“İnsanlar, ruhsal bir varlık olarak
teknoloji ve yapay zekânın çok gerisinde kaldılar!”
[Ön
açıklama: Münevver Mine Bağ, ülkemizin aydınlarından; bir
eğitimci, bir edebiyat insanı ve bir ressam. Kendisini 1989 yılında, Millî
Eğitim Bakanlığının Kadıköy Kız Lisesindeki 124 no.lu hizmet içi eğitim
kursunda tanıdım; kıymetli rehber öğretmenlerimden birisiydi. Münevver Mine Bağ
ile bir söyleşi yaptım; şiir ve hikâyeleri ile ülkemizdeki yabancı dil öğretimi,
Türkçe öğretimi ve “ana dili” öğretimi üzerine konuştuk. Bu konulardaki bilgi,
düşünce, duygu ve değerlendirmelerini bizlerle paylaştı. Belirtmeliyim; şiir
kitaplarının kapakları kendi yağlıboya tablolarının resimleri. 20. X. 2024]
Ali
İhsan Aksamaz: Okuyucularımıza kendinizi tanıtır
mısınız? Nerede doğdunuz? Hangi okullarda öğrenim gördünüz? Hangi kurumlarda
görev yaptınız? Türkçe ve İngilizce dışında hangi dilleri biliyorsunuz?
Münevver
Mine Bağ: Rivayete göre o zamanlar Amasya’nın bir ilçesi
olan Merzifon’un bir köyünde acele edip yedi aylık olarak dünyaya gelmişim.
Aslında itiraf etmek gerekirse uzun yıllar öncesi bu. Şimdi ülkenin belli bir
yaşın üstü diye kategorize ettiği sekiz milyonun içine gireli epeyce oluyor.
Tam da hani, şu yaştakiler hapsolsun, bu yaştakiler kahrolsun dönemlerinin
yaşandığı yıllarda girmiştik o yaşlara. Evet, pandemi yüzümüze yüzümüze
vurmuştu bazı rakamları. Doğuş hikâyeme dönersek, Köy Enstitüsü mezunu sağlık
memuru bir baba ve ebelik okulu mezunu köy ebesi bir annenin ilk çocuğu olarak
dünyaya gelmişim. Taze bir Cumhuriyetin köylerinden, evlerinden çıkarıp meslek
sahibi ettiği iki genç insanın çocuğu olarak. İleride de bu taze Cumhuriyet
tanımlarına yeniden döneceğiz sanırım. Babamızın bizden uzak mecburi hizmet
yaptığı dönemlerde Ankara’da ilköğrenimimi, sonra orta ve lise öğrenimimi
tamamladım. Daha sonra annemin sağlık durumu nedeniyle babamın öngörüsü üzerine
İstanbul’a taşındık. Marmara Üniversitesi İstanbul Atatürk Eğitim Enstitüsü,
sonra Fakültesi’nin İngilizce öğretmenliği bölümünü bitirdim. Daha sonra,
devlet bursu ile İngiltere’de Lisansüstü diploma ve British Council bursu ile
Birmingham, Aston Universitesi’nde master çalışmalarımı tamamladım. Baktım
öğretmenlik öğretmenliktir fazla da makam hırsım yok akademik ilerlemeyi o
aşamada bıraktım. Ama hizmet içi eğitim alma ve verme deneyimlerim kariyerim
boyunca sürdü.
Öğretmenliğe bir akşam
ticaret lisesinde başladım, daha sonra “terfi” ettirilip barakalardan oluşan
bir kenar semt ortaokuluna atandım. İyi ki! Gidilen yollar hep insana yeri
dolmaz yeni dostluklar, yeni deneyimler kazandırır bence. Hızlıca geçersem daha
sonra çeşitli liselerde, sonra Boğaziçi Üniversitesi, Sabancı Üniversitesi ve
bir süre de konuk sanatçı olarak Kadir Has Üniversitesi’nde çalışmalarım oldu.
Türkçem başkalarının
yaptığı tüm imla hatalarına kızacak kadar iyidir. Her dile saygı benim birinci
önceliğim bu konuda. İngilizcemi de beğenirim. Ama çok üzgünüm, Çerkes bir baba
ve Çerkes, Türk, Arap melezi olan bir annenin kızı olarak ve bir şehir çocuğu
olarak birkaç cümle anlamak ve zorda kalırsam birkaç cümle etmek dışında
Çerkesçeyi geliştiremedim.
Ali
İhsan Aksamaz: Eğitimciliğiniz yanı sıra bir
edebiyatçısınız; yayınlanmış şiirleriniz ve hikâyeleriniz var. Bildiğim
kadarıyla yayınlanmış üç kitabınız var: “İçinden Vapur Geçen Şiirler”, “Biri
Bana Şiir Okusun”, “Her şey Hikâye”. Bu kitaplarınız ne zaman yayınlandı? Bu
kitaplarınızın dışında yayınlanmış başka çalışmalarınız var mı?
