında, bu saydığımız Batı Dilleri de İspanyolca,
Rusça, Çince de ve diğer Batı dilleri de öğretilebilmelidir. TRT’nin TV ve
radyo kanallarında Türkiye’nin diğer anadilleri de öğretilebilmelidir. Bu
ülkenin yurttaşlarının anadilleri TRT’nin TV ve radyo kanallarında öncelikle
öğretilmelidir!
5.
madde “altyazı ve tercüme konusunda ise şöyle diyor: “Bu dil ve
lehçelerde yeniden iletim konusu yayınlar dahil, televizyon yayını yapan
kuruluşlar bu yayınlarını içerik ve süre açısından bire bir olmak kaydıyla,
Türkçe alt yazıyla vermekle veya hemen akabinde Türkçe tercümesini
yayınlamakla, radyo yayını yapan kuruluşlar ise programın yayınlanmasını
takiben Türkçe tercümesini yayınlamakla yükümlüdür.”
Bu kadar kısıtlayıcı hükümler getiren bir
yönetmeliğin, “Türkçe tercümesi…” ile neyi kastettiğini
açıkça belirtmesi gerekirdi! Örneğin; tercümeler 1930’ların Türkçesi’yle
yapılırsa ne olacak?!
Yarın bir gün, bir uluslararası firma, bu
anadillerinden birinde veya hepsinde reklam hazırlayıp bu anadillerdeki
programlar kuşağında yayınlatmak isterse ne olacak? Yönetmelik bu konuya
değinmeyi unutmuş!
8. maddede yer alan ifade ise yurttaşlara güvenmemenin
açık bir tezâhürü: “… Yayın kuruluşları farklı dil ve lehçelerde
yaptıkları yayın süresince stüdyo düzeni, mevcut logo, ses efekti ve tanıtıcı
ses işaretleri dışında simgeler yer vermemekle yükümlüdürler. Gerektiği
takdirde, sadece Türkiye Cumhuriyeti’nin simgesi niteliğindeki görüntü ve
işaretler kullanılabilir.”
Geçici 1. madde ise “teknik bir konu”ya
değiniyor: “Türk vatandaşlarının günlük yaşamlarında geleneksel olarak
kullandıkları farklı dil ve lehçelerin izleyici-dinleyici profili
belirleninceye kadar bu dil ve lehçelerdeki yayın sadece kamu ve özel ulusal
yayın kuruluşları tarafından yapılır.
Üst Kurul ülke çapındaki talepler yanında, gerekli
araştırmalar yaptırarak izleyici-dinleyici profili çıkarır.”
Burada geçen “ulusal yayın” tanımı, “tanımlar” bölümünde
şöyle açıklanıyor: “Bütün ülkeye yapılan, radyo, televizyon ve veri
yayını…” Aynı bölüm, “Bölgesel Yayın” kavramını da
tanımlıyor:” Birbirine komşu en az üç il ve en çok bir coğrafi bölge
alanının asgari yüzde yetmişine yapılan radyo, televizyon yayını…” “Yerel
Yayın” ise şöyle tanımlanıyor: ” Mülki taksimat itibarıyla en
az bir ilçe ( merkez ilçe dahil) veya bir ilin alanının en az yüzde yetmişine
yapılan radyo, televizyon ve veri yayını.”
“İzleyici-dinleyici profili” hangi kıstaslara göre
çıkartılacak? Türkiye’nin bütün anadillerinin şu ya da bu
oranda ülkenin hemen her yerinde konuşulduğunu biliyoruz.
“İzleyici-dinleyici profili” çalışmalarından, anadiller aleyhine çıkacak her
türlü sonucun birçok bakımdan şaibeli olacağına kuşku yok. Bu yönetmelik
çerçevesinde TRT, beş anadilde 7 Haziran 2004 Pazartesi günü radyo ve TV
yayınlarına başladı Bu anadiller TRT’nin yayın sırasına göre şöyleydi:
Boşnakça, Arapça, Kırmançi, Çerkesce ve Zazaca . TRT’nin bu anadillerdeki
yayınları; içerik, süre, yayınlandıkları saatler vb. açılardan eleştirilere
uğradı. Ancak öncelikle üzerinde durulması gereken konu, yayın yapılan
anadillerinin sayısının neden beş ile sınırlandırıldığıdır. TRT’nin neden
Abazaca, Arnavutça, Gürcüce, Pomakça, Lazca gibi anadillerinde de radyo ve TV
yayını yapmadığı çok yazıldı, çizildi. Yurttaşlar bu konuda dilekçe haklarını
da kullandılar, ama TRT hep sessiz kalmayı tercih etti.
Öncelikle önemli olan TRT’nin, yani devletin, radyo ve
televizyonda Türkiye’nin yaşayan diğer anadillerinde yayın yapmasıdır. Bugüne
kadar “Siyasî Otorite” tarafından yok sayılan; değil kurumsallaşmaları, bazı
dönemlerde konuşulmaları bile engellenen bu anadilleriyle otoritenin barışması
ve hataların tamiri yönünde adımlar atılması önemli bir başlangıç olacaktır.
TRT, yayın yaptığı anadillerin sayısını olması gerektiği sayıya çıkartmalıdır.
Bunu yaparken, programların içeriği, süresi, yayınlanma süresi, sunuluş
şekilleri, yayın saatleri vb. konularda bu anadillerden yana olumlu
düzenlemelere gitmelidir.
Türkiye’nin diğer anadilleri denilince, akla birçok
soru geliyor. Bunlardan biri, Türkiye’nin kaç tane diğer anadiline sahip
olduğudur. Bu soruya sağlıklı bir cevap verebilmenin bile oldukça zor olduğu
aşikârdır. Çünkü, resmî anlayış, “Türkiye’nin diğer anadilleri” gibi bir sosyal
gerçekliği, yönetmeliklerin ruhundan da anlaşıldığı gibi tanımamaktadır. Bunun
yanı sıra, “Muhalif Kesimler”in de bu konuya ilişkin değil somut çözüm
projeleri, kökü çok eskilere dayanan böyle bir pedagojik özlü bir demokrasi
sorununun bulunduğuna dair bir tespitleri bile yoktur; yeri geldiğinde sloganik
ve ajitatif birkaç cümle ve “Ustalar’dan alıntılar”la o andaki
durumlarını kurtarma çabasındadırlar.
Türkiye’nin diğer anadilleri konusunda öncelikle
yapılması gereken, böyle pedagojik özlü bir demokrasi sorunun bulunduğunun
“Siyasî İrade” tarafından tespit edilmesi, ardından da bu sorunun çözümü için
projeler üretecek yerli ve yabancı uzmanlardan komisyonların oluşturulmasıdır.
Ancak böylelikle bu anadillere yıllardır yapılan haksızlıkların önlenmesi
yolunda kalıcı adımlar atılabilir ve bu anadillerin kurumsallaşarak gelecek
kuşaklara aktarılmaları sağlanabilir.
Günümüzdeki somut uygulamalarla ilgili olarak da,
Türkiye Cumhuriyeti’nin imzacısı olduğu ve dolayısıyla da uygulayacağını
taahhüt ettiği, anadilleri konusuyla direkt bağlantılı uluslararası
antlaşmalar, sözleşmeler vb. açısından gerek “Kurs Yönetmeliği” gerekse
“Radyo-TV Yönetmeliği”nin “Hukuk”a uygunluğunun irdelenmesi, kuşkusuz Baro ve
“Hukukçular”ın bilgi alanına giriyor. Böylelikle, bu yönetmelikler
çerçevesinde, “Anadil Kursları”na yönelik Millî Eğitim Bakanlığı’nın
uygulamaları ve “Türkiye’nin diğer anadillerindeki radyo-TV yayınlarına”
yönelik TRT Genel Müdürlüğü’nin uygulamaları “Hukuk” açısından
değerlendirilebilecek ve varsa hukuk dışı uygulamalardan sorumlu kişi ve
kurumlar hakkında tez elden yasal işlemlerin başlatılması için zaman
kaybedilmemiş olacaktır.
Konuya taraf olan vakıf, dernek ve kişilerin de içinde
yer alacağı özerk yapıdaki bir“Anadillerini Planlama Kurumu” bir
nüve olarak çalışmaları başlatabilir. Anadilleri ile ilgili bütün çalışmaları
tek elden yürütecek böyle bir kurum öncelikle oluşturulmalıdır. Bu kurum,
anadillere ilişkin olarak demokratik özlü ve telâfi edici genel bir yönetmelik
hazırlamalıdır. Bu bağlamda “anadil sorunu”, anlaşılır ve bizim olan terimlerle
tartışılmalı ve bu alanda bir literatür oluşturulmalıdır.
Daha sonra öncelikle, “Türkiye’nin diğer anadilleri
envanteri” çıkarılmalıdır. Bu yapılırken, yalnızca Türkçe ile hiçbir akrabalığı
olmayan ve sıklıkla bu makalemde adını andığım anadilleri değil, Azerice,
Kazakça, Kırgızca, Özbekçe, Tatarca, Uygurca gibi “kimileri” tarafından
Türkçe’nin lehçeleri sayılan diller de dikkate alınmalıdır. Biliyoruz ki, nüfus
sayım sonuçlarında adı geçen anadillerin en az iki katı kadar daha anadili
Türkiye’de konuşulmaktadır; bunlar, ad olarak ve kullanıldıkları yöreler olarak
tespit edilmelidir. Oluşturulacak ilgili komisyonlar bu anadilleri için “Latin
Alfabesi”ne dayanan alfabeleri oluşturmalıdır. Ardından da, ilk aşamada en az
on bin kelimelik temel Türkçe kelime dağarcığı tespit edilmeli ve buna göre bu
anadillerin sözlükleri oluşturulmalıdır. Bu sözlükler (varsa diğer
alfabeleriyle ve) Latin alfabesine dayalı alfabeleriyle yayınlanmalıdır.
