https://aliihsanaksamaz.blogspot.com/2023/05/golaktei-meceti-lazuri-tiyatro.html
DÖNÜK CAMİ / TÜRKÇE – LAZCA TİYATRO OYUNU
Munir Yılmaz Avcı (Yazan; 20
VIII 2001)- Ali İhsan
Aksamaz (Editör)
Ö N S Ö Z
Bu oyunu, boş bir zamanıma denk gelen 15- 20 günlük bir dönem dâhilinde bir deneme
mahiyetinde yazdım. Ancak böyle bir oyunun varlığı, tiyatro ile iştigal
edenlerce duyulduğunda konu ile öylesine ilgilendiler ki, henüz natamam
olmasına rağmen, birkaç dostuma vermemezlik edemedim.
Uzun bir süre bir kenarda tashih bekleyen oyunun son
rötuşlerini ise Şebnem Telci’nin bazı teknik bilgileri ve ısrarları sonucu
tamamlamış bulunuyorum. Bu vesile ile de kendisine özellikle bu satırlardan
teşekkürlerimi iletmek istiyorum
Bu oyunun aslı hem Lazca hem de yöresel Türkçe
şivemizle yazılmış olmasına rağmen, oyun tekniğine uygun olmadığı gerekçesiyle
sonradan normal Türkçe şivesiyle tekrar yazmak zorunda kaldım. Ancak oyunun
oynanması sırasında mutlak surette yöreye has (Laz şivesiyle) oynanması çok
daha uygun olur kanaatindeyim. Bu konuda oyuncuların bir hayli deneyimli
olmaları gereklidir. Aksi takdirde oyuna renk katan ve ruh veren önemli bir
özellik ortadan kalkarak saman alevi gibi renksiz ve tatsız, tuzsuz bir şekle
dönüşür.
Üniversite yıllarında seyretme fırsatını bulduğum
birkaç oyun dışında tiyatro ile hiçbir bağım bulunmamakla beraber, sadece her
zaman olduğu gibi acaba başarabilir miyim düşüncesiyle ele aldığım bu oyunun
sahneye konduğunu görmek ise en büyük dileğimdir.
Oyunda adı geçen kişiler ve mahal tamamen hayal
ürünü olup hiç kimse hedef alınmamıştır. Amaç, izleyiciler ve okuyucularla
beraber hoşça vakit geçirmektir. Herhalde biraz mizaha da ihtiyacımız var değil
mi ya?!
Munir Yılmaz Avcı, 20 VIII 2001
+
DÖNÜK CAMİ
K İ Ş İ L E R:
HAVVA HALA: 60 Yaşın üzerinde. Köyün ileri gelenlerinden
olup her tarafa koşturan, bilgiç bir kişi. Daima kapalı gezip oğlu Osman
gurbette olduğu için evinde torunu Hatice ile beraber yaşamaktadır.
HOCA: Köy camisinin imamı olup 55- 60 yaşlarında,
orta boylu. Fazla bir bilgisi olmadığı için daima kaçamak cevapları ile
ünlenmiştir.
İSMAİ: Caminin müezzini. 45 yaşlarında. Zayıf, orta
boylu.
MUHTAR: 50 yaşlarında. Orta boylu toparlak vücutlu
ve gür bıyıklı. Kasketi devamlı başında durur.
ŞERİF: Ortaokul birinci sınıfta belge alarak okumayı
terk etmiş olup kendini olduğunun çok daha üstünde kabul ettirmeyi başarmış bir
kişi. 50 yaşlarında ve giyimi, kuşamı diğerlerine göre biraz daha düzgün. İkna
kabiliyeti hayli yüksek ve kendine güveni çok olan uzun boylu, normal kilosunda
uyanık bir zat.
MECİT: Köyün ileri gelenlerinden. 65 yaşlarında.
Orta boylu, hafif kilolu. Mevcut saçları beyazlamış.
ABDULLAH: Köydeki kahvehanenin sahibi. 45
yaşlarında. Dolgun vücutlu, uzun boylu, mavi gözlü ve konuşkan.
FIRLAMA
OSMAN: 25 Yaşlarında. Ufak- tefek, gözleri fıldır- fıldır. İsmi ile
müsemma.
PİMPİRİK ALİ: 35 Yaşlarında. Orta boylu. Lakabına
uygun ve her konuyu kendine dert edinen işkilli bir tip.
YAMUK NURİ: 30 Yaşlarında. Hafif şaşı gözlü. Sinirli
ama iyi niyetli bir kişi.
ERCAN: 30 yaşlarında. Uzun boylu ve kilolu. Kumral ve
saf görünüşlü.
RIZA: 35 yaşlarında. Esmer ve orta boyda, zayıf.
ÖMER: 50 yaşlarında. Çok zayıf ve kısa boylu.
Başındaki külahı hiç çıkarmaz. Oldukça saf.
ENVER: 55 yaşlarında. Orta boylu, esmer ve normal
kilolu. Dazlak kafalı.
ASIM: 25 yaşlarında. Uzunca boylu, gaga burunlu, çok
zayıf.
MUSA: 30 yaşlarında. Orta boylu, bıyıklı, çok zayıf.
DELOSMAN: 40 yaşlarında. Yalaka bir tip. Uzun boylu
ve ağzından sigarası hiç düşmez.
ÇENE NİYAZİ: Uzun sivri çeneli. 40 yaşlarında,
saçları devamlı dağınık, hırpani kılıklı, kumral ve zayıf.
KAMIŞ HÜSEYİN: 35 yaşlarında, uzunca boylu ve dolgun
vücutlu. Köyde her işe koşturulan saf görünüşlü, perişan kılıklı bir kişi.
ARTİST İSMET: Mütenasip vücutlu. Yakışıklı. 30 yaşlarında.
EMİNE HALA: 65 Yaşlarında. Saf ama çok iyi niyetli .
ESME: 35 yaşlarında. Havva Halanın en yakın komşusu.
HATİCE: 15 yaşlarında. Havva Halanın torunu. Sarı
saçlı alımlı, arta boylu, zayıfça güzel bir genç kız.
ZÜLFİYE: 20 yaşlarında. Uzunca boylu, zayıf.
Haticenin can dostu ve akrabası. Hamarat bir komşu kızı.
REMZİ- İSA- MURAT- KADİR- HALİT- İSHAK- MURAT:
Yaşları 20- 30 Arasında değişen köy gençleri.
FEN MEMURU: 45 yaşlarında kısa boylu. Göbekli ve
nispeten muntazam giyimli.
B Ö L Ü M 1
(Deniz kenarındaki caminin yaklaşık otuz metre kadar sol tarafında
bulunan kahvehanenin önündeki uyduruk banklarda oturan köyün yetişkinlerinden
oluşmuş 15- 20 kişilik bir grup cuma namazı için ezan vaktinin gelmesini
beklemektedir. Bir tarafta Yamuk Nuri ile Fırlama Osman, kırık olan bir bacağı
iple bağlı sehpanın üstüne koydukları tavla oyununda kapışmışlar, 3- 4 kişilik
bir grup da onlara gayret vermektedirler. Diğer tarafta Pimpirik Ali, elindeki
kamışa bağlı misinaya zargana için ibrişim takmakla meşgul. Ercan ile Rıza da
onu seyretmekteler. Diğerleri ise oturdukları yerde ona buna lâf yetiştirmekle
meşguller.)
Kahveci Abdullah, millete göz gezdirdikten sonra:
- Hey! Kimler çay istiyor?
Diye seslenir.
(Ömer kafasını sol tarafa çevirir. Asım ile Enver
Abdullah’a sırtlarını dönerler. Diğerleri de birbirleri ile ilgileniyormuş gibi
davranıp Abdullah’a bakmazlar bile.)
Abdullah yine:
- Yahu, kimse çay istemiyor mu?!
Diye seslenir.
O anda yeni gelen Şerif:
- Çaylar tavla oynayanlardan!
Diye araya girince diğerleri de ona destek verirler.
(Tavla oynamakta olan Yamuk Nuri, Şerif’e ters ters baktıktan sonra:)
- Ananın en akıllısı sen misin?
Diye tersler.
Şerif gayet sakin:
- Yok canım daha neler var neler?!
Diye yanıt verir.
Öte yandan seyirciler lâf atıp dururlar.
- Şerif doğru söylüyor. Bedava tavla oynanmaz.