Münevver
Mine Bağ: Eğitimcilik demişken önce şunu bir ifade edip
geçmek isterim. Ben küçük yaştan beri birilerine bir şeyler öğretmeyi ve
“okulculuk” oynamayı seven bir çocuktum. İnanılmaz gibi gelebilir kulağa ama ODTÜ
İdari Bilimler Fakültesi’ne gitmek yerine İngilizce öğretmeni olmayı seçmiştim.
Yine, ilkokulun ilk
sınıfından itibaren de bir yazma merakım oluştu. Dördüncü beşinci sınıf
öğrencisi iken kompozisyonlar yazardım bana ilham veren konularla ilgili. Düz
yazı ve şiir birbiri ile iç içe gelişti ama soyaçekim olacak şiir biraz ağır
bastı yıllar içinde. Ancak, yazdığım birçok şeyi saklamamışımdır. Biraz daha
ciddi anlamda öyküler yazmaya da Sabancı Üniversitesi’nde çalıştığım yılların
ortalarında bize sunulan Yazma Atölyeleri vesilesi ile giriş yaptım.
Yukarıdaki kitapları en
yeniden başlayıp eskiye doğru bir sıralamak ve bir ek yapmak isterim.
“Her Şey Hikâye”, 2023
(15 yazarlı bir ortak öykü kitabı).
“İçinden Vapurlar Geçen
Şiirler”, 2023 (Keşke kitabın adı daha kısa olsaydı).
“Bir Bana Şiir Okusun”,
2008 (Ağırlıklı olarak bir on yılın birikimi olan şiirler).
“Zaman Zaman İçinde”,
1999 (Babamın teşviki ve girişimi ile kitaplaşan şiirler).
Bu kitapların hiç biri
bir gün kitap olsunlar diye yola çıkılarak yazılmamıştı. Şimdi de son bir yıl
içinde birşeyler birikiyor yavaş yavaş, ancak kitaplaşma sözünü ne onlara ne
kendime veremiyorum. Şiirlerimi ve öykülerimi “bakın sizi okuyacaklar” diye umutlandırmak
istemiyorum.
“Zaman
Zaman İçinde, Babamın teşviki ve girişimi ile kitaplaşan şiirlerim”
Ali
İhsan Aksamaz: Şiirleriniz ve hikâyelerinizde genel
olarak hangi temaları işliyorsunuz? Okuyucularınıza hangi mesajları veriyorsunuz?
Bazı edebiyatçılar, “ Edebiyat edebiyat içindir, “diyor. Bazı edebiyatçılar,
“Edebiyat toplum içindir,” diyor. Bazı edebiyatçılar da, “Edebiyat insan
içindir,” diyor. Siz kendinizi hangi
yaklaşıma daha yakın görüyorsunuz?
Münevver
Mine Bağ: Bazen gözlemler, bazen birikmiş duygular,
kızgınlıklar, kırgınlıklar, insanlık adına gözlemlediğim hayal kırıklıkları,
haksızlığa tepkiler, çaresizlikler, bazen nasıl da herkesin birbirine
benzediğini gözlemlediğim olaylar beni dürtüp, şiir ya da öykü gibi bir form
içinde dünyaya geliyorlar. Şiirlere kızıyorum, genellikle gece ziyaretçileri
onlar, davetsiz.
Daha eski kitaplarım
daha fazla duygu ağırlıklı idi ama bana sorarsanız yine kişisel değil evrensel
anlatımlardı. Şimdi ise daha fazla toplumsal kaygılar seslendiriyorum özellikle
şiirlerimde. Öykülerim ise genellikle kısa ve çoğunlukla birer “an” hikâyesi. Konular
basit gibi görünen anlık insan deneyimleri de, derin yaralar da olabiliyor.
Edebiyat kelimesini
daha genelleyip “Sanat sanat içindir” ifadesini irdeleyecek olursak, ben bunu üreten
insanın bireysel bir ihtiyacı bazında değerlendiriyorum ve bir anlamda çaresizlik
gibi görüyorum. Yazmamak gibi bir lüksünüz yoktur yani. Sizin kişiliğiniz öyle
bir kompozisyondan oluşmuştur. Ancak üretilen sanatsal nesneler arasında en çok
kendinize saklananı ve en az paylaşabildiğiniz edebiyat ürünleri korkarım.
Çünkü onun bir de sunumu var ve karşınızdakini paylaşıma ikna etme şansınız yok
onun talebi yoksa. Toplumun sanata yönelip alıcı konumda görünmesi ya merak
saiki iledir, ya da kendini biraz oralarda bulma umududur.
“Şiirlerimi
ve öykülerimi “bakın sizi okuyacaklar” diye umutlandırmak istemiyorum”
Ali
İhsan Aksamaz: Şiir ve hikâyelerinizi okuyanlardan
hangi tepkileri alıyorsunuz? Okuyucularınız, şiir ve hikâyeleriniz hakkındaki duygu
ve düşüncelerini sizinle paylaşıyorlar mı?