Yapılacak yazılı, sözlü ve görsel yayınlar mümkün olduğunca bu sözcük
dağarcığına dayanmalıdır. İlk etapta ilköğretim birinci sınıf öğrencilerinin
düzeylerine uygun masal kitapları ve çizgi filmler radyo ve TV yayınlarında da
kullanılabilecek şekilde hazırlanmalıdır.
Bütün bunlarla eşzamanlı olarak, bu anadillerle ilgili
çalışmaları yürütecek, yani; masal kitapları, ilköğretim öğrencilerinin
düzeylerine göre “sosyal bilgiler” ve “fen bilgisi“ vb. kitapları, çizgi
filmler, tiyatro eserleri, radyo- TV programlarını hazırlayıp sunacak, gazete
ve dergileri yayınlayacak personelin yetiştirilmesi sağlanmalıdır. Bu
personelin yetişmesinde, bu anadillerle ilgili ve/ veya çalışmalar yapan
ülkelerin akademik personelinden de faydalanabilir.
Ancak, bütün bu personelin yetişmesi ve
alanlarında çalışmalar yapması ve oluşacak demokratik tartışma ortamından
sonra, “anadil eğitim- öğretimi mi?”, “anadilde eğitim- öğretim mi?”
tartışmalarının da, anadil kurslarının da, radyo-TV yayınlarının da bir anlamı
olabilir. Gerek bu konularda personel yetiştirilmesi gerekse de yazılı, görsel,
işitsel vb. her türlü materyalin hazırlanmasındaki bütün harcamalar, kuşkusuz
ilgili devlet kuruluşları tarafından karşılanmalıdır. Bu şekilde hareket
edildiğinde ve konuşanlarının sayılarına bakılmaksızın, Türkiye’nin konuşulan
bütün diğer anadillerine aynı mesafede durularak yürütülecek çalışmalar,
demokratikleşme yolunda önemli kazanımlar sağlayabilir, yurttaşlık bağlarının
pekiştirilmesine katkıda bulunabilir ve “etnik” aidiyetleri temel alan
örgütlenmelerin önüne geçebilir.
(Ali
İhsan Aksamaz, Ülkede Özgür Gündem Gazetesi, 6 IX 2004)
+
Asparagas Bir Haber
14 Haziran 2004 tarihli
Ortadoğu Gazetesi’nde, “Lazlar’ın Lazca
yayın isyanı” başlıklı bir “haber”
yayınlandı. En temel Türkçe imlâ kurallarından bile bîhaber bir şahısın yazdığı
“haber”, öncelikle Türkçe’siyle insanı çileden çıkarıyor. Örneğin, satır sonuna
gelen “tepkiler” kelimesi, “tepkil-er” şeklinde bölünüyor. Bazen “ana dil”, bazen “anadil” deniyor. Bu şahıs, “yaşayan”
da diyemiyor, bunun yerine “yaşaylan”
demeyi tercih ediyor! Önce, ”…
istemiediklerini …” diye yazıyor. Hatasını görüyor ve düzeltmeye çalışıyor.
Bu sefer de “… istemidiklerini…“ diye
yazıyor. Yani bir türlü “…istemediklerini…” diyemiyor. “Anadilini kaybeden…” yerine
de “Ana diline kaybeden…” diyor.
İlkokul birinci sınıfın
ilk döneminde öğretilen imlâ kurallarını dahî
bilmeyen bir şahıs, nasıl muhabir veya gazeteci olabilir?!
Bir
bakıyorsunuz, Laz ve Lazca gibi terimler bir tırnak içinde, bir olduğu gibi
yazılıyor. “Haber”i yazan şahıs, “Laz
kökenli vatandaşlar” mı desin,“Laz
vatandaşlar” mı desin, “Lazlar”
mı desin pek karar veremiyor! “Doğu
Karadeniz’de yaşayan…” ifadesinin “Doğu Karadeniz Bölgesi’nde yaşayan…” ifadesiyle farklı anlama geldiğinin de
farkında değil!
Ortadoğu Gazetesi’nin bu “haber”ini
işin ehilleri incelerse, daha nice Türkçe imlâ hatası bulacaklarına kuşku yok.
Bu gazetenin, Türkçe ve Tarih bilgisinin yanı sıra aritmetik ve coğrafya
bilgisinin de pek zayıf olduğu görülüyor. 8. ve 9. sayfaların yerlerini
karıştırıyor; “Rize”nin “Hemşin ilçesi”nin nerede olduğunu da bilmiyor!
Ortadoğu Gazetesi,
Türkçesi oldukça kıt bir şahıs tarafından masa başında ve pek acemice
uydurulduğu belli olan bu asparagas haberi, Lazların kanaatlerini dile
getiriyormuş gibi servis ediyor. Ancak, “şekil şartları”na uymayı unutuyor!
“Haber”i yazan muhabir belli değil! Üstelik, bu belli olmayan “muhabir”in,
konuştuğu kişi veya kişiler de nedense yine belli değil! Hem belli olsalar ne
fark eder ki?!
Bir an için, bu
“haber”e inanalım ve gerçekten de, (bazı “Kürt” ve “Çerkesler”in istemediği
gibi) bazı Lazların da kendi anadillerinde TRT’nin yapacağı yayını istemediğini
kabul edelim. Böyle bir durumdan, bütün Lazların aynı kanaatte olduğu sonucu
nasıl çıkartılabilir ki?! Bir referandum
mu yapılmıştır? Türkiye’de yaşayan Lazların tamamı bir referandumda, TRT’nin
Lazca yayın yapmasına “hayır” mı demiştir? Yapılmayan referandumların
sonuçlarını, işine geldiği şekilde ilân etme yetkisini Ortadoğu Gazetesi
nereden alıyor? Demokratik bir hakkın kullanımını önlemek için “haber” yapmak
yakışıyor mu? Bu tavır gazeteciliğe de,
meslek ciddiyetine de, hukuka da aykırı değil mi?
Gazete, bir yandan TRT’nin yetkililerine, “Bakın, Lazlar, anadillerinde TRT’nin yayın yapmasına karşı” demeye
çalışırken, diğer yandan da, (“Soğuk Savaş yılları”nın alışkanlığıyla olacak)
Lazlara aklınca aba altından sopa göstermek istiyor.
Lazca
sadece “haber”de belirtilen yörelerde
konuşulmuyor. Lazca, "Doksanüç Harbi"nden (1877-1878) sonra Osmanlı
yönetimi dışında kalan topraklardan göç ederek Akçakoca, Karamürsel, Sapanca,
Düzce, Yalova vb. muhacir yerleşim merkezlerinden oluşan “diaspora”da yaşayan
Lazlar tarafından da konuşulmaktadır.
Gazete,
DSP-MHP- ANAP Hükümetinin yaptığı kısmî demokratik düzenlemelerin ardından, AKP
Hükümetinin kısıtlı da olsa TRT’de anadil yayınlarını başlatmasını
hazmedemiyor. Lazların, TRT’de Lazca, “Kürtçe” ve Çerkesçe yayınlara karşı
oldukları yalanını da yazarak, farklı anadilleri olan insanlar arasına aklınca
nifak tohumları ekmeye ve birbirlerine karşı
kışkırtmaya çalışıyor.
Ortadoğu Gazetesi,
Mustafa Kemal’in, 1 Mayıs 1920’de
Meclis’te yaptığı konuşmayı hatırlasın : “
... Burada maksut olan ve meclis-i alinizi teşkil eden zevat yalnız Türk
değildir. Yalnız Çerkes değildir. Yalnız Kürt değildir. Yalnız Laz değildir. Fakat hepsinden mürekkep anasır-ı
İslâmiyedir, samimi bir mecmumadır. Binaenaleyh
bu heyet-i aliyenin temsil ettiği,
hukukunu, hayatını, şeref ve şanını kurtarmak için azmettiği
emeller, yalnızca bir unsur-u İslâma
münhasır değildir. Anasır-ı İslâmiyeden
mürekkep bir kitleye aittir. ”
Nazım Hikmet’e de kulak
versin; “Arheveli İsmail“in şahsında, Lazların Kurtuluş Savaşı’na katkılarını
şöyle anlatıyor:
“ ...
Ve çok uzak
çok
uzaklardaki İstanbul limanında
gecenin bu geç vakitlerinde
kaçak silâh
ve asker ceketi yükleyen Laz t
a k a l a r ı
hürriyet ve ümit
su ve rüzgârdılar.