- O kadar korkuyorsan tavla biliyorum diye ne kabadayılık yapıyorsun?!
- Ulan yamuk! Kaçacak deliğin yok, hiçbir yere kaçamazsın.
Yamuk Nuri cevap yetiştirir:
- Ulan kim kaçıyor be?! İsterseniz, hepiniz birden gelin!
Şerif:
- Hey Abdullah ne bekliyorsun! Bana tavladan bir açık getir.
Musa:
- Ben kahve içerim, şekerli olsun.
Muhtar ise Nuri’ye gayret verir:
- Ulan Nuri, sen bunu yenersin.
At bakalım şu zarı!
Nuri, zarı sallayıp atar.
- Gördün mü gelen zarı?! Şimdi burada penci dü neye yarar?
- Olsun, zararı yok. Bakalım o ne atacak?
Fırlama, zarları alıp bir güzel oturtur.
- Heeyt be! Dört cihara bak, dört cihara!
Nuri:
- Ulan niye zar kuruyorsun?
Diye tersleyince,
Musa:
- Hadi hadi, şimdi mahane arama.
Diye karşı çıkar.
Nuri:
- Yahu kim bahane arıyor. Adam hem zar kuruyor, hem
pul çalıyor. Sen de onun tarafını
tutuyorsun!
Şerif:
- Yahu kimse taraf tutmuyor. Senin biraz şansın yok, hepsi o kadar!
Nuri:
- Ne şansı be! Adam resmen sahtekâr.
Delosman:
- Şerif okumuş adamdır. Onu dinleyin. Burada ondan başka ortaokula
gitmiş adam var mıdır?
Diye sorar.
Abdullah devam eder:
- Öyle ise çaylar tavladan.
Nuri:
- Ben kabul etmiyorum.
Diye itiraz eder.
Abdullah:
- Sen kabul etmiyorsun da kimse çay içmesin mi? Yani evde biz yemek
yemeyelim mi?!
Musa, Abdullah’a döner:
- Yahu sen yemeği ne yapacaksın? Aklına ekmeği doğra da ye. Tıkın
istediğin kadar.
Ercan:
- İyi diyorsun da, ya aklı yoksa ne olacak!
Musa:
- Aklı yoksa, istesin de vereyim. Bende o kadar çok ki millete
dağıtıyorum.
Delosman Ömer’e:
- Bana bak, ben çok acıktım. Akıl yenir mi?
Diye takılır.
- Ulan, niye yenmesin. Madem ki yenmiyordu sen aklını niçin yedin?! Sen
de aklını yemeseydin de benim gibi akıllı olsaydın.
- İyi ki aklımı yemişim. Yoksa senin gibi olsaydım ne yapardım?!
Rıza, Abdullah’a:
- Hey Abdul, sen de onun gibi olmak istemiyorsan aklını ye daha iyi!
Diye seslenir.
Çene Niyazi:
- Boşuna çene yormayın, ezan vakti yaklaşıyor, gidin da abdestinizi
alın!
Diye araya girer.
Şerif:
- Ben namaza gitmiyorum. Siz düşünün.
Der ve Abdullah’tan bir bardak çay ister.
Öte yandan Fırlama yine bağırır:
- Öf ulan, öffff! Dubaraya bak be!
Nuri yine tersler:
- Ulan senin baban da dubaracı idi. Siz hepiniz
sahtekârsınız. Sizinle bir şey mi yapılır?
Fırlama, gırgırını geçer.
- Hadi, hadii... İşine bak, işinee!
Onlar orda birbirlerini yerken Asım, Şerif’e dönüp:
- Sen namaza niçin gitmiyorsun?
Diye sorar.
- Ben bu camiye kaç aydır bakıyorum. Benim yaptığım
hesaba göre, bu cami dönük duruyor. Dönük camide yanlış yönde durup namaz
kılınır mı?
Delosman:
- Şerif okumuş adamdır. O ne derse doğrudur.
Diye Şerif’e arka çıkınca Enver, Şerif’e döner:
- Bana bak! Caminin dönük olduğunu sen nasıl anladın? Onun hesabı nasıl
yapılır. Üstelik pusulan da yok!
Diye sorar.
Şerif:
- Pusula da neymiş. Ben denize
baktım da yönümü tayin ettim. Deniz kuzeye bakıyorsa, caminin mihrabı nereye
bakar. Ankara’ya. Pekii, daha ötede kim var? Yunan ile Alaman. Yahu biz şimdi
göz göre göre Yunan’ın Kralı ile Alaman’ın Kayzerine baş eğiyoruz. Yahu, öyle
şey olur mu! Benim bildiğim, bizim cami tam yüz derece dönüktür. Onun için bu
cami içinde yüz derece dönmeden kılınan namazlar geçerli olmaz.
(Kahvehanedekiler önce bir şaşırırlar, sonrada caminin dönük olup
olmadığı konusunda bir tartışma başlatırlar. O sırada Abdullah da tepsi dolu
çayını çaktırmadan millete dağıtıverir.)
Neden sonra Enver Şerif’e:
- Yahu Şerif! Senin dediğine göre, bugüne kadar
yaptığımız namazlar Kâbe’ye değil de Bulgarya’ya mı gitti. O namazlar sayılmadı
ise, onun mesulu kimdir?
- Onun mesulu, bu camiyi kim böyle dönük kurduysa odur. Çünküü biz
bugüne kadar bilmiyorduk lakin şimdi öğrendik. Onun için bundan sonra bile bile
yanlış yönde namaz kılarsak, onun mesulu biz oluruz.
İsa:
- Eee, öyle ise, ne olacak?
Şerif:
- Olacağı şudur. Ya biz namaza doğru yönde duracağız yahut ta camiyi
çevireceğiz. Bunun başka şekli yoktur.
İsa:
- Yahu cami nasıl çevrilir? Öyle şey olur mu?!
Musa:
- Camiyi kim yanlış kurduysa hesabını o versin.
Kamış Hüseyin:
- Camiyi ben çeviririm, siz hiç dert etmeyin.
Muhtar:
- Boşuna konuşmayın! Namaz namazdır.
İsterseniz Rusya’ya doğru, isterseniz Japonya’ya doğru kafa sallayın. Dua da
duadır. O gideceği yeri bilir.
Diyerek onları susturur.
Delosman Enver’i dürter:
- Hey, dua yenir mi?!
- Elbet yenir ama yanında soğan olursa, daha lezzetli olur.
Şerif ise Muhtar’a akıl verir:
- Namaza azıcık dönük durulursa, bir şey olmaz. Lakin yüz derece
çoktur. Onun için ben böyle camiye gitmem. Hem bu caminin minaresi de yok. Ezan
yerden okunmaz ki!
Musa:
- Bu camiyi kim böyle dönük kurduysa o kadar günahla nereye gidecek?
Çene Niyazi:
- Bu caminin seksen senelik mazisi var. O zamanlar belki de kimse doğru
dürüst namaz bile bilmiyordu. Yine o zamanlardaki en meşhur ve akıllı adamın
Hacı Hüseyin Çavuş olduğunu duymuşluğum vardır. Adam hem hacı hem de akıllı
biri olduğuna göre herhalde camiyi de o kurmuştur.
Pimpirik Ali:
- Hüseyin Çavuş, Ömer’in büyük dedesi sayılır. O
adamın o kadar günahı öteye götürmesi mümkün olmadığına göre mutlaka Ömer’e de
epeyce miras olarak bırakmıştır.
Delosman, Muhtar’a:
- O kadar günahın yarısını Ömer’e bıraktıysa, Ömer’e de yeter sülâlesine
de!
Ömer:
- Ulan, onca günahın hepsini dedeme yüklüyorsunuz. Bu camiyi o tek
başına mı kurdu?! Hem onun günahından bana ne! Ben bir tek günahını bile kabul
etmiyorum!
Remzi:
- Senin kabul etmemen önemli değil. Onu senin hesabına yazan yazmıştır.
Sen şimdi onca günahı orada nasıl taşıyacaksın. O ne sepetlere sığar, ne da
çuvallara. Sen şimdi otur da onun hesabını yap!
Musa:
- Yahu arkadaşlar, günah nasıl hesaplanır? Bir günahın büyüklüğü nedir?
Bilen var mı?
Diye ortaya bir lâf atar.
İsa:
- Öyle ya, o kilo ile mi tartılır, tane ile mi sayılır, yoksa kaşıkla
mı ölçülür?!
