MİSAK-I
MİLLÎ’NİN LAZLARI
Lazlar, Doğu Karadeniz Bölgesinin Yerli Halklarındandır
LAZLAR VE LAZCA
Lazlar[1];
günümüzde Türkiye Cumhuriyeti ile Gürcüstan Cumhuriyeti sınırları içinde kalan
Doğu Karadeniz ve Güney Batı Kafkasya coğrafyasının en eski ve yerli
halklarındandır. Lazlar; Megreller, Gürcüler, Svanlar ile akrabadır. Lazların en yakın akrabaları olan Megreller
(‘Hıristiyan Lazlar’) günümüzde Gürcüstan, Abkhazya ve Rusya Federasyonu’nda yaşamaktadır.
Çok az sayıda da olsa Müslüman Laz Abkhazya’da ve Rusya Federasyonu’nda
yaşamaktadır. Türkiye Lazları Müslüman,
Gürcüstan Lazlarının çoğu Ortodoks Hıristiyandır. Abkhazya Lazlarının
çoğu ise Müslümandır. Lazların en yakın akrabaları olan Megreller Ortodoks
Hıristiyandır. Günümüz Laz ve Megrelleri eski Kolkhların torunları olarak da
anılmaktadır.
Lazca,
Güney Kafkasya Dil Ailesi'ndendir
Lazca, ‘Güney Batı Kafkasya Dil Ailesi’
sınıflandırılması içinde yer alır. Bu dil ailesi içinde Lazcanın yanı sıra
Megrelce, Gürcüce ve Svanca da yer almaktadır. Bu diller aynı dil ailesinde yer
almasına rağmen, yalnızca Lazca ve Megrelce konuşanlar arasında karşılıklı
birbirlerini anlama söz konusudur. Günümüzde Lazca ve Megrelce, eski Kolkh
Dilinin günümüzdeki temsilcileri olarak da anılmaktadır.
Laz aydını Hopalı Faik Efendinin, 19. Yüzyılın 70’li
yıllarında Arap Alfabesi üzerinden bir Laz Alfabesini Osmanlı Devleti sınırları
içinde oluşturduğu[2]
ve Lazcayı yazılı bir dil haline getirme çabaları içinde bulunduğu
bilinmektedir.
Hiç kuşku yok ki, Soğuk Savaş öncesi
dönem ile Soğuk Savaş dönemi bütün dünyada artık her açıdan kapandı. O
dönemlerin aktör ve figüranları da tarihteki yerlerini aldı. Geçmişte yanlış
anlaşılan Misak-ı Millî ve “Yurtta Sulh, Cihanda Sulh” algı ve söylemlerinin
artık gözden geçirilmesi ve bunların gerçekte sınırlarla içine kapanan bir
ülkeyi temsil etmediğinin kabul edilmesi gerekmektedir. Türkiye’nin de kendisini Soğuk Savaşın
bittiği döneme göre her alanda yeniden düzenlemesinin gereği ortadadır. Türkiye
Cumhuriyetinin, kardeşleşme projesi çerçevesinde Türkçe dışındaki bütün
anadilleriyle ilgili ciddî ve kalıcı kurumsal adımlar atması da bir diğer
gerekliliktir.
”Meclis-i âlinizi teşkil eden zevat yalnız
Türk değildir, yalnız Çerkes değildir, yalnız Kürd değildir, yalnız Laz
değildir. Fakat hepsinden mürekkep anasır-ı İslâmiyedir, samimi bir mecmuadır…”
“ANASIR-I İSLÂMİYE”
Türkiye’de son
dönemlerde sıkça gündeme gelen bir alıntı ile başlamak istiyorum. Bu alıntı
Millet Meclisinde yapılmış konuşma tutanaklarından aktarılmış. Konuşma tarihi 1
Mayıs 1920. Tutanaktan okuyoruz:[3]
“…Yusuf
Kemal Bey (Kastamonu Mebusu)
-
...Her Türkün söyleyeceği şey: Memleketimizde görülecek ilk iş sıhhıye işidir.
Çünkü sıhhat olmazsa çünkü Türklük sıhhatli bulunmazsa, o Türkler üzerine bina
edeceğimiz hiçbir iş kalmaz....Türkleri muhafaza etmek için evvelâ sıhhati
muhafaza etmeli... Türklüğü bitiren hastalıkları bir an evvel kaldırmazsak,
eğer Türk ailesinin ve Türk ferdinin refahını temin edecek esbabı istikmâl
etmezsek hepsi boştur...”
Yusuf Kemal Beyin bu konuşması üzerine Sivas
Mebusu Emir Paşa Kürsüye çıkar.
O da şöyle konuşur:
“Yusuf
Kemal Beyefendi Hazretlerinin irad-ı kelâm ettiği sırada sıhhatlerinin
muhafazası lüzumunu yalnız Türklere hasretmiş olmasına itiraz ediyorum... (İslâm demekti sedâları... Kelime ile oynamayın sesleri) Müsaade
buyurun. Zannederim ki Müslümanlık namına teessüs etmiş bir Hilafet vardır.
Değil buradaki Müslümanlar, aktar-ı cihanda bulunan umum Müslimînin bu Hilafete
merbutiyetlerini unutmamak iktiza eder. Rica ederim ki, yalnız Türklük namını
istimal etmeyelim. Çünkü Türklük namına biz buraya cem‘ olmadık. (gürültüler).
Rica ederim sadece Türkler değil, Müslümanlar demek, hatta Osmanlılar demek
kâfidir efendim. (İslâm deniliyor sadâları...) Bu vatanda Çerkes,
Çeçen, Kürd, Laz ve daha birtakım İslâm kabileleri vardır. Bunları hariçte
bırakacak, tefrikaya sebep olacak söz söylemeyelim. (Gürültüler)
Reis:
-
Müsaade buyurunuz, devam etsin!
Emir
Paşa (devamla):
-
Bendeniz bu mesele hakkında uzun söz söyleyecek değilim. Bu gibi sözlerin
şimdiye kadar bir faidesini görmedik. Hepimiz Hilafete merbutuz. Bu Hilafet-i
muazzamayı birçok asırlardan beri muhafaza edenin Türk kavm-i necibi olduğunu
da kimse inkar edemez. Yalnız tefrikayı icab edecek hiçbir söz söylenilmemesini
tekrar temenni ediyorum.”
Mustafa Kemal Paşa kürsüye çıkar ve aşağıdaki
konuşmayı yapar:
“Mustafa
Kemal Paşa:
-
Efendiler, meselenin bir daha tekerrür etmemesi ricasıyla bir iki noktayı arz
etmek isterim: Burada maksud olan ve Meclis-i âlinizi teşkil eden zevat yalnız
Türk değildir, yalnız Çerkes değildir, yalnız Kürd değildir, yalnız Laz
değildir. Fakat hepsinden mürekkep anasır-ı İslâmiyedir, samimi bir mecmuadır.
Binaenaleyh bu heyet-i âliyenin temsil ettiği; hukukunu, hayatını, şerefini
kurtarmak için azmettiği emeller, yalnız bir unsur-ı İslâm‘a münhasır değildir.
Anasır-ı İslâmiyeden mürekkep bir kitleye aittir. Bunun böyle olduğunu hepimiz
biliriz. Hep kabul ettiğimiz esaslardan birisi ve belki birincisi olan hudut
meselesi tayin ve tespit edilirken, hudud-u millîmiz İskenderun‘un cenubundan
geçer, şarka doğru uzanarak Musul‘u, Süleymaniye‘yi, Kerkük‘ü ihtiva eder. İşte
hudud-ı millîmiz budur dedik! Hâlbuki Kerkük şimalinde Türk olduğu gibi Kürd de
vardır. Biz onları tefrik etmedik. Binaenaleyh muhafaza ve müdafaası ile
iştigal ettiğimiz millet bittabi bu unsurdan ibaret değildir. Muhtelif anasır-ı
İslâmiyeden mürekkeptir. Bu mecmuayı teşkil eden her bir unsur-ı İslâm bizim
kardeşimiz ve menafii tamamıyla müşterek olan vatandaşımızdır. Ve yine kabul
ettiğimiz esasatın ilk satırlarında bu muhtelif anasır-ı İslâmiye ki:
vatandaştırlar, yekdiğerine karşı hürmet-i mütekabile ile riayetkârdırlar ve
yekdiğerinin her türlü hukukuna; ırkî, ictimaî, coğrafî hukukuna daima
riayetkâr olduğunu tekrar te‘yid ettik ve cümlemiz bugün samimiyetle kabul
ettik. Binaenaleyh menafiimiz müşterektir. Tahsiline azmettiğimiz vahdet,
yalnız Türk değil, yalnız Çerkes değil hepsinden memzuc bir unsur-ı İslâmdır.
