9 Temmuz 2023 Pazar

“YEREL DILLER”: ANADILLERI YAŞATMAK MI? ÖLDÜRMEK MI ?

 

 

 


 

 

“Yerel Diller”: Anadilleri Yaşatmak Mı? Öldürmek Mi ? 

Son Ubıh Tevfik Esenç’in Anısına...

 

“Soğuk Savaş Yılları” sonrasındaki yeni süreçte ortaya çıkan bazı çalışmalar , Lazların birden fazla resmî ideoloji ve resmî tarih tezinin kuşatması altında olduğunu gözler önüne sermiştir. 20. yüzyılda yaratılan resmî ideolojiler, Lazları ileriye yönelik olarak şekillendirmeye çalışmakla yetinmez: Resmî tarih tezleriyle de; geçmişlerini, şekillendirmeye çalışacağı gelecekleriyle uyumlu hale getirmek için olağanüstü bir çaba harcar. Lazları kuşatan resmî ideolojiler birbirleriyle çatışma halinde olmalarına rağmen, Laz tarihini çarpıtma, Laz dilini yok etme ve Laz kimliğini ortadan kaldırma noktasında birleşirler. 20. yüzyılda kendilerini ortaya çıkaran uluslararası yapılanmalar ortadan kalkmış olmasına rağmen, bu resmî ideolojiler ve onların emrindeki resmî tarih tezleri hâlâ etkilerini sürdürebilmektedir.

Lazların tarihsel olarak toplu yaşadıkları Güneydoğu Karadeniz Bölgesi ve Güney Kafkasya 1. yüzyıldan başlamak üzere 20. yüzyılın ilk çeyreğine kadar önce çeşitli imparatorlukların sonra da emperyalistlerin savaş alanı haline gelmiştir. Bu savaşlar, hem Lazların bugün yaşadıkları coğrafyayı hem de tarihlerini şekillendirmiştir.

İSLÂMİYETİN KABULÜNE KADAR KISA TARİHÇE

 “Kolh”lardan, “Laz” adıyla ilk bahseden 1. yüzyıl tarihçisi Plinius olmuştur. 2. yüzyıl tarihçisi Arrianus zamanında Lazlar,(günümüzde Abhazya sınırları içinde kalan)Sohumi’den başlamak üzere “Trabzon”a kadar olan bölgede yaşamaktaydı. Roma/Bizanslıların “Laz ”dedikleri bu halkı Gürcüler ve Abhaz-Abazalar “Megrel” olarak adlandırır.

Günümüzde Türkiye ve Gürcüstan’da yaşayan ve Müslüman olanları “ Laz ”, yalnızca Gürcüstan’da  yaşayan ve Hıristiyan olanları ise “Megrel” adıyla özdeşleşmiştir. Roma/Bizanslıları “Lazika” dedikleri krallıklarına da Gürcüler ve Abhaz-Abazalar “Egrisi”der. Lazika (Egrisi) krallığı, bugünkü Abhazya, Megrelya, İmereti, Acara, Guria topraklarını kapsamaktaydı.

1461’e kadar “Trabzon Krallığı”nın yönetimi altındaki “Lazia Teması”nda yaşayan Lazlar, “Rum” yönetimiyle çatışma içindeydi. Bu durum, Lazları Osmanlıların “doğal” müttefiki haline getiriyordu. “Trabzon Krallığı”nın Osmanlıların eline geçmesinden sonra sonra da Lazlar “özerklik”lerini koruyabilmiş ve yerel derebeylerinin yönetiminde yaşamışlardır. Bu “özerklik”, görünürde Hıristiyan, özde Pagan olan Lazların, süreç içinde İslâmiyeti kabul etmelerinde kuşkusuz önemli bir faktör olmuştur.

OSMANLI-RUS SAVAŞLARI BİR DÖNÜM NOKTASI OLDU

Osmanlı yönetimindeki “Lazistan Sancağı”nda yaşayan Müslüman Lazlar, 19. yüzyıldaki “Osmanlı-Rus Savaşları” ve Birinci Dünya Savaşı sırasında “Müslüman Osmanlı Devleti”ne tam bir bağlılık göstermişlerdir. Bu dönemde imparatorluklar saflarını çıkarlarına göre belirlerken,  imparatorluklar içindeki “etnik gruplar” ise saflarını dinlerine göre belirlemiştir. Örneğin, Güney Kafkasya’daki savaşlarda Müslüman Lazlar ve Acarlar “Müslüman Osmanlı Devleti”ni, Hıristiyan Ermeniler ve Gürcüler/Kartveliler “Hıristiyan Çarlık Rusyası”nı desteklemiştir.

Lazların Osmanlı Devleti’ne göstermiş oldukları ve bazı yabancı yazarların “şaşırtıcı” buldukları bağlılık, omlar açısından telâfisi mümkün olmayan sonuçlar doğurmuştur. Osmanlı Devletinin, Çarlık Rusyası karşısındaki her yenilgisi, Müslüman Lazları kitlesel göçlerle yüz yüze bıraktı. Marmara Bölgesindeki günümüz “diaspora”sı “Osmanlı-Rus Savaşları” sonucunda ortaya çıkacaktı. 1915’te, Çoruh Vadisinde yaşayan 52.000 Müslüman Acar ve Lazdan yalnızca 7.000’inin hayatta kalabilmesi nüfus kayıpları konusunda önemli bir örnektir. Bütün bu “zorunlu” kitlesel kopuşlar ve katliamlar, Lazların “doğal” olmayan “yok oluş süreci”ni hızlandıran önemli bir başka gelişmeydi.16 Mart 1921 tarihli Moskova Antlaşması sonucunda da aynı coğrafyadan “zorunlu” kitlesel kopuşlar yaşanacaktı.