O arada Delosman, Remzi’ye:
- Yahu Remzi, günah yenir mi?
Diye takılır.
Remzi:
- Git ulan işine! Benimle dalga geçme!
Diye onu tersler.
Murat:
- Yahu beyler, niye telaş ediyorsunuz? Şimdi burada birkaç nokta var.
Bir kere, bu cami dönük inşa edildi. Ortada bir kasıt yoksa, günah olur mu,
olmaz mı, onu bilmek lâzım. Bana kalırsa, günah olmaz. Çünkü o devirlerde Şerif gibi hesap
bilen kaç adam vardı?! Onun için onlara günah yazılmaz.
Musa:
- İyi diyorsun da bizim namazlar da sayılmaz ise, çektiğimiz onca
zahmetin karşılığını nasıl alacağız?!
Mecit:
- Biz bunları iyisi mi hocaya soralım. Onun işi ne!
Muhtar:
- Bunların hesabını hoca veremez. Çünkü o kitaplara bakmadan bunların
cevabını bilemez. Onun kitabında da böyle şeyler bulunmaz.
Şerif:
- Bu durumda, kılınmış olan namazların kabul edilmesi için de yine
namaz kılıp dua etmek lâzım gelir ama o namazları da bu camide kılacaksanız boşuna
zahmet etmeyin! Benim bildiğim, biz yine de bu caminin düzeltilmesi için
çalışalım.
Musa:
- Bana kalırsa, biz namazımızı kılalım da gerisine karışmayalım. Bizde
metelik olmadığına göre elimizden bir şey gelmez. Sevapla günahların hesabını
da elbet birileri yapar.
Asım:
- Yahu, biz bu işi en iyisi Havva Hala’ya soralım. Onun kafası bu gibi
işlerde iyi çalışır.
Muhtar:
- Yani şimdi biz burada şunca adam dururken, bir kadına sorup onun aklı
ile mi gezeceğiz.
Asım:
- Ne olmuş yani?! Kadınların içinde hiç akıllı olanlar yok mudur?
Musa:
- Muhtar doğru söylüyor. Kadın aklı ile gezenin suratına tükürürler.
(Bu minval üzere kadınların aklı ile ilgili konuşmalar uzar gider. Öte
yandan Pimpirik Ali, kamışı eline aldıktan sonra Rıza’nın koluna yapışır ve:
- İşte! Onu görüyor musun? Yunus nasıl zıplıyor!
Diye açık denizleri işaret eder.
Rıza yanlarında oturan Ercan’ı Ali’ye gösterip:
- Yahu, yunus yanında oturuyor da sen uzaklarda ne arıyorsun?
Deyince, Ercan ayağa kalkıp bir boy gösterisi ve parmakla tehdit
işaretinden sonra yine yerine oturur. Öte tarafta Yamuk Nuri yine bağırır:
- Ulan pulu niye çalıyorsun?! Yahu sebay dü ile dört pul nasıl alınır!
- Sen de dübeş atınca niye pencü se oynadın?
- Yahu, yanlış oynadıysam bana niye söylemedin!
- Ulan sana onu niye söyleseydim. Enayi miyim ben?!
- Seninle bir daha tavla oynayanın...
Diyen Nuri pulları karıştırır ve tavlayı kapatır.
Diğer yanda ise Ali, Ercan’ın kolundan çekiştirmektedir.
- Hadi kalk da balığa gidelim!
Kapı önünden Abdullah yine bağırır:
- Heey! Daha çay isteyen yok muu?!
Enver, kahveciyi tersler:
- Yahu, biz burada camiyi çevirmekle meşgulüz. Sen ise
bize çay dürtüklemek istiyorsun. Şimdi çay zamanı mıdır?
Şerif:
- Arkadaşlar, cami dönük kaldığı müddetçe bütün günahlar inşa edene
aittir. Lakin o kadar günah da bir kişiye yazılmaz, ona da günahtır. Onun için
bu camide namaz kılınır mı, kılınmaz mı, önce onu iyi
anlamamız gerek.
Kılınırsa, mesele yok, boşuna konuşmayalım, lakin kılınmazsa, biz bu camiyi ne
yapalım. Bu camiyi nereye götürelim?! Bu camiyi döndürmenin bir yolu var ise,
onu yapalım.
Mecit:
- Ulan cami döndürülür mü, şaşkın! Cami dönemeyeceğine göre namaza
duranlar dönecekler ki doğru yönde durulsun.
(Mecit’in aklı herkesin
hoşuna gider. Hatta Mecit’in kendisi bile bu kadar akıllı olduğuna şaşırır.)
Delosman:
Arkadaş, doğru diyorsun ama hocanın mihrabı ne
olacak?
Kamış Hüseyin:
- Siz onu düşünmeyin. Ben onu hallederim!
Şerif:
- Nasıl halledersin? Sen mihraba ne yapabilirsin?
Diye sorunca:
- Sen karışma! Ben işimi bilirim.
Diye yanıt verir ve abdest almak içini caminin arkasında su akan oluğa
doğru uzaklaşır.
Muhtar:
- Arkadaşlar beni dinleyin! Kampara’nın aklı ile
gezilmez. Öte yandan, camiyi çevirmek için de
minareyi dikmek için de bizim gücümüz yoktur. Köyde millet aç ve işsiz geziyor.
Namaz dışarda da kılınır, evde de kılınır ama camiye gitmeye mecbur kalırsak, Hoca
kendi mihrabında durur, biz de sola dönüp öyle dururuz.
Rıza:
- Öyle şey olur mu?! O zaman da Hoca’nın namazı sayılmaz. Hem “Uydum
imama” deyince hocaya uymak lâzım gelir. Yoksa şeytana uyarsın!
Artist İsmet:
- Ulan Şerif, iyi ki hesap yapmasını biliyorsun. Yoksa bu millet
devamlı günah işleyecekti. Aferin sana ama bunun çözüm yolunu da bulman lâzım.
Mecit:
- Beyler, bu işin çözümü öyle kolay değil. Biz bu işi büyüklerimize
yazalım da bize yardım etsinler.
(Bu öneri herkes tarafından kabul edilir ve hemen yandaki bakkaldan bir
zarf ve kâğıt aldıktan sonra yazısı güzel diye onları Asım’a verirler.)
Şerif:
- Onu kime yazacağımıza karar verelim!
Deyince her taraftan sesler
yükselir.
- Hopa’daki dava vekiline yazalım!
- Rize’deki fen memuru da bu işten anlar!
- Artvin’deki mal müdürü iyi adamdır, ilgilenir!
- Ankara’daki mebusları unutmayın!
- Ankara’yı boş verin! Onların rahatını bozmayalım! Esas Yalova’daki kaymakam
çok önemli!
- Hadi canım! Kim takar o kaymakamı?!
(Bu öneriler çok uzayınca Şerif son noktayı koyar:)
- Şimdi yazacağımız mektubu Asım sonradan çoğaltsın,
muhtar da onu postaya versin. Mesele biter.
Sonra hep beraber yazılan mektubu Asım, bir kere de yüksek sesle okur.
Mektup şöyle idi:
“Değerli büyüklerimiz,
Siz bizim köyümüzü bilmezsiniz. Zaten
başkaları da bilmez. Hem şimdiye kadar bilenler ne yaptı sanki?! Bizim
köyümüzün adı ”TİKUNDALİ” olup herkesten uzakta işsiz ve yoksulların toplandığı
bir köydür. Biz yine de şikâyetçi değiliz. Amma velakin köydeki her iş köyün
kendi ismini aratmıyor. Yani her işimiz ters gidiyor. Öyle ki, vakti zamanda
bizim camiyi yapanlar binayı dönük vaziyette oturtmuşlar. Ancak bizim bu camiyi
düzeltmeye gücümüz yoktur. Yanlış kıbleye göre namaz kılınamayacağına göre bu
camiyi kuranlar şimdiye kadar çuval çuval günah sahibi oldular. Onları da onca
günahtan kurtarmak lâzım gelmektedir. Çünkü onlara da günahtır. Hem, bu caminin
minaresi de yoktur. Kamış Hüseyin, “Ben bu camiyi düzeltirim!” diyor. Ama bu
işi nasıl yapacağını kendi de bilmiyor.