Bunun böyle telâkkisini ve suitefehhümata meydan verilmemesini rica ediyorum. (Alkışlar)…”
Mustafa
Kemal Paşa 1 Mayıs 1920’de Misak-ı Millî ile ilgili olarak şunları söylüyor:
“…Hep
kabul ettiğimiz esaslardan birisi ve belki birincisi olan hudut meselesi tayin
ve tespit edilirken, hudud-u millîmiz İskenderun‘un cenubundan geçer, şarka
doğru uzanarak Musul‘u, Süleymaniye‘yi, Kerkük‘ü ihtiva eder. İşte hudud-ı
millîmiz budur dedik!”
Mustafa
Kemal Paşa bu konuşmasında İslâm Milletine de vurgu yapıyor:
“…Burada
maksud olan ve Meclis-i âlinizi teşkil eden zevat yalnız Türk değildir, yalnız
Çerkes değildir, yalnız Kürd değildir, yalnız Laz değildir. Fakat hepsinden
mürekkep anasır-ı İslâmiyedir, samimi bir mecmuadır…”
Oysa ‘Kimilerince ‘hürriyet şairi’, ‘vatan
şaiiri’ olarak da adlandırılan Namık Kemal, kendi dindaş ve vatandaşlarının
anadillerine ilişkin olarak 1878’de şunları yazıyordu:
“Ülkemizde Türkçe dışındaki tüm
dilleri yok etmemiz gerekirken, Arnavutlara, Lazlara ve Kürtlere, onların
kimliklerini benimseyerek manevi bir silah mı verelim? …Dil… ulusal birliğe
karşı en sağlam - belki de dinden bile daha sağlam bir engeldir.” [4]
Bir başka yerde de Namık Kemal şöyle der:
“Eğer düzenli
okullar kurar… şu an uygulanmayan programları uygularsak, Laz ve Arnavut
dilleri yirmi yılda tamamen unutulacaktır.”[5]
Kuşkusuz Namık Kemal’in ‘millet’ kavramına
ilişkin bu düşünceleri, kaynağını 1789 Fransız Devrimi ve o devrimin
yaşanmasına sebep olan toplumsal gelişmelerden almaktadır. Gel Gör ki, Osmanlı
Devleti, o toplumsal gelişmelerden yoksundu.
Namık
Kemal, birçok Jön Türk gibi Mustafa Kemal Paşanın da ilham kaynağıdır. Mustafa Kema Paşal,
Namık Kemal’in ‘millet’ kavramına yaklaşımını gerçekçi bulmuyor olmalı ki,
Millet Meclisinin, İslâm Milletini meydana getiren bütün unsurların hukuk,
hayat ve şerefini kurtarmak için mücadele edileceğine de dikkat çekiyor:
“…Binaenaleyh
bu heyet-i âliyenin temsil ettiği; hukukunu, hayatını, şerefini kurtarmak için
azmettiği emeller, yalnız bir unsur-ı İslâm‘a münhasır değildir. Anasır-ı
İslâmiyeden mürekkep bir kitleye aittir. Bunun böyle olduğunu hepimiz
biliriz….”
OSMANLI DEVLETİ’NDEKİ SİYASÎ PARTİ
PROGRAMLARINDA ANADİLİ
Mustafa Kemal
Paşanın Mecliste söylediklerinden, Milleti oluşturan Müslüman unsurların
Kurtuluştan sonra bir takım siyasî, ekonomik ve kültürel haklara sahip olacakları
sonucu açıkça anlaşılmaktadır. Nitekim Mustafa Kemal Paşanın çatısı altında bu
konuşmasını yaptığı Millet Meclisinde Lazistan ve Kürdistan milletvekilleri de
vardı.[6]
Ankara’daki yeni hükümet Lazistan ve Kürdistan söylemini de milletvekillerini
de Osmanlı Devlet geleneğinden devralmış ve devam ettirmekteydi. Ayrıca Osmanlı
Devletinde varlığını sürdürmüş olan bazı siyasî partiler de Türkçe dışındaki
anadillerine ilişkin görüşlerini programlarında beyan etmişlerdir. [7]
İttihat
ve Terakki Fırkasının 1909 programının 9. maddesinde şöyle deniyor:
“Özgür
eğitim-öğretim partimizin ilkesidir. Osmanlı vatandaşı özel okul açmakta,
öğrenim görmede özgürdür. Osmanlı ülkesindeki tüm okullar devletin gözetim ve
denetiminde olacaktır. Uygulayacakları programlarda birliktelik Maarif
Bakanlığınca sağlanacaktır.
İlkokul
parasız ve zorunludur. Anaokullarında Türkçe öğretim yapılırken ilkokullarda
eğitim her kavmin kendi dilinde yapılacaktır. İlkokulların masrafları ile
öğretmenlerin maaşları yöre ve cemaatlere ait olacaktır. Devletin eğitim gideri
olarak topladığı vergiler mahalli bütçelere devredilecektir…”
İttihat ve Terakki
Fırkasının 1913 programının 41. maddesinde şunlar yazıyor:
“Eğitim
görmek her Osmanlı vatandaşının hakkıdır. Özel ve Cemaat Okulları devletin
gözetim ve denetimine tabidir. Devlet okullarında ilköğretim zorunlu ve
parasızdır. Türkçe resmi dil olarak okutulurken, her azınlık kendi diliyle de
eğitim verebilir…”
1908’de kurulmuş
olan Osmanlı Akhrar Fırkasınının programın 19. maddesi konuya şöyle yaklaşıyor:
“İlköğretim
zorunludur. Bütün genel ve özel okullarda eğitim dili Türkçe’dir. Yöresel dil
ikinci planda yer alacaktır.”
1909’da kurulmuş
olan Osmanlı Demokrat Fırkası Programının 9. maddesi şöyle diyor:
“Ayrılıkçı
girişimleri taşımamak koşuluyla ilkokullarda yöresel dil (Anadili)
kullanılacaktır...”
1910’da kurulmuş
olan Akhali Fırkası programının 16. maddesi şunları yazıyor:
“Devletin
resmî dilinin Türkçe olması nedeniyle okul ve medreselerde Türkçe eğitimine
devam edilecektir. Devletin resmî dininin İslâm olması nedeniyle de Arapça
öğretimine özel önem verilecektir. Diğer halkların dillerinde eğitim yapmaları
serbesttir.”
1911’de kurulmuş
olan Hürriyet ve İtilâf Fırkası ise, programının 20. maddesinde şöyle yazıyor:
“Köy
okullarında ve genel olarak ilkokullarda eğitim yörenin diliyle (anadilinde)
yapılacaktır.”
1912’de kurulmuş
olan ve kurucuları arasında Yusuf Akçura’nın da bulunduğu Millî Meşrutiyet
Partisi, programının 33. maddesinde şu görüşlere yer vermekte:
“…
Bütün ilkokul, ortaokul ve ilköğretmen okulları özel kanunlarla il Genel
Meclislerine devredilecektir.
İlköğretim
parasızdır. Zorunlu ilköğretimin fiili olarak uygulanılmasına çaba
gösterilecektir.
Her
nahiye merkezinde ilkokul binalarının önem sırasına göre yapılmasına öncelik
verilecektir. Yöredeki ilköğretim o yöredeki nüfus çoğunluğunun diliyle
yapılacaktır.
Ancak
devletin resmî dili olan Türkçe de bu okullarda mutlaka öğrenilecektir. İlk ve
ortaokullara öğretmen yetiştiren Darülmuallimler ihtiyaç ölçüsünde
açılacaktır.”
1918’de kurulmuş
olan Teceddüt Fırkası, programının 113. maddesinde konuya ilişkin yaklaşımını
şöyle ifade ediyor:
“Devlet
ilkokullarında resmî dil öğretimi zorunlu olmakla birlikte yörenin anadilinde
öğretim yapılacaktır.”