MÜSLÜMAN LAZLAR KURTULUŞ SAVAŞI’NA DA DESTEK VERDİ

Müslüman Lazların, “İslâm Milleti”nin Anadolu’daki Kurtuluş Savaşı’na bağlılığı da tamdı. Mustafa Kemal, 1 Mayıs 1920’de Meclis’te yaptığı konuşmada “İslâm Milleti”ne vurgu yapıyordu: Burada maksut olan ve meclis-i alinizi teşkil eden zevat yalnız Türk değildir. Yalnız Çerkes değildir. Yalnız Kürt değildir. Yalnız Laz değildir. Fakat hepsinden mürekkep anasır-ı İslâmiyedir, samimi bir mecmumadır. Binaenaleyh bu heyet-i aliyenin temsil ettiği, hukukunu, hayatını, şeref ve şanını kurtarmak için azmettiği emeller, yalnızca bir unsur-u İslâma münhasır değildir. Anasır-ı İslâmiyeden mürekkep bir kitleye aittir. ”

Nazım Hikmet, “Arheveli İsmail”in şahsında Lazların Kurtuluş Savaşı’na katkılarını anlatır:

“...Ve çok uzak çok uzaklardaki İstanbul limanında gecenin bu geç vakitlerinde kaçak silâh ve asker ceketi yükleyen Laz takalar. hürriyet ve ümit su ve rüzgârdılar....“

Cumhuriyet dönemiyle birlikte, yönetime hakim olan “tek ulus”, “tek dil” anlayışıyla“ Lazistan Sancağı” lâğvedildi. Sonraki yıllarda bu sancak içinde yer alan ve Lazların yoğun olarak yaşadıkları Pazar, Ardeşen, Çamlıhemşin ve Fındıklı Rize’ye; Arhavi, Hopa ve Borçka Artvin’e bağlandı. Bu yörelerdeki tarihsel yerleşim birimlerinin adları değiştirildi. “Bu sürec”e TKP 1926 Programı şöyle karşı çıkıyordu : “...TKP.. Halk Fırkasının Müslüman azınlıkları zorla Türkleştirmek, Hıristiyan ve Musevî azınlıkları da ezmek siyasetine her vasıtayla karşı koyar...TKP, onlar için hukukta tam bir eşitlik; dillerini kullanmak ve kültürlerini yayma ve eğitim konularında tam bir serbestî...talep eder.(madde 11) ”

OKULLARDA “TEMİZLİK VE İNTİZAM KOLU”, “KIZILAY KOLU ” VE
“LAZCA KONUŞANLARLA MÜCADELE KOLU ”

1930’lu yıllardan başlamak üzere, azca gibi “konuşanları sayıca(daha)az diller”in veya “yerel diller”in konuşulma alanları ev içiyle sınırlandırılmaya çalışılır. Bu konuda Manisa Mebusu Mehmet Sabri Toprak’ın 1938’de verdiği kanun tasarısı çarpıcı bir örnek oluşturur. Bu tasarı, Türk vatandaşlarının evlerinin dışında umuma açık yerlerde, her zaman Türkçe konuşmalarını, aksi takdirde 1-7 gün arasında hapis ve 10 ile 100 kuruş arasında para cezasını öngörüyordu. Bunların diplomalarına da el konulacak ve doktorluk, öğretmenlik ya da gazetecilik yapamayacaklardı. Ceza olarak toplanan paraların bir bölümü de “ihbarcılar”a “ödül” olarak dağıtılacaktı. Yine bu tasarıya göre Türkçe bilmeyen Türk vatandaşları bir yıl içinde öğrenmeye mecburdu. yoksa, onları Türk vatandaşlığından çıkartılmak bekliyordu.

Dönemin Antalya Mebusu Rasih Kaplan Meclis’te yaptığı konuşmada şunları söylüyordu : “ ... Bazı unsurlar pek arsızca hareket ederek Türk milletinin diline hürmet etmiyorlar. Evlerinde istedikleri dili konuşabilirler. Fakat umumi yerlerde... bir kısım Türk vatandaşının konuştuğu Türkçe değildir. Ey vatandaş, eğer Türk vatandaşı isen Türk diline saygı göster. Karşındaki Türkleri de rencide etme.

”Dil yasaklarıyla ilgili olarak M.Recai Özgün’ün tanıklığı oldukça ilginç:“...Otuzlu yıllarda okullarda Temizlik ve İntizam Kolu, Kızılay Kolu... gibi isimlerle çalışma kolları oluşturulurdu ... Bunlar arasında “Lazca Konuşanlarla Mücadele Kolu” diye bir kol daha vardı. Ben dördüncü ve beşinci sınıfta iken bir müddet bu kolun başkanlığını yaptığımı hatırlıyorum ... Bu işi ... faydalı olduğuna inanarak yapardık. Çünkü talebeler de öğretmenler de Laz kökenli idiler ve Türkçeleri meramlarını ifade edemeyecek kadar bozuktu ...”

Yılmaz Avcı’nın traji- komik anısı da şöyle : “ ... Okullar açıldığı gün öğretmenimizin okulda Lazca konuşmayı yasaklaması ile beraber bizim de en önemli iletişim kaynağımız kesilmiş oldu. Ancak teneffüslerde, öğretmenden uzak olduğumuz noktalarda kontrollü olarak Lazca konuşabiliyorduk. Zira, Türkçe bize çok zor geliyordu. Tabi bu arada yakayı suçüstü ele verenler de mutlaka cezalarını çekiyorlardı. Yine bir gün teneffüse çıkar çıkmaz, hala oğlu Muhammet’in, okulun önünden geçmekte olan bir atı görür görmez, iyi Türkçe bildiğini bizlere ispat etmek istercesine,“Aha, tskheni gelii !!! (İşte, at geliyor!!!) “diye bağırmasıyla beraber, öğretmenin parmaklarının kulağına yapışması bir oldu. Öğretmen, “Aha, tskheni gelii, haa !!!” diye bağırıp bir tokat yapıştırdı. Sonra bi ve bir daha ... Bu olaydan sonra bizler de çaktırmadan Lazca konuşabilmek için bir arayış içine girmiştik ... O büyük mücadele sonunda, öğretmenin galip geldiğini söylemeye her halde gerek yok!”

Bugün kendisi bir ilköğretim okulu öğretmeni olan bir arkadaşım, “o dönem”e ilişkin tanıklığını şöyle aktarıyor:

“Türkçeyle ilk tanışmam, annemin beni elimden tutup kayıt yaptırmak için okula götürdüğü gün oldu. Bir odaya girdik. Annemin elini sıkı sıkı tutuyordum. Sonradan müdür olduğunu öğrendiğim adam, bir şeyler konuşuyordu. Ben ise hiçbir şey anlamıyordum.(...)

Artık sınıftaydım. Sıramda oturuyor, bir yandan da okul bahçesinde bekleyen annemi gözlüyordum. Sınıftaki öğretmenin konuşması yine benim bilmediğim bir dildeydi ve O’nu anlamıyordum.

Teneffüsler benim için oyun oynamak için değil, arkadaşlarımla (Lazca ) konuşma ihtiyacını karşılayabildiğim yegâne zamanlardı.

Derslerin teneffüslerden sonraki ilk beş dakikası dayak seansları ile geçiyordu. Suçumuzun ne olduğunun bilincinde değildik. Sonraları anladık ki, suçumuz Lazca konuşmakmış. Lazca konuşanların isimlerini okulda kurulu olan “Lazca Konuşturmama Kolu” görevlileri okul idaresine bildiriyordu. Bu görevliler, yaşça bizden daha büyük olanlardı. Bütün günlerimiz “bu uygulamalar”la geçiyordu.