Değerli büyüklerimiz, her ne kadar bizlere bir şey istemek yakışmaz ise
de cenazeyi de mi kaldırmayalım?! Yoksa
Şerif gibi camiye gitmekten vaz mı geçelim?! Böyle dönük camiye zaten gitsek de
olur gitmesek de. O da günah, öteki de günah. Biz şimdi derdimizi siz
büyüklerimize yazıyoruz ki derdimize bir çare bulunsun. Yoksa size de günah
olur bize de. Bu vesile ile ellerinizden öperiz. Baki selâmlar.
Tikundali köyünden
Şerif ile muhtar ve ötekiler.
(Mektup herkesçe uygun görüldükten sonra isteyenler camiye, isteyenler
balığa gider. Şerif gibi düşünen iki- üç kişi de kahvede kalırlar.)
B Ö L Ü M 2
(Camide namaz bittikten sonra Mecit, kimseyi yerinden kaldırmaz ve
hocaya dönüp:)
- Hoca Efendi, eğer münasip görürsen, biz bugün burada
bazı dinî konularda seninle sohbet etmek istiyoruz!
Der.
- Elbette, elbette... Sohbet zihni açar, fikirleri açığa çıkarır. Fikirler
çarpışırsa ne olur?
Fırlama sözü kapar:
- Ne olacak, elbette ki kavga çıkar!
Musa:
- Kavga çıkarsa, sen arada kaynar gidersin!
- Boş versene sen! Her şey kaba kuvvetle olmaz. Her zaman benim gibi
kafayı kullanacaksın, kafayı!
Fırlama:
- Hadi canım, öyle kafa bizim öküzde de var!
Mecit araya girip
tartışanları susturur:
- Durun be! Biz burada Hocanın ilminden istifade etmek istiyoruz. Sizin
kavganızı mı dinleyeceğiz?!
Mecit, onların sakinleştiğini görünce hocaya döner:
- Hoca Efendi, biz bu camide namaz kılıyoruz amma velâkin herkes bu
caminin dönük olduğunu söylüyor. Kâbe’ye bakmayan camide namaz kılınır mı,
kılınırsa da kabul olur mu?
- Namazı Allahu teala farz kılmıştır. Farz olan namazı ise, mutlaka
kılmak lâzım gelir. Namazı kılmamak için
mana aranmaz.
Asım:
- Hoca, onu iyi diyorsun da, bu cami
başka yöne bakıyor!
- Estoğfirullah, Estoooğfirullah! Kim demiş onu?!
- Kim olacak! Bizim Şerif söyledi. Herif okumuş adam, üstelik kaç aydır
hesap kitap yapıyor. Herhalde yalan söylemiyor. Zaten kendisi de bugün camiye
onun için gelmedi.
- Farz olan namazı kılmayan borçlu kalır. Onun hesabını da Allah sorar.
Muhtar:
- Yani Hoca Efendi, bu camide namaz kılınır mı, kılınmaz mı? Biz onun
cevabını soruyoruz!
- Camiler toplu namaz için yapılmıştır. Cami yoksa mescit de olur.
Toplu kılınan namazın 27 kat fazla sevabı vardır.
İsa:
- Hoca, biz namazı yanlış yönde kılarsak o namazlar nereye gider? Ya Kâbe
yerine Moskova’ya giderse ne olur? Onun günahı kime yazılır?!
Hoca:
- Tövbe Yarabbi, tövbe Yarabbiii! Ulan, namazın günah olanı nerede
görülmüştür?!
İsa yine:
- O bir yerde görülmedi ama Moskova’ya da dönsek
zararı yok mudur?!
Hoca:
- Ulan zındık! Kâbe dururken Moskova’da ne işin var?!
Fırlama:
- Hoca, bu komünisttir, belli olmuyor mu?!
İsa:
- Git ulan işine! Biz burada oyun oynamıyoruz. Biz buraya memleketin
karmakarışık olan işlerini düzeltmek için geldik.
Caminin içinde kahkahalar yükselir. Neden sonra Mecit, Hoca’ya:
- Hoca Efendi, anlattığın şeyleri anladığımız kadar
anladık. Lakin bu camiyi dönük kuranların ve camide ters yönde namaz kılanların
durumu ne olacak? Bize biraz da bu konuda bir iki laf söylesen!
- Ters iş yapanların ne olacağına Allah karar verir. Allah her şeyi
bilendir. Eğer bu camide bir terslik var ise, onu da bizi imtihan etmek için
bizzat kendisi yaptırmıştır. Onun hikmetinden sual olunmaz. Sonuçta her şey
kitapta mevcuttur. Yeter ki onu iyi okuyalım.
İsa:
- Yani, Hoca, bu camiyi o kitap yazıyor mu?! Yazıyorsa, düzeltmenin
çaresi nedir, hangi ayette vardır?!
- Sus, gafil! Tövbe et, yoksa kâfir olursun! Böyle şeyler ayetlerde
değil, hadislerde olur! Yani, var ise olur! Yine de bir iyicene bakmak lâzım.
Artist İsmet:
- Peki, Hoca, bizim namazın kabul olup olmadığını biz nasıl anlarız?!
Bunun bir hesabı var mıdır?
- Onun hesabını Allah meleklerine yaptırır. Bizim işimiz, emirleri
yerine getirmektir.
Kadir:
- Hoca, namazı bir kere kaçırmanın günahı nedir? Yani kaç günah
yazılır?
Fırlama:
- Hem günah dedikleri neye benziyor. Bir günahın büyüklüğü nedir?
Hoca:
- Hey cemaat! Allah bize bilmemiz gerekenleri kitapları ve
peygamberleri ile bildirmiştir. Ötekileri ise bir sır tabakası ile kapatmıştır!
Kadir:
- Ben şunu demek istiyorum ki, sepet- sepet ya da çuval- çuval günahı
olan bir adam onca günahı taşıyamazsa, durumu ne olacak? Yani onun günahını
başkası mı taşıyacak?
Halit:
- Yani o tarafta araba olmadığına göre nakliye işleri ne ile yapılır?
Hoca:
- Ulan gafil! Orda senin günahını taşıman için kimse sana vasıta
vermez. Onun için tedbirini şimdiden al da günah işleme!
İshak:
- Günahsız adam olmayacağına göre bir günahın ağırlığı ne kadardır.
Yani mesela 30 kiloya kaç günah sığar. Yahut da bir çuval günah kaç kilo veya
kaç metre gelir?
Kadir:
- Yani şunu demek istiyor ki, herkes taşıyabileceği kadar günahla
gidecekse, Ercan’a yüz elli kilo da az gelir ama İsa’ya bakarsan, zaten ayakta
zor duruyor, o ne yapacak? Bir de Ömer’in durumu ne olacak?!
İsa:
- Sen beni düşünme, kendi işine bak! Sen asıl bizim bahçeden senin
bahçeye yaptığın ilâvenin hesabını nasıl vereceksin?! Önce onu hesapla!
- Ulan ben, senin hangi bahçenden ilâve yapmışım?! Sen asıl benim ceviz
ağacını nasıl kesip de yürüttün, onu anlatsana! Onun hesabı ne olacak?!
Hoca:
- Ey cemaati Müslimin! Camide böyle münakaşalar yapılmaz. Böyle şeyler
sokakta yahut başka bir yerlerde konuşulur. Yahut da hiç konuşulmaz. Onun için
kendinize gelin biraz!
Müezzin İsmail daha fazla dayanamaz:
- Hoca, sen bunlara bakma! Asıl benim derdim ne olacak?! Camide minare
yok diye hep kayanın üstüne çıkıp ezan okuyorum. Yazın neyse ama kışın zor
oluyor. Ya ayağım kayarsa ne olacak?!
- Sen onu Muhtar’a söyle! Daha camide o kadar eksiğimiz var ki!
(Enver dışarı çıkmak
için ayağa kalkar, İsa ise koluna yapışır.)
- Hey, nereye gidiyorsun?! Az daha otur da beraber çıkarız!
- Hele ha! Sıkıştım, patlıyorum!
Der ve Enver sıyrılıp gider.
Delosman Enver’in çıktığını görünce yanındaki Halit’e:
- Hadi kalk! Ben de çıkıyorum!
Halit:
- Az daha otur hele!
Deyince Osman:
- Hele ne oturayım? Onca zapt ettim ama sonunda olacağı oldu!
Diye cevap verdikten sonra o da
çıkıp kaybolur.