... “
Türk
Dil Kurumu, Basın Konseyi, Gazeteciler Cemiyetleri ve Hukuk Kurumları, bu
“haber” karşısında sessiz kalmamalı; Türkçe’yi imlâ hatasız yazamayan,
demokratik bir hakkın kullanımını önlemek için aklınca asparagas haber yapan,
oldukça gecikmiş ve kısıtlı da olsa yurttaşlarına anadillerine ilişkin
“kültürel haklar” sağlayan Anayasa ve yasaların ilgili maddelerini açıkça ihlâl
eden Ortadoğu Gazetesi’nin dikkatini çekmelidir.
(Ali İhsan
Aksamaz, Birgün Gazetesi, 22 VI
2004)
+
ANADİLİ
YÖNETMELİKLERİ VE GERÇEK
Avrupa Birliği’ne uyum
sürecinde DSP-MHP-ANAP Hükümetinin hazırladığı “Çeşitli Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına İlişkin Kanun”un (Kanun No: 4771; Kabul tarihi: 03.08.2002-
Resmi Gazete: 09.08.2002/ 24841) yürürlüğe girmesinin ardından, “Türk Vatandaşlarının Günlük Yaşamlarında
Geleneksel Olarak Kullandıkları Farklı Dil ve Lehçelerin Öğrenilmesi Hakkındaki
Yönetmelik” ( Resmi Gazete: 20.09.2002/ 24882) ve “Türk Vatandaşlarının Günlük Yaşamlarında Geleneksel Olarak Kullandıkları Farklı Dil ve
Lehçelerde Yapılacak Radyo ve Televizyon Yayınlar Hakkındaki Yönetmelik”
(25.01.2004/ 25357) de yürürlüğe girdi. Oldukça uzun başlıkları olan bu
yönetmeliklerden ilki için ben, bu makalemde, “Kurs Yönetmeliği”, diğeri için
de “Radyo-TV Yönetmeliği” ifadelerini kullanacağım.
Öncelikle her iki
yönetmeliğin başlığında geçen ifadelere dikkat çekmek istiyorum. “… Günlük Yaşamlarında…” ne anlama
geliyor? Dil, günlük yaşam dışında başka nerelerde kullanılabilir ki, bu
ifadeye ihtiyaç duyulmuş? “… Geleneksel
Olarak Kullandıkları…” ifadesi de oldukça ilginç. Bu ifadeyi yazanlara
sormak lâzım: Ne kadar Geleneksel? Örneğin, Anadolu’nun yerli dilleri Arapça,
Gürcüce, Hemşince , Kırmanci, Lazca, Pontusça, Rumca, Süryanice, Zazaca vb. anadiller kadar mı geleneksel?! Yoksa
Anadolu’ya göçmen Abazaca, Adığece, Arnavutça, Boşnakça, Çeçence, İnguşça,
Kabardeyce, Karaçay(lı)-Balkar(lı)ca, Kumukça, Ladino, Lakça, Pomakça vb.
anadiller kadar mı geleneksel?!
“…
Farklı Dil ve Lehçeler…”
ifadesi ise, bu yönetmelikleri yazanların oldukça paradoksal bir
yaklaşım içinde olduklarını gösteriyor. “Dil”
ve “lehçe” kavramlarının oldukça
göreceli kavramlar olduğunu belirtmeliyim. Konumuzla bağlantılı olarak
sorarsak, bir anadilinin dil mi, lehçe mi olduğuna kim, nasıl karar veriyor?
Örneğin, Kırmanci ve Zazaca dil mi, lehçe mi? Hangisi hangisinin lehçesi?
Çeçence ve İnguşça ile ilgili aynı soru sorulabilir? Ladino, İspanyolca’nın mı,
Türkçe’nin mi, İbranice’nin mi lehçesi? Ya Adığece, Kabardeyce ilişkisine ne
diyeceğiz? Abazaca ile Abhazca ilişkisi nasıl açıklanacak? Dil ve lehçe
ilişkisine göre, Gürcüce ile Lazca, Hemşince ile Ermenice, Pontusça ile Rumca
arasındaki ilişki nasıl tanımlanacak?
Kuşkusuz bu tür
düzenlemelerde kanun ve yönetmeliklere bir başlık verilmeli. Anadillerle ilgili
bu yönetmeliklerde, “Türkiye’nin Diğer
Anadilleri” başlığı en uygun başlık olarak kabul edilebilirdi. Gerek “Kurs Yönetmeliği” ve gerekse de “Radyo-TV Yönetmeliği”nde en başta da,
yine “Farklı Dil ve Lehçeler” ifadesi
yerine, bu anadiller tek tek sayılmalıydı. Eğer şeklî ifadelerin dışında bir
takım sınıflandırmalara ihtiyaç duyuluyorsaydı, bu anadiller “yerli-göçmen”, “toplu olarak- dağınık olarak konuşulanlar”, “Nüfus sayımlarında yer alan- hiç yer almamış” gibi veya
konuşanlarını (“tahminî” ) sayısına
göre vb. sınıflandırılabilirdi.
Genel olarak Kurs
yönetmeliklerinin işi zora koşucu, kısıtlayıcı, şekilci, bürokrasiye önem verir
özellikte olduğunu biliyoruz. “Amaç” bölümündeki 1. madde, yönetmeliğin amacını
şöyle açıklıyor: “Bu Yönetmeliğin amacı,
Türk vatandaşlarının günlük yaşamlarında geleneksel olarak kullandıkları farklı
dil ve lehçelerin öğrenilmesine ilişkin 8/6/1965 tarihli ve 625 sayılı Özel
Öğretim Kurumları Kanununa göre açılabilecek özel kursların açılış, işleyiş ve
denetim esaslarını düzenlemektir.”
Başta, bu “dil ve lehçeler”in adları yazılmalıydı.
Yine bu “dil ve lehçeler”, madem
konuşuluyor, neden ve kimlere öğretileceği de açıkça belirtilmeliydi!
Bu yönetmeliğin “en ilgi çekici” maddesi, “Görevlendirme” ilgili olan 7. madde.
Şöyle diyor: “Açılmasına izin verilen
kursta; müdür, müdür yardımcısı, öğretmen ve usta öğretici ile diğer personel
görevlendirilir.
Çalışma
izni verilecek personelin, 625 sayılı Özel Öğretim Kurumları Kanunu ile Milli Eğitim Bakanlığına Bağlı Özel Öğretim
Kurumları Yönetmeliğinde belirtilen nitelik ve koşulları taşıması, Türkiye
Cumhuriyeti vatandaşı olması, Talim ve Terbiye Kurulunca belirlenen nitelik ve
koşullara sahip olması gerekir.
Görevlendirilecek
personele 625 sayılı Özel Öğretim Kurumları Kanununun 23 ncü maddesi ve Milli
Eğitim Bakanlığına Bağlı Özel Öğretim Kurumları Yönetmeliğinin ilgili madde
hükümlerine göre çalışma izni verilir…”
Bu
madde, bu kadar açıklamada bulunmasına rağmen, anadillerini bilmeyen insanlara
ders verecek öğretmenlere ilişkin somut bir bilgi vermiyor. Yakın zamana kadar
yok sayılan dillerde ders verecek öğretmenlerin nereden sağlanacağı açıkça
belirtilmeliydi.
“Kurs Yönetmeliği”, derslerde
kullanılacak alfabe ve ders materyallerine ilişkin de bilgi vermiyor.
Örneğin derslerde “Kuzey Kafkasya Dilleri”nin yazımında (Kuzey Kafkasya’da olduğu
gibi) “Kiril Alfabesi”ni, “Güney Kafkasya Dilleri”nin yazımında
(Gürcistan ’da olduğu gibi) “Kartuli Anbani”yi ve Zazaca ve Kırmanci
dillerinin yazımında, (Orta Doğu’da olduğu gibi) “Arap Alfabesi”ni kullanmayı da isterlerse, ne olacak? Ya da “o bölgelerde” hazırlanmış kitapları
aynen veya küçük değişikliklerle kullanmak isterlerse, yetkililerin tavrı ne
olacak? Bütün bunlar, bu yönetmelikte yer alabilirdi. Bu yönetmeliğin,
yurttaşların gerçekliklerinden hareketle değil, bürokrat zihniyetle ve üstelik
de baştan savma hazırlandığının bir göstergesidir.
“Kurs yönetmeliğinin” başlığı gibi bu
yönetmeliğin başlığı da aynı eleştirilerimizin muhatabı. Ancak bu yönetmeliğin
içeriği daha da ”ilginç”. Bu yönetmeliğin 5. maddesinde yer alan, “Bu dil ve lehçelerde sadece yetişkinler
için haber, müzik ve geleneksel kültürün tanıtılmasına yönelik yayınlar
yapılabilir.” ve “Bu dil ve lehçelerin öğretilmesine yönelik
yayın yapılamaz.” ifadesi, yıllarca
yasaklanan anadillere sözde özgürlük vermek için hazırlanan bu yönetmeliğin
nasıl yasakçı bir zihniyet taşıdığını gösteriyor. Çocukları, ruhen ve bedenen
gelişmeleri konusunda korumayan, gerekli tedbirleri almayan bir anlayış, bu
çocukları anadillerine karşı, vebadan uzak tutmaya çalışır gibi davranmakta,
kafalarda bugün bile karantinalar oluşturmaya çalışmaktadır. Anadilde radyo-TV
yayınlarını yalnızca “yetişkinlere” yönelik bir çizgide tutmaya çalışmak nasıl
bir ruh halinin tezahürüdür?! Çocuk yetişkin olmayacak mı? Yetişkin bir
zamanlar çocuk değil miydi? Günümüzün yetişkini, çocukluğunda anadilinin
konuşulmasının bile çeşitli şekillerde yasaklandığını bilmiyor mu? Günümüzün
çocuğu, ileride yetişkin olunca bu “komik uygulamaları” sorgulamayacak mı?