Lozan Antlaşması
YENİ DÖNEMDE “MİSAK-I “MİLLΔ VE “ANASIR-I
İSLÂMİYE”
24. 07.1923 tarihinde imzalanan Lozan
Antlaşması öncesi yapılan müzakereler sırasında ‘Azınlıklar Alt Komisyonu’ndaki
görüşmelerde azınlıkların korunması için konulacak hükümlerin Anadoluda
konuşulan Lazca, Çerkesçe, Kürtçe , Gürcüce, Abhazca gibi anadillerini
konuşanları da kapsaması gündeme gelir; tartışılır. Ancak İsmet Paşa; Lazca,
Çerkesçe, Kürtçe, Gürcüce, Abhazca gibi anadillerinin güvence altına alınmasına
karşı çıkar. İsmet Paşanın bu tavrı aslında, Mustafa Kemal Paşanın o
konuşmasının özüne tamamıyla aykırıdır. İsmet Paşanın kendince gerekçesi
vardır. Müslümanlara ve onların aralarında ayırım gözetilip gözetilmediği ise,
ilerleyen yıllarda görülecekti. Ancak kendisi şöyle demişti:
“Türkiye'de
hiçbir Müslüman azınlık yoktur; çünkü Müslüman nüfusun çeşitli unsurları
arasında hiçbir ayırım gözetilmemektedir.”[8]
Yeni dönemle birlikte Mustafa Kemal Paşanın 1
Mayıs 1920 tarihinde Millet Meclisinde dile getirdiği Misak-ı Millî kavramı ve
İslâm Milletini meydana getiren unsurların hak ve hukuklarının da savunulacağı
düşüncesinden vazgeçildi. Namık Kemal’in ‘millet’ kavramı sahiplenildi ve
gereği yapılmaya başlandı. Misak-ı Millî, Mustafa Kemal Paşanın yukarıdaki
konuşmasında çerçevesini çizdiği şekilde değil, bugünkü sınırlar çerçevesinde
algılanılmaya ve sahiplenilmeye başlandı. Bu yaklaşımla beraber, Türkiye kendi
içine kapandı. Bu yeni dönemde, Mustafa Kemal Paşanın aynı konuşmasında
sahiplendiği İslâm Milleti ve onu meydana getirdiğini kabul ettiği çeşitli
unsurlar yok sayıldı. Yok sayılan yalnızca bu unsurlar değildi. Bu unsurların
anadilleri yok sayıldı. Üstelik bu anadillerinin konuşulmaları bile yasaklandı.
8 Aralık 1925’te, Milli Eğitim Bakanlığı; Kürt, Çerkes ve Laz, Kürdistan ve
Lazistan gibi ifadelerin kullanılmasını yasaklayan bir genelge yayınladı.
Mustafa Kemal Paşa, bu yeni düşüncesini,
1930’da manevî kızı Afet İnan’a yazdırdığı ‘Yurttaşlık İçin Medeni Bilgiler’
adlı eserinde açıklamıştır. Şunlar yazılmış:
“Bugünkü Türk milleti siyasî ve içtimaî camiası içinde
kendilerine Kürtlük fikrî, Çerkezlik fikri, Lazlık fikri veya Boşnaklık fikri
propaganda edilmek istenmiş vatandaş ve millettaşlarımız vardır. Fakat mazinin
istibdat devirleri mahsulü olan bu yanlış adlandırmalar, birkaç düşman aleti
mürteci beyinsiz haricinde, hiçbir millet ferdi üzerinde üzüntüden başka bir
tesir hasıl etmemiştir. Çünkü bu milletin fertleri de Türk toplumunun geneli
ile aynı müşterek maziye, tarihe, ahlaka ve hukuka sahip bulunuyorlar.”[9]
Bir
kez daha vurgulamakta fayda var: Kanunlarda yapılan düzenlemelerle Lazistan ve
Kürdistan kavramlarının kullanılması terk edildi. İller ve ilçeler yeniden
düzenlendi. Soyadı Kanunu çıkartıldı. Bu kanunla aynı sülâleden ailelere farklı
soyadları verildi. Köylerin adları değiştirildi.[10]
Türkiye
Cumhuriyeti, Osmanlı Devleti ile her türlü bağını koparmak adına çok köklü
kararlar aldı ve bunları katı bir şekilde uyguladı. Bu uygulamalarından
bazıları ciddî insan hakları ihlâlleri içermektedir. Türkiye Cumhuriyeti’nin
yakın zamanlara kadar Türkçe dışındaki anadillerine karşı uygulamaları kültürel
asimilasyon özelliği taşımaktadır. Oysa; Lozan Antlaşmasının 39. maddesinin
yalnızca Hıristiyan azınlıkların dillerini değil, Türkçe dışındaki Müslüman
anadillerinin de varlık ve yaşamalarını da güvence altına aldığına, ancak bunun
Türkiye Cumhuriyeti tarafından uygulanmadığına ilişkin günümüzde çeşitli
yorumlar yapılmaktadır. Lozan Antlaşmasının
39. Maddesi şöyle:
‘‘Herhangi bir Türk yurttaşının gerek özel ya da
ticari ilişkilerinde, gerek din, basın ya da her türlü yayın konusunda ve gerek
toplantılarda herhangi bir dili serbestçe kullanmasına karşı hiçbir sınır
konulmayacaktır.’’[11]
Bir yazar,
makalesinde bu maddeyi aktardıktan sonra şu soruyu soruyor:
“... Şimdi lütfen
söyleyin... Türkçeden başka dilde yayın yapılmasına engel olmaya hakkımız var
mı? Var dersek Lozan'a bağlılık yüzünden mi yapacağız bunu, yoksa Lozan'ı tanımadığımızdan mı? Lozan'ın 77'nci yılında yanıt verin bakalım...”
Osmanlı Lazistan Sancağı
“YENİ DÖNEM”DE LAZİSTAN SANCAĞI, LAZLAR VE
LAZCA
Müslüman
Lazlar Osmanlı Devletine her zaman sadakat gösterirler. Müslüman Lazların
yaşadıkları ülkeye olan bağlılıkları ve vatan savunmasındaki vatanseverlikleri
tamdır. Oluşturdukları gönüllü teşkilâtlarla Çarlık ordularına gerilla savaşı
ile karşı koydular. Ancak Osmanlı
Devletinin, Çarlık Rusyası karşısındaki her yenilgisi, Müslüman Lazları
kitlesel göçlerle yüz yüze bıraktı. 1828- 1829[12]
Osmanlı- Rus Savaşından başlamak üzere, 1877- 1878 Osmanlı- Rus Savaşları[13]
sırasında ve Birinci Dünya Savaşı sırası ve sonrasında da Müslüman Lazların
Osmanlı Devleti topraklarına kitlesel olarak göç etmek zorunda kaldıklarını
biliyoruz. Bu göçlerin sebepleri dinî idi. Büyük Britanya’nın Batum Konsolosu
1878- 1882 arasında yöreden 80.000 Müslüman Lazın göç ettiğini yazmaktadır.[14]
Müslüman
Lazların Osmanlı Devletine olduğu gibi, Kurtuluş Savaşına da bağlılıkları
tamdır. Arhaveli İsmail’in şahsında Müslüman Lazların bu bağlılıkları ve
kahramanlıkları şiirle de dile getirilir:
“...
Ve çok uzak
çok uzaklardaki İstanbul limanında
gecenin bu geç vakitlerinde
kaçak
silâh ve asker ceketi yükleyen Laz t a k
a l a r ı
hürriyet ve ümit
su ve rüzgârdılar...”[15]
Gerek Osmanlı-Rus Savaşları, gerek Birinci
Dünya Savaşı ve gerekse de Kurtuluş Savaşında ortak vatan uğruna gönüllü olarak
kanlarını döken ve çoğu o zamanlar doğru dürüst Türkçe konuşamayan Müslüman
Lazların çocukları ve torunları yeni dönemle birlikte anadillerini konuşma
yasaklarıyla karşılaştı. Aşağıda bu yasaklara ilişkin birkaç tanıklık aktarmak
istiyorum.
BİRKAÇ TANIKLIK
1924 doğumlu M. Recai Özgün Lazca konuşma
yasaklarına ilişkin anılarını şöyle aktarıyor:
“ ... Otuzlu yıllarda okullarda Temizlik ve
İntizam Kolu, Kızılay Kolu gibi isimlerle çalışma kolları oluşturulurdu. Bunlar
arasında ‘Lazca Konuşanlarla Mücadele Kolu’ diye bir kol daha vardı. Ben
dördüncü ve beşinci sınıfta iken bir müddet bu kolun başkanlığını yaptığımı
hatırlıyorum. Bu işi faydalı olduğuna inanarak yapardık. Çünkü talebeler de
öğretmenler de Laz kökenli idiler ve Türkçeleri meramlarını ifade edemeyecek
kadar bozuktu.
‘Lazca
Konuşanlarla Mücadele Kolu’ndaki faaliyetlerime hiç anlam veremezdim. Çünkü
okulda tamam; Lazca konuşanlara ihtarımı yapardım, ama eve gelince, köye
çıkınca hiç Türkçe bilmeyen babaannem, dedem, komşuma hiç etkili olamıyordum.
