“Yerel
Diller”: Anadilleri Yaşatmak Mı? Öldürmek Mi ?
Son Ubıh Tevfik Esenç’in Anısına...
“Soğuk Savaş Yılları” sonrasındaki yeni süreçte ortaya çıkan bazı
çalışmalar , Lazların birden fazla resmî ideoloji ve resmî tarih tezinin
kuşatması altında olduğunu gözler önüne sermiştir. 20. yüzyılda yaratılan
resmî ideolojiler, Lazları ileriye yönelik olarak şekillendirmeye
çalışmakla yetinmez: Resmî tarih tezleriyle de; geçmişlerini,
şekillendirmeye çalışacağı gelecekleriyle uyumlu hale getirmek için
olağanüstü bir çaba harcar. Lazları kuşatan resmî ideolojiler birbirleriyle
çatışma halinde olmalarına rağmen, Laz tarihini çarpıtma, Laz dilini yok
etme ve Laz kimliğini ortadan kaldırma noktasında birleşirler. 20. yüzyılda
kendilerini ortaya çıkaran uluslararası yapılanmalar ortadan kalkmış
olmasına rağmen, bu resmî ideolojiler ve onların emrindeki resmî tarih
tezleri hâlâ etkilerini sürdürebilmektedir.
Lazların tarihsel olarak toplu yaşadıkları Güneydoğu Karadeniz Bölgesi
ve Güney Kafkasya 1. yüzyıldan başlamak üzere 20. yüzyılın ilk çeyreğine
kadar önce çeşitli imparatorlukların sonra da emperyalistlerin savaş alanı
haline gelmiştir. Bu savaşlar, hem Lazların bugün yaşadıkları coğrafyayı
hem de tarihlerini şekillendirmiştir.
İSLÂMİYETİN KABULÜNE KADAR KISA
TARİHÇE
“Kolh”lardan, “Laz” adıyla ilk
bahseden 1. yüzyıl tarihçisi Plinius olmuştur. 2. yüzyıl tarihçisi Arrianus
zamanında Lazlar,(günümüzde Abhazya sınırları içinde kalan)Sohumi’den
başlamak üzere “Trabzon”a kadar olan bölgede yaşamaktaydı. Roma/Bizanslıların
“Laz ”dedikleri bu halkı Gürcüler ve Abhaz-Abazalar “Megrel” olarak
adlandırır.
Günümüzde Türkiye ve Gürcüstan’da yaşayan ve Müslüman olanları “ Laz ”,
yalnızca Gürcüstan’da yaşayan ve Hıristiyan olanları ise “Megrel”
adıyla özdeşleşmiştir. Roma/Bizanslıları “Lazika” dedikleri krallıklarına
da Gürcüler ve Abhaz-Abazalar “Egrisi”der. Lazika (Egrisi) krallığı,
bugünkü Abhazya, Megrelya, İmereti, Acara, Guria topraklarını
kapsamaktaydı.
1461’e kadar “Trabzon Krallığı”nın yönetimi altındaki “Lazia Teması”nda
yaşayan Lazlar, “Rum” yönetimiyle çatışma içindeydi. Bu durum, Lazları
Osmanlıların “doğal” müttefiki haline getiriyordu. “Trabzon Krallığı”nın
Osmanlıların eline geçmesinden sonra sonra da Lazlar “özerklik”lerini
koruyabilmiş ve yerel derebeylerinin yönetiminde yaşamışlardır. Bu
“özerklik”, görünürde Hıristiyan, özde Pagan olan Lazların, süreç içinde
İslâmiyeti kabul etmelerinde kuşkusuz önemli bir faktör olmuştur.
OSMANLI-RUS SAVAŞLARI BİR
DÖNÜM NOKTASI OLDU
Osmanlı yönetimindeki “Lazistan Sancağı”nda yaşayan Müslüman Lazlar, 19.
yüzyıldaki “Osmanlı-Rus Savaşları” ve Birinci Dünya Savaşı sırasında
“Müslüman Osmanlı Devleti”ne tam bir bağlılık göstermişlerdir. Bu dönemde
imparatorluklar saflarını çıkarlarına göre belirlerken, imparatorluklar
içindeki “etnik gruplar” ise saflarını dinlerine göre belirlemiştir.
Örneğin, Güney Kafkasya’daki savaşlarda Müslüman Lazlar ve Acarlar
“Müslüman Osmanlı Devleti”ni, Hıristiyan Ermeniler ve Gürcüler/Kartveliler
“Hıristiyan Çarlık Rusyası”nı desteklemiştir.
Lazların Osmanlı Devleti’ne göstermiş oldukları ve bazı yabancı
yazarların “şaşırtıcı” buldukları bağlılık, omlar açısından telâfisi mümkün
olmayan sonuçlar doğurmuştur. Osmanlı Devletinin, Çarlık Rusyası
karşısındaki her yenilgisi, Müslüman Lazları kitlesel göçlerle yüz yüze
bıraktı. Marmara Bölgesindeki günümüz “diaspora”sı “Osmanlı-Rus Savaşları”
sonucunda ortaya çıkacaktı. 1915’te, Çoruh Vadisinde yaşayan 52.000
Müslüman Acar ve Lazdan yalnızca 7.000’inin hayatta kalabilmesi nüfus
kayıpları konusunda önemli bir örnektir. Bütün bu “zorunlu” kitlesel
kopuşlar ve katliamlar, Lazların “doğal” olmayan “yok oluş süreci”ni
hızlandıran önemli bir başka gelişmeydi.16 Mart 1921 tarihli Moskova
Antlaşması sonucunda da aynı coğrafyadan “zorunlu” kitlesel kopuşlar
yaşanacaktı.
MÜSLÜMAN LAZLAR KURTULUŞ
SAVAŞI’NA DA DESTEK VERDİ
Müslüman Lazların, “İslâm Milleti”nin Anadolu’daki Kurtuluş Savaşı’na
bağlılığı da tamdı. Mustafa Kemal, 1 Mayıs 1920’de Meclis’te yaptığı
konuşmada “İslâm Milleti”ne vurgu yapıyordu: Burada maksut olan ve meclis-i
alinizi teşkil eden zevat yalnız Türk değildir. Yalnız Çerkes değildir.