Bir süre sonra, dayak yememek için Lazca konuşmamayı, yani susmayı tercih ettim. Başka bir dil, yani Türkçeyi bilmiyordum ve dolayısıyla da dersleri anlamıyordum. Tahtada yazılı olanları muntazaman defterime geçiriyordum. Öğretmen, başarılı bir öğrenci olduğumu (!) düşünmüş olacak ki, ikinci sınıfa geçtim.

İkinci sınıfta yavaş yavaş Türkçe konuşmaları anlamaya başladım. Aradan yıllar geçti. Lazca konuştuğumuz için bizi döven öğretmenimizle “bu konu”yu konuştum. “Lazca Konuşturmama Kolu” diye “eğitsel kol”un olduğunu O’ndan öğrendim.

“Niye bizi çok dövüyordunuz? Çok mu yaramazdık?” diye kendisine sorduğumda şu cevabı verdi : “ Hayır! Seni uslu bir çocuk olarak hatırlıyorum.”

“Sizden yediğim sopaları birbirine eklesem Boğaz’a üçüncü köprü olur.”

Öğretmenimiz, bugün güzel (!) Türkçe konuşmamızı “bu uygulamalar”a bağlıyor. “Başarılı” olduğunu kabul etmek gerek!

“O dönem”de “riskleri göze alanlar” da görülür. Kimi tanıklar, kimi Hoca efendilerin cemaatlarına Lazca vaazlar verdiğini; kimi tanıklar da, kimi öğretmenlerinin her mahalleden bir çocuğa düşecek şekilde ve aralarında değiştirmeleri şartıyla , “Lazuri Alboni”(Lazca Alfabe)dağıttığını hatırlıyor.

Lazca konuşanlara belediyeler bile “ceza kesme” yetkisine sahiptir. Lazcanın konuşulmasını önlemeye yönelik “tedbirler”le yetinilmez;“CHP’nin tek parti yönetimi”, Sovyetler Birliği Lazlarının yayınladıkları “Mç’ita Muruntskhi ”(Kızıl Yıldız) adlı gazetenin Türkiye’ye sokulmasını da yasaklar.“CHP’nin tek parti yönetimi”nin, “dil yasağına yönelik bu uygulamalar”ı siyasî alanda da etkisini gösterir.

Nihal Atsız, “Vasiyetname”sinde yurttaşları hakkında şu ifadeleri de kullanır: “... Ermeniler, Çerkezler, Kürtler, Abazalar, Boşnaklar, Arnavutlar, Pomaklar, Lazlar, Lezgiler, Gürcüler, Çeçenler, içer(de)ki düşmanlarımızdır ... ”CHP 9. Bürosu tarafından, “İkinci Dünya Savaşı yılları”nda hazırlanan raporu irdeleyen Rıdvan Akar, Lazlara yönelik “tasarılar” hakkında şunları yazıyor:

“... anadilleri Türkçeden başka olan, ancak küçük gruplar halinde yaşayan Müslüman yurttaşlar konu ediliyor ... Toplu halde yaşadıkları için kendi dil ve geleneklerini muhafaza eden bu topluluklar potansiyel tehlike olarak anılıyor ... Lazların sınır boylarından iç kesimlere kaydırılması, toplu yaşamalarına engel olunması, bunun mümkün olmadığı hallerde en zengin ve verimli köylerden başlayarak buralara yüzde elli oranında Türk yerleştirilmesi ve okullar açılması öneriliyor ... ” “CHP’nin tek parti yönetimi”, günlük hayatı sürdürmeye yönelik “nafaka ekonomisi ilişkileri”nin hakim olduğu “Lazcanın tarihsel konuşulma coğrafyası”nda “ulusal sanayi”nin “kapitalist üretim ilişkilerini ve kurumları”nı geliştiremedi. “Yerel üretim ilişkileri”ni tasfiye edemedi. Bu sebeple de dilsel ve kültürel farklılıkları “doğal” bir “yok oluş süreci”ne sürükleyemedi. Bunun yerine “yerel üretim ilişkileri”ni değil; ama, dilsel ve kültürel farklılıkları “doğal olmayan bir yol”la, yani resmî ideoloji ve resmî tarih tezleriyle ortadan kaldırmaya çalıştı. “Doğal” olan bir “yok oluş süreci”nin başlayabilmesi için 1950’li yılların gelmesi, “çay tarımı”nın yörede yaygınlık kazanması gerekecekti.

1970’li yıllarda “yöresel” bir dergide yayınlanan bir “makale”, hem resmî ideoloji ve resmî tarih tezlerinin etkisini hem de yazarının “ruh hali”ni gözler önüne sermesi bakımından oldukça önemlidir. “Bu makale”, “Rize’de Dil Sorunu “ başlığını taşıyor: “Türkiye’de öteden beri çeşitli diller yaşamaktadır. Bunlardan biri de Rize’nin bazı kazalarında hususiyle, Pazar, Ardeşen, Fındıklı ve bir de Çoruh’un bir iki ilçesinde konuşulanıdır. Bu dile nedense “Lâzca” ismi atfedilir. Lâzcanın menşei bizi ilgilendirmediği gibi onun üzerinde söz edecek de değiliz. Konumuzun ilişeceği husus bu dilin mahzurları ve değersizliğidir. Yukarıda yazdığım birkaç kazada bu dile Lâzca denmesi zannederim ki o muhitte yaşayanlara Lâz lakabı verilmesinden ileri geliyor. Lâzca bundan öncesine kadar hemen hemen orada yaşayanların ilk öğrendikleri, diğer bir deyişle anadilleri idi. Daha yeni konuşmaya başlayan çocuk şüphesiz ki, Lâzca kelime ve deyimler kullanacaktır. Çünkü ebeveyn ve muhitin müşterek lisanı budur.

