Lazika Yayın Kolektifi Kokteyli
(Gözlemler- Değerlendirmeler)
14 Temmuz 2011’den yaklaşık on beş gün kadar önce, bir gün İsmail Avcı
telefonla beni aradı. Lazika Yayın Kolektifi olarak yayınladıkları kitapların
tanıtımı için bir kokteyl yapacaklarını söyledi. Beni de bu kokteylde görmek
istediğini ifade etti. Düzenleyecekleri kokteyle katılıp katılamayacağımı
öğrenmek istedi. Benim de kokteyle katılmam yönünde fikir beyan etti. Daha
sonra tam tarih ve yer kesinleşince, haber göndereceğini de ekledi.
Nitekim üç-beş gün sonra, cep telefonuma bir mesaj geldi. Kokteylin nerede
ve ne zaman yapılacağını bildiren bir mesajdı: “14 Temmuz 2011 Perşembe günü,
saat 19: 00’da, Kadıköy İsina Bar.”
Bu kokteyle katılma konusunu Ahmet Hulusi Kırım ile birlikte
değerlendirdik; beraber gitme kararı aldık.
Kokteyle katılmanın önemli olduğunu düşündüm. Lazika Yayın Kolektifi’nin bu
kokteyline katılmak için haklı gerekçelerim vardı. Bu kolektif iki önemli kitap
yayınlamıştı. Biri Lazca bir roman; “Daçxuri” (“Ateş”). Diğeri, Lazca
makalelerden oluşan; “Si Giçkin” (Sen Bilirsin”). Bu iki kitap, Laz
aydınlarının dil ve kimlik mücadelesinde çok önemli bir adımdı.
Kokteylin yapılacağı mekânın fiziksel kapasitesi ve kokteylin ne şekilde
seyredeceği konusunda en ufak bir bilgim yoktu. Masalarda mı oturacaktık?!
Yoksa millet ellerinde tuttukları peçete sarılı bardaklarıyla ayak üstü
birbirleriyle mi sohbet edeceklerdi?! Hafif resmî bir hava olacak mıydı?!
Program neydi? Bilmiyordum. Telefon edip, İsmail Avcı’ya bu konularda sorular
sormak da pek anlamlı gelmedi.
Kokteylin seyrini bilmemekle birlikte, eğer imkân olur da, bana bir söz
verirlerse diye, kafamda bir konuşma metni kurgulamaya başladım. Kısa, net bir
mesaj, konuşma metni hazırlamalıydım. Ancak Lazca olmalıydı. Kokteylden birkaç
gün önce konuşmamı kafamda oluşturdum. Kokteyl günü sabahı da kağıda döktüm.
Konuşmamı çizgili bir dosya kağıdına düzgünce yazdıktan sonra; katlayıp
gömleğimin cebine yerleştirdim. Söz verilirse, oradan çıkartıp okuyacaktım.
Böyle bir hazırlık yaptığımı, önceden Ahmet Hulusi Kırım’a söyledim. Kendisinin
de bir konuşma metni hazırlamasını önerdim.
14 Temmuz 2011 Perşembe günü, saat 17: 00 sularında evden çıkmak üzereydim.
Ahmet Hulusi Kırım’ın ofisine gidecektim. Tam da o sırada cep telefonum çaldı.
Arayan (Gürcü Kültür Merkezi) GKM’den Nevzat Kaya idi. Kokteyle gittiğimi
söyledim. Kendisini de davet ettim. Kabul etti. Saat 16: 00’da o da ofiste
olacaktı.
Nevzat Kaya ile ofiste değil, Aksaray tramvay istasyonunda buluştuk.
Üçümüz, önce tramvayla sohbet ede ede Sirkeci’ye gittik. Oradan da vapurla
Kadıköy’e geçtik. Orada Ahmet Hulusi Kırım’ın eşi de bize katıldı. Dördümüz,
“İsina Bar”ı aramaya başladık. Oradan oraya, oradan buraya. Meğerse bildiğimiz
bir yerdeymiş; iki kilisenin arasında, balıkçılara yakın bir yerde. Yıllar önce
Hayri Ersoy’un ofisine; Nart Yayınlarına ve Alaşara Dergisine ve Çiviyazılarına
gidip gelirken onlarca defa geçtiğim bir sokaktaymış. Kapısında koca harflerle
“İsina” yazan bir mekân.
“Nevzat Kaya, Laz ve Gürcü kardeşliğine
vurgu yaptı”
Anlaşılan, bu kokteyl için masalar düzenlenmiş; ağızı giriş tarafında bir
“U düzeni” oluşturulmuş. İsmail Avcı, Orhan Sapan ve kendisini ilk defa orada
tanıdığım Mustafa Çupina bizi kapıda karşıladılar. Yapmacık ve abartılı olmayan
davranışlarla bizi buyur ettiler. Masalarda oturan bayanları, beyleri selâmladık.