Yalnız Kürt değildir. Yalnız Laz değildir. Fakat hepsinden mürekkep
anasır-ı İslâmiyedir, samimi bir mecmumadır. Binaenaleyh bu heyet-i
aliyenin temsil ettiği, hukukunu, hayatını, şeref ve şanını kurtarmak için
azmettiği emeller, yalnızca bir unsur-u İslâma münhasır değildir. Anasır-ı
İslâmiyeden mürekkep bir kitleye aittir. ”
Nazım Hikmet, “Arheveli İsmail”in şahsında Lazların Kurtuluş Savaşı’na
katkılarını anlatır:
“...Ve çok uzak çok uzaklardaki İstanbul limanında gecenin bu geç
vakitlerinde kaçak silâh ve asker ceketi yükleyen Laz takalar. hürriyet ve
ümit su ve rüzgârdılar....“
Cumhuriyet dönemiyle birlikte, yönetime hakim olan “tek ulus”, “tek dil”
anlayışıyla“ Lazistan Sancağı” lâğvedildi. Sonraki yıllarda bu sancak
içinde yer alan ve Lazların yoğun olarak yaşadıkları Pazar, Ardeşen,
Çamlıhemşin ve Fındıklı Rize’ye; Arhavi, Hopa ve Borçka Artvin’e bağlandı.
Bu yörelerdeki tarihsel yerleşim birimlerinin adları değiştirildi. “Bu
sürec”e TKP 1926 Programı şöyle karşı çıkıyordu : “...TKP.. Halk Fırkasının
Müslüman azınlıkları zorla Türkleştirmek, Hıristiyan ve Musevî azınlıkları
da ezmek siyasetine her vasıtayla karşı koyar...TKP, onlar için hukukta tam
bir eşitlik; dillerini kullanmak ve kültürlerini yayma ve eğitim
konularında tam bir serbestî...talep eder.(madde 11) ”
OKULLARDA “TEMİZLİK VE İNTİZAM
KOLU”, “KIZILAY KOLU ” VE
“LAZCA KONUŞANLARLA MÜCADELE KOLU ”
1930’lu yıllardan başlamak üzere, azca gibi “konuşanları sayıca(daha)az
diller”in veya “yerel diller”in konuşulma alanları ev içiyle
sınırlandırılmaya çalışılır. Bu konuda Manisa Mebusu Mehmet Sabri Toprak’ın
1938’de verdiği kanun tasarısı çarpıcı bir örnek oluşturur. Bu tasarı, Türk
vatandaşlarının evlerinin dışında umuma açık yerlerde, her zaman Türkçe
konuşmalarını, aksi takdirde 1-7 gün arasında hapis ve 10 ile 100 kuruş
arasında para cezasını öngörüyordu. Bunların diplomalarına da el konulacak
ve doktorluk, öğretmenlik ya da gazetecilik yapamayacaklardı. Ceza olarak
toplanan paraların bir bölümü de “ihbarcılar”a “ödül” olarak dağıtılacaktı.
Yine bu tasarıya göre Türkçe bilmeyen Türk vatandaşları bir yıl içinde
öğrenmeye mecburdu. yoksa, onları Türk vatandaşlığından çıkartılmak
bekliyordu.
Dönemin Antalya Mebusu Rasih Kaplan Meclis’te yaptığı konuşmada şunları
söylüyordu : “ ... Bazı unsurlar pek arsızca hareket ederek Türk milletinin
diline hürmet etmiyorlar. Evlerinde istedikleri dili konuşabilirler. Fakat
umumi yerlerde... bir kısım Türk vatandaşının konuştuğu Türkçe değildir. Ey
vatandaş, eğer Türk vatandaşı isen Türk diline saygı göster. Karşındaki
Türkleri de rencide etme.
”Dil yasaklarıyla ilgili olarak M.Recai Özgün’ün tanıklığı oldukça
ilginç:“...Otuzlu yıllarda okullarda Temizlik ve İntizam Kolu, Kızılay
Kolu... gibi isimlerle çalışma kolları oluşturulurdu ... Bunlar arasında
“Lazca Konuşanlarla Mücadele Kolu” diye bir kol daha vardı. Ben dördüncü ve
beşinci sınıfta iken bir müddet bu kolun başkanlığını yaptığımı
hatırlıyorum ... Bu işi ... faydalı olduğuna inanarak yapardık. Çünkü
talebeler de öğretmenler de Laz kökenli idiler ve Türkçeleri meramlarını
ifade edemeyecek kadar bozuktu ...”
Yılmaz Avcı’nın traji- komik anısı da şöyle : “ ... Okullar açıldığı gün
öğretmenimizin okulda Lazca konuşmayı yasaklaması ile beraber bizim de en
önemli iletişim kaynağımız kesilmiş oldu. Ancak teneffüslerde, öğretmenden
uzak olduğumuz noktalarda kontrollü olarak Lazca konuşabiliyorduk. Zira,
Türkçe bize çok zor geliyordu. Tabi bu arada yakayı suçüstü ele verenler de
mutlaka cezalarını çekiyorlardı. Yine bir gün teneffüse çıkar çıkmaz, hala
oğlu Muhammet’in, okulun önünden geçmekte olan bir atı görür görmez, iyi
Türkçe bildiğini bizlere ispat etmek istercesine,“Aha, tskheni gelii !!!
(İşte, at geliyor!!!) “diye bağırmasıyla beraber, öğretmenin parmaklarının
kulağına yapışması bir oldu. Öğretmen, “Aha, tskheni gelii, haa !!!” diye
bağırıp bir tokat yapıştırdı. Sonra bi ve bir daha ... Bu olaydan sonra
bizler de çaktırmadan Lazca konuşabilmek için bir arayış içine girmiştik
... O büyük mücadele sonunda, öğretmenin galip geldiğini söylemeye her
halde gerek yok!”
Bugün kendisi bir ilköğretim okulu öğretmeni olan bir arkadaşım, “o
dönem”e ilişkin tanıklığını şöyle aktarıyor:
“Türkçeyle ilk tanışmam, annemin beni elimden tutup kayıt yaptırmak için
okula götürdüğü gün oldu. Bir odaya girdik. Annemin elini sıkı sıkı
tutuyordum. Sonradan müdür olduğunu öğrendiğim adam, bir şeyler
konuşuyordu. Ben ise hiçbir şey anlamıyordum.(...)
Artık sınıftaydım. Sıramda oturuyor, bir yandan da okul bahçesinde
bekleyen annemi gözlüyordum. Sınıftaki öğretmenin konuşması yine benim
bilmediğim bir dildeydi ve O’nu anlamıyordum.
Teneffüsler benim için oyun oynamak için değil, arkadaşlarımla (Lazca )
konuşma ihtiyacını karşılayabildiğim yegâne zamanlardı.
Derslerin teneffüslerden sonraki ilk beş dakikası dayak seansları ile
geçiyordu. Suçumuzun ne olduğunun bilincinde değildik. Sonraları anladık
ki, suçumuz Lazca konuşmakmış. Lazca konuşanların isimlerini okulda kurulu
olan “Lazca Konuşturmama Kolu” görevlileri okul idaresine bildiriyordu. Bu
görevliler, yaşça bizden daha büyük olanlardı. Bütün günlerimiz “bu
uygulamalar”la geçiyordu.