Hal böyle olunca, onlarla ben de Lazca konuşuyordum. Yani ‘görevli de suç
işliyordu’. Garip bir kandırmaca. Bir çocuğun ikiyüzlü gelişmesinde felâket
etkili olacak bir uygulama. Ayrıca onlara, ‘Lazca konuşmayın’ demek , ‘Siz hiç
konuşmayın’ anlamına geliyordu. Çünkü Lazcadan başka dil bilmiyorlardı. Böyle
bir teklif, onların aklımızdan şüphelenmelerini gerektiriyor ve şaşkın şaşkın
gülmelerine vesile oluyordu. Bu çok büyük bir çelişki idi. Çocuk ruhumda oluşan
bu çapraşık duygular, beni konunun nedenlerini anlamaya doğru iterdi, ama
hiçbir izah tarzını da
bulamazdım. Bu konudaki pozisyonumu iki yüzlülük imiş gibi algılardım ve
hatırladığıma göre utanır veya sıkılırdım...”[16]
Mecit Çakırusta’nın
tanıklığı ise şöyle:
“Ben
1926 senesi 20 Mart doğumluyum. 1930’lu yıllarda ilkokul tahsilimi Ardeşen/
Dutkhe’de yaptım. Okulda Lazca konuşmak
yasaktı. Yalnızca okulda değil, dışarıda da konuşulmayacaktı. Bunun tespiti
için de talebeler arasında görevlileri vardı. Öğretmen, Lazca konuşanları
tespit edip kendisine isimlerini getirenleri ödüllendiriyor ve talebeleri
ispiyonculuğa teşvik ediyordu. Lazca konuşanları da –yine talebelere yaptırdığı
– özel fındık ağacından çubuklarla avuçlarını kırbaçlıyordu veya parmaklarımızı
birleştirip tırnaklarımıza cetvelle vuruyordu. Bu tutum ve davranışın bana
yaptığı psikolojik tahribatın yaşam boyu uzun zamanımı aldığını, bu aşağılanma
suçluluk, ama bu suç ve yabancılık bende hep var olacaktı. Üstümden
atamayacaktım. Çünkü ben Laz’dım ve Lazca konuşuyordum, Lazca şarkı
söylüyordum. Ülkemizdeki bu tür baskılar, ülke insanına çok büyük beyin
tahribatlarını yaptığına inanıyorum. Öyle düşünüyorum. Ülkemde bir tek Nobel
ödüllü olmaması acaba bu tür baskıların bir sonucu mudur diye düşünüyorum.”[17]
1939 doğumlu olan Hopalı ”Yılmaz Avcı’nın anısı da şöyle:
“ ... Okullar açıldığı gün öğretmenimizin
okulda Lazca konuşmayı yasaklaması ile beraber bizim de en önemli iletişim
kaynağımız kesilmiş oldu. Ancak teneffüslerde, öğretmenden uzak olduğumuz
noktalarda kontrollü olarak Lazca konuşabiliyorduk. Zira, Türkçe bize çok zor
geliyordu. Tabi bu arada yakayı suçüstü ele verenler de mutlaka cezalarını
çekiyorlardı. Yine bir gün teneffüse çıkar çıkmaz, hala oğlu Muhammet’in,
okulun önünden geçmekte olan bir atı görür görmez, iyi Türkçe bildiğini bizlere
ispat etmek istercesine,“Aha, tskheni gelii!!! (İşte, at geliyor!!!) “diye
bağırmasıyla beraber, öğretmenin parmaklarının kulağına yapışması bir oldu.
Öğretmen, “Aha, tskheni gelii, haa!!!” diye bağırıp bir tokat yapıştırdı. Sonra
bir ve bir daha. Bu olaydan sonra bizler de çaktırmadan Lazca konuşabilmek için
bir arayış içine girmiştik. O büyük mücadele sonunda, öğretmenin galip
geldiğini söylemeye her halde gerek yok!”[18]
1945 Pazar Doğumlu Yavuz Bahadıroğlu, yaşadıklarını şöyle
kaleme almış:
“Arkadaşlarımdan biri (hangisi olduğunu
hatırlayamıyorum) kolundaki kırmızı kollukla çok havalı duruyor karşımda.
Kırmızı kolluğun üstüne nakış iğnesiyle ablasının işlediği beyaz yazıyı sökmeye
çalışıyorum: “Lz. Kl. Bşk.”…
Anlamını çıkaramayınca da soruyorum: “Ne
yazıyor?..”
“Lazca Kolu Başkanı” diyor gururla,
“Başöğretmen seçti.”
“Ne işe yarıyor?” diye soruyorum bu kez.
“Lazca konuşanları Başöğretmene şikâyet
edeceğim.”
“Yani şimdi ben Lazca konuşsam da söyler
misin?”
Kısa bir tereddütten sonra karşılık veriyor: “Evet, vazife vazifedir.”
“Peki, sen evinde hiç Lazca konuşmaz mısın?”
Bu soruya uzun süre cevap veremediğini, sonra
da kem-kümlerle geçiştirdiğini hatırlıyorum. Çünkü hepimizin ailesinde olduğu
gibi, onun ailesinin yaşlıları da doğru düzgün Türkçe bilmiyordu. Ailemizle iletişim kurmak için hepimiz
evde Lazca konuşmaya mecburduk. (…) Konu zaman içinde öylesine abartıldı ki,
günün birinde tek kelime Lazca konuştuğum için Laz öğretmenimden enseme okkalı
bir şaplak yedim.
Yıllar sonra bir köy düğününde bunun hesabını
yarı şaka yarı ciddi sorduğumda gülmüş, “Vaktiyle Köy Enstitülerinde bize ‘tek
lisan, tek vatan, tek millet’ diye öğretmişlerdi” demişti.
Bilmez olur muyum? Biliyorum ve ana dilde
konuşamamanın, yazamamanın, okuyamamanın acısını bugün bile içimde
hissediyorum…” [19]
1944 doğumlu Fındıklılı Nurdoğan Demir’in, o yıllara
ilişkin olarak yazdıkları ise şöyle:
“…O yaşımda başka bir dilin varlığını bile bilmiyordum.
Lazca konuşmayacaktım da ne konuşacaktım ki? Yoksa biz, hani şu
öğretmenlerimizin konuştuğu dilden mi konuşacaktık? Öğretmenler Türkçeyi bana
göre çok güzel konuşuyorlardı. Açıkçası imreniyorduk. Ama o dilden bildiğimiz
on kelimeyi geçmiyordu ki, nasıl olacaktı bu iş? O zamanlar bizim için ‘Lazca
konuşma’ demek, ‘Hiç konuşma’ demekle eşti. İlk zamanlar adeta ağzımız
kilitlenmişti. Dilsiz kalmıştık!”[20]
1956
doğumlu Pazarlı T.M., o döneme ilişkin
tanıklığını şöyle aktarıyor :
“Türkçeyle
ilk tanışmam, annemin beni elimden tutup kayıt yaptırmak için okula götürdüğü
gün oldu. Bir odaya girdik. Annemin elini sıkıca tutuyordum. Sonradan müdür
olduğunu öğrendiğim adam, bir şeyler konuşuyordu. Ben ise hiçbir şey
anlamıyordum.(...)
Artık
sınıftaydım. Sıramda oturuyor, bir yandan da okul bahçesinde bekleyen annemi
gözlüyordum. Sınıftaki öğretmenin konuşması yine benim bilmediğim bir dildeydi
ve O’nu anlamıyordum.
Teneffüsler
benim için oyun oynamak için değil, arkadaşlarımla (Lazca ) konuşma ihtiyacını
karşılayabildiğim yegâne zamanlardı.
Derslerin
teneffüslerden sonraki ilk beş dakikası dayak seansları ile geçiyordu. Suçumuzun
ne olduğunun bilincinde değildik. Sonraları anladık ki, suçumuz Lazca
konuşmakmış. Lazca konuşanların isimlerini okulda kurulu olan ‘Lazca
Konuşturmama Kolu’ görevlileri okul idaresine bildiriyordu. Bu görevliler,
yaşça bizden daha büyük olanlardı. Bütün günlerimiz bu uygulamalarla geçiyordu.
Bir
süre sonra, dayak yememek için Lazca konuşmamayı, yani susmayı tercih ettim.
Başka bir dil, yani Türkçeyi bilmiyordum ve dolayısıyla da dersleri
anlamıyordum. Tahtada yazılı olanları muntazaman defterime geçiriyordum.
Öğretmen, başarılı bir öğrenci olduğumu (!) düşünmüş olacak ki, ikinci sınıfa
geçtim.