Münevver
Mine Bağ: Okurlarımdan genellikle olumlu tepkiler alıyorum.
Zaten kendi okuma emekleri ile benim üretme emeğim yoğrulduğunda sanırım okur
da bir tepki vermek ihtiyacı duyuyor. Bazen bir şiirde veya bir öyküde
beklenmedik bir anlatım biçimi görmek, örneğin komik bir konu veya beklenmedik
bir ifadeye rastlamak da okuyucuyu sevindiriyor verilen tepkilere bakarsak.
Yorumları sosyal medya üzerinden, telefonla veya yüzyüze sohbetlerde aldığım
oluyor. Ama ilginçtir, kitap satış platformlarında yazılmış yorumlara henüz
rastlamadım. Daha o kadar büyümedik. Sizinle
ilginç bir gözlemimi de paylaşayım. Hani bir iş yaptığınızda en kolay en pohpohlayıcı
yorumları yakınlarınızdan alırsınız ya, bende öyle olmadı. Onlardan bir kaç
güzel cümle duymak baya zamanımı aldı ve duyunca da kendi kendime “hmmmm...”
dedim, “olmuş galiba”!
Ali
İhsan Aksamaz: Yayına hazır ancak henüz yayınlanmamış
çalışmalarınız var mı? Yakın zamanda yayınlatmayı düşündüğünüz çalışmalarınız
var mı? Yeni kitaplarınızı görecek miyiz? Bizlere müjdeli haberleriniz var mı?
Münevver
Mine Bağ: Yukarıda ifade ettiğim gibi. Yayın amaçlı bir çalışmam
şu ara yok. Ama birikimler oluşuyor yine. Çok ısrar ederseniz belki öncelikle
yeni bir kişisel “öykü” kitabından yana yüreğim. Yani bu sefer çok yazarlı
değil Münevver Mine Bağ imzalı bir öykü kitabı olur belki.
Ali
İhsan Aksamaz: Türk Edebiyatının bugününü nasıl
değerlendiriyorsunuz? Türk Millî Eğitim sisteminin Türkçeye gereken önemi
verdiğini düşünüyor musunuz? Özellikle aydınlar ve politikacılar duygu ve
düşüncülerini Türkçe olarak düzgünce ifade edebiliyorlar mı? Türkiye’de insanlar
okuyor mu? İnsanlarımız okumayı seviyor mu? Bazı kitapların birçok baskı
yapması ve çok satması, sizce, çok okundukları anlamına geliyor mu? Bu
konulardaki duygu, görüş ve
değerlendirmelerinizi bizlerle paylaşır mısınız?
Münevver
Mine Bağ: Bu çok boyutlu soruya sıra sıra yanıt vermek iyi
olur. Günümüzde Türkiye’de edebiyat sorusuna bakarsak, bu konuya şöyle bir
giriş yapmak istiyorum. Eskiden beri inandığım bir şey var, dünyada en fazla
boşa harcanan kaynak “insan”. İnsanın en fazla emeğini sömürüyoruz ama taşıdığı
değerleri, yetenekleri, insan olarak becerilerini ve zihinsel kapasitesini ne
kadar keşfediyoruz, ne kadar bunları değerlendirmesine fırsat veriyor
sistemler, düzenler, toplumlar; bu hep sorguladığım bir şey. Şimdi baktığımda
her sanat alanında veya her beceri alanında çok daha fazla sayıda insanın
isminin ortaya çıkabildiğini görüyorum, ya da en azından daha çok insanın
meşguliyet alanlarına girebiliyor belli alanlar. Ama bu bir arz talep
meselesine dönüşüyor. Üretilen şeyler kitlelere ne kadar ulaşabiliyor ne kadar topluma
mal oluyor, ne kadar karşılık görüyor ve bir karşılık görecek değerde bir
şeyler üretiyor muyuz, üretiliyor mu bunları da sorguluyorum. Sonuçta
birilerinin ilgisini çekebilmek için yapılacak işler ilişkilere, çevrelere
dayanıyor bir bakıyorsunuz. Türk edebiyatında çeşitli ve çok sayıda insan
şansını deniyor ama herkese ulaşamıyor. Aslında şimdi yazarların yeni bir
avantajı var medya ve teknoloji. Ancak buradan da yine hangi büyüklükte
kitlelere ulaşabileceğiniz bir soru işareti.
Bana sevdiğim edebiyatçılar sorusu sorulduğunda yazar olarak aklıma ilk Ahmet
Ümit, şair olarak Didem Madak geliyor şu anda.
Aslında günümüzde yeni bir eğilim var kitap okuma ile ilgili, insanlar
klasiklere dönüp kendilerine geçmişin edebiyatını yeniden bir hatırlatmak
istiyorlar, belki de özlüyorlar eskiyi. Aslında belki yeniyi ölçmek için bir
endazeyi yeniden kurmak ihtiyacıdır bu kim bilir.