Bir süre sonra, dayak yememek için Lazca konuşmamayı, yani susmayı
tercih ettim. Başka bir dil, yani Türkçeyi bilmiyordum ve dolayısıyla da
dersleri anlamıyordum. Tahtada yazılı olanları muntazaman defterime
geçiriyordum. Öğretmen, başarılı bir öğrenci olduğumu (!) düşünmüş olacak
ki, ikinci sınıfa geçtim.
İkinci sınıfta yavaş yavaş Türkçe konuşmaları anlamaya başladım. Aradan
yıllar geçti. Lazca konuştuğumuz için bizi döven öğretmenimizle “bu konu”yu
konuştum. “Lazca Konuşturmama Kolu” diye “eğitsel kol”un olduğunu O’ndan
öğrendim.
“Niye bizi çok dövüyordunuz? Çok mu yaramazdık?” diye kendisine
sorduğumda şu cevabı verdi : “ Hayır! Seni uslu bir çocuk olarak
hatırlıyorum.”
“Sizden yediğim sopaları birbirine eklesem Boğaz’a üçüncü köprü olur.”
Öğretmenimiz, bugün güzel (!) Türkçe konuşmamızı “bu uygulamalar”a
bağlıyor. “Başarılı” olduğunu kabul etmek gerek!
“O dönem”de “riskleri göze alanlar” da görülür. Kimi tanıklar, kimi Hoca
efendilerin cemaatlarına Lazca vaazlar verdiğini; kimi tanıklar da, kimi
öğretmenlerinin her mahalleden bir çocuğa düşecek şekilde ve aralarında
değiştirmeleri şartıyla , “Lazuri Alboni”(Lazca Alfabe)dağıttığını
hatırlıyor.
Lazca konuşanlara belediyeler bile “ceza kesme” yetkisine sahiptir.
Lazcanın konuşulmasını önlemeye yönelik “tedbirler”le yetinilmez;“CHP’nin
tek parti yönetimi”, Sovyetler Birliği Lazlarının yayınladıkları “Mç’ita
Muruntskhi ”(Kızıl Yıldız) adlı gazetenin Türkiye’ye sokulmasını da
yasaklar.“CHP’nin tek parti yönetimi”nin, “dil yasağına yönelik bu
uygulamalar”ı siyasî alanda da etkisini gösterir.
Nihal Atsız, “Vasiyetname”sinde yurttaşları hakkında şu ifadeleri de
kullanır: “... Ermeniler, Çerkezler, Kürtler, Abazalar, Boşnaklar,
Arnavutlar, Pomaklar, Lazlar, Lezgiler, Gürcüler, Çeçenler, içer(de)ki
düşmanlarımızdır ... ”CHP 9. Bürosu tarafından, “İkinci Dünya Savaşı
yılları”nda hazırlanan raporu irdeleyen Rıdvan Akar, Lazlara yönelik
“tasarılar” hakkında şunları yazıyor:
“... anadilleri Türkçeden başka olan, ancak küçük gruplar halinde
yaşayan Müslüman yurttaşlar konu ediliyor ... Toplu halde yaşadıkları için
kendi dil ve geleneklerini muhafaza eden bu topluluklar potansiyel tehlike
olarak anılıyor ... Lazların sınır boylarından iç kesimlere kaydırılması,
toplu yaşamalarına engel olunması, bunun mümkün olmadığı hallerde en zengin
ve verimli köylerden başlayarak buralara yüzde elli oranında Türk
yerleştirilmesi ve okullar açılması öneriliyor ... ” “CHP’nin tek parti
yönetimi”, günlük hayatı sürdürmeye yönelik “nafaka ekonomisi
ilişkileri”nin hakim olduğu “Lazcanın tarihsel konuşulma coğrafyası”nda
“ulusal sanayi”nin “kapitalist üretim ilişkilerini ve kurumları”nı
geliştiremedi. “Yerel üretim ilişkileri”ni tasfiye edemedi. Bu sebeple de
dilsel ve kültürel farklılıkları “doğal” bir “yok oluş süreci”ne
sürükleyemedi. Bunun yerine “yerel üretim ilişkileri”ni değil; ama, dilsel
ve kültürel farklılıkları “doğal olmayan bir yol”la, yani resmî ideoloji ve
resmî tarih tezleriyle ortadan kaldırmaya çalıştı. “Doğal” olan bir “yok
oluş süreci”nin başlayabilmesi için 1950’li yılların gelmesi, “çay
tarımı”nın yörede yaygınlık kazanması gerekecekti.
1970’li yıllarda “yöresel” bir dergide yayınlanan bir “makale”, hem
resmî ideoloji ve resmî tarih tezlerinin etkisini hem de yazarının “ruh
hali”ni gözler önüne sermesi bakımından oldukça önemlidir. “Bu makale”,
“Rize’de Dil Sorunu “ başlığını taşıyor: “Türkiye’de öteden beri
çeşitli diller yaşamaktadır. Bunlardan biri de Rize’nin bazı kazalarında
hususiyle, Pazar, Ardeşen, Fındıklı ve bir de Çoruh’un bir iki ilçesinde
konuşulanıdır. Bu dile nedense “Lâzca” ismi atfedilir. Lâzcanın menşei bizi
ilgilendirmediği gibi onun üzerinde söz edecek de değiliz. Konumuzun
ilişeceği husus bu dilin mahzurları ve değersizliğidir. Yukarıda yazdığım
birkaç kazada bu dile Lâzca denmesi zannederim ki o muhitte yaşayanlara Lâz
lakabı verilmesinden ileri geliyor. Lâzca bundan öncesine kadar hemen hemen
orada yaşayanların ilk öğrendikleri, diğer bir deyişle anadilleri idi. Daha
yeni konuşmaya başlayan çocuk şüphesiz ki, Lâzca kelime ve deyimler
kullanacaktır. Çünkü ebeveyn ve muhitin müşterek lisanı budur.
Çocuk suçsuzdur. Hangi terbiye altında yetişirse o terbiye ile gelişir.