İkinci
sınıfta yavaş yavaş Türkçe konuşmaları anlamaya başladım.
Aradan
yıllar geçti. Lazca konuştuğumuz için bizi döven öğretmenimizle bu konuyu
konuştum. ‘Lazca Konuşturmama Kolu’ diye eğitsel kolun olduğunu O’ndan
öğrendim.
‘Niye
bizi çok dövüyordunuz? Çok mu yaramazdık?’ diye kendisine sorduğumda şu cevabı
verdi : ‘Hayır! Seni uslu bir çocuk olarak hatırlıyorum.’
‘Sizden
yediğim sopaları birbirine eklesem Boğaz’a üçüncü köprü olur.’
Öğretmenimiz,
bugün güzel (!) Türkçe konuşmamızı bu uygulamalarına bağlıyor. Başarılı”
olduğunu kabul etmek gerek!”[21]
1960 doğumlu Ardeşenli K.S.’nin tanıklığı ise
şöyle:
“Türkçe
bilmemenin sıkıntısı okulda Lazca konuşma yasağıyla pekişirdi. Ama her çocuğun
başında bekleyemezdi ‘yabancı’ dediğimiz, Laz olmayan, çoğu Orta Anadolu
kökenli öğretmenler. Teneffüs zili çalar çalmaz dilimizin bağı çözülür, Lazca
konuşuyorduk. İspiyoncu ve ihbarcı çocukların ikazlarına aldıran yoktu.
Çocukluk arkadaşlarımı hâlâ aynı canlılıkla hatırlarım, şevkle Lazca
konuşmalarını, ince seslerinin yankılandığı su değirmenindeki annelerinden
öğrendikleri uzun Lazca ağıtları .”[22]
Millet
Mektepleri ve Köy Enstitüleriyle çözümler üretilebilirdi
MİLLET
MEKTEPLERİ VE KÖY ENSTİTÜLERİ’NDE ANADİLİ SORUNU ÇÖZÜLEBİLİRDİ
Bütün bu tanıklıkların, CHP’nin tek parti diktatörlüğü
altında ve onun şekillendirdiği yıllarda yaşandığını biliyoruz. Bu çocuklara
baskılar uygulayarak sindirmek, onları pedagojik sorunlarla karşı karşıya
bırakarak kişilik ve kimliklerinde ağır yaralar açarak sözde eğitim- öğretim
vermek yerine, Türkçeyi de kendi anadilini de iyi bilen, kendisine güvenen,
kendisi ile barışık, çevresi ile uyumlu, üreten, sağlıklı ve mutlu vatandaşlar
yetiştirilebilir; bugünküne benzemeyen bir vatan kurulabilirdi. 1 Ocak 1929
tarihinde faaliyete geçen Millet Mektepleri ve sonrasında da Köy Enstitüleri ile
anadillerine çözüm üretilebilirdi. Böylelikle; hem kendi anadili ve Türkçe ile
iki-dillilik süreci bugünlere kurumsal bir yapı ile olarak oluşabilirdi. Hem
Türkçeyi ve hem de kendi anadilini çok iyi bilen, konuşan ve okuyup yazabilen
en az dört kuşak yetiştirilebilirdi. Bütün bunlar para ve diğer kaynakları
aktararak değil, ancak öncelikle vatandaşına güvenen vatansever bir kafayla
yapılabilirdi.
Askerliğini onbaşı
veya çavuş olarak yapan ve Türkçe okuma- yazma bilen gençler Ankara Dil Tarih
Coğrafya Fakültesi’nde açılacak bir ‘Türkiye’nin Anadilleri Enstitüsü’nde kısa
dönem ancak yoğun bir eğitim ve öğretimden geçirilerek, kendi yörelerinde
Türkçeyi Latin harfleriyle okumayı ve yazmayı öğrettikleri gibi, o yörenin
anadilinin de öğretmeni olarak da görev yapabilirlerdi. CHP’nin tek parti
iktidarı, 1930’lu yıllardan başlamak üzere Lazcaya da diğer anadilleri gibi
kültürel asimilasyon uygulanmıştır.
CHP’NİN TEK PARTİ YÖNETİMİNDE
Devlet İstatistik
Enstitüsünün, ‘İslâm Azınlık Dilleri’ adını verdiği anadilleri sahipsizdi
TKF’nin 1926 programının 11. maddesi bu anadillerini vb. konularda şunları
diyordu:
“...TKF,
Halk Fırkasının Müslüman azınlıkları zorla Türkleştirmek, Hıristiyan ve Musevî
azınlıkları da ezmek siyasetine her vasıtayla karşı koyar... TKF, onlar için
hukukta tam bir eşitlik; dillerini kullanmak ve kültürlerini yayma ve eğitim
konularında tam bir serbestî talep eder…”[23]
CHP’nin tek parti
iktidarı Lazcaya kültürel bir asimilasyon uygulamakla kalmamış, aynı zamanda
Lazların tarihsel olarak yaşadıkları eski Lazistan Sancağı bölgesinden
sürülmelerine ilişkin bazı çalışmalar yapmış, soykırım projeleri üretilmeye
çalışılmış ve bilinen (şimdilik) bir de rapor hazırlamıştır. CHP’nin ‘9.
Bürosu’ tarafından İkinci Dünya Savaşı yıllarında hazırladığı bu raporu
irdeleyen Rıdvan Akar şunları yazıyor:
“...
anadilleri Türkçeden başka olan, ancak küçük gruplar halinde yaşayan Müslüman
yurttaşlar konu ediliyor. Toplu halde yaşadıkları için kendi dil ve
geleneklerini muhafaza eden bu topluluklar potansiyel tehlike olarak anılıyor.
Lazların sınır boylarından iç kesimlere[24]
kaydırılması, toplu yaşamalarına engel olunması, bunun mümkün olmadığı hallerde
en zengin ve verimli köylerden başlayarak buralara yüzde elli oranında Türk
yerleştirilmesi ve okullar açılması öneriliyor ...”[25]
Manisa Mebusu
Mehmet Sabri Toprak, CHP’nin tek parti iktidarından aldığı cesaretle kendi
vatandaşlarının anadilleriyle ilgili olarak meclise bir kanun teklifi sunar.
Sabri Toprak’ın 1938’de verdiği kanun tasarısı çarpıcı bir örnek oluşturur. Bu
tasarı, Türk vatandaşlarının evlerinin dışında umuma açık yerlerde, her zaman
Türkçe konuşmalarını, aksi takdirde 1-7 gün arasında hapis ve 10 ile 100 kuruş
arasında para cezasını öngörüyordu. Bunların diplomalarına da el konulacak ve
doktorluk, öğretmenlik ya da gazetecilik yapamayacaklardı. Ceza olarak toplanan
paraların bir bölümü de ihbarcılara ödül olarak dağıtılacaktı. Yine bu tasarıya
göre Türkçe bilmeyen Türk vatandaşları bir yıl içinde öğrenmeye mecburdu. Yoksa
onları Türk vatandaşlığından çıkartılmak bekliyordu.
Dönemin Antalya Mebusu Rasih Kaplan’ın
Mecliste yaptığı konuşmasından Rıdvan Akar şunları da aktarıyor:
“ ... Bazı unsurlar pek arsızca hareket
ederek Türk milletinin diline hürmet etmiyorlar. Evlerinde istedikleri dili
konuşabilirler. Fakat umumi yerlerde... bir kısım Türk vatandaşının konuştuğu
Türkçe değildir. Ey vatandaş, eğer Türk vatandaşı isen Türk diline saygı
göster. Karşındaki Türkleri de rencide etme.”
CHP’nin tek parti
iktidarının oluşturduğu bu iklimde bir yazar, henüz bir buçuk yaşında olan
oğluna yazdığı mektupta söyle diyor:
“Yağmur
Oğlum;
Bugün tam bir buçuk yaşındasın. Vasiyetnameyi
bitirdim kapatıyorum. Sana bir resmimi yadigâr olarak bırakıyorum. Öğütlerimi
tut, iyi bir Türk ol!
Komünizm bize düşman bir meslektir. Bunu iyi
belle. Yahudiler bütün milletlerin gizli düşmanıdır. Ruslar, Çinliler, Acemler,
Yunanlılar tarihi düşmanlarımızdır.
Bulgarlar, Almanlar, İtalyanlar, İngilizler,
Fransızlar, Araplar, Sırplar, Hırvatlar, İspanyollar, Portekizliler, Romenler
yeni düşmanlarımızdır.
Japonlar, Afganlılar ve Amerikalılar yarınki
düşmanlarımızdır.