Özetle, Türk
edebiyatının bugünkü durumunu bir okunmazlık çağı olarak gözlemliyorum. Bol
yazarlı az okurlu bir toplum olduk.
Okumak bir
alışkanlıktır, birçok beceri gibi eğitim yoluyla edinilir. Ülkemizde eğitim
vermek değil çocukları eğitim adı altında bazı kurumlarda göz önünde el altında
tutmak gibi bir politik tavır var sadece. Bence her kavram onu kullanana göre
farklı bir içeriğe işaret ediyor. Örneğin “kitap fuarı” dediğinizde yapacağınız
ziyaret sizi ne gibi içeriklere götürür bilemem. Kelimeleri ve onları kötüye
kullanmayı sevenlerimiz de var.
Her konuda basite
kaçıyoruz, çocukların gençlerin yeni beceriler edinmelerini umursamıyoruz,
hatta riskli buluyoruz. Eğitim sisteminin üretimi olan bireyler örneğin medyada
karşınıza çıktıklarında Türkçe kullanımı ile ilgili yaptıkları hatalar benim, bizim,
nesli sanırım çok kızdırıyor, yıpratıyor. Üstelik kusurlarının farkında bile
olmamaları iletişim düzeylerinin gitgide aşağılara çekilmesi sonucunu
yaratıyor. Konuşamamak, düşünememek, üretememek ve üretilenin de değerini
anlamamak sonucunu doğuruyor bu yüzeysellik. Beyin kasları da vücut kasları
gibidir zorlamazsanız atıllaşır işlevsizleşirler.
Kendini doğru ifade
etmek de eğitimle paralel bir konudur. Kelime hazneniz, düşünce diziliminiz,
sözcük seçiminiz hepsi sizin beyin kapasitenizi ne kadar kullanabildiğinizin
göstergesidir. Bir kaç yüz kelimeyle günü kurtarıyor olmanız da, sizi
alkışlayanların çok olması da sizin iyi bir konuşmacı olduğunuzu kanıtlamaz. Televizyonda
sohbet programları şöyle dursun, haber sunumunda bile örneğin öyle bir vurgu
hatası yapılıyor ki şaşıp kalıyorsunuz. Yani vurgunun kelimenin anlamını
değiştirdiğinin bile farkında değiller. Örneğin, haberde “bodrumda çıkan
yangında” mı beş kişi öldü, “Bodrum’da çıkan yangında” mı beş kişi öldü, bunu
farklı ifade etmeniz gerekir.
Aydınlar ve
politikacılar diyorsunuz ya, onlar sanki başka bir toplumsal hazneden mi
besleniyorlar, maalesef hayır! Ve itiraf etmek gerekirse yine her şey eğitimden
geçiyor.
Ama siz bu sorularla
benim derdimi deşiyorsunuz.
Kitapların baskı yapıp
yapamamaları, okunup okunmamaları konusunda yine iddiam, okumakla yazmak
arasında bir denge olmadığı. “Ünlü” olmadan okunmuyorsunuz, okunmadan ünlü olmuyorsunuz,
bu alan da kendi ticaretini yaratmış bir alan. Kitabınızı basarken de “satış
potansiyeliniz nedir” diye soruluyor. Çok satanlar hangi kriterlere göre çok
satışa ulaşıyor emin değilim. Satılanların okunup okunmadıklarını da bilemeyiz.
Kurtarılmış bölgeler,
kırmızı çizgiler, bayraklar, sınırlar, mayınlı alanlar burada da söz konusu. Eskiden
bazı fakülte gruplarının kadro vermemek için insanların becerilerini,
emeklerini görmezden geldikleri söylenirdi, şimdi de “burası benim tarlam”
diyen kitleler kendini beğenmiş kabul alanları oluşturuyorlar.
“Çok
ısrar ederseniz belki öncelikle yeni bir kişisel “öykü” kitabından yana
yüreğim”
Ali
İhsan Aksamaz: Şimdi de, izninizle, ülkemizdeki
yabancı dil öğrenim- öğretimi ile “ana dili” öğrenim- öğretimine ilişkin sormak
istiyorum. Tanzimat döneminden başlamak üzere Cumhuriyet dönemine kadar her
seviyedeki devlet okulları, yabancı okullar ile azınlık okullarında yabancı dil
öğretimi konusunda bilgi verir misiniz? Bu dönemde hangi yabancı diller
ülkemizdeki okullarda yaygın olarak öğretiliyordu? Yine aynı dönemde, Tanzimat
ile Cumhuriyetin ilanına kadar olan dönemde, ülkemizdeki Gayrimüslim
vatandaşlarımızın okullarında kendi “ana dilleri” dışında hangi yabancı
dillerin öğretildiğine ilişkin de bilgi verir misiniz? Özellikle Meşrutiyet’in
ilânından sonra, “ana dilleri” Türkçeden farklı olan Müslüman vatandaşlarımız
için de bazı faaliyetlerin yapılmış olduğu görülüyor. Çerkesçe, Lazca, Abazaca
vb. ana dilleri konusunda bazı faaliyetler olduğunu biliyoruz. Bu bağlamda,
geçmişteki “ana dili” öğrenim- öğretimi konusunda değerlendirmede bulunur
musunuz? Yine bu bağlamda “Çerkes Teavün Mektebi” hakkında bilgi verip
değerlendirmede bulunur musunuz?