Eğer bu bapta kendine bir suç atfedilecekse haksızlık edilmiş olur. O halde
ebeveyn de kendi ebeveyni tarafından aynı dil öğretişine mâruz kaldığına
göre suçu araştırmak dilin menşeini araştırmak kadar derinliklere sürükler
bizi. Burada bir suç işlenmişse bu telâfi edilmelidir
... Evet Lâzcayı ana dili yapmak suçtur. Şüphesiz ki bu suç hukukî
değildir. Fakat içtimai bir suçtur.Bugün bile ekseri köylerde (Sahilleri
istisna edebiliriz) altı yaşını doldurup ilk okul öğrencisi olmak hakkını
edinen her çocuk hemen hemen hiçbir Türkçe kelime bilmemektedir. Böyle
Türkçe kelimelerden yoksun boş kalıplar gibi okula gelen zavallı çocuklar
zorlu bir sıkıntı içindedirler. Yalnız birinci sınıfların mevcut olduğu bir
köy ilkokulunda Türkçe’yi bilen yalnız tek kişidir. Tek kişi sadece Türkçe
öğretip onları yetiştirme çabasındadır. Bereket öğretmenlerin de çoğu bu
adı geçen dili bilmektedir. Lazcayı bilmeyen bir öğretmenin yukarıdaki
tanımda olan bir ilkokuldaki manzarasını düşünün. Çocukla öğretmen arasında
derin bir anlamamazlık fırtınası kasırgası esecek ve netice olarak da
semere sıfır olacaktır. Burada öğretmenlerin bu kutsî çabalarını överek
belirtebilirim. Onların öğrenci yetiştirmek babında ne kadar çok çalışıp ne
keder güç sarf ettiklerini düşündükçe yüreğimde beliren hürmet ve saygı
duyguları tüylerimi ürpertiyor.Öğretmen önce okulda, yolda ve evde bu dili
konuşmayı şiddetle yasaklar. Konuşanları şikâyet etmelerini tenbihler.
Konuşanlara en ağır müeyyideleri tatbik eder. Fakat bütün bu tedbirler
istenileni vermekten uzak düşmektedir. Çünkü bir kere bu dil çocuk üzerinde
derin bir kök salmıştır. Onu unutmasına ve Türkçe’yi lâyıkı veçhile
öğrenmesine hemen hemen imkân yoktur. Hayatı boyunca da bunun acısını daima
çekecektir ... (...)
O halde bu derece hiçbir şey demek olan ve üstelik zararlı olan bu dil
neden konuşulsun? Onu konuşup ana dili yapmak suç değil de nedir? Sonra
hakiki dilimiz Güzel Türkçeyi ihmal etmek demek değil midir? Öyleyse bu
dilin kökünü kazımalıyız. Diyeceksiniz ki dil bir havuç değildir ve kolay
kolay bunun sonu getirilemez. Ama ben bunun aksini söylemekte israr
edeceğim. Zira bu dili ayakta tutacak hiçbir kaynak yok
... maarif ile ailelerin elbirliği ile çalışmaları yeter. Her aile en
azından öğretmen kadar kendi çocuğu üzerinde dursa ve ona doğuştan Türkçeyi
öğretse dava zamanla halledilmiş olur ve çocuklar da bu acaip dilin
şerrinden kurtulmuş olurlar.”
“Rize’de Dil Sorunu”başlıklı “makale”nin yazılıp yayınlandığı yıllarda
bir ilkokul öğrencisi olan Selma Koçiva yıllar sonra “o yıllar”a ilişkin
tanıklıklarını şöyle aktarıyor :
“... ilkokula başladığımda, henüz hatırlarım, benzer yokluklara biz de
katlanıyorduk. Özellikle Türkçe bilmemenin ve eğitimin Lazca olmamasından
doğan komiklikler. Çocukluk arkadaşım Aysel’le okumayı sökmüş olmalıyız.
Bir gün, anlamını bilmediğimiz kelimeleri okuyup Aysel’in babasına
sorardık. O da bize okuduklarımızın Türkçe karşılığını söylerdi. Türkçe
bilmemenin sıkıntısı okulda Lazca konuşma yasağıyla pekişirdi. Ama her
çocuğun başında bekleyemezdi “yabancı” dediğimiz, Laz olmayan, çoğu Orta
Anadolu kökenli öğretmenler. Teneffüs zili çalar çalmaz dilimizin bağı
çözülür, Lazca konuşuyorduk. İspiyoncu ve ihbarcı çocukların ikazlarına
aldıran yoktu. Çocukluk arkadaşlarımı hâlâ aynı canlılıkla hatırlarım,
şevkle Lazca konuşmalarını, ince seslerinin yankıladığı su değirmenindeki
annelerinden öğrendikleri uzun Lazca ağıtları ...(...)
... Lazca bilmenin, Türkçeye hakim olamadan bir okula devam ederken
karşılaşılan zorlukları anlatıyordu. Bir ara, “okula giderdik de her
anlatılanı öyle anlamazdık. Bir ara öğretmenimiz Pehlül Bey’in bize,
kapıları sıkı sıkı kapatıp dersi Lazca açıkladığını bilirim. Pehlül Bey de
Lazdı. Çok iyi Lazca konuşurdu, ancak bizimle konuşmazdı. Çok zorda
kalırsa, çocuklar dersi anlamazlarsa Lazca konuşurdu. Çok kısa bir süre ve
sesini alçaltarak ...”
SOVYETLER BİRLİĞİ LAZLARININ
“KÜLTÜREL HAKLAR”I ELLERİNDEN ALINIYOR
Sovyet yönetiminin ilk yıllarında “kültürel haklar”a sahip olan Lazlar
1930’lu yılların sonlarında nüfus kayıtlarına Megreller ve Svanlar gibi
“Gürcü/Kartveli” olarak geçirildiler. “Kültürel haklar”ı ellerinden alındı.
Ardından da Kazakistan’a sürüldüler. Gecikmiş “ulus-devletler”i ve bunların
resmî ideoloji ve resmî tarihlerini yaratmanın “doğal” bir sonucu olarak
bazı dil ve kimliklerin yok sayıldıklar ve yok edilmeye çalışıldığı süreç,
20. yüzyılda yalnızca “kapitalist” eksende değil, tutarsız bir “milliyetler
politikası”nın uygulandığı Sovyetler Birliği’nin Kafkasya’daki
birlik-cumhuriyeti Gürcüstan’da da tüm şiddetiyle yaşandı. Lazlar
Türkiye’de “Türk”, Gürcüstan’da “Gürcü/ Kartveli”ydi!
15 Ekim 1997 tarihinde “Abhazya Parlamento”su Abhazyalı Türkler, Lazlar
ve Rumların durumlarına da değinerek geçmiş yönetimlerce haksız yere
suçlandıkları konularda itibarlarının iadesini istedi.
17 Ekim 1997 günkü oturumda oybirliğiyle kabul edilen maddelerden
bazıları şöyle:“Abhaz halkı daha önceden da haksız suçlamalarla sürgüne
tabi tutulan halk olarak görülmeli, aynı zamanda 1940’lı yıllarda Stalin
rejimi tarafından Abhazya’dan sürülen Rumlar, Lazlar ve Türkler de sürgüne
maruz bırakılan halklar olarak kabul edilmelidir.”(madde 4).