Ermeniler, Kürtler, Çerkezler, Abazalar,
Boşnaklar, Arnavutlar, Pomaklar, Lazlar, Lezgiler, Gürcüler, Çeçenler içerideki
düşmanlarımızdır. Bu kadar çok düşmanla çarpışmak için iyi hazırlanmalı.
Tanrı yardımcın olsun.”[26]
Bugün de üç maymunu oynayan mankurtlar
SORGULAMAYAN
AYDINLAR
CHP’nin tek parti
iktidarının başlattığı kültürel asimilasyon o kadar başarılı olmuştur ki,
aşağıdaki makaleyi kaleme alabilecek zihniyette insanlar da yetişmiştir. Makale
1970’li yıllarda ‘Rize’de Dil Sorunu’ başlığıyla bir dergide yayımlanmış.
Makaleyi kimin yazdığı ve nereden yayınlandığından çok, makalede yazılanlar
önemli:
“Türkiye’de öteden beri çeşitli diller
yaşamaktadır. Bunlardan biri de Rize’nin bazı kazalarında hususiyle, Pazar,
Ardeşen, Fındıklı ve bir de Çoruh’un bir iki ilçesinde konuşulanıdır. Bu dile
nedense “Lâzca” ismi atfedilir. Lâzcanın menşei bizi ilgilendirmediği gibi onun
üzerinde söz edecek de değiliz. Konumuzun ilişeceği husus bu dilin mahzurları
ve değersizliğidir. Yukarıda yazdığım birkaç kazada bu dile Lâzca denmesi
zannederim ki o muhitte yaşayanlara Lâz lakabı verilmesinden ileri geliyor.
Lâzca bundan öncesine kadar hemen hemen orada yaşayanların ilk öğrendikleri,
diğer bir deyişle anadilleri idi. Daha yeni konuşmaya başlayan çocuk şüphesiz
ki, Lâzca kelime ve deyimler kullanacaktır. Çünkü ebeveyn ve muhitin müşterek
lisanı budur.
Çocuk suçsuzdur. Hangi terbiye altında
yetişirse o terbiye ile gelişir. Eğer bu bapta kendine bir suç atfedilecekse
haksızlık edilmiş olur. O halde ebeveyn de kendi ebeveyni tarafından aynı dil
öğretişine mâruz kaldığına göre suçu araştırmak dilin menşeini araştırmak kadar
derinliklere sürükler bizi. Burada bir suç işlenmişse bu telâfi edilmelidir
Evet,
Lâzcayı ana dili yapmak suçtur. Şüphesiz ki bu suç hukukî değildir. Fakat
içtimai bir suçtur. Bugün bile ekseri köylerde (Sahilleri istisna edebiliriz)
altı yaşını doldurup ilkokul öğrencisi olmak hakkını edinen her çocuk hemen
hemen hiçbir Türkçe kelime bilmemektedir. Böyle Türkçe kelimelerden yoksun boş
kalıplar gibi okula gelen zavallı çocuklar zorlu bir sıkıntı içindedirler.
Yalnız birinci sınıfların mevcut olduğu bir köy ilkokulunda Türkçe’yi bilen
yalnız tek kişidir. Tek kişi sadece Türkçe öğretip onları yetiştirme
çabasındadır. Bereket öğretmenlerin de çoğu bu adı geçen dili bilmektedir.
Lazcayı bilmeyen bir öğretmenin yukarıdaki tanımda olan bir ilkokuldaki
manzarasını düşünün. Çocukla öğretmen arasında derin bir anlamamazlık fırtınası
kasırgası esecek ve netice olarak da semere sıfır olacaktır. Burada
öğretmenlerin bu kutsî çabalarını överek belirtebilirim. Onların öğrenci
yetiştirmek babında ne kadar çok çalışıp ne keder güç sarf ettiklerini
düşündükçe yüreğimde beliren hürmet ve saygı duyguları tüylerimi ürpertiyor.
Öğretmen önce okulda, yolda ve evde bu dili konuşmayı şiddetle yasaklar.
Konuşanları şikâyet etmelerini tenbihler. Konuşanlara en ağır müeyyideleri
tatbik eder. Fakat bütün bu tedbirler istenileni vermekten uzak düşmektedir.
Çünkü bir kere bu dil çocuk üzerinde derin bir kök salmıştır. Onu unutmasına ve
Türkçeyi lâyıkı veçhile öğrenmesine hemen hemen imkân yoktur. Hayatı boyunca da
bunun acısını daima çekecektir
O halde bu derece hiçbir şey demek olan ve
üstelik zararlı olan bu dil neden konuşulsun? Onu konuşup ana dili yapmak suç
değil de nedir? Sonra hakiki dilimiz Güzel Türkçeyi ihmal etmek demek değil
midir?
Öyleyse bu dilin kökünü kazımalıyız.
Diyeceksiniz ki dil bir havuç değildir ve kolay kolay bunun sonu getirilemez.
Ama ben bunun aksini söylemekte israr edeceğim. Zira bu dili ayakta tutacak
hiçbir kaynak yok... maarif ile ailelerin elbirliği ile çalışmaları yeter. Her
aile en azından öğretmen kadar kendi çocuğu üzerinde dursa ve ona doğuştan
Türkçeyi öğretse dava zamanla halledilmiş olur ve çocuklar da bu acaip dilin
şerrinden kurtulmuş olurlar.”[27]
CHP’nin tek parti yönetimi ve Soğuk Savaş
yılları sırasında diğer anadillerine karşı izlenen kültürel asimilasyon
politikaları Lazcayı da hızlı bir yok oluş sürecine sürükledi. Bu dönemde Lazca
açısından önemli bir gelişme oldu.
Türkiye Lazları arasında Lazca Masallar derlendi. Bu çalışmayı yapan ne
yazık ki, Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı değildi. Ve çalışmaları, yine ne yazık
ki, Türkiye’de değil Fransa’da yayınlandı. Bu Lazca masal derlemelerini yapan
kişi Fransız dilbilimci Georges Dumézil idi.[28]
Köy
adları değiştirildi
BAZI
İL VE İLÇELERİN SINIRLARI SIKÇA DEĞİŞTİRİLDİ
Yalnızca Lazistan Sancağı lâğvedilmedi. Bu
sancak içinde yer alan kazalar arasında da düzenlemelere gidildi. Bir ara Rize
ve Artvin birleştirilerek Çorukh vilâyeti oluşturuldu. [29]
Sonra tekrar Rize ve Artvin vilâyetleri oluşturuldu. Daha da sonra Laz köylerinin
adları değiştirilmekle kalınmadı, farklı bir dil konuştukları ve toplu olarak
yaşadıkları için Eski Lazistan Sancağının demografik yapısını değiştirme
konusunda raporlar düzenlendi. Bütün bunlar kültürel asimilasyonlar CHP’nin tek
parti iktidarında ve onun açtığı yolda gerçekleştirildi. Bu uygulamalar
entegresyon değil, kültürel asimilasyondu.
16 Mart 1921 tarihinde Türkiye Büyük Millet
Meclisi Hükümeti ile Rusya Sovyet Federatif Sosyalist Cumhuriyeti arasında
imzalanan Moskova Antlaşmasıyla Eskiden Lazistan Sancağı içinde yer alan
köylerin çok büyük bir kısmı Türkiye sınırları içinde kaldı. Sınır ise, Sarp
Köyünü ikiye böldü. Köyün yarısı Türkiye Cumhuriyetinde diğer yarısı ise Rusya
Sovyet Federatif Sosyalist Cumhuriyeti’nde kaldı. Ancak bu sınır, köyden geçen
dereye göre çizilir. Böyle olunca da bu köyde yaşayan akrabalar ikiye bölünür.
Kimisinin evi bir ülkede, tarlası bir diğer ülkede kalmış olur. Pasavanla iki
ülke arasındaki günübirlik geçişlere 1937 yılına kadar izin verilir. Bu
tarihten sonra karşılıklı geçişlere son verilir, ta ki 31 Ağustos 1988 tarihine
kadar. Bu sınır, yalnızca bu iki ülkenin
arasındaki sınır olmakla kalmadı, Soğuk Savaş yıllarında ise, Nato ve Varşova
askerî paktlarının da hassas sınırlarından bir tanesi haline geldi.[30]
Asimilasyon
ENTEGRASYON
DEĞİL, ASİMİLASYON
İkinci Dünya Savaşı öncesi, savaş yılları ve
ardından gelen soğuk savaş yıllarında uygulanan asimilasyon politikalarıyla
Lazca Türkiye’de hep erozyona uğradı, sahipsiz kaldı. Lazca konuşuluyordu,
ancak gazete, kitap, radyo ve okul olmadan geleceğe taşınması zor görünüyordu.