İçeri girdik. Mecit Çakırusta, Ali Osman Öziskender, Muhammet Tunçsan gözüme
çarpan ilk tanıdıklarımdı. Sıcak havadan etkilendikleri hallerinden açıkça
belli oluyordu. Öylece oturuyorlardı. Yanlarına gittim. El sıkıştık. Öpüştük.
Birbirimize hal-hatır sorduk. Girişteki ilk sandalyeye Ahmet Hulusi Kırım
oturdu. Yanına eşi, onun yanına ben, benim yanıma Nevzat Kaya. Muhammet Tuncsan
da onun yanında. Öncelikle karşımızdakilerle, yanımızdakilerle sohbete
başladık. Ali Osman Öziskender’i görmeyeli epey olmuş. Görmeyeli kilo almış
gibime geldi. Muhammet Tunçsan ile yaklaşık bir beş aydır görüşmemiştik. O
zamandan bugüne göbeğini daha da büyütmüş buldum onu. Hatta kendisine takıldım.
Ya sıcağın etkisiyle ya da artık göbeğini kanıksadığı için kendisine takılmama
hiç ses çıkartmadı.
Girişte, hemen Ahmet Hulusi Kırım’ın karşısındaki masada Erdal Bayrakoğlu
oturuyordu. O güzel sesi ve duygusunu katarak seslendirdiği şarkıları geldi
birden kulağıma. Eskiden sigara içtiğini biliyorum. Acaba hala içiyor mu?!
Kokteylde sigara içip içmediğini şimdi hatırlamıyorum. Sigara içiyorsa da, ümit
ederim en kısa zamanda bırakır da, işte o zaman sesinin daha hangi perdelere
ulaşacağını görür; şaşırır.
İçerde tanımadığım bir sürü insan var. Kimdiler?! Hala bilmiyorum. Karşı
tarafın orta kesimlerinde bir yerlerde oturan arkadaşı tanıyor gibiydim. Ancak
çıkartamadım. Meğerse Yalçın Ersoy’muş! Sima Vakfı’nın 2007’deki pikniğinde
tanışmıştık. Bir arkadaşımın da kardeşiydi üstelik! (Sonradan facebook
üzerinden birbirimizi hatırladık.)
İsmail Avcı çok az oturdu. Elinde pahalı bir fotoğraf makinası, bir sağa
bir sola koşuşturuyor, bir öteye, bir beriye. Bazen fotoğraf çekiyor bazen de
film. Anlaşılan hiçbir ayrıntıyı kaçırmak istemiyor. Bu kokteyli
ölümsüzleştirmek istiyor anlaşılan. İyi de yapıyor. Doğrusu da öyle zaten.
Yalnızca İsmail Avcı değil, görebildiğim kadarıyla başkaları da fotoğraf, film
çekti. Güzel de oldu. İnternet ortamında paylaşırlarsa, hem biz kendi halimizi
görürüz hem de işleri sebebiyle veya uzaklarda oldukları için kokteyle katılamayanlar
da havayı koklarlar; çıkarsamalarda bulunurlar.
Hemen söyleyeyim; Osman Şafak Buyukluşi bizimle değildi; olmasını çok
isterdim. Kitabından dolayı, bir kez de ellerinden sıkıp tebrik ederdim. Murat
Ercan Murğulişi, bizim oturduğumuz tarafta, Muhammet Tunçsan’ın oturduğu yerin
üç- dört iskemle ötesinde oturuyordu. Yanında da Mustafa Çupina vardı.
Saat 19: 00’u biraz geçiyordu. Güzel sesli birisi, sevgi dolu bir tonda
konuşmaya başladı; üstelik Lazca. Anlaşılabilir bir Lazca ile ard arda ağzından
çıkan cümleler o kadar anlam yüklüydü ki! Aman Allahım, bu inanılmaz bir şey!
Lazcayı günlük konuşmanın, karşılıklı diyalogların dışında, bir konuda bilgi
verirken konuşmak çok mükemmel bir şey! Lazcayı konuşanlar beni hep çarpmıştır.
İlk aklıma gelen rahmetli eniştem, rahmetli halamdır. Antalya’da tanıdığım
Nazife Hala! Sonra Sarpili Lazları hatırladım. Makinalı tüfek gibi, utanmadan
sıkılmadan Lazcayı konuşan insanlar. Yediden yetmişe, kadın- erkek, sivil-
memur Lazcayı hakikaten şehvetle konuşan insanlar; Sarpililer. Mustafa Çupina’nın bu Lazca konuşması, bana
bütün bunları hatırlatıyor. “İşte bu! İşte bu” diye bağırmamak için kendimi zor
tutuyorum. Mustafa Çupina’nın Lazca konuşması ve söylediklerinin beni
etkilediğini belirtmeliyim.
Şu anda hatırlayabildiğim kadarıyla, Mustafa Çupina, özetle, bunun bir
başlangıç olduğunu belirtti. İnsanları birlikte hareket etmeye davet etti.