Çocuk suçsuzdur. Hangi terbiye altında yetişirse o terbiye ile gelişir. Eğer bu bapta kendine bir suç atfedilecekse haksızlık edilmiş olur. O halde ebeveyn de kendi ebeveyni tarafından aynı dil öğretişine mâruz kaldığına göre suçu araştırmak dilin menşeini araştırmak kadar derinliklere sürükler bizi. Burada bir suç işlenmişse bu telâfi edilmelidir

... Evet Lâzcayı ana dili yapmak suçtur. Şüphesiz ki bu suç hukukî değildir. Fakat içtimai bir suçtur.Bugün bile ekseri köylerde (Sahilleri istisna edebiliriz) altı yaşını doldurup ilk okul öğrencisi olmak hakkını edinen her çocuk hemen hemen hiçbir Türkçe kelime bilmemektedir. Böyle Türkçe kelimelerden yoksun boş kalıplar gibi okula gelen zavallı çocuklar zorlu bir sıkıntı içindedirler. Yalnız birinci sınıfların mevcut olduğu bir köy ilkokulunda Türkçe’yi bilen yalnız tek kişidir. Tek kişi sadece Türkçe öğretip onları yetiştirme çabasındadır. Bereket öğretmenlerin de çoğu bu adı geçen dili bilmektedir. Lazcayı bilmeyen bir öğretmenin yukarıdaki tanımda olan bir ilkokuldaki manzarasını düşünün. Çocukla öğretmen arasında derin bir anlamamazlık fırtınası kasırgası esecek ve netice olarak da semere sıfır olacaktır. Burada öğretmenlerin bu kutsî çabalarını överek belirtebilirim. Onların öğrenci yetiştirmek babında ne kadar çok çalışıp ne keder güç sarf ettiklerini düşündükçe yüreğimde beliren hürmet ve saygı duyguları tüylerimi ürpertiyor.Öğretmen önce okulda, yolda ve evde bu dili konuşmayı şiddetle yasaklar. Konuşanları şikâyet etmelerini tenbihler. Konuşanlara en ağır müeyyideleri tatbik eder. Fakat bütün bu tedbirler istenileni vermekten uzak düşmektedir. Çünkü bir kere bu dil çocuk üzerinde derin bir kök salmıştır. Onu unutmasına ve Türkçe’yi lâyıkı veçhile öğrenmesine hemen hemen imkân yoktur. Hayatı boyunca da bunun acısını daima çekecektir ... (...)

O halde bu derece hiçbir şey demek olan ve üstelik zararlı olan bu dil neden konuşulsun? Onu konuşup ana dili yapmak suç değil de nedir? Sonra hakiki dilimiz Güzel Türkçeyi ihmal etmek demek değil midir? Öyleyse bu dilin kökünü kazımalıyız. Diyeceksiniz ki dil bir havuç değildir ve kolay kolay bunun sonu getirilemez. Ama ben bunun aksini söylemekte israr edeceğim. Zira bu dili ayakta tutacak hiçbir kaynak yok

... maarif ile ailelerin elbirliği ile çalışmaları yeter. Her aile en azından öğretmen kadar kendi çocuğu üzerinde dursa ve ona doğuştan Türkçeyi öğretse dava zamanla halledilmiş olur ve çocuklar da bu acaip dilin şerrinden kurtulmuş olurlar.”

“Rize’de Dil Sorunu”başlıklı “makale”nin yazılıp yayınlandığı yıllarda bir ilkokul öğrencisi olan Selma Koçiva yıllar sonra “o yıllar”a ilişkin tanıklıklarını şöyle aktarıyor :

“... ilkokula başladığımda, henüz hatırlarım, benzer yokluklara biz de katlanıyorduk. Özellikle Türkçe bilmemenin ve eğitimin Lazca olmamasından doğan komiklikler. Çocukluk arkadaşım Aysel’le okumayı sökmüş olmalıyız. Bir gün, anlamını bilmediğimiz kelimeleri okuyup Aysel’in babasına sorardık. O da bize okuduklarımızın Türkçe karşılığını söylerdi. Türkçe bilmemenin sıkıntısı okulda Lazca konuşma yasağıyla pekişirdi. Ama her çocuğun başında bekleyemezdi “yabancı” dediğimiz, Laz olmayan, çoğu Orta Anadolu kökenli öğretmenler. Teneffüs zili çalar çalmaz dilimizin bağı çözülür, Lazca konuşuyorduk. İspiyoncu ve ihbarcı çocukların ikazlarına aldıran yoktu. Çocukluk arkadaşlarımı hâlâ aynı canlılıkla hatırlarım, şevkle Lazca konuşmalarını, ince seslerinin yankıladığı su değirmenindeki annelerinden öğrendikleri uzun Lazca ağıtları ...(...)

... Lazca bilmenin, Türkçeye hakim olamadan bir okula devam ederken karşılaşılan zorlukları anlatıyordu. Bir ara, “okula giderdik de her anlatılanı öyle anlamazdık. Bir ara öğretmenimiz Pehlül Bey’in bize, kapıları sıkı sıkı kapatıp dersi Lazca açıkladığını bilirim. Pehlül Bey de Lazdı. Çok iyi Lazca konuşurdu, ancak bizimle konuşmazdı. Çok zorda kalırsa, çocuklar dersi anlamazlarsa Lazca konuşurdu. Çok kısa bir süre ve sesini alçaltarak ...”

SOVYETLER BİRLİĞİ LAZLARININ “KÜLTÜREL HAKLAR”I ELLERİNDEN ALINIYOR

Sovyet yönetiminin ilk yıllarında “kültürel haklar”a sahip olan Lazlar 1930’lu yılların sonlarında nüfus kayıtlarına Megreller ve Svanlar gibi “Gürcü/Kartveli” olarak geçirildiler. “Kültürel haklar”ı ellerinden alındı. Ardından da Kazakistan’a sürüldüler. Gecikmiş “ulus-devletler”i ve bunların resmî ideoloji ve resmî tarihlerini yaratmanın “doğal” bir sonucu olarak bazı dil ve kimliklerin yok sayıldıklar ve yok edilmeye çalışıldığı süreç, 20. yüzyılda yalnızca “kapitalist” eksende değil, tutarsız bir “milliyetler politikası”nın uygulandığı Sovyetler Birliği’nin Kafkasya’daki birlik-cumhuriyeti Gürcüstan’da da tüm şiddetiyle yaşandı. Lazlar Türkiye’de “Türk”, Gürcüstan’da “Gürcü/ Kartveli”ydi!

15 Ekim 1997 tarihinde “Abhazya Parlamento”su Abhazyalı Türkler, Lazlar ve Rumların durumlarına da değinerek geçmiş yönetimlerce haksız yere suçlandıkları konularda itibarlarının iadesini istedi.

17 Ekim 1997 günkü oturumda oybirliğiyle kabul edilen maddelerden bazıları şöyle:“Abhaz halkı daha önceden da haksız suçlamalarla sürgüne tabi tutulan halk olarak görülmeli, aynı zamanda 1940’lı yıllarda Stalin rejimi tarafından Abhazya’dan sürülen Rumlar, Lazlar ve Türkler de sürgüne maruz bırakılan halklar olarak kabul edilmelidir.”(madde 4).

Abhazya parlamentosu hukuk komitesi ile insan hakları komisyonu, daha önce suçlanarak Abhazya’dan sürgüne tabi tutulan Türkler, Lazlar ve Rumların itibarlarının iadesi ile ilgili kanun tasarılarını en kısa zamanda hazırlamakta görevlendirir.” (madde 11).