Yine aynı maddede yer alan,” Kamu ve özel ulusal yayın lisansı sahibi
radyo ve televizyon kuruluşları, bu dil ve lehçelerdeki yeniden iletim konusu
yayınları da dahil olmak üzere; radyo kuruluşları günde 60 dakikayı aşmamak
üzere haftada toplam beş saat, televizyon kuruluşları ise günde 45 dakikayı
aşmamak üzere haftada toplam dört saat yayın yapabilirler.” hükmü ise süre
açısından da bir kısıtlayıcılık göstergesidir.
Aynı maddedeki, “Bu dil ve lehçelerin öğretilmesine yönelik
yayın yapılamaz.” şeklindeki vurgu üzerinde uzunca düşünmeyi gerektiriyor.
TRT’nin eğitim-öğretime ayırdığı televizyon kanallarından biri,”TV
5. madde “altyazı ve tercüme konusunda ise şöyle diyor: “Bu dil ve lehçelerde yeniden iletim konusu
yayınlar dahil, televizyon yayını yapan kuruluşlar bu yayınlarını içerik ve
süre açısından bire bir olmak kaydıyla, Türkçe alt yazıyla vermekle veya hemen
akabinde Türkçe tercümesini yayınlamakla, radyo yayını yapan kuruluşlar ise
programın yayınlanmasını takiben Türkçe tercümesini yayınlamakla yükümlüdür.”
Bu kadar kısıtlayıcı
hükümler getiren bir yönetmeliğin, “Türkçe
tercümesi…” ile neyi kastettiğini
açıkça belirtmesi gerekirdi! Örneğin; tercümeler 1930’ların Türkçesi’yle
yapılırsa ne olacak?!
Yarın bir gün, bir
uluslararası firma, bu anadillerinden birinde veya hepsinde reklam hazırlayıp
bu anadillerdeki programlar kuşağında yayınlatmak isterse ne olacak? Yönetmelik
bu konuya değinmeyi unutmuş!
8. maddede yer alan
ifade ise yurttaşlara güvenmemenin açık bir tezâhürü: “… Yayın kuruluşları farklı dil ve lehçelerde yaptıkları yayın
süresince stüdyo düzeni, mevcut logo, ses efekti ve tanıtıcı ses işaretleri
dışında simgeler yer vermemekle yükümlüdürler. Gerektiği takdirde, sadece
Türkiye Cumhuriyeti’nin simgesi niteliğindeki görüntü ve işaretler
kullanılabilir.”
Geçici 1. madde ise
“teknik bir konu”ya değiniyor: “Türk
vatandaşlarının günlük yaşamlarında geleneksel olarak kullandıkları farklı dil
ve lehçelerin izleyici-dinleyici profili belirleninceye kadar bu dil ve
lehçelerdeki yayın sadece kamu ve özel ulusal yayın kuruluşları tarafından
yapılır.
Üst
Kurul ülke çapındaki talepler yanında, gerekli araştırmalar yaptırarak
izleyici-dinleyici profili çıkarır.”
Burada geçen “ulusal yayın” tanımı, “tanımlar” bölümünde şöyle açıklanıyor: “Bütün ülkeye yapılan, radyo, televizyon ve
veri yayını…” Aynı bölüm, “Bölgesel
Yayın” kavramını da tanımlıyor:”
Birbirine komşu en az üç il ve en çok bir coğrafi bölge alanının asgari yüzde
yetmişine yapılan radyo, televizyon
yayını…” “Yerel Yayın” ise şöyle
tanımlanıyor: ” Mülki taksimat itibarıyla
en az bir ilçe ( merkez ilçe dahil) veya bir ilin alanının en az yüzde
yetmişine yapılan radyo, televizyon ve veri yayını.”
“İzleyici-dinleyici
profili” hangi kıstaslara göre çıkartılacak? Türkiye’nin bütün anadillerinin şu
ya da bu oranda ülkenin hemen her
yerinde konuşulduğunu biliyoruz. “İzleyici-dinleyici profili” çalışmalarından,
anadiller aleyhine çıkacak her türlü sonucun birçok bakımdan şaibeli olacağına
kuşku yok. Bu yönetmelik çerçevesinde TRT, beş anadilde 7 Haziran 2004
Pazartesi günü radyo ve TV yayınlarına başladı Bu anadiller TRT’nin yayın
sırasına göre şöyleydi: Boşnakça, Arapça, Kırmançi, Çerkesce ve Zazaca .
TRT’nin bu anadillerdeki yayınları; içerik, süre, yayınlandıkları saatler vb.
açılardan eleştirilere uğradı. Ancak öncelikle üzerinde durulması gereken konu,
yayın yapılan anadillerinin sayısının neden beş ile sınırlandırıldığıdır.
TRT’nin neden Abazaca, Arnavutça, Gürcüce, Pomakça, Lazca gibi anadillerinde de
radyo ve TV yayını yapmadığı çok yazıldı, çizildi. Yurttaşlar bu konuda dilekçe
haklarını da kullandılar, ama TRT hep sessiz kalmayı tercih etti.
Öncelikle önemli olan
TRT’nin, yani devletin, radyo ve televizyonda Türkiye’nin yaşayan diğer
anadillerinde yayın yapmasıdır. Bugüne kadar “Siyasî Otorite” tarafından yok
sayılan; değil kurumsallaşmaları, bazı dönemlerde konuşulmaları bile engellenen
bu anadilleriyle otoritenin barışması ve hataların tamiri yönünde adımlar
atılması önemli bir başlangıç olacaktır. TRT, yayın yaptığı anadillerin
sayısını olması gerektiği sayıya çıkartmalıdır. Bunu yaparken, programların
içeriği, süresi, yayınlanma süresi, sunuluş şekilleri, yayın saatleri vb.
konularda bu anadillerden yana olumlu düzenlemelere gitmelidir.
Türkiye’nin diğer
anadilleri denilince, akla birçok soru geliyor. Bunlardan biri, Türkiye’nin kaç
tane diğer anadiline sahip olduğudur. Bu soruya sağlıklı bir cevap verebilmenin
bile oldukça zor olduğu aşikârdır. Çünkü, resmî anlayış, “Türkiye’nin diğer
anadilleri” gibi bir sosyal gerçekliği, yönetmeliklerin ruhundan da anlaşıldığı
gibi tanımamaktadır. Bunun yanı sıra, “Muhalif Kesimler”in de bu konuya ilişkin
değil somut çözüm projeleri, kökü çok eskilere dayanan böyle bir pedagojik özlü
bir demokrasi sorununun bulunduğuna dair bir tespitleri bile yoktur; yeri
geldiğinde sloganik ve ajitatif birkaç cümle ve
“Ustalar’dan alıntılar”la o andaki durumlarını kurtarma çabasındadırlar.
Türkiye’nin diğer
anadilleri konusunda öncelikle yapılması gereken, böyle pedagojik özlü bir
demokrasi sorunun bulunduğunun “Siyasî İrade” tarafından tespit edilmesi,
ardından da bu sorunun çözümü için projeler üretecek yerli ve yabancı
uzmanlardan komisyonların oluşturulmasıdır. Ancak böylelikle bu anadillere
yıllardır yapılan haksızlıkların önlenmesi yolunda kalıcı adımlar atılabilir ve
bu anadillerin kurumsallaşarak gelecek kuşaklara aktarılmaları sağlanabilir.
Günümüzdeki somut
uygulamalarla ilgili olarak da, Türkiye Cumhuriyeti’nin imzacısı olduğu ve
dolayısıyla da uygulayacağını taahhüt ettiği, anadilleri konusuyla direkt
bağlantılı uluslararası antlaşmalar, sözleşmeler vb. açısından gerek “Kurs
Yönetmeliği” gerekse “Radyo-TV Yönetmeliği”nin “Hukuk”a uygunluğunun
irdelenmesi, kuşkusuz Baro ve “Hukukçular”ın bilgi alanına giriyor. Böylelikle,
bu yönetmelikler çerçevesinde, “Anadil Kursları”na yönelik Millî Eğitim
Bakanlığı’nın uygulamaları ve “Türkiye’nin diğer anadillerindeki radyo-TV
yayınlarına” yönelik TRT Genel
Müdürlüğü’nin uygulamaları “Hukuk” açısından değerlendirilebilecek ve varsa
hukuk dışı uygulamalardan sorumlu kişi ve kurumlar hakkında tez elden yasal
işlemlerin başlatılması için zaman kaybedilmemiş olacaktır.
Konuya taraf olan
vakıf, dernek ve kişilerin de içinde yer alacağı özerk yapıdaki bir“Anadillerini Planlama Kurumu” bir nüve
olarak çalışmaları başlatabilir. Anadilleri ile ilgili bütün çalışmaları tek
elden yürütecek böyle bir kurum öncelikle oluşturulmalıdır. Bu kurum,
anadillere ilişkin olarak demokratik özlü ve telâfi edici genel bir yönetmelik
hazırlamalıdır. Bu bağlamda, ”anadil sorunu”, anlaşılır ve bizim olan
terimlerle tartışılmalı ve bu alanda bir literatür oluşturulmalıdır.