O arada İshak, Hoca’ya dönüp:
- Hoca Efendi, ezan yerden okunsa ne olur?
Deyince
Hoca:
- Ezan yukardan okunur ki hem herkes onu duyar hem de Allahu Tealâ’nın
adı yerlerde dolaşmaz. Diye cevap verir.
Mecit:
- Hoca Efendi, gene en iyisini sen bilirsin lakin köylüde ne camiyi
çevirecek güç ne de minareyi yapacak kuvvet vardır. Sen de ezan yerden okunmaz
diyorsun. İyi de İsmail şimdi ezanı nereden okusun? Yoksa ağaca mı çıksın!
Sonra da yanındaki Asım’a dönüp:
- Bu iş böyle olmaz. Biz buradan çıkınca bir mektup da Alaman’ın Kayzeri’ne
yazalım. Belki o yardım eder!
Deyince
Asım da:
- Burdan çıkınca ilk işimiz o olsun!
Diye cevap verir.
Hoca:
- Dinimizde, ezan ağaçtan okunmaz diye bir yasak yoktur. Ama yine de
kitaba bakmak lâzım. Eğer caiz ise kaya da olur, ağaç da!
Kadir:
- Öyle ise bu aşağıdaki kızılağacın üstüne iki tahta çakalım da İsmail
ezanı oradan okusun!
Mecit:
- Oldu olacak meyve ağacı dikelim de İsmail bir yandan da sebeplensin!
Bu fikir İsmail’in çok hoşuna gider.
- Öyle olursa çok münasip olur. Hem ağaçtan bir kaç
tane olsun da Hoca Efendi de istifade etsin! Bana kalırsa, böylesi daha çok
caizdir.
Ercan:
- O zaman her çeşit meyve ağacı dikelim de yaz kış meyve versin!
Musa:
- Onu iyi diyorsun da ezanı okuduktan sonra İsmail’i ağaçtan nasıl
indireceğiz?! O bir daha ağaçtan iner mi?!
Rıza:
- O zaman tahtaları düzgün çakalım da İsmail namazı da orada kılsın.
Fırlama:
- Ulan ağaçta namaz kılınır mı?! İyicene saçmaladın ha!
Hoca:
- Ezan okunan yerde namaz da kılınır. Hele meyve ağacı olursa hem
münasip hem de caizdir. Kurtlar kuşlar da istifade ederler. Sevabı da büyüktür.
Ercan:
- Hoca Efendi, böyle şeyler hadislerde var mıdır?
Deyince:
İsa:
- Ulan manyak mısın?! Hadiste ağacın işi ne!
Diye tersler.
Nuri de İsa’ya çatar:
- Sen ne biliyorsun. Belki vardır. Hoca’ya sorsana!
İsa, Hoca’ya:
- Hoca, böyle bir hadis var mıdır?! Var ise kim söylemiş?
Hoca:
- Hadislerin ucu bucağı yoktur. Yani böyle hadisler de mutlaka vardır.
Lakin kitaplara iyicene bakmak lazım!
Mecit:
- Bunun için birkaç tane hadis var ise hangisi geçerli olur?
Hoca:
- Hadislere geçersiz demek insanı dinden çıkarır amma velakin
aralarında sizin anlamayacağınız kadar derin manalar bulunursa, uygun olan
hadisi uygulamak lâzım gelir. Çünkü uygun olan, daima doğru olandır.
Muhtar:
- İyi dedin ama hangisinin uygun olduğunu nasıl anlayacağız?
Hoca:
- Tereddüde mahal yoktur! Derhal kitaba bakacaksınız. Eğer yanınızda
kitap yoksa bir bilene yani Hoca’ya soracaksınız.
Musa:
- Hoca Efendi, sen bunları iyi söylüyorsun ama bu camide kıldığımız
namazlar için bize bir şey söylemiyorsun.
Hoca:
- Nasıl söylemiyorum?! Söylediklerimi dinleyenler anlamıştır!
Rıza:
- Hoca, ben seni iyi dinledim ama yine de anlamadım. Yani şimdi bu
camide namaz kılınır mı, kılınmaz mı?
Hoca:
- Hah işte! Sorular böyle olmalı! Kafanıza takılan her şeyi de mutlaka
bir bilene sorun ki öğrenesiniz. Bizim dinimiz öğrenmeye açıktır. Peygamber Efendimiz
zamanında da okumaya ve öğrenmeye çok önem verilmiştir.
Nuri:
- Hoca Efendi, ben okumak istedim ama annem bana; “Şerif okudu da ne
oldu!” diyerek beni okutmadı.
Ömer:
- Hah işte, kadın aklı ile gezersen böyle cahil kalırsın.
Asım:
- Niye öyle diyorsun? Havva Hala kadın değil midir? O niye her şeyi
biliyor!
Muhtar:
- Havva Hala da kimmiş?! Onun gibiler ancak ortalığı karıştırırlar!
Halit:
- Hoca, bu konuda senin fikrin nedir?
Hoca:
- Kadın kısmının gönlünü almak gerekir lakin fikri sorulmaz. Eğer
sorulursa da uygulanmaz.
Musa:
- Ya bir kadın bizden daha akıllı ise ne olacak?
Ömer:
- Amma saçmaladın ha! O kadar akıllı kadının senin yanında işi ne?!
Zaten o kadar aklı olsa kadın olur muydu?
Halit:
- Hoca Efendi, kadın kısmından imam olur mu?
- Olmaz, çünkü imam olmak için eksik olmamak lâzım.
- Pekii, müezzin olabilir mi?
- Şimdiye kadar görülmemiştir. Yine de kitaba bakmak lazım.
İsa:
- Hoca Efendi, İsmail ağaçta ezan okurken yağmur yağarsa ıslanabilir,
namaz kılarken de düşebilir. Onun için, o tahtaların etrafını da üstünü de
kapatsak nasıl olur?
Mecit:
- Nasıl olur da ne demek?! Tahtaların üstüne birkaç sandalye ile bir
masa atalım. Bir divan ile bir- iki kazan da kendisi ilâve etsin de ev sahibi
olsun bari!
Halit:
- Hoca Efendi, bu durumda müezzinlik kıymete bindi. Yani şunu demek
istiyorum ki, eğer sen de olur dersen
ben de müezzin olmak istiyorum.
Kadir:
- Öyle yağma yok! Ben de isterim. Armut
mevsimi benim olsun. Sen de istersen ayva mevsimini al. Zaten sen ayvayı çok
seversin.
İshak:
- O ayvayı zaten yemiş! Şu haline baksana! Bana sorarsanız, dut mevsimi
Arif’in olsun. Ceviz zamanı da Ercan’a yakışır. Kirazlar Ömer’in olsun lakin
ben inciri kimseye kaptırmam.
O arada Asım dışarı çıkmak için ayağa kalkar. Yanındaki Musa:
- Hey, nereye gidiyorsun?!
Deyince de:
- Havva Hala benden haber bekliyordu. Onu bekletmeyeyim, diye cevap
verir ve çıkıp gider.
(Camide müezzinlik tartışması çok uzayınca da Hoca iki elini yukarı
kaldırıp:)
- El Faatihaa!
Diyerek meseleyi kökünden halleder.
B Ö L Ü M 3
(Sahnede Havva Hala’nın oturmakta olduğu evin oturma bölümü, “mutfak”
görünmektedir. Havva Hala misafirleri olan Emine Hala, Esme, Zülfiye ve torunu
Hatice ile beraber sohbet etmektedirler. Hatice, çay koymak için ayağa kalkınca
Emine Hala, Hatice’ye:)
- Çocuğum bana açık koy! Çarpıntı yapıyor!
Diye tembih eder.
Havva Hala, Emine’ye:
- O Şerif denen herifin yaptıklarına ne diyorsunuz?
- Hayırdır?! Şerif ne yaptı yine?!
Esme sözü kapar:
- Adamın burnunu soktuğu her yerden kokular yayılıyor.
Zülfiye:
- Hadi, hadi! O kadar da büyütmeyin! Adamın çok kişilere iyilikleri de
var.
Havva Hala:
- O menfaati olmayan yerde durmaz!
Emine Hala:
- Hayrola?! Yine ne filmler çeviriyor?!
Havva Hala:
- Daha ne yapacak?! Adam, bizim cami dönüktür diye her tarafa mektuplar
yazmış. Hınzırın bütün derdi gelecek paraları cebine tıkıştırmak!