Uygulanan asimilasyoncu politikalar dilin yok oluşunu hızlandırmakla kalmıyor,
resmî ideoloji ve resmî tarih tezleriyle desteklenen kimi yayınlar da
kütüphanelerdeki yerini alıyor ve Laz tarihi karartılıyordu. Bu şartlar altında
Müslüman Lazların kimliğini yaşatacak aydınlar da yetişemiyordu.
Sovyetler Birliği ile Türkiye Cumhuriyeti
arasındaki kimi siyasî sürtüşme ve tartışmalar Lazlar ve Lazistan Sancağının
eskiden kapsadığı alan üzerinden de yürütüldüğü için, bu, Lazcayı sahiplenecek
aydınların yetişmesini engelleyici bir diğer faktör olarak karşımıza çıkıyor.
Bu konuda Türk Tarih Kongresine sunulan bir tebliğ ilginç bir özellik taşır.[31]
Tebliği sunan kişi, Lazların kökenine ilişkin asılsız iddialarda bulunmakla
kalmaz, Sovyetler Birliği ve Gürcistan Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti ile ilgili
hesaplaşmalarını Lazlar üzerinden yapmaya çalışır. Bu yapılanın vatanseverlikle
bağdaşmadığını belirtmek zorundayım.
Lazlar, 1972’de bu yazar tarafından hedef
alınmak için ne yapmışlardı? Geriye dönük olarak gazete ve ilgili dergi
arşivleri incelendiğinde, o yıllarda yazarı böyle bir makale yazmaya sevk
edecek tek bir haklı sebebin bulunmadığı açıkça anlaşılıyor. Yazarın, yalnızca
Lazları değil, Megrelleri, Svanları ve Gürcüleri de hedef aldığını ve
aşağıladığını da görüyoruz. Bu yazar, söz konusu makalesinde asıl hedef aslında
Sovyetler Birliği ve Gürcüstan Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti’dir. Yazar,
Sovyetler Birliği’nin 1945’te Türkiye’den toprak talebinde bulunmasının ve
1968’de İstanbul’da Ahmet Özkan Melaşvili imzasıyla yayımlanan ‘Gürcüstan’
başlıklı kitabın acısını Müsküman Lazlardan çıkarmaya çalışmıştır.
"Fıkralarda kalın!
NEDENSE ‘LAZ’ FIKRALARINA YASAK YOK
Soğuk Savaş yılları Müslüman Lazlar ve Lazca
bakımından böyle olumsuz şartlarda geçti. Bir de ‘Laz’ fıkraları vardı. Lazlık
adına ne varsa, CHP’nin tek parti iktidarının oluşturduğu resmî ideoloji ve
resmî tarih tezleri tarafından karartılmış, saptırılmış ve yasaklanmıştı. Ancak
Lazların fıkralardaki gibi kalmaları çok istenmiş olmalı ki, bu fıkralara bir
yasaklama getirilmemiş:
“Garson:
-
Burası canlı beyin lokantası. Her türlü beyin var efendim! En pahalısı da Laz
beyni!
Müşteri:
-
Aa! Neden o?
Garson:
-İki
Laz kesiyorsun, bir beyin çıkıyor!”[32]
Nüfus sayımlarında vatandaşların anadillerine
ilişkin sorular sorulduğunu ancak bu anadilleriyle ilgili olarak gereğinin
yapılmadığını burada bir kez daha belirtmeliyim.
"İslâm Azınlık Dilleri"
DİE’NİN TANIMLAMASI: İSLÂM AZINLIK DİLLERİ
Devlet
İstatistik Enstitüsü’nün, anadili sonuçlarını açıkladığı son nüfus sayımı
1965’de yapılandır. Türkiye’de konuşulan diller şöyle sınıflandırıyordu:
A. Türkçe
B. “İslâm Azınlık Dilleri”: Abazaca, Acemce, Arapça, Arnavutça, Boşnakça,
Çerkezce, Gürcüce, Kürtçe, Kırmanca, Kırdaşça, Lazca, Pomakça, Zazaca
C. “Diğer Azınlık Dilleri”: Ermenice, Yahudice, Rumca
D. “AngloSakson Dilleri”: Almanca, Flamanca, İngilizce
E. “Latin Dilleri”: Fransızca, İspanyolca, İtalyanca
F. “Slav Dilleri”: Bulgarca, Çekçe, Hırvatça, İsveççe, Lehçe, Romence, Rusça,
Sırpça
G. “Diğer Diller”: Bilinmeyen[33]
DİE’nin “İslâm Azınlık Dilleri” olarak
adlandırdığı anadillerinin dışında da anadillerinin bulunduğunu belirtmeliyim.
Türkiye’deki nüfus sayımlarında hiçbir zaman dikkate alınmayan benim şimdi
adlarını hatırlayabildiğim anadilleri şöyle: Pontusça, Hemşince, Ubıkhça,
Vaynakhça (Çeçen-İnguşça), Asetince (Osetçe), Avarca, Lezgice, Kumukça, Gazi
Kumukça (Lakça), Dargice, Karaçay(lı)-Balkarya(lı)ca, Uygurca, Tatarca,
Kırgızca, Kazakça, Özbekçe, Nogayca. Ayrıca aynı kaderi paylaşan Süryanice de
unutulmamalı.
Türkiye- Sovyetler Birliği Sınır Kapısı Sarp/i açıldı 31 Ağustos 1988
SARP SINIR KAPISI
Misak-ı Millî’nin
Müslüman Lazları bu süreçlerden geçerek Soğuk Savaş yılları sonrası döneme
ulaştılar. Sovyetler Birliğinin çözülüş sürecine girmesiyle birlikte çok önemli
birkaç gelişme oldu. Bunlardan ilki Batı Almanya'da yaşayan zamanın Laz
gençlerinin de içinde yer aldığı ‘Lazebura Çalışma Grubu’nun oluşmasıdır. Bu
grup, Sovyetler Birliği Lazlarının kültürel hakları iptal edilmeden önce
kullandıkları Latin alfabesine dayanan Lazca alfabeden çok az farklılıklar
taşıyan yeni bir Laz alfabesini 1984'te Lazca metinlerle birlikte yayımladı.
Alfabenin Türkçe de yayımlanan sunuş bölümündeki şu ifadeler dikkat çekicidir:
"Lazca
alfabenin açıklanmasının asıl amacı, dilsel ve kültürel gelişmeye yardımcı
olmaktır. Tek tek dillere karşı saygı göstermek ve değer vermek, bugün eski
Türk ve İslâm geleneklerinin derinliklerinde bulunmaktadır. Bunun en güzel
örneğini şu atasözü vurguluyor: ‘Bir lisan, bir insan. O halde: İki lisan, iki insan’ (...) Binlerce
seneden beri kuşaktan kuşağa ulaşan Lazca, artık yazı dili olarak da Türkçe ile
birlikte gelecek kuşaklara aktarılsın! Lazuri Nena va ğurasen. İnşâllah!"[34]
Lazebura Çalışma
Grubu, alfabenin ardından 1991’de ‘Nananena/ Anadili’ adlı ders kitabını ve
1992’de de ‘Lazuri Ambarepe/ Lazca Haberler’ adlı Lazca dergiyi yayımlar. Gerek
Lazca alfabenin sunuş yazısında ve gerekse de diğer yayınların içeriğinde
siyasî anlamda tek satır yoktur. Özellikle vurgulanan Lazca'nın yaşamasıdır.
Bir diğer gelişme Türkiye Cumhuriyeti ile
Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği arasındaki Sarp Sınır Kapısının 31
Ağustos 1988 tarihinde açılmasıdır. Sarp Sınır Kapısının açılması Türkiye ve
Sovyetler Birliği Lazlarının kucaklaşması açısından önemlidir.
Bir
milâd: “Ogni Kültür Dergisi”
LAZCAYI YAŞATMA MÜCADELESİ
Üçüncü önemli gelişme, Gürcüstanlı iki Lazın
yıllar önce yazdıkları kitabın Türkiye'de yayımlanmasıydı. Kremlin tarafından
şekillendirilmiş ‘Gürcü resmî ideoloji ve tarih tezleri’nin ağır izlerini
taşıyan bu kitap eksikliklerine, yanlışlıklarına ve çevirideki kimi sıkıntılara
rağmen, kimi Lazları tarihlerini araştırmaya itmesi bakımından önemli bir
yayındır.[35]
Bütün bu
gelişmeler, Laz aydınlarının birbirlerini tanımasına ve ortak bir anlayışa
iter. Bu süreçte dil ve kültürlerinin hızla bir yok oluşa gittiğini gören bir
grup Laz aydını arayışa girer. Lazca'nın tarihsel olarak kullanıldığı yörede
bir grup genç insan bir ‘Laz Kütüphanesi’ kurmayı planlar. Ayrıca bir de ‘Laz
Kültür Merkezi’ oluşturma düşünceleri vardır. Bu çabaları açık bir biçimde
yasaklanmamasına rağmen, yetkililerin tutumu nedeniyle başarılı olamazlar.