Daha sonra öncelikle,
“Türkiye’nin diğer anadilleri envanteri” çıkarılmalıdır. Bu yapılırken,
yalnızca Türkçe ile hiçbir akrabalığı olmayan ve sıklıkla bu makalemde adını
andığım anadilleri değil, Azerice, Kazakça, Kırgızca, Özbekçe, Tatarca, Uygurca
gibi “kimileri” tarafından Türkçe’nin lehçeleri sayılan diller de dikkate
alınmalıdır. Biliyoruz ki, nüfus sayım sonuçlarında adı geçen anadillerin en az
iki katı kadar daha anadili Türkiye’de konuşulmaktadır; bunlar, ad olarak ve
kullanıldıkları yöreler olarak tespit edilmelidir. Oluşturulacak ilgili
komisyonlar bu anadilleri için “Latin Alfabesi”ne dayanan alfabeleri
oluşturmalıdır. Ardından da, ilk aşamada en az on bin kelimelik temel Türkçe
kelime dağarcığı tespit edilmeli ve buna göre bu anadillerin sözlükleri
oluşturulmalıdır. Bu sözlükler (varsa diğer alfabeleriyle ve) Latin alfabesine
dayalı alfabeleriyle yayınlanmalıdır. Yapılacak yazılı, sözlü ve görsel
yayınlar mümkün olduğunca bu sözcük dağarcığına dayanmalıdır. İlk etapta
ilköğretim birinci sınıf öğrencilerinin düzeylerine uygun masal kitapları ve
çizgi filmler radyo ve TV yayınlarında da kullanılabilecek şekilde
hazırlanmalıdır.
Bütün bunlarla
eşzamanlı olarak, bu anadillerle ilgili çalışmaları yürütecek, yani; masal
kitapları, ilköğretim öğrencilerinin düzeylerine göre “sosyal bilgiler” ve “fen
bilgisi“ vb. kitapları, çizgi filmler, tiyatro eserleri, radyo- TV
programlarını hazırlayıp sunacak, gazete ve dergileri yayınlayacak personelin
yetiştirilmesi sağlanmalıdır. Bu personelin yetişmesinde, bu anadillerle ilgili
ve/ veya çalışmalar yapan ülkelerin akademik personelinden de
faydalanabilir.
Ancak, bütün bu personelin yetişmesi ve alanlarında
çalışmalar yapması ve oluşacak demokratik tartışma ortamından sonra, “anadil
eğitim- öğretimi mi?”, “anadilde eğitim- öğretim mi?” tartışmalarının da,
anadil kurslarının da, radyo-TV yayınlarının da bir anlamı olabilir. Gerek bu
konularda personel yetiştirilmesi gerekse de yazılı, görsel, işitsel vb. her
türlü materyalin hazırlanmasındaki bütün harcamalar, kuşkusuz ilgili devlet
kuruluşları tarafından karşılanmalıdır. Bu şekilde hareket edildiğinde ve
konuşanlarının sayılarına bakılmaksızın, Türkiye’nin konuşulan bütün diğer
anadillerine aynı mesafede durularak yürütülecek çalışmalar, demokratikleşme
yolunda önemli kazanımlar sağlayabilir, yurttaşlık bağlarının pekiştirilmesine
katkıda bulunabilir ve “etnik” aidiyetleri temel alan örgütlenmelerin önüne
geçebilir.
(Ali İhsan
Aksamaz, Ülkede Özgür Gündem Gazetesi, 6 Eylül 2004,)
+
Asparagas Bir Haber
14 Haziran 2004 tarihli
Ortadoğu Gazetesi’nde, “Lazlar’ın Lazca
yayın isyanı” başlıklı bir “haber”
yayınlandı. En temel Türkçe imlâ kurallarından bile bîhaber bir şahısın yazdığı
“haber”, öncelikle Türkçe’siyle insanı çileden çıkarıyor. Örneğin, satır sonuna
gelen “tepkiler” kelimesi, “tepkil-er” şeklinde bölünüyor. Bazen “ana dil”, bazen “anadil” deniyor. Bu şahıs, “yaşayan”
da diyemiyor, bunun yerine “yaşaylan”
demeyi tercih ediyor! Önce, ”…
istemiediklerini …” diye yazıyor. Hatasını görüyor ve düzeltmeye çalışıyor.
Bu sefer de “… istemidiklerini…“ diye
yazıyor. Yani bir türlü “…istemediklerini…” diyemiyor. “Anadilini kaybeden…” yerine
de “Ana diline kaybeden…” diyor.
İlkokul birinci sınıfın
ilk döneminde öğretilen imlâ kurallarını dahî
bilmeyen bir şahıs, nasıl muhabir veya gazeteci olabilir?!
Bir
bakıyorsunuz, Laz ve Lazca gibi terimler bir tırnak içinde, bir olduğu gibi
yazılıyor. “Haber”i yazan şahıs, “Laz
kökenli vatandaşlar” mı desin,“Laz
vatandaşlar” mı desin, “Lazlar”
mı desin pek karar veremiyor! “Doğu
Karadeniz’de yaşayan…” ifadesinin “Doğu Karadeniz Bölgesi’nde yaşayan…” ifadesiyle farklı anlama geldiğinin de
farkında değil!
Ortadoğu Gazetesi’nin bu “haber”ini
işin ehilleri incelerse, daha nice Türkçe imlâ hatası bulacaklarına kuşku yok.
Bu gazetenin, Türkçe ve Tarih bilgisinin yanı sıra aritmetik ve coğrafya
bilgisinin de pek zayıf olduğu görülüyor. 8. ve 9. sayfaların yerlerini
karıştırıyor; “Rize”nin “Hemşin ilçesi”nin nerede olduğunu da bilmiyor!
Ortadoğu Gazetesi,
Türkçesi oldukça kıt bir şahıs tarafından masa başında ve pek acemice
uydurulduğu belli olan bu asparagas haberi, Lazların kanaatlerini dile
getiriyormuş gibi servis ediyor. Ancak, “şekil şartları”na uymayı unutuyor!
“Haber”i yazan muhabir belli değil! Üstelik, bu belli olmayan “muhabir”in,
konuştuğu kişi veya kişiler de nedense yine belli değil! Hem belli olsalar ne
fark eder ki?!
Bir an için, bu
“haber”e inanalım ve gerçekten de, (bazı “Kürt” ve “Çerkesler”in istemediği
gibi) bazı Lazların da kendi anadillerinde TRT’nin yapacağı yayını istemediğini
kabul edelim. Böyle bir durumdan, bütün Lazların aynı kanaatte olduğu sonucu
nasıl çıkartılabilir ki?! Bir referandum
mu yapılmıştır? Türkiye’de yaşayan Lazların tamamı bir referandumda, TRT’nin
Lazca yayın yapmasına “hayır” mı demiştir? Yapılmayan referandumların
sonuçlarını, işine geldiği şekilde ilân etme yetkisini Ortadoğu Gazetesi
nereden alıyor? Demokratik bir hakkın kullanımını önlemek için “haber” yapmak
yakışıyor mu? Bu tavır gazeteciliğe de,
meslek ciddiyetine de, hukuka da aykırı değil mi?
Gazete, bir yandan TRT’nin yetkililerine, “Bakın, Lazlar, anadillerinde TRT’nin yayın
yapmasına karşı” demeye çalışırken, diğer yandan da, (“Soğuk Savaş
yılları”nın alışkanlığıyla olacak) Lazlara aklınca aba altından sopa göstermek
istiyor.
Lazca
sadece “haber”de belirtilen yörelerde konuşulmuyor. Lazca, "Doksanüç
Harbi"nden (1877-1878) sonra Osmanlı yönetimi dışında kalan topraklardan
göç ederek Akçakoca, Karamürsel, Sapanca, Düzce, Yalova vb. muhacir yerleşim
merkezlerinden oluşan “diaspora”da yaşayan Lazlar tarafından da
konuşulmaktadır.
Gazete,
DSP-MHP- ANAP Hükümetinin yaptığı kısmî demokratik düzenlemelerin ardından, AKP
Hükümetinin kısıtlı da olsa TRT’de anadil yayınlarını başlatmasını
hazmedemiyor. Lazların, TRT’de Lazca, “Kürtçe” ve Çerkesçe yayınlara karşı
oldukları yalanını da yazarak, farklı anadilleri olan insanlar arasına aklınca
nifak tohumları ekmeye ve birbirlerine karşı kışkırtmaya çalışıyor.
Ortadoğu Gazetesi,
Mustafa Kemal’in, 1 Mayıs 1920’de
Meclis’te yaptığı konuşmayı hatırlasın : “
... Burada maksut olan ve meclis-i alinizi teşkil eden zevat yalnız Türk
değildir. Yalnız Çerkes değildir. Yalnız Kürt değildir. Yalnız Laz değildir. Fakat hepsinden mürekkep anasır-ı
İslâmiyedir, samimi bir mecmumadır. Binaenaleyh
bu heyet-i aliyenin temsil ettiği,
hukukunu, hayatını, şeref ve şanını kurtarmak için azmettiği
emeller, yalnızca bir unsur-u İslâma
münhasır değildir. Anasır-ı İslâmiyeden
mürekkep bir kitleye aittir. ”
Nazım Hikmet’e de kulak
versin; “Arheveli İsmail“in şahsında, Lazların Kurtuluş Savaşı’na katkılarını
şöyle anlatıyor:
“ ...