”Nugzar Dzhodzhua,“dil politikaları”na dikkat çekerek şu önemli tespitte bulunuyor:“... Haziran 1990’da, Londra’da toplanan 5. Avrupa Kafkasoloji Kongresi’nin oturumları yapıldı. Sunulan tebliğlerden bir tanesi Megrelce ve Lazca’ya ayrılmıştı. Kardeş dil Lazca’nın Türkiye’deki durumu gibi Megrelce’nin de Gürcüstan’da yok sayıldığı konuları tebliğin tartışılan noktalarındandı ... Sizin “köpeklerin dili” olarak nitelediğiniz Megrel dili sınırsız güzellikte, zengin ve çeşitliliktedir, yok olması sadece Megreller için değil bütün insanlık için bir trajedi olacaktır ... ”

TÜRKİYE’ DEKİ RESMî TARİH TEZLERİ

“Soğuk Savaş yılları”nda yayınlanan “etnik köken”e ilişki “eserler” de ,“CHP’nin tek parti yönetimi”nin şekillendirmeye çalıştığı resmî tarih tezlerine dayanır. Bu “eserler”deki “bilgiler”, resmî platformlarda da dile getirilir ve yayınlanan kitaplara “kaynaklık” eder. Bu “eserler”, her nasılsa (!) Şemsettin Sami’nin “Kamus-ül-A’lam”daki “ Lazlar” ve“ Lazistan” maddelerini her defasında dikkate almaz!Bu yıllarda çok cılız da kalsa resmî tarih tezlerine karşı çıkışlar görülür. Av. Şehzat Ayartepe’nin makalesi önemli bir örneği oluşturur. “Soğuk Savaş yılları” yalnızca resmî tarih tezleriyle geçmedi. “Laz Fıkraları ”da vardı! Bunlar günümüze kadar aktarılacaktı: “Garson:‘Burası canlı beyin lokantası ... Her türlü beyin var efendim! En pahalısı da Laz beyni!’ Müşteri:’ Aa! Neden o? ‘Garson: ‘İki Laz kesiyorsun, bir beyin çıkıyor!‘ ...”(Asabi Gazetesi, 20.12.1997).Gürcüstan’ın Ankara Büyükelçisi Nodar Komakhidze de bir röportajda bu “fıkralar”a değiniyor ve şunları söylüyordu : “ ... Sizdeki Karadenizli tipi Temel’e benzeyen bir karakter bizde de çok yaygın; biz Ona Megrel diyoruz ... ”(Türkiye Gazetesi, 14.03.1995).

 “SOĞUK SAVAŞ YILLARI”SONA ERİYOR:

LAZLARI KUŞATMAYA ÇALIŞAN “YENİ” RESMî İDEOLOJİLER SAHNEYE ÇIKIYOR

19. yüzyılda “Müslüman Osmanlı Devleti”ne “şaşırtıcı bir bağlılık” gösteren ve 1920’lerde Anadolu’nun Kurtuluşu’nda fedakârlıklarda bulunan Müslüman Lazlar, 1940’larda “içer(de)ki düşmanlardan biri”ne “dönüşmüştü”! Kendilerine bir “tarih” yazılmıştı! Köylerinin adı da “değişmişti”! Dillerini konuşmaları bile yasaktı! Adlarını ise, yalnızca “kendilerini her defasında gülünç duruma düşüren fıkraların aktörleri” olarak kalmaları şartıyla kullanabilirlerdi!

“Soğuk Savaş yılları”nın sonlarına doğru, 1988’de Sarp Sınır Kapısının açılmasıyla birlikte Türkiyeli Lazlar ve sınırın ötesindeki Lazlar ve Megreller yeniden kucaklaşma imkânı bulur. “1950’li yıllar”la ve “çay tarımı”nın yörede yaygınlık kazanmasıyla birlikte yaşanılmaya başlanan “doğal yok oluş süreci” 1980’lerin sonlarına doğru radyo, Tv, vb. kitle iletişim araçlarının da yaygınlaşmasıyla hız kazanır. “Bu süreç”te dil ve kültürlerinin hızla “bir yok oluş”a gittiğini gören bir avuç duyarlı insan, bir “Laz Enstitüsü”veya bir  “Laz Vakfı” kurmak için bir çalışma başlatır. Bir“girişim komitesi” oluşturulur ve kendilerini basın yoluyla deklere ederler:“... Biz, dil, kültür ve ulusal, demokratik haklar diyebileceğimiz haklarımızı almak istiyoruz. Bunun dışında amacımız ayrışmak değil. Yine birlikte olmak. Ama kendi kimliğimizi muhafaza edip gönüllü birliği sağlayabilmek. Bizim amacımız bu. Onun haricinde bir başka amaç taşımıyoruz ... Misak-ı Milli hudutlarının çizilişinde Lazların emeği vardır. Dolayısıyla Lazların bu memlekette emeği vardır, söz sahibidirler.

... Bizler Anadolu’da her zaman vardık. Bizler ne Ermeniyiz, ne Pontusuz , ne Gürcüyüz, ne Türküz. Bizler Lazız. Ve yaşamımızı böyle de sürdüreceğiz.”


19.10.1983 tarih ve 2932 sayılı, “Türkçeden Başka Dillerde Yapılacak Yayınlar Hakkındaki Kanun”un değiştirildiği bir döneme denk düşen bu basın açıklamalarına ilk tepki, çok satan “ucuz” bir gazeteden geldi. Bu “gazete”, bir hafta boyunca bir hedef gösterme kampanyası yürütür. “Duyarlı kesimler”in “tepkiler”i “ Laz Vakfı Girişim Komitesi”ne yöneltilmek istenir. Amaç, bu vakfın kurulmasını engellemektir. Bu “gazete” ,“ülkenin bölünmez bütünlüğü şiarı”ndan hareketle bu “yayınlar”ı yaptığı izlenimini uyandırmak için büyük bir “özen” gösterir. Bütün bu “özen”e rağmen, bu “kampanya”nın “Lazlara yönelik hangi resmî ideoloji” lehine yürütüldüğü “belli değildir”. “Soğuk Savaş yılları”nın sona ermesiyle birlikte ortaya çıkan kısmî “özgürlük” ortamında Türkiye’deki resmî ideoloji ve resmî tarih tezlerini sorgulama imkânı doğarken, Lazların “Gürcü/ Kartveli” veya “Pontus(lu)” / ”Rum” / ”Yunanlı” olduklarını iddia eden diğer resmî ideoloji ve resmî tarih tezleri de “bir şekilde”etkili olarak hem kafaları karıştırmaya hem de Lazların dil ve kültürlerini yaşatmaya yönelik çabalarını provoke etmeye çalışır. Bütün bu “engelleyici” çabalara rağmen, 1993’te “Ogni Kültür Dergisi ”yayın hayatına başlar.