Münevver
Mine Bağ: Tarihsel analizlere baktığımızda, bütün Dünya’da
“ulus” ya da millet ve milliyet kavramının doğuşunda matbaanın etkisi büyüktür.
17. yüzyılda Avrupa’da kitap ve özellikle de gazetelerin basılmaya başlanması,
bu konuda dillerin belli lehçelerinin iletişimde öncelik ve üstünlük
kazanmasına neden olmuştur. Daha sonra bu lehçe ve kültürler etki alanlarını
tanımlamış, o topluluğa ait kültürel özellikler kendi içinde organik bağlarla
tanımlanan kimliklere dönüşmüştür. Yani insanın en büyük icatlarından olan
matbaa uzun vadede milliyetin tanımının anası, atası olmuştur.
Derebeylik ve
hanedanlıklar zaman içinde kendi tanımladıkları uluslar oluşturup kendi etki
alanlarını garantiye almak istemişlerdir. Osmanlı devleti de bu çizgiden uzak
kalamamış ancak özellikle eğitimin ulaşmadığı yöre, kültür ve diller etki dışı
bırakılmış uzun süre onlara pek fazla eğitim iletme kaygısı olmamıştır. Daha
doğrusu liberal görünen bir tavır içinde, eşitlikçi bir yaklaşım sergilenerek
etki alanları garanti altına alınmak istenmiştir. Ki bunun ötesinde Osmanlı’nın
kitleleri kökenlerine göre tanımlama kaygısı zaten olmamıştır. Kitleler
“komüniteler” (cemaatler) kendi haline bırakılmış, onlara bir etnik ya da kültüre
dayalı dil, ya da hükümranlık dili dayatılmamıştır. Sonunda 1830’larda
Osmanlı’ya da gazetecilik ve gazete etkisi ile birlikte toplum tasarımı
gelmiştir. İlk gazete olan Takvim-i Vekai’nin sadece Türkçe değil azınlık ve
Avrupa dillerinde de yayınlandığı not edilmiştir.
Osmanlının kitlelerin
eğitimine ciddi olarak bakışı 1850’leri bulmuştur. Eğitimin birincil amacı
devlet hizmetinde çalışacak insanları ve ticareti yönlendirecek kadrolar
oluşturmak olmuştur doğal olarak. Ancak Osmanlı’nın toprak kaybedip bazı
alanlardan çekilmesi sonrası, örneğin Avrupa ile ilişkiler elçilikler düzeyinde
ve ticari alanlarda Fransızca, Almanca, Rusça gibi dillerin önemsenerek okulların
eğitim programına alınması sonucunu doğurmuştur. Bu süreç içinde de
medreselerde kitapların Arapça, Farsça, eğitim dilinin ise Türkçe olduğu ifade
edilir.
Azınlıklara kendi
dillerinde eğitim yapmalarına izin verilmesi konusunun bana etnik kökenim
nedeniyle en yakın bir örneği, Çerkes Teavun Mektebi’dir. 1908’de kurulan
Çerkes Teavün Cemiyeti 1910’da çocukların eğitimini hedefleyen Çerkes Teavün
Mektebini kurmuş bu okulda bilim alanları dışında, beden eğitimi ve sanat
dersleri de verilmiş ve kız erkek karma eğitim yapan bir kuruluş olmuştur. Bu
okul 1914’de kapanmıştır, bu tarihten sonra okul ile ilgili bir kayıda
rastlanmamıştır. Bu okulun eğitim dili Çerkesçe idi ve yazı için Latin alfabesinin
Çerkesçeye uygulanmış bir şekli kullanılmıştı.
Daha sonra 1919 da
İstanbul’da Çerkes Numune Mektebi açılmış, aynı şekilde geniş bir programlı
karma eğitim veren bir kurum olmuştur.
Daha sonra Lozan Anlaşması
ile 1923 tarihinde Çerkes Kadınları Teavun Cemiyetinin kapatılması ile bu okul
da kapatılmıştır.
Kısacası, Osmanlı Devleti
çeşitli dönemlerde ihtiyaca göre çeşitli eğitim kurumlarının oluşturulmasına ve
eğitimin değişik dillerde yapılmasına olumlu bir ortam sağlamıştır.