Ve çok uzak
çok
uzaklardaki İstanbul limanında
gecenin bu geç vakitlerinde
kaçak silâh
ve asker ceketi yükleyen Laz t
a k a l a r ı
hürriyet ve ümit
su ve rüzgârdılar.
... “
Türk
Dil Kurumu, Basın Konseyi, Gazeteciler Cemiyetleri ve Hukuk Kurumları, bu
“haber” karşısında sessiz kalmamalı; Türkçe’yi imlâ hatasız yazamayan,
demokratik bir hakkın kullanımını önlemek için aklınca asparagas haber yapan,
oldukça gecikmiş ve kısıtlı da olsa yurttaşlarına anadillerine ilişkin
“kültürel haklar” sağlayan Anayasa ve yasaların ilgili maddelerini açıkça ihlâl
eden Ortadoğu Gazetesi’nin dikkatini çekmelidir.
(Ali İhsan Aksamaz, Bir
Gün Gazetesi, 22 VI 2004)
+
Osmanlı’nın SON DÖNEMİNDEKİ Siyasî Parti
Programlarında ANADOLU’nun Anadilleri
Eğitim Sen, tüzüğünün
2. maddenin “b” şıkkında yer alan, “
(Eğitim Sen) … bireylerin anadillerinde öğrenim görmesini ve kültürlerini
geliştirmesini savunur.” ifadesinden dolayı yargılanıyor. Bu gelişme beni,
bu sendikanın 1997’de yayınladığı kitaptan, çok önceden aldığım notları tekrar
gözden geçirmeye sevk etti. Bu notları, Eğitim Sen ve “anadil” konusu güncel
olduğundan sizlerle de paylaşmak istedim.
Sözünü ettiğim kitap İsmail
Aydın’ın bir çalışması ve “Eğitim Sen Yayınları Güncel Sorunlar Dizisi”nden
yayınlandı. “Siyasî Parti ve Hükümet Programlarında Eğitim- Öğretim &
Öğretmenler (1908- 1997)” başlıklı bu çalışma Cumhuriyet öncesi bazı siyasî
parti programlarında “anadili” konusuna ilişkin yaklaşımlarını da aktarıyor.
“Anadili”nin pek açık bir tanımının yapılmamış olduğu bu siyasî parti
programlarda şu terimlerle karşılaşıyoruz: “Kavim dili”, “azınlık dili”,
“yöresel dil”, “diğer halkların kendi dilleri”, “yörenin dili”, “yöredeki nüfus
çoğunluğunun dili”, “yörenin anadili” vb. Yine bu siyasî parti programlarında,
“anadili” eğitim-öğretiminin mi, yoksa
“anadili”nde eğitim-öğretimin mi hedeflendiğinin açık olmadığını da görüyoruz. Bu siyasî partiler,
programlarında ister “anadili” eğitim-
öğretimini, ister “anadili”nde eğitim-öğretimini kastetmiş olsunlar, bütün bunları hangi
personelle ve kendilerini yetiştirecek hangi kurumlarla yapacaklarını da yine
belirtmiyorlar. İsmail Aydın’ın bu çalışmasının yanı sıra, ilk baskısı Doz,
ikinci baskısı Çiviyazıları Yayınları’ndan çıkan Fuat Dündar’ın “Türkiye Nüfus Sayımlarında Azınlıklar”
başlıklı kitabının anadil konusuna ilgi duyanlara önemli katkılar sunacağını da
belirtmek isterim.
İttihat ve Terakki
Fırkası’yla başlayalım. Bu partinin 1909 Programının 9. maddesi şöyle diyor: “Özgür eğitim-öğretim partimizin ilkesidir.
Osmanlı vatandaşı özel okul açmakta, öğrenim görmede özgürdür. Osmanlı
ülkesindeki tüm okullar devletin gözetim ve denetiminde olacaktır.
Uygulayacakları programlarda birliktelik Maarif Bakanlığınca sağlanacaktır.
İlkokul
parasız ve zorunludur. Anaokullarında Türkçe öğretim yapılırken ilkokullarda
eğitim her kavmin kendi dilinde yapılacaktır. İlkokulların masrafları ile
öğretmenlerin maaşları yöre ve cemaatlere ait olacaktır. Devletin eğitim gideri
olarak topladığı vergiler mahalli bütçelere devredilecektir…”
İttihat ve Terakki
Partisi’nin 1913 Programının 41. maddesi de şöyle diyor: “Eğitim görmek her Osmanlı vatandaşının hakkıdır. Özel ve Cemaat
Okulları devletin gözetim ve denetimine tabidir. Devlet okullarında ilköğretim
zorunlu ve parasızdır. Türkçe resmi dil olarak okutulurken, her azınlık kendi
diliyle de eğitim verebilir…”
1908’de kurulmuş olan
“Osmanlı Ahrar Fırkası”nının Programın
19. maddesi konuya şöyle yaklaşıyor:
“İlköğretim zorunludur. Bütün genel ve özel okullarda eğitim dili Türkçe’dir.
Yöresel dil ikinci planda yer alacaktır.”
1909’da kurulmuş olan
Osmanlı Demokrat Fırkası Programının 9. konuya şöyle yaklaşıyor: “Ayrılıkçı
girişimleri taşımamak koşuluyla ilkokullarda yöresel dil (Anadili)
kullanılacaktır...”
1910’da kurulmuş
olan Ahali Fırkası programının 16
maddesi konuya şöyle yaklaşıyor:
“Devletin resmî dilinin Türkçe olması nedeniyle okul ve medreselerde Türkçe
eğitimine devam edilecektir. Devletin resmî dininin İslam olması nedeniyle de
Arapça öğretimine özel önem verilecektir. Diğer halkların dillerinde eğitim
yapmaları serbesttir.”
1911’de kurulmuş olan
Hürriyet ve İtilâf Fırkası ise, programının 20. maddesinde şunları yazıyor:” Köy okullarında ve genel olarak
ilkokullarda eğitim yörenin diliyle (anadilde) yapılacaktır.
1912’de kurulmuş olan
ve kurucuları arasında Türkçü (Turancı) görüşleriyle bilinen Yusuf Akçora’nın
da bulunduğu Millî Meşrutiyet Partisi, programının 33. maddesinde şu görüşlere yer vermektedir: “… Bütün ilkokul, ortaokul ve İlköğretmen okulları özel kanunlarla il
Genel Meclislerine devredilecektir.
İlköğretim
parasızdır. Zorunlu ilköğretimin fiili olarak uygulanılmasına çaba
gösterilecektir.
Her
nahiye merkezinde ilkokul binalarının önem sırasına göre yapılmasına öncelik
verilecektir. Yöredeki ilköğretim o yöredeki nüfus çoğunluğunun diliyle
yapılacaktır.
Ancak
devletin resmî dili olan Türkçe de bu okullarda mutlaka öğrenilecektir. İlk ve
ortaokullara öğretmen yetiştiren Darülmuallimler ihtiyaç ölçüsünde
açılacaktır.”
1918’de kurulmuş olan
Teceddüt Fırkası, programının 113. maddesinde konuya ilişkin yaklaşımını şöyle
ifade ediyor: “Devlet ilkokullarında
resmî dil öğretimi zorunlu olmakla birlikte yörenin anadilinde öğretim yapılacaktır.”
“CHP’nin tek parti
yönetimi”, ulusal sanayinin kapitalist üretim ilişkileri ve kurumlarını
geliştiremedi. Yerel üretim ilişkilerini tasfiye edemedi. Yerel üretim
ilişkilerinin ortaya çıkarmış olduğu ve beslediği dilsel ve kültürel farklılıkları
“doğal” bir yok oluş sürecine sürükleyemedi. Bunun yerine dilsel ve kültürel
farklılıkları doğal olmayan bir yolla, yani resmî ideoloji ve tarih tezleriyle
ortadan kaldırmaya çalıştı. “CHP’nin tek parti yönetimi” ve “Soğuk Savaş
yılları” boyunca Türkiye’nin “çok dilli” bir ülke olduğu gerçeği kabullenilmek
istenmedi. Türkçe’nin resmî dil olmasının yanında, “konuşanları sayıca (daha)
az diller” veya “yerel diller”in de varlıklarını sürdürebilmeleri ve
kurumsallaşmalarının, “uluslaşma” önünde bir engel teşkil etmeyeceği görülmedi.
Üstelik bazı dönemlerde, bu anadillerin konuşulmalarına yönelik baskılar bile
uygulandı.
Eğitim
Sen’in, Türkiye’nin diğer anadilleri konusundaki bu anlamlı mücadelesi, herkesi
düşündürmeli ve birlikte bu anadilleri için somut adımlar atılması için bir
fırsat olarak değerlendirilmelidir. Eğitim Sen de, TRT’nin yayın yapmadığı
diğer anadillerinde de yayın yapılması için kampanyalar açmalı, bu dillerde
sözlük ve çocuklar için masal kitapları hazırlanması için gönüllü çalışma grupları
oluşturmalıdır.