Abhazya parlamentosu hukuk komitesi ile insan hakları komisyonu, daha
önce suçlanarak Abhazya’dan sürgüne tabi tutulan Türkler, Lazlar
ve Rumların itibarlarının iadesi ile ilgili kanun tasarılarını en kısa
zamanda hazırlamakta görevlendirir.” (madde 11).
”Nugzar Dzhodzhua,“dil politikaları”na dikkat çekerek şu önemli tespitte
bulunuyor:“... Haziran 1990’da, Londra’da toplanan 5. Avrupa Kafkasoloji
Kongresi’nin oturumları yapıldı. Sunulan tebliğlerden bir tanesi Megrelce
ve Lazca’ya ayrılmıştı. Kardeş dil Lazca’nın Türkiye’deki durumu gibi
Megrelce’nin de Gürcüstan’da yok sayıldığı konuları tebliğin tartışılan
noktalarındandı ... Sizin “köpeklerin dili” olarak nitelediğiniz Megrel
dili sınırsız güzellikte, zengin ve çeşitliliktedir, yok olması sadece
Megreller için değil bütün insanlık için bir trajedi olacaktır ... ”
TÜRKİYE’ DEKİ RESMî TARİH
TEZLERİ
“Soğuk Savaş yılları”nda yayınlanan “etnik köken”e ilişki “eserler” de
,“CHP’nin tek parti yönetimi”nin şekillendirmeye çalıştığı resmî tarih
tezlerine dayanır. Bu “eserler”deki “bilgiler”, resmî platformlarda da dile
getirilir ve yayınlanan kitaplara “kaynaklık” eder. Bu “eserler”, her
nasılsa (!) Şemsettin Sami’nin “Kamus-ül-A’lam”daki “ Lazlar” ve“ Lazistan”
maddelerini her defasında dikkate almaz!Bu yıllarda çok cılız da kalsa
resmî tarih tezlerine karşı çıkışlar görülür. Av. Şehzat Ayartepe’nin
makalesi önemli bir örneği oluşturur. “Soğuk Savaş yılları” yalnızca resmî
tarih tezleriyle geçmedi. “Laz Fıkraları ”da vardı! Bunlar günümüze kadar
aktarılacaktı: “Garson:‘Burası canlı beyin lokantası ... Her türlü beyin
var efendim! En pahalısı da Laz beyni!’ Müşteri:’ Aa! Neden o? ‘Garson:
‘İki Laz kesiyorsun, bir beyin çıkıyor!‘ ...”(Asabi Gazetesi,
20.12.1997).Gürcüstan’ın Ankara Büyükelçisi Nodar Komakhidze de bir
röportajda bu “fıkralar”a değiniyor ve şunları söylüyordu : “ ... Sizdeki
Karadenizli tipi Temel’e benzeyen bir karakter bizde de çok yaygın; biz Ona
Megrel diyoruz ... ”(Türkiye Gazetesi, 14.03.1995).
“SOĞUK SAVAŞ
YILLARI”SONA ERİYOR:
LAZLARI KUŞATMAYA ÇALIŞAN
“YENİ” RESMî İDEOLOJİLER SAHNEYE ÇIKIYOR
19. yüzyılda “Müslüman Osmanlı Devleti”ne “şaşırtıcı bir bağlılık”
gösteren ve 1920’lerde Anadolu’nun Kurtuluşu’nda fedakârlıklarda bulunan
Müslüman Lazlar, 1940’larda “içer(de)ki düşmanlardan biri”ne
“dönüşmüştü”! Kendilerine bir “tarih” yazılmıştı! Köylerinin adı da
“değişmişti”! Dillerini konuşmaları bile yasaktı! Adlarını ise, yalnızca
“kendilerini her defasında gülünç duruma düşüren fıkraların aktörleri”
olarak kalmaları şartıyla kullanabilirlerdi!
“Soğuk Savaş yılları”nın sonlarına doğru, 1988’de Sarp Sınır Kapısının
açılmasıyla birlikte Türkiyeli Lazlar ve sınırın ötesindeki Lazlar ve
Megreller yeniden kucaklaşma imkânı bulur. “1950’li yıllar”la ve “çay
tarımı”nın yörede yaygınlık kazanmasıyla birlikte yaşanılmaya başlanan
“doğal yok oluş süreci” 1980’lerin sonlarına doğru radyo, Tv, vb. kitle
iletişim araçlarının da yaygınlaşmasıyla hız kazanır. “Bu süreç”te dil ve
kültürlerinin hızla “bir yok oluş”a gittiğini gören bir avuç duyarlı insan,
bir “Laz Enstitüsü”veya bir “Laz Vakfı” kurmak için bir çalışma
başlatır. Bir“girişim komitesi” oluşturulur ve kendilerini basın yoluyla
deklere ederler:“... Biz, dil, kültür ve ulusal, demokratik haklar
diyebileceğimiz haklarımızı almak istiyoruz. Bunun dışında amacımız
ayrışmak değil. Yine birlikte olmak. Ama kendi kimliğimizi muhafaza edip
gönüllü birliği sağlayabilmek. Bizim amacımız bu. Onun haricinde bir başka
amaç taşımıyoruz ... Misak-ı Milli hudutlarının çizilişinde Lazların emeği
vardır. Dolayısıyla Lazların bu memlekette emeği vardır, söz sahibidirler.
... Bizler Anadolu’da her zaman vardık. Bizler ne Ermeniyiz, ne
Pontusuz , ne Gürcüyüz, ne Türküz. Bizler Lazız. Ve yaşamımızı böyle de
sürdüreceğiz.”
19.10.1983 tarih ve 2932 sayılı, “Türkçeden Başka Dillerde Yapılacak
Yayınlar Hakkındaki Kanun”un değiştirildiği bir döneme denk düşen bu basın
açıklamalarına ilk tepki, çok satan “ucuz” bir gazeteden geldi. Bu “gazete”,
bir hafta boyunca bir hedef gösterme kampanyası yürütür. “Duyarlı
kesimler”in “tepkiler”i “ Laz Vakfı Girişim Komitesi”ne yöneltilmek
istenir. Amaç, bu vakfın kurulmasını engellemektir. Bu “gazete” ,“ülkenin
bölünmez bütünlüğü şiarı”ndan hareketle bu “yayınlar”ı yaptığı izlenimini
uyandırmak için büyük bir “özen” gösterir. Bütün bu “özen”e rağmen, bu
“kampanya”nın “Lazlara yönelik hangi resmî ideoloji” lehine
yürütüldüğü “belli değildir”. “Soğuk Savaş yılları”nın sona ermesiyle
birlikte ortaya çıkan kısmî “özgürlük” ortamında Türkiye’deki resmî
ideoloji ve resmî tarih tezlerini sorgulama imkânı doğarken, Lazların
“Gürcü/ Kartveli” veya “Pontus(lu)” / ”Rum” / ”Yunanlı” olduklarını iddia
eden diğer resmî ideoloji ve resmî tarih tezleri de “bir şekilde”etkili
olarak hem kafaları karıştırmaya hem de Lazların dil ve kültürlerini
yaşatmaya yönelik çabalarını provoke etmeye çalışır. Bütün bu “engelleyici”
çabalara rağmen, 1993’te “Ogni Kültür Dergisi ”yayın hayatına başlar.