Böylelikle daha güçlü olunacağını ve daha güzel işler yapılabileceğine dikkat
çekti.
“Hah,” dedim içimden, “Mustafa Çupina”dan sonra, yayınlanan ilk Lazca
romanın yazarı Murat Ercan Murğulişi de şimdi söz alacak ve bize Lazca bir şeyler
anlatacak.” Daha doğrusu; Murat Ercan Murğulişi’nin bizlere bu kitabın yazılış
ve yayınlanana kadar yaşadıklarını Lazca olarak anlatacağını ümit etmiştim;
olmadı. Kendisinin çok heyecanlı olduğunu gördüm. Aynı zamanda beni şaşkınlığa
sevk edecek derecede de mütevazıydı. Kitabın kendi adını taşımasına rağmen,
kitabın sadece kendisinin değil, kendisine katkı sağlayan herkesin olduğuna
ısrarla vurgu yaptı. Bu davranışıyla kolektif çalışmayı hazmettiğini
gösteriyordu. Bundan etkilendim. Lazca konuşsaydı, daha da hoş olacaktı.
Şu anda kimin, kimden önce konuştuğunu, konuşma sıralarını
karıştırabilirim. GKM’den Nevzat Kaya’ya söz verildi; ayağa kalktı Laz ve Gürcü
kardeşliğine öncelikle vurgu yaptı. Lazların dil ve kimlik mücadelesini
önemsediğini ve desteklediğini önemle belirtti. Bu anlamda; Lazca iki kitabı ve
diğer çalışmaları yayınlayan Lazika Yayın Kolektifi’ni tebrik etti. Herkes
kendisini dikkatle dinledi. İlk kez böyle bir Gürcü aydını görüyorduk. “Lazlar
Gürcüdür” tekerlemesini ezberlememiş, ezberlemiş olanların da ezberini bozan
bir Gürcü aydını. Kendisini ve söylediklerini unutmak mümkün değil.
Ahmet Hulusi Kırım’a söz verildi; ayağa kalktı. Bu tür yayınları ve
çabaları önemsediğini söyledi. Laz aydınlarının artık kimlik mücadelesi
vermelerinin zamanının geldiğine vurgu yaptı. Ve benim hem onun adına hem de
kendi adıma bir şeyler söyleyeceğimi belirtti. Topu bana attı. Sözü bana
bıraktı. Gömleğimin cebinden, önceden kaleme aldığım konuşmamı yazdığım dosya
kağıdını çıkardım. Gözlüksüz okuyamıyordum. Gözlüklerimi taktım. Yavaşça
okumaya, konuşur tarzda okumaya başladım. Lazca metnim şöyleydi:
“Nena Minoba Ren
Ho;
nena minoba ren. Nena armitxanişi minoba ren. Mtini giʒ̆vat na, nena ar
xalk̆işi k̆olekt̆iuri minoba ren. K̆aixeşa miçkinan, nananenati osinapute
skidun, zate eşoti skidu nenak andğaşa. Mcveşi orapes, oput̆epes pskidut̆it do
nena domibağutes. Mara andğaneri ndğas noğapes do didi noğapes pskidut do
emuşeniti aya nananena, Lazuri nenaşi oç̆aru domaç̆irnan. Mektebiti
domaç̆irnan. Radio-t̆elevizioniti domaç̆irnan. Gazetati domaç̆irnan. Lazuri
nenate ç̆areli romanepeti, ketabepeti domaç̆irnan. Nena aşo skidun do emutenti
Lazuri minoba.
Lazuri nena ar
xalk̆işi nena ren, na skidun xalk̆işi nena ren. Xitituri nenas na voʒ̆k̆ert
steri var voʒ̆k̆ert Lazuri nenas.
Eşo vit̆oovro (18)
ʒ̆ana ʒ̆oxle, “OGNİ”-s mxuci na mepçit dğalepes, mu xalis vort̆it, eti
miçkinan. Ekolen, na vigurit ondepeten aʒ̆i ak voret. Aya ren dido k̆ai xali,
ma eşo visimadep. Artikartişen dovigurit do xoloti vigurapt. Nena Ğormotişi
dulya ren, aya nenaşa toli na uğun gamantanerepeşi dulya ren. Emuşeniti nenaşi
speros, ok̆oçalişu domaç̆irnan.
Romani oç̆aruti,
makale oç̆aruti dido meç̆ireli ren. Mara becititi ren. Emuşeni “Daçxuri”-şi
maç̆arale Murat Ercan Murğulişis do “Si Giçkin”-işi maç̆arale Osman Şafak
Buyuklus şukuri vuʒ̆umert. Edo entepes mxuci meçameri iri mitxanisti şukuri
vuʒ̆vat.
Açkva aya kitabepe
maç̆aralepeşi var, aya nenaten, Lazuri nenate iderdeps iri k̆oçişi ren.