(Ali İhsan Aksamaz, Bir
Gün Gazetesi, 23 VII 2004)
+
Eğitİm sen ve BireylerİN Anadillerinde Öğretim HAKKI
Eğitim ve Bilim
Emekçileri Sendikası, tüzüğünde yer alan “anadil” ifadesi yüzünden mahkemelik
oldu. Bu yüzden Ankara, bu hafta başında “Eğitim Sen”li Eğitim ve Bilim
Emekçilerinin, sendikalarının mahkemelik olmalarına karşı yürüttükleri bir
oturma eylemine daha tanıklık etti. Öğretmenler sendikalarını savundu. Oturma
eylemleri sırasında hoparlörlerden yükselen Kırmanci, Lazca ve Zazaca türküler eşliğinde çekilen halaylar, oynanan
horonlar aslında bu ülkenin diğer anadillerinin de var olduğunun bir kez daha
tesciliydi.
“Eğitim Sen”in
tüzüğünde yer alan ve mahkemelik olmasına sebep olan “anadil” konusu,
“Sendikanın Amaçları” ara başlığı altında verilen 2. maddenin b şıkkında yer
alıyor: “ (Eğitim Sen) … bireylerin
anadillerinde öğrenim görmesini ve kültürlerini
geliştirmesini savunur.” Ben, âdet
olduğu üzere, “adalete intikâl etmiş bir konu” hakkında bir yorumda
bulunamayacağım. Ülkemizin imzaladığı uluslararası antlaşmaların iç hukuk
üzerinde olduğuna da vurgu yapmayacağım. Öncelikle ülkemizdeki kavram
kargaşasına dikkat çekmekle söze başlayacağım. “Eğitim” mi? “Öğretim” mi?
“Eğitim- öğretim” mi? Devam etmek istiyorum. “Ana dil” mi? “Anadil” mi?
“Anadilde öğretim” mi? “Anadil öğretimi” mi? “Anadilde eğitim-öğretim” mi?
“Anadil eğitim-öğretimi” mi? Bu, sıralamaya çalıştığım kavramlar tam olarak
neyi ifade ediyor? “Konu”nun tarafları öncelikle bu kavramlara bir açıklık getirmeli, ardından
da Türkiye’nin diğer anadilleriyle bağlantılı bu kavramları kullanarak tartışmalıdırlar.
Yoksa, yapılan iş, hangi boyutta olursa olsun,
havanda su dövmekten öteye geçemeyecektir.
Ülkemizde birçok
anadilinin konuşulduğu bir gerçek. Çıkartılan yönetmeliklerde de adları
anılmayan bu dillerin hangilerinin olduğu, hangi yörelerde kaç kişi tarafından
konuşulduğu hâlâ belli değil.
Aslında demokratikleşmenin bir sonucu olarak,
siyasî otorite bir çalışma başlatmalıydı. Türkiye’nin diğer anadillerini tespit
etmeli, bu dillerin konuşanlarını kültürel alanda desteklemeliydi. Örneğin, bu
dillerin enstitüleri kurulmalı, öncelikle bu dillerin ilk ağızda on bin
kelimelik sözlükleri çıkartılmalıydı. Bu sözlükler temel alınarak, öncelikle
ilkokul ilk sınıf öğrencileri düzeyine hitap eden masal, hikâye kitapları CD’leriyle birlikte yayınlanmalıydı. Ardından
bu dillerin gramer ve eksersiz kitapları çıkartılmalıydı. Bütün bunlarla eş
zamanlı olarak bu anadillerini öğretecek ve radyo TV vb. faaliyetleri bu dillerde yürütecek,
gazeteleri bu dillerde yayınlayacak personel yetiştirilmeliydi. Fiiliyata geçilmeliydi.
Devlet, ülkenin diğer anadilleriyle barışmalıydı. Ne oldu? İki yönetmelik
çıkartıldı, beş “anadil”de TRT, radyo ve TV yayınlarına başladı. Bu anadillerde
yapılan yayınlar birçok bakımdan izleyicisinden kabul görmedi. Çoğu anadil ise
TRT tarafından görülmedi.
Aslında Türkiye’deki
anadil sorunu bundan yetmiş beş yıl önce, 1 Ocak 1929’da çalışmalara başlayan “Millet Mektepleri”nde
çözülebilirdi. O dönemde müttefikimiz olan Sovyetler Birliği’nin desteği bu
konuda da kuşkusuz tam olacaktı. Sovyetler Birliği’nin yanı sıra ülkemizde de
konuşulan ve Sovyet Yönetimi tarafından “kültürel haklar” verilen Abazaca,
Adığece, Kabardeyce, Karaçaylı-Balkarlıca, Osetçe, Çeçence, İnguşça, Avarca,
Lazca gibi “Genç Yazılı Diller”in ilk
alfabelerinin Latin kökenli olması, genç Türkiye Cumhuriyeti’nin “anadil
sorunu”nu çözmek için altın değerinde bir imkânı nasıl elinden kaçırdığı
bizlere bugün daha açık bir şekilde gösteriyor.
Diğer anadillere saygı
gösterecek ve onların kurumsal olarak gelişmelerine katkı sağlayacak bir
anlayışın, ülkemiz ve dünya kültürel zenginliğine bugün sağlayacağı katkıyı
tahmin bile edemeyiz. Oysa diğer anadilleri baskı altına alan, değil
kurumsallaşmalarını, bazı dönemlerde konuşulmalarını bile engellemeye çalışan
anlayışın Türkçe’yi de koruyup geliştirebilmesi ve zenginleştirebilmesi
beklenemezdi. Öyle de oldu. Türkiye’nin diğer anadillerine karşı arslan
kesilenlerin; İngilizce, Fransızca, Almanca karşısında boyun eğmeleri
inkârcılığın teslimiyetçiliğin ikiz kardeşi olduğu bir kez daha gösteriyor.
1920’lu, 1930’lu ve
hatta 194O’lı yıllarda “anadil”,
pedagojik özellikli bir konuydu. Eğer çocuk tek dilliyse ve bu dil de Türkçe
dışındaki bir dilse, o çocuğu okulda, ileriki yıllarda etkilerinden
kurtulamayacağı travmalar bekliyordu. Bu çocuk kendisini, çevresini, doğayı ve
bunlarla kendisi arasındaki ilişkileri anadili neyse, o dille kavrayarak okula
geliyor, hiç bilmediği bir dili baskı ile öğrenmeye ve o dille eğitim-öğretime
zorlanıyordu. Böylelikle ne kendi anadilini ne de Türkçe’yi iyi öğrenebilen
kuşaklar ortaya çıkıyordu. Günlük hayatı yüz kelimeyle sürdürmeye çalışan,
dediği anlaşılmayan günümüzün insan tipi o uygulamaların sonucudur. Oysa hem
Türkçe’ye hakim hem de yerel anadiline hakim, kendisine güvenen, çevresiyle
uyumlu, üreten yurttaşlar yetiştirilebilirdi. İnsanlar baskılarla “gizli din”
taşımaya adeta mecbur edildiler. Yoksa her şey bu kadar kısa sürede alt-üst
olur muydu?!
Günümüzde “anadil”
artık büyük ölçüde bir demokrasi sorunudur. Yurttaşlık bilinç ve bağlarının
geliştirilmesi için Türkiye’nin diğer anadillerinin korunup geliştirilmesi ve
kurumsal olarak gelecek kuşaklara aktarılması için siyasî otorite cesur
demokratik adımlar atmalıdır. Eğitim Sen
gibi kuruluşlar, tüzüklerinde “anadil” ifadesi yer alıyor diye mahkemelik olmamalı,
tam aksine bu kuruluşlar desteklenerek güçlerinden faydalanılmalıdır. Örneğin,
ilk etapta Latin alfabesine dayanan alfabelerle on bin kelimelik temel bir
Abazaca-Türkçe, Adığece-Türkçe, Çeçence-Türkçe, Gürcüce- Türkçe, Karaçaylı-
Balkarlıca-Türkçe, Kırmançi-Türkçe, Lazca-Türkçe, Zazaca-Türkçe sözlük için
çalışmalar başlatılabilir. Eğitim Sen bu görevi üstlenerek pekalâ güzel bir
mesaj verebilir ve birilerini de utandırabilir.
( Ali İhsan Aksamaz, “Öteki İstanbul Gazetesi, Sayı 20, 16-31 Ağustos 2004)
+
ANADİLİ
TANIKLIKLARI
1924 doğumlu M.
Recai Özgün, kendisiyle yapılan
söyleşilerde tanıklığını şöyle aktarıyor::
“ ... Otuzlu yıllarda okullarda Temizlik ve İntizam Kolu,
Kızılay Kolu ... gibi isimlerle çalışma
kolları oluşturulurdu ... Bunlar arasında “ Lazca Konuşanlarla Mücadele Kolu”
diye bir kol daha vardı. Ben dördüncü ve beşinci sınıfta iken bir müddet bu
kolun başkanlığını yaptığımı hatırlıyorum ... Bu işi ... faydalı olduğuna
inanarak yapardık. Çünkü talebeler de öğretmenler de Laz kökenli idiler ve
Türkçeleri meramlarını ifade edemeyecek kadar bozuktu ...”