Esme:
- Paraların üstüne yatmak öyle kolay mı? Onları, ona kim yedirir?!
Emine Hala:
- Benim duyduğuma göre vilayetten adamlar geliyorlar. Onlar müsaade
etmezler.
Havva Hala:
- O Şerif ile muhtar bozuntusu onları kafaya alırlar.
Zulfiye:
- Havva Hala, köydeki şunca adam caminin dönük olup olmadığını anlayamadılar
mı?! Yani onca büyük adamlar böyle bir iş için buraya getirilir mi?
- Niye anlamıyorsun çocuğum?! Maksat cami değil ki! Paraları cebe
indirmek.
Emine Hala:
- Çocuğum, caminin dönük olup olmadığı uzaktan bakınca da belli olur.
Benim bildiğim, camide ne dönüklük var ne de yamukluk.
Esme:
- Dönük olsa da ona bir şey yapılamaz. Öyle değil mi?
Havva Hala:
- Onlar zamanında sorsalardı, ben onlara caminin neye benzediğini
öğretirdim ama onlar kadınları adam yerine koymuyorlar ki! Bizim fikrimizi
sorsalar da inat için tersini yaparlar! Ama ben, onları pişman etmezsem bana da
Havva Hala demesinler!
O sırada Hatice elinde tuttuğu tepsideki çayları dağıtır.
Emine Hala:
- Allah iyilikler versin kızım! Ne de güzel kokuyor!
Hatice:
- Afiyet olsun!
Havva Hala:
- Yavrum, dolapta bir- iki parça bisküvi olacaktı. Bakıver de çayın
yanına ilave et!
Sonra da Emine Hala’ya:
- Haticem olmasaydı ben ne yapardım?! Allah gönlüne göre versin!
Emine Hala:
- İyi ki babası Rize’ye giderken onu da beraberinde götürmedi.
- Babası götürmek istedi ama o benim kolum kanadım. O olmasaydı, ben
burada tek başıma ne yapardım?!
Hatice bisküvileri koyarken Esme:
- Bana bir şey verme çocuğum! Ben zaten Şerifin adını duyunca iştahım
kaçtı! Adam baştan ayağa kadar sahtekâr. Bizimkiler de saftirik. Adam, onca
insanı parmağında oynatıp duruyor da kimse farkında değil!
Havva Hala:
- Adamın adını duyunca benim de sinirlerim tepeme çıkıyor.
Zülfiye:
- Hala, öyle demeyin! Adam, dönük camiyi düzeltecekse bunda ne kötülük
olabilir ki?!
Esme:
- Niçin anlamıyorsun be çocuk?! Adamın niyeti camiyi çevirmek değil ki!
O, sadece gelecek paralara çullanmayı düşünüyor.
Emine Hala:
- Siz de o kadar büyütmeyin canım! Ortada ne para var ne de başka bir
şey. Caminin dönük olduğu da belli değil.
Esme:
- Cami dönük değilse de onlar onu önce çevirirler, sonra da paraları toplarlar!
Onca adama mektup yazdıklarına göre elbet bir yerlerden para da gelecektir.
Zülfiye:
- Hala, paralar gelince camiyi nasıl çevirecekler?
Havva Hala:
- Onu git de muhtara sor!
Esme:
- Benim duyduğum, Kamış Hüseyin onu manivela ile çevirecekmiş!
Evin içinde kahkaha sesleri yankılanır.
Havva Hala:
- Kamış Hüseyin’in kafasını çevirmeye mecali yok. O camiyi nasıl çevirecek.
Bunların hepsi palavra! Onlar bana sorsalardı, ben onları şöyle bir güzel
çevirirdim ama kadınları adam yerine koymuyorlar ki!
Emine Hala:
- Eee! Onlar da erkek olmanın
avantajını kullanıyorlar işte. Hem onların bilemediklerini biz nasıl
bilebiliriz ki!
Havva Hala:
- Ben bilemesem de pusula denen bir meret var. Osman’ım askerden
gelirken getirmişti. Böyle şeyler Şerif’in palavrası ile değil, pusula ile
anlaşılır.
Emine Hala:
- Yani, adamlar pusulaya bakmadan Şerif’in aklı ile mi geziyorlar?!
Havva Hala:
- Geziyorlar mı da ne demek?! Adamların pusuladan haberleri var mı ki?!
Ona baksınlar!
Esme:
- Amaan Hala! Şerifin aklı ile onlara kim para verir ki?!
Emine Hala:
- Onu iyi diyorsun. Ne bir yerden para gelir, nede o cami çevrilir.
Bunların hepsi fasa fiso!
Havva Hala:
- Bana bakın hele! Biz onlara paralar gelmiş gibi bir numara yapalım da
onların gerçek niyetlerini öğrenelim diyorum! Ne dersiniz?!
Emin Hala:
- İyi diyorsun ama bu söylediklerin nasıl olacak?! Hem işler sarpa
sarmasın! Kimsenin başı dolaşmasın!
Havva Hala:
- Vallahi nasıl olacağını ben de bilmiyorum ama kabullenemiyorum!
O sırada dışardan Asım’ın sesi duyulur:
- Heyy! Havva Hala evde misin? Hele bir sesini duyayım!
Hala dışarıya doğru seslenir:
- Gel çocuğum! Biz hepimiz buradayız. Zülfiye de burada. Belli ki onun
kokusunu aldın da peşinde geziyorsun!
Asım kapıdan girerken:
- Neler söylüyorsun, Hala?! Ben seni ziyarete gelmiştim ama hazır
gelmişken…
Zülfiye utancından kafasını çevirir.
Esme:
- Kafanı ne diye çevirirsin kızım?! Sizin durumunuzu bizden başka kim
biliyor ki utanırsın?! Böyle şeyler bu kapıdan dışarı çıkmaz!
Asım, Esme’ye döner:
- Esme Abla, senin bilmen de radyodan, gazeteden etkilidir yani!
Havva Hala:
- Sen bir şeyden korkma! Rahatına bak! İstersen, içeriye odaya geçin de
biraz koklaşın. Hatice de çayınızı getirir.
- Tamam! Hala, sağol ama ban sana aslında bugün
gelecek adamları haber verecektim.
- Adamlardan haberimiz var ama kaç kişi olduklarını bilmiyoruz.
- Aslında onu ben de bilmiyorum. Muhtar, fen memuru ile Hopa’dan
geliyoruz diye haber göndermiş. Herkes camide onları bekliyor.
Esme:
- Fen memuru camiye ne yapabilirmiş ki?!
Emine Hala:
- Öyle deme be kadın! Adam koskoca fen memuru olmuş. Elbet yapacağı işi
bilir. Belki camiyi çevirmenin bir yolunu bulur.
Havva Hala:
- Onu benim külahıma anlatsınlar!
Emine Hala:
- Öyle deme! Ya parayı bulurlarsa?!
Havva Hala biraz düşündükten sonra konuklarından izin alıp Asım ile
beraber içerdeki odaya geçer. Hala,
Asım’a bir kâğıtla kalem verip söylediklerini yazdırdıktan sonra kâğıdı
katlayıp bir zarfa koyarlar. Sonrada eski zarflardan kopardıkları pulları
zarfın üst köşesine dikkatlice yapıştırırlar.
Hala, Asım’a:
- Bana bak! Sen şimdi Almanya’dan gelmiş gibi bu mektubu muhtara yetiştir.
Zülfiye ile sonra bir araya gelirsiniz. Hadi yallah!
Diye tembih eder.
Asım, elinde tuttuğu zarfla evden dışarıya fırlar ve camiye doğru
koşmaya başlar.
Esme, merak içinde Havva Hala’ya sorar:
- Hala, neler oluyor?! Ne dümenler çeviriyorsun?!
Diye sorar.
Havva Hala:
- Almanya’dan gelen mektubu Asım ile Muhtar’a gönderdim. Siz esas
pandomimi şimdiden sonra görün! Şimdi o geri zekâlılar paraları paylaşmak için
hele nasıl birbirlerine girecekler!
Emine Hala:
- Ne parası. Almanya’dan ne zaman para geldi ki onlar paylaşacaklar?!
Havva Hala:
- Ne parası canım?! Öyle kolaylıkla kimse kimseye para verir mi? Bizim
yaptığımız numara! Yani para gelirse ne olur gibilerinden!