“Çıkarken” başlıklı makalede şu görüşlere de yer verilir : “ ... Lazların da varolmak, kimliklerini yeniden ve çağdaş bir içerik ile kazanmak ve korumak, özgür ve korkusuzca yaşamak hakları vazgeçilmez bir doğal hak olarak kazanılmayı beklemektedir ... OGNİ, Anadolu mozaiğinin parçası olan Lazları dili, tarihi, edebiyatı, folkloru, müziği, sosyolojisi, arkeolojisi, coğrafyası ve diğer bilim, kültür, sanat, araştırma, tanıtma ve yeniden inşa için yayın faaliyetiyle evrensel kültüre katkıda bulunurken diğer yandan da Kafkasya ve Anadolu’da yaşayan halkların ortak sesi, bölge halklarının kardeşlik köprüsü olacaktır.

“Ogni”nin ardından “Mjora” ve “Sima” adlı periyodikler de yayınlanacaktır. Onlarca makale ve Lazca metin çeşitli dergi ve gazetelerde yayınlanır. Kitaplar ve sözlükler yazılır. Zuğaşi Berepe, Ayhan Alptekin, Birol Topaloğlu, Kâzım Koyuncu gibi grup ve sanatçılar Lazca şarkılara yeniden can verir. Yöresel dernekler“kültür”e yönelir. “Laz dili ve kültürü”nü yaşatmaya yönelik bir vakıf İstanbul’da değil ama, 1996’da İzmit’te kurulur. Vakıf senedinde, vakfın amacı şu şekilde belirtilir:

“Borçka, Hopa, Arhavi, Fındıklı, Ardeşen ve Pazar ilçelerinde yaşayan, kökeni bu bölgeler olup ekonomik vesair sebeplerle yurdun çeşitli yörelerine dağılmış olan, bu bölgelerle benzer kültürlere sahip yurtdışında kalmış yerleşim birimlerinde iken savaşlar ve savaş sonrası göçler sebebiyle yurdun çeşitli yörelerine yerleştirilen yukarıda üç bölümde sayılan özelliklere sahip olup halen yurtdışında bulunan vatandaşlar arasında; ekonomik ve sosyal dayanışmayı sağlamak, müşterek kültür ve örf adetleri yaşatmak ... ”Sima Vakfı,“Sima” adlı bir kültür dergisini de yayınlamaya başlar. Vakıf başkanı Orhan Bayramin bu derginin yayınlanma amacını şöyle açıklar :“... Laz tarihi ile ilgili kalıcı belgeler, bilgiler, maniler, halk deyişleri daha menşeinde iken kaybolup gitmeden, övünç vesilemiz kültürümüzü yok olmaktan kurtarmak... son yıllarda münferiden yazılan kitaplar, dergiler, edebi eserlerin halkımızda ve dünyada ilgi ile izlendiği gözden kaçmamaktadır. Bu tür yazıların çoğalmasından yanayız...”


LAZCA DA TÜRKİYE’ NİN DİLİDİR


Lazların, bu “son dönem”de yaptıkları çalışmalar esas olarak “anadil Lazca” nın yaşatılması, geliştirilmesi ve gelecek kuşaklara aktarılması noktasında yoğunlaşmaktadır.

Selma Koçiva şöyle diyor:“... Oysa Laz halkı anadilini gözbebeği gibi seviyor. Tüm olumsuz koşullara rağmen, çoğunlukla sözlü olarak da olsa anadilimizi yaşatmıştır. Son on yıllarda Laz dili ve kültürüne artan ilgi bir şeyleri yitirme korkusundan kaynaklanmaktadır ... Bizler anadilimiz Lazcayı yitirmek istemiyoruz ... anadilimizi korumak istiyoruz ...Her türlü dilsel ve kültürel serbestlik istiyoruz ...”

Sarigina Beşli, çocuğun ikilemine dikkat çekerek şunları yazıyor:“... Köydeyken herkes Lazca konuşuyordu, bir sorun yoktu. Çocuk, Türkçe bilmiyor muydu? Biliyordu ama konuşması ve yazması gerekmiyordu. Zaten aptal kutusunu anlamak için Türkçeyi biraz bilmek yeterliydi .Ama okulda durum farklıydı... 1991’de“ Lazuri Alfabe” adlı kitapçığın elime geçmesiyle enim için yeni bir dönem başladı... çok sevdiğim dilimi artık yazıp okuyabilecektim... Önümüzde açılan bu yeni dönemde kendi adımıza kazanımlar elde etmek için öncelikle sorumluluk duymamız gerekiyor. Kime karşı mı? Sana bu dili taşımış olan atalarına ve senin bu dili taşıman gereken çocuklarına yani geçmişine ve geleceğine!”

Yılmaz Avcı, “böyle giderse Lazcanın iki nesil sonra yok olacağı”na dikkat çekerken,

İsmail Avcı Bucaklişi bu konuda şunları yazıyor:“ Bizi biz yapan değerler her geçen gün yok olup gidiyor. Daha dün bizimle birlikte Laz kültürüyle yaşayan, dolu dolu Lazca konuşup gülen, bize Lazca masallar anlatan nineler, dedeler yok artık. Laz masallarının gizemli dünyası çok uzaklarda kaldı... Her yaşlı Lazın ölümü, bir yanımızı koparıp götürüyor mezara... Lazuri Nenapuna yaşayan bir halkın, yaşayan bir dili olduğunu gösteren açık bir delildir...”

“Lazca-Türkçe / Türkçe-Lazca” sözlük hazırlayan Metin Erten, kendisini böyle bir çalışmaya yönelten sebepleri şöyle açıklıyor:“...doğduğumuz günden beri konuştuğumuz dilimizi, Lazcayı korumak, gelişmesine katkıda bulunmak gerekiyordu... Dedelerimizden Kurtuluş Savaşı’nı dinleyerek büyüdük. Ülkeyi kurtarmak için dilleri farklı da olsa insanlar bir araya gelmişler ve ortak savaşmışlardı. O orduların çok dili vardı ama sonuçta tektiler. Farklı dillerinin olması bu ülke için savaşmalarına engel değildi. Bugün de farklı dillerimizin olması birlikte olmamız için bir engel değil...”