“Çıkarken” başlıklı makalede şu görüşlere de yer verilir : “ ...
Lazların da varolmak, kimliklerini yeniden ve çağdaş bir içerik ile
kazanmak ve korumak, özgür ve korkusuzca yaşamak hakları vazgeçilmez bir
doğal hak olarak kazanılmayı beklemektedir ... OGNİ, Anadolu mozaiğinin
parçası olan Lazları dili, tarihi, edebiyatı, folkloru, müziği,
sosyolojisi, arkeolojisi, coğrafyası ve diğer bilim, kültür, sanat,
araştırma, tanıtma ve yeniden inşa için yayın faaliyetiyle evrensel kültüre
katkıda bulunurken diğer yandan da Kafkasya ve Anadolu’da yaşayan halkların
ortak sesi, bölge halklarının kardeşlik köprüsü olacaktır.
“Ogni”nin ardından “Mjora” ve “Sima” adlı periyodikler de
yayınlanacaktır. Onlarca makale ve Lazca metin çeşitli dergi ve gazetelerde
yayınlanır. Kitaplar ve sözlükler yazılır. Zuğaşi Berepe, Ayhan Alptekin,
Birol Topaloğlu, Kâzım Koyuncu gibi grup ve sanatçılar Lazca şarkılara
yeniden can verir. Yöresel dernekler“kültür”e yönelir. “Laz dili ve
kültürü”nü yaşatmaya yönelik bir vakıf İstanbul’da değil ama, 1996’da
İzmit’te kurulur. Vakıf senedinde, vakfın amacı şu şekilde belirtilir:
“Borçka, Hopa, Arhavi, Fındıklı, Ardeşen ve Pazar ilçelerinde yaşayan,
kökeni bu bölgeler olup ekonomik vesair sebeplerle yurdun çeşitli
yörelerine dağılmış olan, bu bölgelerle benzer kültürlere sahip yurtdışında
kalmış yerleşim birimlerinde iken savaşlar ve savaş sonrası göçler
sebebiyle yurdun çeşitli yörelerine yerleştirilen yukarıda üç bölümde
sayılan özelliklere sahip olup halen yurtdışında bulunan vatandaşlar
arasında; ekonomik ve sosyal dayanışmayı sağlamak, müşterek kültür ve örf
adetleri yaşatmak ... ”Sima Vakfı,“Sima” adlı bir kültür dergisini de
yayınlamaya başlar. Vakıf başkanı Orhan Bayramin bu derginin yayınlanma
amacını şöyle açıklar :“... Laz tarihi ile ilgili kalıcı belgeler,
bilgiler, maniler, halk deyişleri daha menşeinde iken kaybolup gitmeden,
övünç vesilemiz kültürümüzü yok olmaktan kurtarmak... son yıllarda
münferiden yazılan kitaplar, dergiler, edebi eserlerin halkımızda ve
dünyada ilgi ile izlendiği gözden kaçmamaktadır. Bu tür yazıların
çoğalmasından yanayız...”
LAZCA DA TÜRKİYE’ NİN DİLİDİR
Lazların, bu “son dönem”de yaptıkları çalışmalar esas olarak “anadil Lazca”
nın yaşatılması, geliştirilmesi ve gelecek kuşaklara aktarılması noktasında
yoğunlaşmaktadır.
Selma Koçiva şöyle diyor:“... Oysa Laz halkı anadilini gözbebeği gibi
seviyor. Tüm olumsuz koşullara rağmen, çoğunlukla sözlü olarak da olsa
anadilimizi yaşatmıştır. Son on yıllarda Laz dili ve kültürüne artan ilgi
bir şeyleri yitirme korkusundan kaynaklanmaktadır ... Bizler anadilimiz
Lazcayı yitirmek istemiyoruz ... anadilimizi korumak istiyoruz ...Her türlü
dilsel ve kültürel serbestlik istiyoruz ...”
Sarigina Beşli, çocuğun ikilemine dikkat çekerek şunları yazıyor:“...
Köydeyken herkes Lazca konuşuyordu, bir sorun yoktu. Çocuk, Türkçe bilmiyor
muydu? Biliyordu ama konuşması ve yazması gerekmiyordu. Zaten aptal
kutusunu anlamak için Türkçeyi biraz bilmek yeterliydi .Ama okulda durum
farklıydı... 1991’de“ Lazuri Alfabe” adlı kitapçığın elime geçmesiyle enim
için yeni bir dönem başladı... çok sevdiğim dilimi artık yazıp
okuyabilecektim... Önümüzde açılan bu yeni dönemde kendi adımıza kazanımlar
elde etmek için öncelikle sorumluluk duymamız gerekiyor. Kime karşı mı?
Sana bu dili taşımış olan atalarına ve senin bu dili taşıman gereken
çocuklarına yani geçmişine ve geleceğine!”
Yılmaz Avcı, “böyle giderse Lazcanın iki nesil sonra yok olacağı”na
dikkat çekerken,
İsmail Avcı Bucaklişi bu konuda şunları yazıyor:“ Bizi biz yapan
değerler her geçen gün yok olup gidiyor. Daha dün bizimle birlikte Laz
kültürüyle yaşayan, dolu dolu Lazca konuşup gülen, bize Lazca masallar
anlatan nineler, dedeler yok artık. Laz masallarının gizemli dünyası çok
uzaklarda kaldı... Her yaşlı Lazın ölümü, bir yanımızı koparıp götürüyor
mezara... Lazuri Nenapuna yaşayan bir halkın, yaşayan bir dili olduğunu
gösteren açık bir delildir...”
“Lazca-Türkçe / Türkçe-Lazca” sözlük hazırlayan Metin Erten, kendisini
böyle bir çalışmaya yönelten sebepleri şöyle açıklıyor:“...doğduğumuz
günden beri konuştuğumuz dilimizi, Lazcayı korumak, gelişmesine katkıda
bulunmak gerekiyordu... Dedelerimizden Kurtuluş Savaşı’nı dinleyerek
büyüdük. Ülkeyi kurtarmak için dilleri farklı da olsa insanlar bir araya
gelmişler ve ortak savaşmışlardı. O orduların çok dili vardı ama sonuçta
tektiler. Farklı dillerinin olması bu ülke için savaşmalarına engel
değildi. Bugün de farklı dillerimizin olması birlikte olmamız için bir
engel değil...”