Ğormotik goxelan.”
Ardından da bu konuşmanın kısa Türkçe bir özetini yaptım. Ancak şimdi
burada konuşma metninin tamamının Türkçesini veriyorum:
“Dil Kimliktir
Evet, dil kimliktir. Dil bir kimsenin
kimliğidir. Doğrusunu söylersek, dil bir halkın kolektif kimliğidir. İyice
biliyoruz, anadili de konuşmayla yaşar. Zaten bugüne kadar da dil öyle de
yaşadı. Eski zamanlarda, köylerde yaşıyorduk da, dil bize yetiyordu. Ancak
günümüzde kentlerde ve büyük kentlerde yaşıyoruz da, onun için bu dili, Lazcayı,
yazmamız gerekir. Bize okul da gerekir. Bize Radyo-televizyonda gerekir. Bize
gazete de gerekir. Bize Lazca yazılmış romanlar da, kitaplar da gerekir. Dil
böyle yaşar ve onunla da kimlik.
Lazca bir halkın dilidir, yaşayan bir
halkın dilidir. Hitit diline baktığımız gibi, Lazcaya bakmıyoruz.
Şöyle on sekiz yıl önce, “OGNİ”ye omuz
verdiğimiz günlerde, ne haldeydik, onu da biliyoruz. Oradan, öğrendiğimiz
şeylerle şimdi buradayız. Bu çok önemli bir durumdur, ben öyle düşünüyorum.
Birbirimizden öğrendik, yine de öğreniyoruz. Dil Tanrısal bir iştir. İnsanların
eliyle yaşar. Ancak, biliyoruz, dil bir kişinin değil, bu dilde gözü olan
aydınların işidir. Onun için de dil alanında birlikte çalışmamız gerekir.
Roman yazmak da, makale
yazmak da zordur. Ancak önemlidir. Onun için (“Daçxuri”), “Ateş”in yazarı Murat
Ercan Murğulişi ve (“Si Giçkin”), “Sen Bilirsin”in yazarı Osman Şafak
Buyuklişi’ye teşekkür ediyorum. Tabi, onlara destek veren her kişiye teşekkür
edelim.
Artık bu kitaplar yazarların değil, bu
dille, Lazca ile dertlenen herkesindir. Tanrı, sizin yüzünüzü güldürsün.”
Masalara servis yapıldı. Kimi bira, kimi şarap içti. Benim tercihim biradan
yanaydı. Bu sıcak havada biradan iyisi olamazdı!
Orhan Sapan, kısa bir konuşma yaptı. Bu kitapların sahiplerine ulaşması
gerektiğine dikkat çekti. Ve haklı olarak, orada bulunan herkesin bu anlamda
görevi bulunduğunu vurguladı. Kitapları depolarda bekletmek için
yayınlamadıkları konusuna önemle dikkat çekti. Her ne pahasına olursa olsun,
kitapların okuyucusuna ulaşması gerektiğini söyledi. Doğru söylüyordu. Bu
konuda hepimize düşen görevler, işbölümleri olmalıydı.
İsmail Avcı, bir ara elinden fotoğraf makinasını bıraktı; oturdu. O da,
Lazika Yayın Kollektifi ve çalışmalarından söz etti. Geleceğe ilişkin
düşüncelerini aktardı. Aynı kolektiften İrfan Çağatay adlı genç de yayın
perspektifleri konusunda açıklamalarda bulundu.
“Nizamettin Alkumru ve
kitabını da analım”
Kokteylde çok önemli konular dile getirildi. Önemli konulara parmak
basıldı. Belki kokteyl adabı böyledir, bilemiyorum. İnsanlar kendi aralarında
üç kişili, dört kişili gruplar oluşturuyor; masadan masaya konuşuyorlar. Pek
bir şey anlaşılamıyor. Ben, mümkün olduğu kadar söylenenleri anlamaya
çalışıyorum. Nafile! Sesler birbirine karışıyor. Bir gürültüdür gidiyor. Bu
kakafoninin sebebi, büyük ölçüde bu kokteylde konuşanların konuşmalarının
birbirine karışmasından kaynaklanmıyor. Kokteylin yapıldığı “İsina Bar”ın
bulunduğu bölgenin bir eğlence merkezi olmasının ve diğer barlardan yükselen
müzik ve gürültü seslerinin de kokteyldeki bu kakafonide büyük payı olduğunu
belirtmeliyim.
Ben, kokteyle bir düzen getirilebileceği, herkesin birbirinin sesini
duyabileceği ve birbirlerinin fikirlerinden istifade edebilecekleri
düşüncesiyle, “tamade” aradım. “Tamade miren? Tamadoba mik ikips,” (“Reis kim? Reisliği
kim yapıyor”) diye sordum ve İsmail Avcı’ya müracaat ettim. Duruma müdahil
olmasını talep ettim. Ortalık biraz sakinledi.