Ali
İhsan Aksamaz: Cumhuriyetin ilânıyla başlayan ve
günümüze kadar devam eden süreçte her seviyedeki devlet okulları, yabancı
okullar, (kendi “ana dilleri” ile birlikte) azınlık okulları, İmam- Hatip
Liseleri, özel okullar ile özel dershane
ve kurslardaki yabancı dil öğretimi ülkemizde nasıl bir seyir izledi? Bu dönemde özelikle hangi yabancı diller ülkemizdeki
okullarda ve diğer kurumlarda öğretildi, öğretiliyor? Bu konularda bizleri
bilgilendirir misiniz? Bu konularda değerlendirmelerde bulunur musunuz?
Münevver
Mine Bağ: Cumhuriyet döneminde dil eğitimi yeni kurulan bu
ülkenin kendini toparlama faaliyetleri içinde yer almıştır, ulus devlet
perspektifi içinde bakılmıştır, farklılıklar bu tanım içinde yer almamıştır. Bu
konuda ilk eylem 1924 yılında çıkarılan Tevhid-i Tedrisat kanunu olmuştur.
Eğitimde birlik sağlanması için bütün başka dillerde eğitim yapan okullar
kapatılmış Türkçe eğitim esas alınmıştır. Ancak yabancı dilde eğitim yapan
yabancı özel okullar kapatılmamıştır.
Türkiye’de 1928’de Türk
Eğitim Derneği’nin kurulduğunu ve yabancı dil eğitimine ağırlık veren “kolej”
adlı kurumların oluştuğunu görüyoruz. Daha sonra da 1956 ve sonrası Türkiye’de
Milli Eğitim Bakanlığı bünyesinde İngilizce, Fransızca ve Almanca’nın öğretim
dili olarak kullanıldığı kolejler açılmıştır. Bu okulların adı daha sonra
Anadolu Lisesi olarak değiştirilmiştir. Tarihsel süreç içinde Dünya üzerinde
devletlerin etki alanlarının ve ilişkilerin değişimi paralelinde Yabancı Dil
eğitiminin ve yabancı dilde eğitim yapan okulların neredeyse tamamının
İngilizce eğitime döndüğünü gözlemliyoruz. Ki burada özellikle üniversiteler söz
konusudur.
Devlet okullarında
yabancı dilin haftada belirli bir saat olarak öğretimi söz konusu olmasına
karşın ağırlıklı ve başarılı bir dil öğrenimi göremiyoruz. Kolej ve sonra
Anadolu Liselerinde dil öğretimi ağırlıklı ve öncelikli amaç olmuştur. Özellikle
hazırlık sınıfları ile bu kurumların başarılı düzeyde dil eğitimi yaptıklarını
görüyoruz. Ancak Türkiye’de meslek liseleri kavramının öğrenciyi yeteneğine ve
ilgisine göre farklı eğitim alanlarına erken çekmek amacıyla sistem içine
alındığını, erken başlayan özel eğitim müfredatı ile meslek dersleri ağırlık
kazanırken dil eğitiminin öncelikli olmadığını görüyoruz.
Mesleki eğitime dini toplumsal
açıdan bir yaklaşımla Cumhuriyet döneminin ilk açılan okulları arasında İmam
Hatip Liselerinin de yer aldığı kayıt altındadır. Bu okulların özgün müfredatı
doğrultusunda programa entegre edilen Arapça dili ile karşılaşıyoruz, ki bu da
zaten Osmanlı devletindeki medrese ve Arapça eğitimi yaklaşımlarının devamını
oluşturuyor. Türkiye Cumhuriyeti’nde 1930 ile 1948 yılları arasında İmam Hatip
Okullarının kapalı olduğu kayda geçmiştir.
Türkiye
Cumhuriyet’inde 2010’lu yılların başında toplumsal bazı açılım girişimleri
doğrultusunda “Yaşayan Diller ve Lehçeler” dersi Milli Eğitim Programına
alınmış ve bu kapsamda çeşitli azınlık dilleri seçmeli ders olarak
müfredata alınmıştır. Bu derslerin hangi oranda devam ettiği ve ne ölçüde talep
olduğu konularında bilgi sahibi değilim doğrusu. Bir yere kadar bu eğitimlerin
en başından talep açısında düşük düzeylerde kaldığı ifade edilmekte idi.
Bir dil öğretmeni
olmama ve eğitim dili İngilizce olan kurumlarda çalışmış olmama rağmen yabancı
dilde eğitim konusunda benim hep sorgulamak istediğim bir boyut daha vardır.
Çocuklarımıza Anadolu liselerinde 3-4 hatta 8 yıl İngilizce eğitim verip sonra
onları “üniversite”ye girmek istediklerinde Türkçe sınavlara sokarak test
ederiz! Büyük bir haksızlık mı yoksa bir pazarlama işi midir bilemiyorum.