M. Recai Özgün’ün de vurgusu “anadile”dir :“... Türkiye’nin
demokratikleşmesine paralel olarak, yerel diller üzerindeki baskıları
kaldırılması, kültürel desteklerin geliştirilmesi gereklidir. Dil eğitimine
en azından ilkokullarda “anadil” eğitimi statüsünde yer verilmesi; bu
dilde eğitim verecek olanların üniversitelerde yetiştirilmesi ve resmî
Radyo ve TV’lerde haber ve eğitici yayınlara geçilmesi, isimleri
değiştirilen yerleşim birimlerine yeniden Lazca isimlerin verilmesi
gereklidir.” 2001 yılının Eylül’ünün son haftasında , ülkemizin
“konuşanları sayıca (daha) az dilleri” veya “yerel dilleri” konusunda önemli
bir gelişme yaşandı. Bu konuda A k ş a m Gazetesi şu habere yer verdi : “
... Anayasanın 28. maddesinin ikinci fıkrası da Anayasa değişiklik
paketinin 10. maddesindeki bir düzenleme olarak Meclis Genel Kurulu’nda
kabul edildi. ‘Kanunla yasaklanmış olan herhangi bir dilde yayım yapılamaz’
hükmü Anayasadan çıkarıldı ...” (27 Eylül 2001).
Cumhuriyet Gazetesi’nin “RTÜK’ten “Lazca”yayına Uyarı” başlıklı haberi,
“bu konuda” henüz yasal düzenlemelerin yapılmamasından kaynaklanan
“uygulamalar”a ilişkin durumu gözler önüne sermektedir : “Radyo ve
Televizyon Üst Kurulu (RTÜK), Rize Gelişim TV’ye “Lazca” yayın yaptığı için
uyarı cezası verdi. Üst Kurul, Gelişim TV’nin “Lazca” sunduğu müzik-eğlence
programı ile “radyo ve televizyon yayınlarının Türkçe yapılması” ilkesini çiğnediğini
savundu. Üst Kurul, bu kuralı bugüne kadar yalnızca Kürtçe yayınlar
konusunda uygulamıştı. Gelişim TV'ye verilen ceza, aynı zamanda Kürtçe
dışında başka dilde yapılan bir yayına ilk kez ceza uygulanması anlamına
geliyor.” (16 Şubat 2002).
Türkiye’nin taraf olduğu “Lozan Antlaşması”nın yalnızca Hıristiyan ve
Musevî azınlıkların “kültürel haklar”ını tanımadığı, Lazca gibi konuşanlar
sayıca (daha) az diller”veya“yerel diller”in varlıklarını da güvence altına
aldığını belirten bazı yorumlara günümüzde sıklıkla rastlanmaktadır. Oktay
Ekşi ve Sedat Ergin, makalelerinde bu konuyla bağlantılı olarak “Lozan
Antlaşması”nın 39. maddesinin dördüncü fıkrasını aktarıyorlar:
“Herhangi bir Türk yurttaşının gerek özel ya da ticari
ilişkilerinde, gerek din, basın ya da her türlü yayın konusunda ve gerek
toplantılarda herhangi bir dili serbestçe kullanmasına karşı hiçbir sınır
yoktur.” “CHP’nin tek parti yönetimi” ve “Soğuk Savaş yılları” boyunca
Türkiye’nin “çok dilli” bir ülke olduğu gerçeği kabullenilmek istenmedi.
Türkçe’nin resmî dil olmasının yanında, Lazca gibi “konuşanları sayıca
(daha) az diller” veya “yerel diller”in de varlıklarını sürdürebilmeleri ve
kurumsallaşmalarının , “uluslaşma” önünde bir engel teşkil etmeyeceği
görülmedi. Bunun yerine, bu dillerin konuşulmaları bile yasaklanarak
konuşanlarının sayısının her geçen gün azaltılması amaçlandı. Bu “yasak
diller”, 1920’lerde esas olarak Türkiye’nin belirli bölgelerinde
konuşulurken, günümüzde “doğal” olan veya olmayan sebeplerden dolayı
yaşanan göçlerle Türkiye’nin hemen her yerinde konuşulmaktadır. Günümüzde,
Lazca gibi “konuşanları sayıca (daha) az olan diller” veya “yerel diller”
gündeme geldiğinde kimileri “bu diller”i “bölücülük” sebebi olarak lânse
etmeye çalışmaktadır. Kimileri de “anadil eğitimi ”, “anadilde eğitim” vb.
tartışmaları “Kürtçe” üzerinden yapmaktadır. Oysa ne “bu diller” lânse
edilmeye çalışıldığı gibi “bölücülük” sebebidir ne de “Kürtçe” Türkiye’nin
tek “konuşanı sayıca (daha) az dili” veya “yerel dili”dir. “Bu diller”
ülkemizin ve bütün insanlığın ortak zenginliğidir. Binlerce yıllık bir
geçmişe sahip olan ve “her türlü olumsuz şart”a rağmen, günümüze ulaşabilme
becerisini gösteren“bu diller” ister yüz kişilik bir köyde konuşuluyor
olsun, ister çok daha fazla insan tarafından toplu veya dağınık çok daha
geniş yerleşim birimlerinde yaşatılıyor olsun aynı eşitlikte geleceğe
taşınma hakkına sahiptir.“Bu diller” deyaşamalı, geliştirilebilmeli ve her
türlü iletişim araçlarıyla gelecek kuşaklara aktarılabilmelidir.
Türkiye’nin “çok dilli” bir ülke olduğu gerçeğinin kabul edilmesi, resmî
dil Türkçe’nin dışındaki bu “yasak diller”in de kurumsallaşabilmeleri ve
kendilerini geleceğe taşıyabilmelerinin önündeki engellerin kaldırılması,
toplumun demokratikleşmesine, toplumsal birlik ve barışa şüphesiz önemli
bir katkı olacaktır. (22 IV 2002)
Kaynakça:
-“Abhazya Parlamentosu’nun Açıklaması”(1996): Kafkasya Yazıları, sayı 6,
Çiviyazıları, İstanbul .
-Akar, Rıdvan (1998): “Bir Bürokratın Kehaneti Ya Da ‘Bir Resmî Metin’de
Planlı Türkleştirme Dönemi”, Birikim, sayı 110, Birikim Yayıncılık,
İstanbul.
-Akgün, Ayten (röp.),”Skudas Xalkepeşi Cumapoba”,Gündem Gazetesi,
18.11.1973.
-Aksamaz, Ali İhsan (2000):“Dil–Tarih–Kültür -Gelenekleriyle
Lazlar”,1.Baskı, Sorun Yayınları, İstanbul.
-Aksamaz, Ali İhsan (2000):“Sovyetler Birliği’nin Milliyetler Politikası ve
Kafkasya”, Tarih ve Toplum, sayı 199, İletişim Yayınları, İstanbul.