Kokteyl sırasında not alma imkânım olmadı. Ses kaydı da yapmadım. Dediğim
gibi, dışarıdan gelen gürültüler sebebiyle, kokteylde neler konuşulduğunu
tamamen duyamadım, duyduklarımı da tamamen anlayamadım. Bir de sıcak bir gün
yaşadığımızı burada belirtmeliyim. Duyabildiklerimi, duyabildiklerimden
anlayabildiklerimi, anlayabildiklerimden şimdi hatırladıklarımı ve onlardan da
sizlerle paylaşabilecekleri burada aktarmak isterim.
Kokteyle katılan arkadaşlardan birisi, Lazca bir film çekilmesi konusunu
dillendirdi. Üzerinde durulan bir başka konu da Lazca tiyatro eserlerinin
yazılması ve sergilenmesiydi. Bu gerçekten de çok önemli bir konuydu. Bu
konular gündeme geldiğinde bir sevinç dalgasının orada bulunanlar arasında
yayıldığını belirtmeliyim. Lazca yazmak; Lazca sergilemek! Bu, Laz aydınlarının
en önemli görevi. Gecikmiş, geciktirilmiş bu görev, bu gecikmiş ve
geciktirilmişliğin hırsıyla hızla yerine getirilmeli.
Bir başka arkadaş, destek konusunda, bazı Laz politikacılar ve bazı Laz
işadamlarının adlarını anarak, onların desteklerinin aranabileceğine dikkat
çekti. Doğrusu; ben, bunları söyleyen arkadaşla aynı fikirde değilim. Mesela; o
arkadaşın adını andığı, o Laz politikacıları ele alalım. Yalnızca onları değil,
anadilleri Lazca olan ve geçmişte ve şu anda, iktidar veya muhalefet
partilerinden milletvekili olanları hatırlayalım. Onlar Lazca konusunda ne
yaptılar ki?! Bunu sorgulayalım! Tabi, bu sorgulamayı yaparken kendimizi de
sorgulayalım. Biz Laz aydınları, bir araya gelebildik mi?! Kendi kişisel
hırslarımızı aşabildik mi? Bir arada durabildik mi?! Şereflerine o kokteyli
düzenlediğimiz “Daçxuri” ve “Si Giçkin” gibi Lazca kitapları nitel ve nicel
olarak çok önceden gün ışığına çıkartabildik mi?! Hayır! Öyleyse, anadilleri
Lazca olan politikacıları bu konuda adım atmamakta eleştirirken vicdanlı
davranalım! Örnek vermek gerekirse; 7 Haziran 2004 Pazartesi günü TRT’nin beş
anadilde kısıtlı da olsa yayına başladığı zaman, biz bir arada durabiliyor
olsaydık, böyle Lazca kitapları önceden yayınlamış olabilseydik; TRT, Lazcayı
görmezlikten gelebilir miydi? Kendi dil ve kimliğine sahip çıkmayana, bir arada
duramayanlara kimse saygı duymaz ve ciddiye de almaz! Öyle de oldu!
Ancak; hala ümitvar olmamız için çok sebep var. Biz Lazca yazmaya,
yayınlamaya devam edelim, gereğini yapalım. Bakalım, o zaman Lazcayı
görmeyenler, görmek istemeyenler aynı şekilde davranabilecekler mi?! Burada
unutulmaması gereken en önemli konu; dil ve kimlik mücadelesinde birlikte
durmanın öncelikle öğrenilmesidir. Böyle olunca, kitap da yayınlanır, kitaplar
okuyucusuna da kavuşur, dil ve kimlik mücadelesi de başarılı olur.
İşadamları konusunda da öyle. Parası çok olanlara değil de, parası
olmayanlara, çok az parası olanlara bel bağlamanın daha anlamlı olduğunu
düşünüyorum. Çünkü onlar daha çok ve onların kuruşları daha anlamlı.
Mecit Çakırusta, “Lazebura” ve “Lazuri” kavramlarına dikkat çekti. Ve doğru
kavramları doğru yerlerde kullanımının ne kadar önemli olduğuna işaret etti.
“Ogni Dergisi”nin de isim babasıdır kendisi. İleri yaşına rağmen, büyük bir
şevkle Lazcaya gönül veren, çalışmalar yapan bu büyüğümüzü burada takdirle
anmamak mümkün değil. Kendisine uzun ve sağlıklı bir ömür diliyorum. (Burada
kendisiyle ilgili özel bir bilgi vermeyi bir vefa borcu olarak addediyorum;
kendisi, babamın partiden ve sendikadan arkadaşıdır. Benim üç yaşımdaki halimi
bilir. Bugünkü halimi de. Kıymetli eşleri de. Oğlu Uğur ise, çocukluk
arkadaşımdır. Anlayacağınız; kendileriyle tanışıklığım, gerçek anlamıyla tam
elli yıldır.)