Buradan hareketle bir
anım ile ilgili bir not düşmek isterim. Cumhuriyet döneminde azınlıklara ana
dilde eğitim veren okullar konusuna değineceğim. Bilindiği gibi, azınlık okulları Rum, Ermeni ve Musevî azınlıklar
tarafından kurulmuş, Lozan Antlaşması ile güvence altına alınmış ve kendi
azınlığına mensup Türkiye Cumhuriyeti uyruklu öğrencilerin devam ettiği okullar
olarak tanımlanmışlardır. Bu okullarda azınlıklara mensup Türkiye Cumhuriyeti
vatandaşlarının çocukları okuyabilmektedir. Ancak bu okulların sayısı zaten
sınırlı iken gitgide öğrenci sayıları da düşmektedir. Yine 2000’li yılların
ortalarında ana dilde eğitim tartışmalarının komisyonlar, eğitim kadroları ve
ilgili vatandaş gruplarının sivil toplum örgütleri ile tartışıldığı toplantılar
söz konusu idi. Bu toplantılardan birinde bu azınlıklardan birine mensup önemli
derecede tecrübeli bir katılımcı kendi azınlık grubu ile ilgili olarak
vatandaşların artık çocuklarını azınlık okullarına göndermek istemediklerini,
bu eğitim yaklaşımının çocuklarını sistem içinde diğer öğrencilerle
yarışamayacak konuma getiren dezavantajlara neden olduğunu düşündüklerini ifade
etmişti.
Ali
İhsan Aksamaz: “Ana dili” denildiğinde yüz yıl önce ülkemizde
kastedilenle, bugün kastedilenin oldukça farklı anlaşılması gerektiğini
düşünüyorum. Biliyorsunuz, Çerkesçe, Gürcüce, Abazaca, Lazca vb. “ana dilleri”
artık devlet okullarında “seçmeli ders”. Gerek “ana dili” gerekse de
okullardaki seçmeli “ana dili” dersleri konusundaki görüş ve
değerlendirmelerini bizimle paylaşır mısınız?
Münevver
Mine Bağ: Ana dili ve ana dil dersleri ile ilgili olarak kısaca yukarıda
değindiğimiz noktalar var, ancak burada ben de bu “tanımlar” konusuna bir
değinmek isterim. Ana dili sözcüğünü aslında tanımlamak bile gereksizdir.
Tanımı kendi içinde bir sözcük bu. Bebekler ana dilini annesinden öğrenemiyor
ise ortada tuhaf bir durum var demektir. Anne kendi dilini mi konuşamamaktadır,
çocuk bu kültürel mirastan koparılmakta mıdır, yoksa bir birlik ruhu mu
“kurulmaya” çalışılmaktadır.
Ulus- devlet kavramı
herkesin malumudur. Devletin sınırlarını belirleyen bir ulus vardır ve onun
kültür ve dili “doğal!” olarak ülkenin kültür ve dilidir gibi bir çıkarım yapılmaktadır.
Ancak 1789 Fransız İhtilâli ile bu kavramın ilk meyvesini veren ulus devlet
olan Fransa’da bile bu uluslaşmanın asimilasyan yolu ile belki de kısmen
oluştuğu ifade edilebilir. Dayatmalar dünyanın her yerinde acılara neden olur,
olmuştur. Eminim hiç bir etnik kimlik kendi kimliğini bir başkasının
tanımlamasını istemezdi.
Doğal olarak dil aile
içinde öğrenilir. Türkiye’de bu öğrenim yerel olarak aile ve dış çeperdeki
insanların aynı dili kullanıyor olması halinde kendiliğinden bir kazanım şeklinde
edinilirken, eğitim söz konusu olduğunda ana dili kullanımı ve “ulus dil”inin
bilinmemesi kişiyi dezavantajlı duruma düşürmektedir. Ailenin karmaşık bir
sosyal yapı içinde başka etnik kökenlerle karışık bir ortamda yaşaması veya
ekonomik ya da sosyal şartlar nedeniyle bazen kişinin ana dilini öğrenememesi
ve veya öğrenmemeyi seçmesi durumları yaşanmakta. Bu paradoks içinde mantıklı
olanı ana dil gerçekliğinin kabulü ve edinilmesine destek olunması iken, bir
taraftan da eğitim dili özellikle de bu ulus devleti de aşan global çağda yerel
dil ile nereye kadar gidilebileceğinin iyi tartılması gereğini doğurur. Herkese
ana dilinde bir yüksek öğrenim verebileceğimizi iddia etmek ne kadar inandırıcı
olur, hele de yukarıda yabancı dilde eğitim yapan yüksek öğretim kurumlarından
söz etmişken. Bir devletin sınırları içinde etnik farklılıklar varsa kişilerin
hem bu devletin resmi dilini hem de kendi ana dillerini aynı etkinlikle
kullanabilmeleri herkesin yararına olacaktır. Bunu bile yabancı dil eğitimine doğrudan
bağlayabiliriz. Ana dilini iyi kullanamayan, ana dilinin yapısal özelliklerini,
kelime haznesinin boyutlarını tanımayan insanlar için yabancı dil öğrenmek daha
zorlayıcı bir girişim oluşturur.