Emine Hala:
- Daha da neler! Koskoca adamlar
bu şekilde kandırılır mı?! Bu işin sonu iyi bitmeyebilir! Koşup çocuğun elinden
mektubu alın!
Diye çıkışır.
Havva Hala:
- Mektubu almak için değil ama o
mektubu okuduktan sonra adamların suratlarına tükürmek için gitmeyi isterdim!
Deyince misafirler ayaklanır.
Emine Hala:
- Öyle ise sen camiye, biz de
evimize! Hadi yallah!
Havva Hala, misafirleri zapt edemeyince, Zülfiye ile Haticeyi de yanına
kattıktan sonra Asım’ın peşinden camiye doğru koşmaya başlar.
B Ö L Ü M 4
(Fonda boydan boya minaresi olmayan, sadece dört duvardan ibaret bir
cami resmi görülmektedir. Köydeki erkekler caminin önünde toplanmış Hopa’dan
gelecek olan yetkilileri beklemektedirler. Neden sonra Kampara Hüseyin elinde
bir balyozla ortada görünür ve doğruca caminin güney yönündeki duvarına
yaklaştıktan sonra balyozu duvara indirmeye başlar. Bir- iki- üç defa vurduktan
sonra Şerif koşup koluna yapışır.)
Millet şaşkın şaşkın bakarken Şerif:
- Ne yapıyorsun, ulan hayvan?! Caminin duvarına şey edilir mi?! Camiyi
yıkacak, mısın ulan, niyetin ne?!
Diye bağırır.
- Ne bağırıyorsun! Görmüyor musun? Hocanın mihrabı için
duvarda delik açıyorum. Yoksa nasıl çıkıntı olsun? Ben söz verdim mi tutarım.
Hoca:
- Ulan mihrap için duvar delinir mi?! Sen şaşırdın mı?
- İyi de çıkıntı olmazsa mihrap nasıl yapılır?!
Mecit:
- Ulan, mihrap- mihrap ki diyorsun, o mihrabı kim yapacak, ne ile
yapacak?!
- Siz bana parayı verin. Ben yaparım.
Mecit:
- Ulan para kimde var ki sana versin?!
- Öyleyse, para olunca yaparım.
Şerif:
- Ulan para buluncaya kadar o duvar delik mi kalacak?! Camiye kedi
köpek mi doluşsun?! Ne yapmak istiyorsun ulan?!
- Yahu, amma büyüttün be! Bu camiye sen geliyor musun ki kediyi köpeği
soruyorsun?! Daha da olmadı ise iki tahta çakarım da kapatırım. Ne olmuş yani?!
Hoca:
- Oğlum, camiye kedi- köpek doluşsun diye duvar yıkılır mı?! Öyle şey
olur mu?! Cami duvarına dokunulmayacağı kitapta da vardır... Yani, mutlaka
vardır. Yoksa da iyicene aramak lâzım.
(O sırada bir cip sesi
gelir ve içinden muhtar ile şoförden başka bir kişi daha inip kalabalığa
yaklaşırlar. Selâm- kelamdan sonra muhtar adamı tanıtır.)
- Bu bey, fen
memurudur. Bizim camiye yardım etmeye geldi.
Yardım lâfını duyan
köylüler, adamın etrafını sararlar ve tekrar tekrar “Hoş geldiniz!” diyerek
tokalaşırlar.
Öte yandan Abdullah
kahveden doğru seslenir:
- Heey! Çaylar yeni çıktı. Kaçırmayın!
Muhtar:
İşimiz bitince geliriz anlamında işaret eder.
(Fen memuru, “Ben bir
dolaşayım” diyerek muhtarı da yanına aldıktan sonra önce camiye girer. Sonra da
etrafını dolaşır. İşi bitince de muhtara dönüp:
- Bak Muhtar, caminin
dönük olup olmadığını ben tam olarak söyleyemem. Çünkü pusulam yok. Onu size
tapucu söyleyecekti ama o bugün gelemedi. Minareyi zaten kendiniz yapacaksınız.
Çünkü bizim öyle bir ödeneğimiz yok. Arkadaki duvar biraz hasar görmüş ama
önemli değil.
Der.
Fırlama:
- Şerif yetişmeseydi sen o duvarı zor görürdün!
Adam şaşırınca Mecit:
- Yani şunu demek istiyor ki Kamış Hüseyin mihrabı çevirmek için duvarı
yıkarken biz onu engelledik. Yoksa o duvar şimdi yıkılmıştı.
Fen memuru:
- Kuzum, siz bu caminin dönük olduğunu nasıl anladınız? Pusula olmadan
bu tespiti nasıl yaptınız, söyler misiniz?!
Millet Şerif’e bakmaya başlayınca Şerif:
- Bu deniz kuzeyde değil midir?
Diye sorar.
Fen memuru:
- Doğru diyorsun. Karadeniz kuzeydedir.
- Öyle ise, ben denize arkamı dönersem ne olur? Şu tepeler, güneyde
kalmaz mı?!
- Doğru, tepeler de güneyde kalır.
- O zaman Kâbe de şu tepelerin arkasında değil midir?!
- Eeee…
- Halbuki bizim cami nereye bakıyor!
İsmet:
- Cami biraz şaşı bakıyor!
Deyince bir gülmedir kopar.
Fen memuru:
- Sen o konuda haklısın ama senin dikkate almadığın bir şey var. Şu
denizin köyün içine doğru nasıl girdiğini görüyor musun?! Yani köyün içinde bir
koy var. Sen bu koyu hiç dikkate almadığın için hata yapman mümkün.
- Haaa... Hata olursa da onun suçu bende olmaz, denizde olur. Öyle
değil mi?
Deyince, millet yine gülmeye başlar.
Hoca, artık devreye girip bir nutuk çekme zamanının geldiğini anlayınca
söze başlar:
- Eyy cemaat! İşte bugün biz burada Allahu Tealanın
nelere kadir olduğunu hep beraber gördük. O isterse insanı bir anda abat eder,
bir anda berbat eder...
O sırada yukardan doğru
bağıra bağıra gelmekte olan Asım’ı görünce, Hocanın nutku kesilir.
- Heeyy! Muhtara mektup var.
Alamanya’dan!
Millet, Asım’ın peşinden koşarak gelmekte olan Havva Hala ve yanındaki
Zülfiye ile Hatice’ye bakmaz bile. Herkesin gözü Asım’ın elindeki zarftadır.
Muhtar, hemen zarfı kapar ve üstündeki yazıyı okur. “Tikundali Köyü Muhtarına”
diye yazmaktadır. Zarfın üstünde de bolca pul vardır. Yeni gelenler kalabalığın
arkasında yerlerini aldıktan sonra Hoca, Muhtar’a:
- Besmelesiz açma!
Diye tembih eder.
Muhtar da:
- “Yaa Bismillah!”
Diyerek zarfı açtıktan sonra
mektuba acele ile şöyle bir gezdirir. Kalabalığın merak ettiğini görünce de:
- Mektubu okuyorum, dinleyin!
Diyerek okumaya başlar:
“Değerli Tikundali Köyü Hemşerilerimiz,
Biz bu mektubu Alamanya’daki bir Laz
köyü olan “UKHUPİNİ” köyünden yazıyoruz. Sizin Alamanya’ya yazdığınız mektupta
doğru dürüst adres olmayınca Alamanlar mektubu açıp okumuşlar. Sonra da; ”Yahu,”
demişler “minare yapamayınca ezanı ağaçtan okuma fikri çıksa çıksa Lazlardan
çıkar” diyerekten mektubu bize gönderdiler. Bu durumda bize de size yardım etmek
görevi düştü. Biz buradaki bütün UKHUPİNİ köylüleri, civar köylerden de
topladığımız on beş bin Marklık parayı Trabzon’daki Hep Bana Bankasına
yatırdık. Az gelirse gene bize yazın. Sizler bu para ile ister cami yapın,
ister minare. Ama mutlaka hayırlı işlerde kullanın. Baki selamlar.
UKHUPİNİ köylüleri”
(Millet sevinçle birbirlerine sarılıp şapkalarını havaya fırlatır.
Sonra da gençler el ele tutuşup horon oynamaya başlarlar.)
Bir müddet sonra
Hoca:
- Allaha şükürler olsun ki cami için gerekli parayı bize hemen gönderdi!
Deyince Muhtar:
- Hoca Efendi! Bu paradan biraz da mektep için kullanmak gerek. Onun da
eksiği çoktur!