Bir ara Mustafa Sonbay’ı gördüğümü ve fotoğraf çektirdiğimizi de
söylemeliyim.
Yalçın Ersoy, “diyalekt” konusuna dikkat çekti. Sözü, “Daçxuri”nin diline
getirdi. Bu romanı yazan arkadaşın, Murat Ercan Murğulişi’nin Ardeşenli olduğunu,
Ardeşen’de konuşulan Lazcayı bir Hopalı’nın anlamakta zorlandığını belirtti.
Hopa’da kullanılan Lazca esas alınarak yazılacak eserlerin, Ardeşenliler
tarafından da, Pazarlılar tarafından da, Fındıklılar tarafından da, Gürcüstan
Lazları tarafından da, 93 Harbi muhaciri Marmara Lazları tarafından da kolayca
anlaşılabileceğine dikkat çekti. Doğru söylüyor. Buna katılıyorum. Ancak bir
konuda itirazım var. Bunu orada da söyledim. Lazca yazılı bir dil olamadı,
dolayısıyla da benzer diller gibi standart ve modern bir Lazca oluşturamadık.
Zaten çektiğimiz sıkıntıların sebebi de bu. Bir başka konu da kimin Lazcayı ne
kadar bildiğidir. Zaten bu tür yayınlarla zaman içinde Lazcanın standart ve
modern bir dil haline geleceğine kuşku yoktur. Bu göz önünde bulundurulursa,
zorluk kısa sürede aşılacaktır. Tabi, burada sorumluluk, bu dilin bu
sorumluluğunu üstlenecek, yazan- çizen Laz aydınlarınındır.
Yalçın Ersoy’un söylediklerini hatırdan çıkarmamalıyız. Ben, utana- sıkıla
sözünü keserek bu “dialekt” konusundaki düşüncelerimi dile getirdim. Bana göre;
bu alanda kullanılan “diyalekt” ifadesi oldukça yanlış. Buna; şive veya ağız
demek biraz daha doğru gibime geliyor. Bunları belirttim. Bir de bir
tanıklığımı anlattım. 2006’da rahmetli halamın oğluyla birlikte Ardeşen’den Batum’a
gittik, Sarpi’ye gittik. Oradaki Lazlarla tanıştık; konuştuk. Konuşmalarımızda
tek dil kullandık: Lazca. İnanın beş gün boyunca ne kendimizi anlatmakta ne de
bize anlatılanları anlamakta zorluk çektik. Buradan da anlaşılıyor ki, ilçelere
göre, Lazcayı parselasyona tutmak yanlış. Hem bir şey daha söyleyeyim; elimizin
altında artık Lazca-Türkçe sözlükler var. Bunlar da bu konuda büyük yardımcı.
Bu “diyalekt” meselesini fazla abartmayalım. Bütün bunlar bizim kusurumuz
değil. Bizden önceki kuşaklar; yazmadıkları, çizmedikleri ve bu konuları
çözümleme yapma ve çareler üretme noktasında bize entelektüel bir miras
bırakmadıkları için bu sorunları yaşıyoruz. Kuşkusuz bunlar, böyle hareket
edilirse kısa zamanda aşılacak.
Yalçın Ersoy’un söyledikleri, bana geçen yüzyılın başlarında Batum’un
Nuriye Pazar’ını hatırlattı. Arkadaşlara da naklettim. O zaman o çarşıda
çalışan Laz esnaf da, bizim oralardan Batum’a gidip çeşitli sebeplerle orada
bulunanlar da, çarşıya uğrayanlar da aralarında Lazca konuşuyorlardı. Çünkü hem
orada hem diğer yerleşim birimlerinde onların aralarındaki anlaşma dili büyük
ölçüde Lazcaydı. İşte Lazcayı standart ve modern hale getirecek olan da bu
Nuriye Pazarı’ndaki diyaloglara benzer ilişkilerdi; olmadı, arkası gelmedi.
Emperyalistlerin çıkarttıkları savaşlar bizi birbirimizden ayırdı; dilimizin
gelişimi engellendi. Dünün pazar ilişkileri Lazcayı sürekli, standart ve modern
hale getirebilirdi. Ardından da Lazca kurumsallaşabilirdi. Bugün ise, Lazca
yazmak; Lazca konuşmak; Lazca radyo- televizyon yayınları yapmak; Lazca
tiyatrolar sergilemek Lazcayı standart ve modern hale getirebilecektir. Burada
görev aydınlarındır. Onlar bildikleriyle Lazca yazacaklar ve Lazca konuşacaklar
ve böylelikle de bu dilin gelişimine katkı sunmuş olacaklardır.
Kimi zaman, bir taksi sürücüsü kimi zaman bir büfeci ile karşılaşıyoruz.