Çerkes
Teavün Mektebi (1910)
Ali
İhsan Aksamaz: Edebiyat alanındaki çalışmalarınız ile
yabancı dil öğretimi, Türkçe ve “ana dili” öğretimi konusundaki bilgi, görüş,
duygu ve değerlendirmelerinizi bizimle paylaştığınız için teşekkür ederim.
Benim sormadığım ancak sizin okuyucularımızla paylaşmak istediğiniz başka bilgi,
görüş ve değerlendirmeleriniz varsa, onları da okuyucularımızla paylaşır
mısınız?
Münevver
Mine Bağ: Bu soru için teşekkür ederim. Aslında doğrudan
konumuzla ilgili olmayacak ancak paylaşabileceğimi hissettiğim birkaç duygu ve
düşünceyi eklemek isterim.
İnsanın kaygıları ve acıları
bu derece gerçek iken bunlar dışında her şeyin son derece yüzeyselleştiği bir
çağda yaşıyoruz, çok fazla çokuz, niteliksizleşiyoruz. Sevgi, empati, paylaşım
ve başkalarına değer verme gibi duygular gitgide “azınlığa” düşüyor. Bilim ve
toplum ağır ve gözardı edilen konulara dönüşüyor. Zamanında doğum kontrolüne karşı çıkıp her
şeyi doğaya bırakanlar şimdi salgınlarla öldükleri zaman komplo senaryoları
yazılmaya başlanıyor. Konularımızdan biraz uzaklaşıyorum ama şunu da vurgulamak
istiyorum, doğa gereği bütün canlıların etraflarında olması gereken bir
güvenlik alanı vardır, bir canlı, bir tekil birey olarak, bu alanlar gitgide
kayboluyor her birimiz diğerinin güvenlik alanlarının içinden geçiyoruz bütün
canlılar. Bu “yakınlık”tan her zaman olumlu sonuçlar çıkmıyor, eğer
karşınızdakinin varlığını algılamak, kabullenmek ve değerlendirmek gibi bir
bilinç düzeyiniz yoksa.
İnsanların en hızlı
ilerledikleri alan teknoloji ve yapay zekâ oldu. Ancak biyolojik bir canlı
olarak, ruhsal bir varlık olarak bu ilerlemenin çok gerisinde kaldılar.
Toplumsal sistem, insan ilişkileri hızla ilerleyemedi aksine herkes birbirini
daha fazla tehdit olarak görmeye başladı.
Bir öykü vardır, bir
Kızılderili öyküsü, ayrıntıları hatırlayamıyor olabilirim kısaca şöyleydi özü:
bir grup yabancı Kızılderililere ait bir bölgede onların kendilerine rehberlik
edip bir yere götürmesini isterler. Yolculuk sırasında bir ara Kızılderililer
hiçbir şey demeden oturup hareketsiz kalırlar. Buna çok şaşıran yabancılar
dönüp ne olduğunu sorduklarında Kızılderililer “çok hızlı ilerledik ruhumuz
geride kaldı durup onları beklememiz lâzım” derler.
Dünya artık çok hızlı
ilerleyenlerle hiç ilerleme niyetinde olmayan, algıda birbirinden çok farklı
birçok insan denen yaratığın yaşadığı ve birbirine sorunlar yarattığı bir
gezegen.
Herkes için iyilikler
diliyorum.
Bu röportajda hiçbir
zaman çok derin olduğunu iddia etmeyeceğim tarihsel ve sanata ilişkin birkaç
bilgi ve fikrimi sizlerle paylaştım. Röportaj için sana teşekkür ediyorum
sevgili Ali İhsan. İnsanların geri dönüp baktığında iyi ki yollarımız kesişmiş
dediği insanları tanıyor olması güzel bir duygu.
Ali
İhsan Aksamaz: Zaman ayırdığınız için teşekkür
ederim. Çalışmalarınızda başarılar dilerim. Sağlıcakla kalın.
Münevver
Mine Bağ: Ben çok teşekkür ederim. Güzel günlerde görüşmek
dileğiyle diyelim o zaman.
ÜCRA
BİR KÖŞE
Bir ücra köşesinden
geçiyorduk evrenin
Bulutlarla kaplı
gökyüzü,
Gece mi gündüz mü?
Bahar mı güz mü?
Bir ücra köşesinden
geçiyorduk hayatın
Kimsenin kimseyi
anlamadığı,
Sekiz milyar insan
sekiz milyar dil konuşuyorduk,
Bir karaltı göründü bir
ücra köşesinde
Kapıları asırlardır
kapalı bir yüreğin,
Pek seçilmiyordu,
Ama akrabaydı ruhları,
Garip masum
unutulmuş...
Evrenin ortak aklıydı
mirasları,
Ve insanlığın...
[Münevver Mine Bağ, 06.
III. 2020]
https://sonhaber.ch/munevver-mine-bag-ile-soylesi/