M. Recai Özgün’ün de vurgusu “anadile”dir :“... Türkiye’nin demokratikleşmesine paralel olarak, yerel diller üzerindeki baskıları kaldırılması, kültürel desteklerin geliştirilmesi gereklidir. Dil eğitimine en azından ilkokullarda “anadil” eğitimi statüsünde yer verilmesi; bu dilde eğitim verecek olanların üniversitelerde yetiştirilmesi ve resmî Radyo ve TV’lerde haber ve eğitici yayınlara geçilmesi, isimleri değiştirilen yerleşim birimlerine yeniden Lazca isimlerin verilmesi gereklidir.” 2001 yılının Eylül’ünün son haftasında , ülkemizin “konuşanları sayıca (daha) az dilleri” veya “yerel dilleri” konusunda önemli bir gelişme yaşandı. Bu konuda A k ş a m Gazetesi şu habere yer verdi : “ ... Anayasanın 28. maddesinin ikinci fıkrası da Anayasa değişiklik paketinin 10. maddesindeki bir düzenleme olarak Meclis Genel Kurulu’nda kabul edildi. ‘Kanunla yasaklanmış olan herhangi bir dilde yayım yapılamaz’ hükmü Anayasadan çıkarıldı ...” (27 Eylül 2001).

Cumhuriyet Gazetesi’nin “RTÜK’ten “Lazca”yayına Uyarı” başlıklı haberi, “bu konuda” henüz yasal düzenlemelerin yapılmamasından kaynaklanan “uygulamalar”a ilişkin durumu gözler önüne sermektedir : “Radyo ve Televizyon Üst Kurulu (RTÜK), Rize Gelişim TV’ye “Lazca” yayın yaptığı için uyarı cezası verdi. Üst Kurul, Gelişim TV’nin “Lazca” sunduğu müzik-eğlence programı ile “radyo ve televizyon yayınlarının Türkçe yapılması” ilkesini çiğnediğini savundu. Üst Kurul, bu kuralı bugüne kadar yalnızca Kürtçe yayınlar konusunda uygulamıştı. Gelişim TV'ye verilen ceza, aynı zamanda Kürtçe dışında başka dilde yapılan bir yayına ilk kez ceza uygulanması anlamına geliyor.” (16 Şubat 2002).

Türkiye’nin taraf olduğu “Lozan Antlaşması”nın yalnızca Hıristiyan ve Musevî azınlıkların “kültürel haklar”ını tanımadığı, Lazca gibi konuşanlar sayıca (daha) az diller”veya“yerel diller”in varlıklarını da güvence altına aldığını belirten bazı yorumlara günümüzde sıklıkla rastlanmaktadır. Oktay Ekşi ve Sedat Ergin, makalelerinde bu konuyla bağlantılı olarak “Lozan Antlaşması”nın 39. maddesinin dördüncü fıkrasını aktarıyorlar:
 

“Herhangi bir Türk yurttaşının gerek özel ya da ticari ilişkilerinde, gerek din, basın ya da her türlü yayın konusunda ve gerek toplantılarda herhangi bir dili serbestçe kullanmasına karşı hiçbir sınır yoktur.” “CHP’nin tek parti yönetimi” ve “Soğuk Savaş yılları” boyunca Türkiye’nin “çok dilli” bir ülke olduğu gerçeği kabullenilmek istenmedi. Türkçe’nin resmî dil olmasının yanında, Lazca gibi “konuşanları sayıca (daha) az diller” veya “yerel diller”in de varlıklarını sürdürebilmeleri ve kurumsallaşmalarının , “uluslaşma” önünde bir engel teşkil etmeyeceği görülmedi. Bunun yerine, bu dillerin konuşulmaları bile yasaklanarak konuşanlarının sayısının her geçen gün azaltılması amaçlandı. Bu “yasak diller”, 1920’lerde esas olarak Türkiye’nin belirli bölgelerinde konuşulurken, günümüzde “doğal” olan veya olmayan sebeplerden dolayı yaşanan göçlerle Türkiye’nin hemen her yerinde konuşulmaktadır. Günümüzde, Lazca gibi “konuşanları sayıca (daha) az olan diller” veya “yerel diller” gündeme geldiğinde kimileri “bu diller”i “bölücülük” sebebi olarak lânse etmeye çalışmaktadır. Kimileri de “anadil eğitimi ”, “anadilde eğitim” vb. tartışmaları “Kürtçe” üzerinden yapmaktadır. Oysa ne “bu diller” lânse edilmeye çalışıldığı gibi “bölücülük” sebebidir ne de “Kürtçe” Türkiye’nin tek “konuşanı sayıca (daha) az dili” veya “yerel dili”dir. “Bu diller” ülkemizin ve bütün insanlığın ortak zenginliğidir. Binlerce yıllık bir geçmişe sahip olan ve “her türlü olumsuz şart”a rağmen, günümüze ulaşabilme becerisini gösteren“bu diller” ister yüz kişilik bir köyde konuşuluyor olsun, ister çok daha fazla insan tarafından toplu veya dağınık çok daha geniş yerleşim birimlerinde yaşatılıyor olsun aynı eşitlikte geleceğe taşınma hakkına sahiptir.“Bu diller” deyaşamalı, geliştirilebilmeli ve her türlü iletişim araçlarıyla gelecek kuşaklara aktarılabilmelidir. Türkiye’nin “çok dilli” bir ülke olduğu gerçeğinin kabul edilmesi, resmî dil Türkçe’nin dışındaki bu “yasak diller”in de kurumsallaşabilmeleri ve kendilerini geleceğe taşıyabilmelerinin önündeki engellerin kaldırılması, toplumun demokratikleşmesine, toplumsal birlik ve barışa şüphesiz önemli bir katkı olacaktır. (22 IV 2002)