Lazca üzerine konuşuyoruz. Lazca konuşuyoruz. Ön yargıları var çoğunlukla. Bu
onların kusuru ama sorumlusu onlar değiller. Hayatında Lazca tek satır yazı
görmemiş, Laz alfabesinden bihaber, tek satır bir bayram, kandil, yeni yıl
tebrikini Lazca yazmamış, kendi yöresinin Lazcasını da bilmiyor. Ama adam
neredeyse dilbilimci! Biz aydınlar; eli kâğıt kalem tutanlar, dünyayı farklı
görmek, farklı durmak ve sokaktaki adamdan farklı olmak zorundayız.
Kokteylde, kulağıma, Lazca ve Lazlar üzerine çalışan bazı akademisyenler,
bazı üniversitelerde de tezler konusu çalındı. Kuşkusuz, “akademik çalışmalar”
önemli. Ancak; unutulmaması ve hep hatırda tutulması gereken bir konu var:
Lazca yaşayan bir halkın dili. Lazcaya bu çerçeveden bakılmalı. Lazca aynı
zamanda bir kimlik konusudur da. İşte bu anlamda akademik çalışmalar önemli
olabilir, bir mana kazanabilir. Yoksa Laz deyince, akademik çalışmaları
anlamak, ona göre tavır takınmak, Lazcayı Hititçeye; Lazları da Hititlere, ölü
bir halk düzeyine çeker. Bu konuya dikkat etmek gerekir. Konu; sadece “akademik
çalışma” ise, Lazca ve Lazlara ilgimiz “akademik çalışma” düzeyindeyse, bu
“kimlik” konusuyla bire bir örtüşen bir yaklaşım olmaz. Lazca ve Lazlara kimlik
açısından değil de, “akademik çalışma” açısından yaklaşanlara Gürcistan
üniversitelerini işaret etmek gerekir. Oradan yeterince “akademik destek”
göreceklerdir. Folklorik çalışmalar yapmak isteyenler de, gastronomik çalışma
yapmak isteyenler için de Gürcistan üniversiteleri önemli bir kaynaktır.
“Akademik çalışmalar için Gürcistan
üniversiteleri önemli bir kaynaktır”
Kokteylde yaptığım kısa konuşmada da vurguladım; bizim bir dil, yani Lazca
ve bununla bağlantılı bir kimlik sorunumuz var. Bu anlamda “Daçxuri” ve “Si
Giçkin,” 1993 Kasım’ından bu yana yazılmış eserler içinde en fazla öneme sahip
iki eserdir. Çünkü her ikisi de tamamen Lazca. Üstelik bu iki eser, yeni bir
yolu işaret ediyor; bu yoldan gidilmelidir. “Akademik çalışma” yapmak
isteyenlere, tabi, yardımcı olunmalıdır. Ancak bu tek başına dil ve kimlik
mücadelesi değildir. Öyle olsaydı; 1963 Ağustos’unda, Austin, Texas’da “A
Grammar Of Laz” adlı çalışmayı üniversiteye sunan Ralph Dewitt Anderson, Laz
dili ve kimliğinin öncüsü olur ve dil ve kimlik sorunumuz da çözülmüş olurdu!
Aynı şeyi Georges Dumézil, Wolfgang Feurstein için de söylerdik o zaman! Oysa
biliyoruz ki, dil ve kimlik sorunu yabancıların değil, Laz halkının içinden
çıkmış aydınların sorunudur. Konuya bu açıdan bakarsak; “akademik çalışmalar”
da, folklorik çalışmalar da, gastronomik çalışmalar da anlam kazanır.
“Daçxuri” ve “Si Giçkin” adlı eserleri yazan, yayınlanmasına katkı sunan
Laz aydınları önemli bir yola girmişlerdir: “Lazca =Kimlik”. Bu doğru yoldur.
Aslında, bu kokteyl daha da renkli geçebilirdi. Biz Laz aydınlarının bir
araya gelince, beraber Lazca şarkı söyleme alışkanlığımız yok. En azından
birisi parça parça söyler, diğerleri de hemen onun ardından tekrarlar. “Sofra
kültürümüz”e beraber Lazca şarkılar söylemeyi, şiirler okumayı yerleştirmeli ve
geliştirmeliyiz. Biraz zorlamam oldu, ancak gerekliydi. Bu konuda bir- iki
kişiyi sıkıştırdım. Sonuç da aldım: Ali Osman Öziskender ve Mustafa Çupina.
Söyledikleri hala kulağımda.
Erdal Bayrakoğlu ile aynı koro içinde Lazca şarkı söyleyeceğimi
söyleselerdi inanmazdım. “Golas Empula Yulun”, “Avla skani Cuneli”, Yeşili
Kamiyoni” gibi çok bilinen Laz halk şarkılarını hep beraber söylediğimiz ve
neşelendiğimiz anları da unutamam. Erdal Bayrakoğlu’nun o güzel sesi hala
kulağımda. Orada ona da, diğer arkadaşlara da söyledim; “Lazların Pavarotti”si”
tanımlaması benim hoşuma gitmiyor. “Lazların Erdal’ı”, bence en uygun tanım.