Deyince millet koro halinde:
-Münasiptir! Caizdir!
Diye teyit eder.
Muhtar:
- Arkadaşlar, ben yarın Trabzon’a parayı çekmeye gidiyorum.
Deyince Şerif:
- Sen yalnız halledemezsin! Ben de geleceğim. Masrafları düştükten
sonra neler yapabileceğimize karar veririz. Benim elimde çok iyi ustalar var.
Onlara parayı verince adam bile yaratırlar!
O anda arkada durmakta olan Havva Hala önündeki adamları yara- yara
ilerleyip Muhtar’ın önüne dikilir:
- Siz hangi para ile ne yapıyorsunuz?!
Diye bağırır:
Trabzon’da Hep Bana Bankası diye
bir banka var mıdır?! Ulan şaşkın! Alamanya’dan sana gelen mektubun Asım’da işi
ne?! Sen, o zarftaki pullara hiç baktın mı! Ben seni Trabzon’a da Alamanya’ya
da gönderirim lakin gene de acıyorum. Azıcık kafayı çalıştırın da adam olun!
Herkes şaşkın şaşkın bakarken muhtar:
- Yahu sen neler diyorsun?! Yoksa böyle bir para yok mudur?! Bu
yazılanlar yalan mıdır?!
Havva Hala:
- Pula bak, pula!
Muhtar pullara bakar.
Eski püskü ama hepsinin de üstünde Atatürk’ün resimleri vardır. Birden Asım’a
dönüp bağırır:
- Yahu bu pullarda Hep Atatürk’ün resmi var! Bu mektup Alamanya’dan
gelmedi mi? Sen bu mektubu nereden buldun?!
- Bir yerde bulmadım. Havva Hala söyledi, ben de yazdım.
- Neee?! Havva Hala, bu mektubu sen mi yazdırdın?
- Hee! Ben yazdırdım. Ne oldu, gücüne mi gitti?!
- Yahu böyle şey olur mu?! Sen bizimle dalga mı geçiyorsun?!
- Hah işte, ancak anladın! Sen bu köydeki kadınları adam yerine
koymazsan, onlar da seninle böyle dalga geçerler!
- Yahu ne adamı, ne dalgası be! Biz burada camiyi kurtaralım diye
kıçımızı yırtıyoruz. O kadar yalvarıp büyük adamları getirdik. Yani biz boşuna
mı uğraştık?!
- Bak Muhtar Efendi! Bu caminin dönük olup olmadığını anlamak için senin
buraya kimseyi getirmene gerek yoktu. (O arada cebinden çıkardığı pusulayı Muhtar’ın
burnuna dayar.) Bu nedir biliyor musun? Buna pusula derler. Benim Osman’ım
askerden gelirken getirmiş idi. Sen kadınları adam yerine koysa idin bunca
tantanaya hiç gerek kalmazdı. Ben de sana bu cami dönük müdür, değil midir söylerdim.
Ben seni isteseydim UKHUPİNİ köyüne de, JAPONYA'ya da gönderirim. Sen orda
istediğin kadar ukhupini! Lakin yine de size acıyorum.
Zülfiye ile Hatice, Hala’nın kollarına asılıp:
- Hala sus artık, ne olur!”
Diye yalvarıp dururlar.
O arada fen memuru pusulayı eline alıp camiyi incelemeye başlar. Muhtar
kıçından solurken Hala ise bir türlü susmaz.
- Bu köyde ben size kadının kıymetini öğreteceğim...
Hoca:
- Esteüzübillah… Esteeeüzübillaaaah! Bunlar kıyamet alametleridir..
Fen memuru:
- Beyler, camide herhangi bir kusur yoktur. Müjde!
Diye bağırır.
Havva Hala:
- Amma Şerife sorarsan var. Çünkü inşaatı o yapacaktı!
Sonra da Hoca’ya dönerek:
- Sana gelince Hoca Efendi! Hocalık öyle
Billah- millah demekle yapılmaz. Ben şimdiye kadar senin gibi kıblesini bilmeyen
Hoca görmedim. Her zaman kitaptan bahsedip de kitabı bile olmayan senin gibi
kitapsız hocaları da görmedim. Ama senin gibiler...
Hocanın cinleri
tepesine çıkar.
- Sus be kadın, Sus!
Diye bağırdıktan sonra devam eder:
- Eeyy cemaat! Gördüğünüz gibi Allahu teala her şeye kadirdir. Biraz
önce verdiği onca parayı bir anda nasıl elimizden aldığını hep beraber gördük.
İşte, bütün bunlar bize bir ders olmalıdır.
Havva Hala yan taraftan:
- Siz dersten anlayacak adamlar mısınız?! Ama ben size bu dersleri de
öğreteceğim....
Hoca iyice sıkıştığını anlayınca:
- Eeyy cemaat! Gördüğünüz gibi başımıza gelen bunca dersten sonra,
gelen ve giden bütün paraların…. Estooğfirullah, bütün dini bütün ecdatlarımızın
yüzü suyu hürmetine el Faaatiha!
Diyerek gürültüyü önler.
Sonra da eller havaya kalkar. Millet tam duasını yaparken ellerindeki
dosyalarla üç kişi çıkagelir. İçlerinden en yaşlı olanı:
- Muhtar nerede? Biz vilayetten geliyoruz. Burada bir dönük cami varmış.
Bana muhtarı bulun!
Der ve o şaşkınlık içinde perde kapanır.
SON
+
(Önerilen okumalar: Ali
İhsan Aksamaz, “Lazcanın Yazarı ve Şairi: Munir Yılmaz Avcı”, lazca.org, 8 II
2013; Ali İhsan Aksamaz, “Kafkasya Masalları”, 7 III 2020, sonhaber.ch; Ali İhsan
Aksamaz, “Atalarımızın Yaşadığı Topraklar ve Soyağacımız”, 14 IV 2020,
sonhaber.ch; Ali İhsan Aksamaz, “Munir
Yılmaz Avcı (1939- 2016)”, 16 XII 2020, sonhaber.ch/ circassiancenter.com; “Kıblesi
ters caminin imamı da ayrıldı”, 16 II 2019, sabah.com.tr; Munir Yılmaz Avcı,
“Türkçeyi Nasıl Öğrendik?”, Yeni Kafkasya Gazetesi (Çağlayan Şişman (Yayıncı)/
Ali İhsan Aksamaz (Yayın Yönetmeni), Sayı 3, Şubat 2002/ lazuri.com; Munir
Yılmaz Avcı (Yazan)- Ali İhsan Aksamaz (Yayına hazırlayan), “Bilmediğimiz Ülke/
Gürcistan Gezi Notları, 2005, circassiancenter.com; Munir Yılmaz Avcı, “Dönük
Cami/ Golaktei Meçeti”, Sima Dergisi, 6-7 ve 8. sayılar, Sima Laz Vakfı Yayın
Organı, Fotosan Ofset Ltd. Şti., İzmit, 2007; “Sima Laz Vakfı ,Yılmaz Avcı’yı
andı”, 8 XI 2016, http://cagdaskocaeli.com.tr)
M.
Yılmaz Avcı’nın yayımlanmış eserleri:
https://www.nadirkitap.com/surimsine-lazca-turkce-yilmaz-avci-kitap21541019.html
https://www.nadirkitap.com/lazuri-nenackina-lazca-dil-bilgisi-yilmaz-avci-kitap24594835.html
https://www.kitapyurdu.com/kitap/laz-masallarilazuri-parametepe/70866.html
https://www.kitapyurdu.com/kitap/aleynaya-ne-oldu/317011.html
M. Yılmaz Avcı’nın sesinden
şiirleri ve anlatımları:
https://www.youtube.com/watch?v=VKhEDlhyt_8
https://www.youtube.com/watch?v=tuLEZUoEjA4
https://www.youtube.com/watch?v=XuJ49d0X2PY
https://www.youtube.com/watch?v=eCsAb_lsdDA
https://www.youtube.com/watch?v=HAgz3PEvR-k
https://www.youtube.com/watch?v=5KH00R0Nbwc
https://www.youtube.com/watch?v=_zZoF5x1niI
https://www.youtube.com/watch?v=8Ynnp8hUEkY
https://www.youtube.com/watch?v=iOPdEtVezK4
https://www.circassiancenter.com/tr/donuk-cami-turkce-lazca-tiyatro-oyunu/