-Allen, W.E.D.–Muratoff, Paul (1996):Kafkas Harekâtı, 1828-1921 Türk-Kafkas
Sınırındaki Harplerin Tarihi, Genel Kurmay Basımevi, Ankara.
-Amıcba, Gerg (1993): Ortaçağ’da Abhazlar, Lazlar, Nart Yayıncılık,
İstanbul.
-Bağ, Yaşar (2001): Çerkeslerin Dünü, Bugünü, l. Baskı, Kafkas Derneği
Yayınları (17), Ankara.
-Avcı, Yılmaz (1999): Şurimşine (Lazca / Türkçe), l.Baskı, Kurye Yayınları,
İstanbul.
-Avcı, Yılmaz (2002): “Türkçe’yi Nasıl Öğrendik?”, Yeni Kafkasya Gazetesi,
sayı 3, İstanbul.
-Ayartepe, Av. Şehzat,“Lazların Tarihçesi”, Karadeniz Haber Gazetesi,
1.12.1976.
-Bayramin, Orhan (2000):“Başlarken”, Sima Kültür Sanat Edebiyat Dergisi, sayı
1, İzmit.
-Beller–Hann, İldiko(1999): Doğu Karadeniz’de Efsane, Tarih ve Kültür,
1.Baskı, Çiviyazıları, İstanbul.
-Beşli, Sarigina (1993):“ Kendinde/Kendin Olma Bilinci Üzerine Düşünceler
”, Ogni Kültür Dergisi, sayı 1, İstanbul .
-Bucaklişi, İsmail Avcı –Uzunhasanoğlu, Hasan (1999): Lazuri – Turkuli
Nenapuna (Lazca-Türkçe Sözlük), 1.Baskı, Akyüz Yayıncılık, İstanbul.
-Bugün Gazetesi, 31.01.1993–07.02.1993.
-Bul, Melahat (2000):“Lazca ile Mücadele Kolu Başkanlığından Laz Kültürünün
Araştırılmasına Uzanan Bir Yol: M. Recai Özgün“ Mjora, sayı 1,
Çiviyazıları, İstanbul.
-Canaşia,n S.–Bertzenişvili, N.(1987): “Türkiye’den Haklı
İstemlerimiz”,Tarih ve Toplum, sayı 46, İletişim Yayınları, İstanbul.
-Çakır, Ruşen (1992):“Laz Kültürel Rönesansının Eşiğinde”,Cumhuriyet-
Kitap, sayı 131.
-Çveneburi Kültürel Dergi (2002), sayı 44, Total Müşavirlik Ve Mümessillik
LTD. Şti.,İstanbul.
-Doğan, Yalçın,”Türk Milletini Teşkil Eden Öğeler ...”, Milliyet Gazetesi,
05.10.1993.
-Dündar, Fuat (1997):“Kafkasya Hakkındaki Yasaklı Yayınlar(1920-44)“, Kafkasya
Yazıları, sayı 2, Çiviyazıları,
İstanbul.
-Dzhodzhua, Nugzar(1994):“Ben Bir Megrelim”,Ogni Kültür Dergisi, sayı 6,
İstanbul.
-Ekşi, Oktay, “Kopenhag Ve Lozan“, Hürriyet Gazetesi, 23.07.2000.
-Ergin, Sedat,“Lozan’ın Işığında Kürtçe’nin Durumu”, Hürriyet Gazetesi,
30.07.2000
-Erten, Metin (2000):Lazca–Türkçe/Türkçe–Lazca Sözlük,1.Baskı, Anahtar
Kitaplar, İstanbul.
-Feurstein, Wolfgang(1994):“Bir Alman Gözüyle Lazlar ”, Ogni Kültür
Dergisi, sayı 2, İstanbul.
-Güvenç, Bozkurt (1996): Türk Kimliği, 4.Basım, Remzi Kitabevi, İstanbul.
-Hewitt, B. George (1996): “Kafkasya ve Megrel – Lazların Kültürel
Hakları”,Birikim, sayı 85, Birikim Yayıncılık, İstanbul.
-Hikmet, Nazım (1987):“1920 Yılı Ve Hikâyei Arheveli İsmail“,
Memleketimden İnsan Manzaraları, İkinci Basım, Bilgi Yayınevi, Ankara.
-Kırım, Ahmet (1992):“Laz Burjuvazisi De Destekliyor”, Aktüel, sayı 66,
İstanbul.
-Kırzıoğlu, M. Fahrettin (1992):“Lazlar / Çanarlar, VII. Türk Tarih
Kongresi Bildirileri, Ankara.
-Koçiva, Selma (1999): LAZONA – Laz Halk Gerçekliği Üzerine, 1. Baskı,
Lazebura, Dortmund, Deutschland.
-Lang, David Marshall (1962): A Modern History Of Georgia, (?), London.
-Özgün, M. Recai (1996): Lazlar, 1. Baskı, Çiviyazıları, İstanbul.
-Özgün, M. Recai (1998): Kurtuluşumuzun Öyküsü, 1.Baskı, Sima Yayınları,
İzmit.
-Söylemez, Haşim (2000):“Çok Renkliyiz”, Aksiyon, sayı 291.
-Şemsettin, Sami (1993): “Kamus – ül – A’lam’da Lazlar Ve Lazistan “,
Çveneburi Kültürel Dergi, sayı 2/3, İstanbul.
-Teztel, Deniz, ”Lazlardan Alternatif Vakıf”, Cumhuriyet Gazetesi,
19.01.1993.
-Toumarkine, Alexandre (19995): Les Lazes En Turquie (xıx e- xx e siécles),
Les Editions ISIS, İstanbul.
-Türkiye İhtilâlci İşçi Köylü Partisi Davası Savunma (1974): 1. Baskı,
Aydınlık Yayınları, İstanbul.
-Yerasimos, Stefanos (1994): Milliyetler Ve sınırlar -Balkanlar, Kafkasya
ve Orta-Doğu, 1. Baskı, İletişim Yayınları, İstanbul.
(Ali İhsan Aksamaz, “Yerel Diller”: Anadilleri Yaşatmak Mı? Öldürmek Mi?” Sorun
Polemik Dergisi”, Sayı 5, Kış, İstanbul, 2002; Sima Dergisi, Sayılar 5 ve
6, Sima Laz Vakfı Yayını, Fotosan Ofset, İzmit, 2002- 2003)
(Önerilen Okuma:
Ali İhsan Aksamaz, “Yine Geldi 21 Şubat/ Xolo Komoxtu 21 K̆undura”,
yusufbulut.com/ suryaniler.com/ sonhaber.ch/ circassiancenter.com.tr, 21 II
2012)
aksamaz@gmail.com
|