Kaynakça:
-“Abhazya Parlamentosu’nun Açıklaması”(1996): Kafkasya Yazıları, sayı 6, Çiviyazıları, İstanbul .
-Akar, Rıdvan (1998): “Bir Bürokratın Kehaneti Ya Da ‘Bir Resmî Metin’de Planlı Türkleştirme Dönemi”, Birikim, sayı 110, Birikim Yayıncılık, İstanbul.
-Akgün, Ayten (röp.),”Skudas Xalkepeşi Cumapoba”,Gündem Gazetesi, 18.11.1973.
-Aksamaz, Ali İhsan (2000):“Dil–Tarih–Kültür -Gelenekleriyle Lazlar”,1.Baskı, Sorun Yayınları, İstanbul.
-Aksamaz, Ali İhsan (2000):“Sovyetler Birliği’nin Milliyetler Politikası ve Kafkasya”, Tarih ve Toplum, sayı 199, İletişim Yayınları, İstanbul.
-Allen, W.E.D.–Muratoff, Paul (1996):Kafkas Harekâtı, 1828-1921 Türk-Kafkas Sınırındaki Harplerin Tarihi, Genel Kurmay Basımevi, Ankara.
-Amıcba, Gerg (1993): Ortaçağ’da Abhazlar, Lazlar, Nart Yayıncılık, İstanbul.
-Bağ, Yaşar (2001): Çerkeslerin Dünü, Bugünü, l. Baskı, Kafkas Derneği Yayınları (17), Ankara.
-Avcı, Yılmaz (1999): Şurimşine (Lazca / Türkçe), l.Baskı, Kurye Yayınları, İstanbul.
-Avcı, Yılmaz (2002): “Türkçe’yi Nasıl Öğrendik?”, Yeni Kafkasya Gazetesi, sayı 3, İstanbul.
-Ayartepe, Av. Şehzat,“Lazların Tarihçesi”, Karadeniz Haber Gazetesi, 1.12.1976.
-Bayramin, Orhan (2000):“Başlarken”, Sima Kültür Sanat Edebiyat Dergisi, sayı 1, İzmit.
-Beller–Hann, İldiko(1999): Doğu Karadeniz’de Efsane, Tarih ve Kültür, 1.Baskı, Çiviyazıları, İstanbul.
-Beşli, Sarigina (1993):“ Kendinde/Kendin Olma Bilinci Üzerine Düşünceler ”, Ogni Kültür Dergisi, sayı 1, İstanbul .
-Bucaklişi, İsmail Avcı –Uzunhasanoğlu, Hasan (1999): Lazuri – Turkuli Nenapuna (Lazca-Türkçe Sözlük), 1.Baskı, Akyüz Yayıncılık, İstanbul.
-Bugün Gazetesi, 31.01.1993–07.02.1993.
-Bul, Melahat (2000):“Lazca ile Mücadele Kolu Başkanlığından Laz Kültürünün Araştırılmasına Uzanan Bir Yol: M. Recai Özgün“ Mjora, sayı 1, Çiviyazıları, İstanbul.
-Canaşia,n S.–Bertzenişvili, N.(1987): “Türkiye’den Haklı İstemlerimiz”,Tarih ve Toplum, sayı 46, İletişim Yayınları, İstanbul.
-Çakır, Ruşen (1992):“Laz Kültürel Rönesansının Eşiğinde”,Cumhuriyet- Kitap, sayı 131.
-Çveneburi Kültürel Dergi (2002), sayı 44, Total Müşavirlik Ve Mümessillik LTD. Şti.,İstanbul.
-Doğan, Yalçın,”Türk Milletini Teşkil Eden Öğeler ...”, Milliyet Gazetesi, 05.10.1993.
-Dündar, Fuat (1997):“Kafkasya Hakkındaki Yasaklı Yayınlar(1920-44)“, Kafkasya Yazıları, sayı 2,  Çiviyazıları, İstanbul.
-Dzhodzhua, Nugzar(1994):“Ben Bir Megrelim”,Ogni Kültür Dergisi, sayı 6, İstanbul.
-Ekşi, Oktay, “Kopenhag Ve Lozan“, Hürriyet Gazetesi, 23.07.2000.
-Ergin, Sedat,“Lozan’ın Işığında Kürtçe’nin Durumu”, Hürriyet Gazetesi, 30.07.2000
-Erten, Metin (2000):Lazca–Türkçe/Türkçe–Lazca Sözlük,1.Baskı, Anahtar Kitaplar, İstanbul.
-Feurstein, Wolfgang(1994):“Bir Alman Gözüyle Lazlar ”, Ogni Kültür Dergisi, sayı 2, İstanbul.
-Güvenç, Bozkurt (1996): Türk Kimliği, 4.Basım, Remzi Kitabevi, İstanbul.
-Hewitt, B. George (1996): “Kafkasya ve Megrel – Lazların Kültürel Hakları”,Birikim, sayı 85, Birikim Yayıncılık, İstanbul.
-Hikmet, Nazım (1987):“1920 Yılı Ve Hikâyei Arheveli İsmail“, Memleketimden İnsan Manzaraları, İkinci Basım, Bilgi Yayınevi, Ankara.
-Kırım, Ahmet (1992):“Laz Burjuvazisi De Destekliyor”, Aktüel, sayı 66, İstanbul.
-Kırzıoğlu, M. Fahrettin (1992):“Lazlar / Çanarlar, VII. Türk Tarih Kongresi Bildirileri, Ankara.
-Koçiva, Selma (1999): LAZONA – Laz Halk Gerçekliği Üzerine, 1. Baskı, Lazebura, Dortmund, Deutschland.
-Lang, David Marshall (1962): A Modern History Of Georgia, (?), London.
-Özgün, M. Recai (1996): Lazlar, 1. Baskı, Çiviyazıları, İstanbul.
-Özgün, M. Recai (1998): Kurtuluşumuzun Öyküsü, 1.Baskı, Sima Yayınları, İzmit.
-Söylemez, Haşim (2000):“Çok Renkliyiz”, Aksiyon, sayı 291.
-Şemsettin, Sami (1993): “Kamus – ül – A’lam’da Lazlar Ve Lazistan “, Çveneburi Kültürel Dergi, sayı 2/3, İstanbul.
-Teztel, Deniz, ”Lazlardan Alternatif Vakıf”, Cumhuriyet Gazetesi, 19.01.1993.
-Toumarkine, Alexandre (19995): Les Lazes En Turquie (xıx e- xx e siécles), Les Editions ISIS, İstanbul.
-Türkiye İhtilâlci İşçi Köylü Partisi Davası Savunma (1974): 1. Baskı, Aydınlık Yayınları, İstanbul.
-Yerasimos, Stefanos (1994): Milliyetler Ve sınırlar -Balkanlar, Kafkasya ve Orta-Doğu, 1. Baskı, İletişim Yayınları, İstanbul.






(Ali İhsan Aksamaz, “Yerel Diller”: Anadilleri Yaşatmak Mı? Öldürmek Mi?” Sorun Polemik Dergisi”, Sayı 5, Kış, İstanbul, 2002; Sima Dergisi, Sayılar 5 ve 6, Sima Laz Vakfı Yayını, Fotosan Ofset, İzmit, 2002- 2003)

 

(Önerilen Okuma: Ali İhsan Aksamaz, “Yine Geldi 21 Şubat/ Xolo Komoxtu 21 K̆undura”, yusufbulut.com/ suryaniler.com/ sonhaber.ch/ circassiancenter.com.tr, 21 II 2012)

 



aksamaz@gmail.com

 

 

https://www.circassiancenter.com/tr/yerel-diller-anadilleri-yasatmak-mi-oldurmek-mi/