M. Recai Özgün’ü devam ediyor: “ ... “Lazca Konuşanlarla Mücadele
Kolu”ndaki faaliyetlerime hiç anlam veremezdim. Çünkü okulda tamam; Lazca
konuşanlara ihtarımı yapardım,ama eve gelince,köye çıkınca hiç Türkçe bilmeyen babaannem,
dedem, komşuma hiç etkili olamıyordum. Hal böyle olunca, onlarla ben de Lazca
konuşuyordum. Yani “görevli de suç
işliyordu”. Garip, yüzeysel bir kandırmaca. Bir çocuğun iki yüzlü gelişmesinde
felâket etkili olacak bir uygulama. Ayrıca onlara, “Lazca konuşmayın” demek ,
“Siz hiç konuşmayın” anlamına geliyordu. Çünkü Lazcadan başka dil
bilmiyorlardı. Böyle bir teklif, onların aklımızdan şüphelenmelerini
gerektiriyor ve şaşkın şaşkın gülmelerine vesile oluyordu. Bu çok büyük bir
çelişki idi. Çocuk ruhumda oluşan bu çapraşık duygular, beni konunun
nedenlerini anlamaya doğru iterdi, ama hiçbir izah tarzını da bulamazdım. Bu
konudaki pozisyonumu iki yüzlülük imiş gibi algılardım ve hatırladığıma göre
utanır veya sıkılırdım...”
1926 doğumlu Mecit
Çakırusta, Eğitim-Sen Demokratik Eğitim Kurultayı Dil ve Anadili Eğitimi
Komisyonu İstanbul 8 nolu şube çalışma grubuna şu tanıklıkta bulunuyor: “Ben 1926 senesi 20 Mart doğumluyum. 1930’lu
yıllarda ilkokul tahsilimi (Ardeşen) Tunca Beldesin’de (Dutxe) yaptım. Öğretmenimiz ….. …. idi. Okulda Lazca konuşmak yasaktı. Yalnızca
okulda değil, dışarıda da konuşulmayacaktı. Bunun tespiti için de talebeleri
arasında görevlileri vardı. Lazca konuşanları tespit edip kendisine isimlerini
getirenleri ödüllendiriyor ve talebeleri ispiyonculuğa teşvik ediyordu. Lazca
konuşanları da –yine talebelere
yaptırdığı – özel fındık ağacından çubuklarla avuçlarını kırbaçlıyordu veya parmaklarımızı birleştirip
tırnaklarımıza cetvelle vuruyordu. Bu tutum ve davranışın bana yaptığı psikolojik
tahribatın yaşam boyu uzun zamanımı aldığını, bu aşağılanma suçluluk, ama bu
suç ve yabancılık bende hep var olacaktı. Üstümden atamayacaktım. Çünkü ben
Lazdım ve Lazca konuşuyordum, Lazca şarkı söylüyordum. Ülkemizdeki bu tür
baskılar, ülke insanına çok büyük beyin tahribatlarını yaptığına inanıyorum.
Öyle düşünüyorum. Ülkemde bir tek Nobel ödüllü olmaması acaba bu tür baskıların
bir sonucu mudur diye düşünüyorum.”
1939 doğumlu Yılmaz Avcı
yazdığı makalede tanıklığını aktarıyor: “
... Okullar açıldığı gün öğretmenimizin okulda Lazca konuşmayı yasaklaması ile
beraber bizim de en önemli iletişim kaynağımız kesilmiş oldu . Ancak
teneffüslerde,öğretmenden uzak olduğumuz noktalarda kontrollü olarak Lazca
konuşabiliyorduk. Zira, Türkçe bize çok zor geliyordu.Tabi bu arada yakayı
suçüstü ele verenler de mutlaka cezalarını çekiyorlardı. Yine bir gün teneffüse
çıkar çıkmaz, hala oğlu Muhammet’in,okulun önünden geçmekte olan bir atı görür
görmez, iyi Türkçe bildiğini bizlere ispat etmek istercesine,“Aha, tskheni
gelii !!! (İşte, at geliyor!!!) “ diye
bağırmasıyla beraber, öğretmenin
parmaklarının kulağına yapışması bir
oldu. Öğretmen,“ Aha, tskheni gelii, haa !!!” diye bağırıp bir tokat
yapıştırdı. Sonra bir ve bir daha ... Bu olaydan sonra bizler de çaktırmadan
Lazca konuşabilmek için bir arayış içine girmiştik ... O büyük mücadele
sonunda, öğretmenin galip geldiğini söylemeye her halde gerek yok !”
1956 doğumlu T. M.
Tanıklığını şöyle aktarmıştı:
“Türkçeyle
ilk tanışmam,annemin beni elimden tutup kayıt yaptırmak için okula götürdüğü
gün oldu. Bir odaya girdik. Annemin elini sıkı sıkı tutuyordum. Sonradan müdür
olduğunu öğrendiğim adam, bir şeyler konuşuyordu. Ben ise hiçbir şey
anlamıyordum.
(...)
Artık
sınıftaydım. Sıramda oturuyor, bir yandan da okul bahçesinde bekleyen annemi
gözlüyordum. Sınıftaki öğretmenin konuşması yine benim bilmediğim bir dildeydi
ve O’nu anlamıyordum.
Teneffüsler
benim için oyun oynamak için değil, arkadaşlarımla (Lazca ) konuşma ihtiyacını
karşılayabildiğim yegâne zamanlardı.
Derslerin
teneffüslerden sonraki ilk beş dakikası dayak seansları ile geçiyordu.
Suçumuzun ne olduğunun bilincinde değildik. Sonraları anladık ki, suçumuz Lazca
konuşmakmış. Lazca konuşanların isimlerini okulda kurulu olan “Lazca
Konuşturmama Kolu” görevlileri okul
idaresine bildiriyordu. Bu görevliler, yaşça bizden daha büyük olanlardı. Bütün
günlerimiz “bu uygulamalar”la geçiyordu.
Bir
süre sonra, dayak yememek için Lazca konuşmamayı, yani susmayı tercih ettim.
Başka bir dil, yani Türkçeyi bilmiyordum ve dolayısıyla da dersleri
anlamıyordum. Tahtada yazılı olanları muntazaman defterime geçiriyordum.
Öğretmen, başarılı bir öğrenci olduğumu (!) düşünmüş olacak ki, ikinci sınıfa
geçtim.
İkinci
sınıfta yavaş yavaş Türkçe konuşmaları anlamaya başladım.
Aradan
yıllar geçti. Lazca konuştuğumuz için bizi döven öğretmenimizle “bu konu”yu
konuştum. “Lazca Konuşturmama Kolu” diye “eğitsel kol”un olduğunu O’ndan
öğrendim.
“Niye
bizi çok dövüyordunuz? Çok mu yaramazdık ?” diye kendisine sorduğumda şu cevabı
verdi :“ Hayır! Seni uslu bir çocuk olarak hatırlıyorum.”
“Sizden
yediğim sopaları birbirine eklesem Boğaz’a üçüncü köprü olur.”
Öğretmenimiz,
bugün güzel (!) Türkçe konuşmamızı “bu uygulamalar”a bağlıyor. “Başarılı” olduğunu kabul etmek
gerek !
1960 doğumlu S.K:,
makalesinde tanıklığını şöyle aktarıyor:
“…
ilkokula başladığımda, henüz hatırlarım, benzer yokluklara biz de
katlanıyorduk. Özellikle Türkçe bilmemenin ve eğitimin Lazca olmamasından doğan
komiklikler. Çocukluk arkadaşım Aysel’le okumayı sökmüş olmalıyız. Bir
gün,anlamını bilmediğimiz kelimeleri okuyup Aysel’in babasına sorardık. O da bize okuduklarımızın
Türkçe karşılığını söylerdi. Türkçe bilmemenin sıkıntısı okulda Lazca konuşma
yasağıyla pekişirdi. Ama her çocuğun başında bekleyemezdi “yabancı” dediğimiz,
Laz olmayan, çoğu Orta Anadolu kökenli öğretmenler. Teneffüs zili çalar çalmaz
dilimizin bağı çözülür, Lazca konuşuyorduk. İspiyoncu ve ihbarcı çocukların
ikazlarına aldıran yoktu. Çocukluk arkadaşlarımı hâlâ aynı canlılıkla hatırlarım, şevkle Lazca
konuşmalarını, ince seslerinin yankıdığı
su değirmenindeki annelerinden öğrendikleri uzun Lazca ağıtları ...
(...)
... Lazca bilmenin, Türkçeye hakim olamadan bir
okula devam ederken karşılaşılan zorlukları anlatıyordu. Bir ara,“okula
giderdik de her anlatılanı öyle anlamazdık. Bir ara öğretmenimiz Pehlül Bey’in
bize, kapıları sıkı sıkı kapatıp dersi Lazca açıkladığını bilirim. Pehlül Bey
de Lazdı. Çok iyi Lazca konuşurdu, ancak bizimle konuşmazdı. Çok zorda kalırsa,
çocuklar dersi anlamazlarsa Lazca konuşurdu. Çok kısa bir süre ve sesini
alçaltarak ...”
(Ayrıca bkz.: Ali İhsan Aksamaz, “Yerel Diller”:
Anadilleri Yaşatmak mı? Öldürmek mi?, SORUN POLEMİK, Sayı: 5, Kış 2002)
+
https://www.kitapyurdu.com/kitap/anadilde-egitim-ve-azinlik-haklari/291406.html
https://www.circassiancenter.com/tr/turkce-disindaki-anadilleri/