Erdal Bayrakoğlu neden Luciano Pavaretti’nin gölgesinde kalsın?! Hem o öldü?!
Bu kokteyli güzel bir başlangıç olarak sayıyorum. Bu kokteylin anlamlı ve
kalıcı beraberliklere yol açmasını diliyorum. Bu kokteylde bir başka şey daha
gördüm; kimse kimseye üstünlük sağlamaya çalışmadı, kimse kimseyi küçümsemedi,
burun kıvırmadı, herkes söyleyeceğini söyledi ve söylenenleri herkes dinledi.
Kibir, kasavet yoktu. Bu anlamda da kokteyl farklı ve olumluydu. Tabi, bu çeşit
kokteyllerde oluyor mu, bilemem, ancak; kokteyle katılanlar başta tek tek
diğerlerine kendilerini tanıtılabilirse; iyi olur.
Kuşkusuz Lazca iki kitabın yayınlanması, bizleri “Lazca için ağlanan 21
Şubat fetişizmi”nden kurtarmış olacaktır. Laz aydınlarının dil ve kimlik diye
bir görevleri var. Dünya, Bölge ve Türkiye yeniden şekilleniyor. Bakın; Gürcistan’a
ve Türkiye’ye pasaportsuz gidiş-gelişler başladı. Bu önemli bir gelişme.
Günümüzde anayasa tartışmaları yapılıyor. Türkiye’de birçok alanda önemli
gelişmeler yaşanıyor. Laz aydınları, bu gelişmeleri nasıl görüyor, nasıl
değerlendiriyor ve nasıl bir duruş belirleme gibi bir tavırları var?! 2012’nin
8 Mart’ını, 1 Mayıs’ını nasıl karşılamayı, hangi etkinlikleri yapmayı
düşünüyorlar?! Bu konularda neler yapacaklar?
Ben kendi adıma söyleyeyim; 14 Temmuz 2011 anlamlı geçti. Laz aydınlarının
birlik ve beraberlik içinde nasıl dil ve kimlik mücadelesi yapabileceklerine
ilişkin güzel bir etkinlik oldu Lazika Yayın Kollektifi’nin bu kokteyli.
Lazika Yayın Kollektifi’nin bir diğer yeni eserini ve yazarını da burada
analım: “Nizamettin Alkumru: Laz Kültür Tarihi”.
“Daçxuri” ve “Si Giçkin”e emeği geçen herkese, “İsina Bar”da bu kokteyli
düzenleyenlere ve kaprisimizi çeken çalışanlara şükranlarımı sunmak isterim
buradan; sağ olsunlar. Bu örneklerin çoğalması dileğiyle, ilkokulda okuma-
yazma öğrenmeden önce öğretmenimizden duyduğum özlü bir ifadeyi burada yeri
geldiği için aktarmak istiyorum: “Bir eli nesi var, iki eli sesi var!” Birlik
ve beraberliği ifade eden Lazca şu güzel ifadeyle sözlerimi sonlandırayım: “Xut
k̆iti xut cuma, arteriti var nik̆vaten!” (demokrathaber.org, 20 VII 2011)
(Önerilen
okumalar: Ali İhsan Aksamaz, “Yine Geldi 21 Şubat/ Xolo Komoxtu 21 K̆undura”,
yusufbulut.com/sonhaber.ch, 21 II 2012; Ali
İhsan Aksamaz, “Mecit Çakırusta’nın İmza Günü Etkinliği”, yusufbulut.com/
circassiancenter.com; 4 III 2012; Ali
İhsan Aksamaz, “Lazuri ren çkin minoba”, Laz Kültür Dergisi Tanura, sayı 3,
İstanbul, 2012; Ali İhsan Aksamaz, “Laz Enstitüsü” Toplantısında Söylediklerim,
Gözlem, Eleştiri ve Önerilerim”, yusufbulut.com/ circassiancenter.com.tr, 22 XII
2012; Ali İhsan Aksamaz, “Laz Enstitüsü Denince (Algıladıklarım-
Beklentilerim)", yusufbulut.com/ circassiancenter.com.tr, 15 II 2013; Ali
İhsan Aksamaz, “Laz Aydınlarının girişimine basından tepkiler”, sonhaber.ch/
circassiancenter.com.tr, 14 V 2022; Haşim Akman: “Laz Enstitüsü Kuruluyor”, A
Aktüel Dergisi, sayı 66, 8- 14 Ekim 1992/ (Haber- söyleşiyi yayına hazırlayan:
Ali İhsan Aksamaz), sonhaber.ch/ circassiancenter.com.tr, 13 VII 2017)
Mecit Çakırusta’nı anlattıkları:
https://sonhaber.ch/lazika-yayin-kolektifi-kokteyli-gozlemler-degerlendirmeler/