Bir ‘Laz Vakfı’
veya ‘Laz Enstitüsü’ kurma fikri İstanbul'da yaşayan çeşitli yaş, meslek ve
siyasî görüşten Lazlar arasında da etkili olur. Bir ‘girişim komitesi’
oluşturulur ve kendisini basın yoluyla deklare eder:
"Biz,
dil, kültür ve ulusal demokratik haklar diyebileceğimiz haklarımızı almak
istiyoruz. Bunun dışında amacımız ayrışmak değil. Yine birlikte olmak. Ama
kendi kimliğimizi muhafaza
edip gönüllü birliği sağlayabilmek….
Onun haricinde bir başka amaç taşımıyoruz." [36]
Girişim Komitesinin
çabaları dikkat çeker. Vakıf kurma çalışmaları sırasında ‘Bölücülük mü
yapıyorsunuz?’, ‘Devlet mi kuruyorsunuz?’ gibi şüphelerle karşılaşırlar.
‘Girişim Komitesi’, mülakatlarında Anadolu'da her zaman var olduklarını
vurgularlar:
“Bizler
ne Ermeniyiz, ne Pontusuz, ne Gürcüyüz, ne Türküz. Bizler Lazız. Ve yaşamımızı
böyle de sürdüreceğiz. [37]
Bir gazetenin bu
girişimi sunuş biçimi, resmî ideolojinin yaklaşımını örnekler. Bu gazete,
‘komite' ile ilgili haberini şu başlıkla verir:
"Birlik
ve beraberliğe en çok ihtiyacımız olduğu dönemde çatlak bir ses: 'Türk değil Laz'ız!"
Gazetede manşete
çıkartılan ifadelerden biri de şudur:
"...Biz
ne Gürcüyüz, ne Ermeniyiz ne de Türk'üz..."
Bu gazetenin, bir
hafta boyunca bir hedef gösterme kampanyası yürüterek Türk milliyetçisi duyarlı
kesimlerin tepkilerini ‘Laz Vakfı Girişim Komitesi'ne yöneltmek ister.[38]
Bütün bunlar bir vakıf kurulmasını engeller.
Ancak bir süre sonra ‘Ogni Kültür Dergisi’ yayın hayatına başlar. [39]
‘Çıkarken’ başlıklı makalede şu görüşlere de yer verilir:
"...Lazların
da var olmak, kimliklerini yeniden ve çağdaş bir içerik ile kazanmak ve
korumak, özgür ve korkusuzca yaşamak hakları vazgeçilmez bir doğal hak olarak
kazanılmayı beklemektedir. (...) Ogni Anadolu mozaiğinin parçası olan Lazların
dili, tarihi, edebiyatı, folkloru, müziği, sosyolojisi, etnografyası,
arkeolojisi, coğrafyası ve diğer; bilim, kültür, sanat, araştırma, tanıtım ve
yeniden inşa için yayın faaliyetiyle evrensel kültüre katkıda bulunurken diğer
yandan Kafkas ve Anadolu'da yaşayan halkların ortak sesi, bölge halklarının
kardeşlik köprüsü olacaktır."[40]
Laz dili ve
kültürünü yaşatmaya yönelik bir vakıf 1992 yılında İstanbul’da değil, ama 1996
yılında İzmit'te kurulabilir. Vakıf senedinde, vakfın başlıca amacı şu şekilde
belirtilir:
“Vakıf;
Borçka, Hopa, Arhavi, Fındıklı, Ardeşen ve Pazar ilçelerinde yaşayan, kökeni bu
bölgeler olup ekonomik ve sair sebeplerle yurdun çeşitli yöreleri dağılmış
olan, bu bölgelerle
benzer kültürlere sahip yurtdışında kalmış yerleşim birimlerinde iken savaşlar
ve savaş sonrası göçler sebebiyle yurdun çeşitli yörelerine yerleştirilen
yukarıda üç bölümde sayılan özelliklere sahip olup halen yurtdışında bulunan
vatandaşlar arasında; ekonomik ve sosyal dayanışmayı sağlama müşterek kültür ve
örf adetleri yaşatmak.”[41]
‘Sima Doğu
Karadenizliler Hizmet Vakfı’, ‘Sima’ adını taşıyan bir de dergi yayımlar. Bu
dergi, sayfalarında kültürel ve dilsel konularda makalelere yer verir ve önemli
bir işlev üstlenir. ‘Ogni’ ve ‘Sima’dan sonra ‘Mjora’, ‘Skani Nena’, ‘Tanura’
ve ‘Ağani Murutskhi” ve internet üzerinden de ‘Gazeta Noğa’ adlı periyodikler
de yayımlanır.
Laz aydınları[42],
Türkiye Cumhuriyetinin birer vatandaşı olarak Lazcayı sahiplenme, geliştirme ve
gelecek kuşaklara kurumsal aktarma amacıyla çalışmaya başlarlar.[43]
“TRT-Lazca” Açılmalıdır
TRT’DE
LAZCA YAYIN YOK
‘RTÜK’ten Lazca yayına Uyarı’ başlıklı haber,
henüz yasal düzenlemelerin yapılmamasından kaynaklanan uygulamalara ilişkin
durumu gözler önüne sermekteydi:
“Radyo ve Televizyon Üst Kurulu (RTÜK), Rize
Gelişim TV’ye “Lazca” yayın yaptığı için uyarı cezası verdi. Üst Kurul, Gelişim
TV’nin “Lazca” sunduğu müzik-eğlence programı ile “radyo ve televizyon
yayınlarının Türkçe yapılması” ilkesini çiğnediğini savundu. Üst Kurul, bu
kuralı bugüne kadar yalnızca Kürtçe yayınlar konusunda uygulamıştı. Gelişim
TV'ye verilen ceza, aynı zamanda Kürtçe dışında başka dilde yapılan bir yayına
ilk kez ceza uygulanması anlamına geliyor.”[44]
DSP-MHP-ANAP Hükümetinin hazırladığı ‘Çeşitli Kanunlarda
Değişiklik Yapılmasına İlişkin Kanunun[45]
yürürlüğe girmesinin ardından, ‘Türk Vatandaşlarının Günlük Yaşamlarında
Geleneksel Olarak Kullandıkları Farklı Dil ve Lehçelerin Öğrenilmesi Hakkındaki
Yönetmelik’[46] ve
‘Türk Vatandaşlarının Günlük Yaşamlarında Geleneksel Olarak Kullandıkları
Farklı Dil ve Lehçelerde Yapılacak Radyo ve Televizyon Yayınları Hakkındaki
Yönetmelik’ de yürürlüğe girdi.[47]
Bunun ardından da TRT’nin yalnızca Boşnakça, Arapça,
Kırmançi, Çerkesce ve Zazaca radyo ve televizyon yayını yapacağı duyuruldu. Beş
anadilindeki radyo ve televizyon yayınları, 7 Haziran 2004 Pazartesi günü
Boşnakça ile başladı. Yapılan resmî açıklamaya göre, Boşnakça, Arapça,
Kırmançi, Çerkesce ve Zazaca TRT’nin sırasıyla yayın yapacağı dillerdi. TRT’nin
bu anadillerindeki yayınları; içerik, süre, yayınlandıkları saatler vd.
açılardan eleştirilebilir. Ancak öncelikle üzerinde durulması gereken konu,
yayın yapılacak dillerin sayısının neden beş ile sınırlandırıldığıdır. TRT,
Kırmançi, Zazaca, Boşnakça, Arapça ve Çerkesceyi hangi kıstasları göz önünde
bulundurarak yayın yapmak için seçti? Bunu bilemiyoruz. TRT’nin, DİE’nin
verilerini dikkate alarak bu dilleri belirlediği düşünülebilir.
Anadillerine
ilişkin soruların en son 1985 nüfus sayımlarında sorulduğunu biliyoruz. DİE’nin
anadili sonuçlarını açıkladığı en son sayım ise 1965’tekidir. 2000 yılında
yapılan son nüfus sayımlarında ise, anadiline ilişkin soru sorulmadığına göre;
TRT, 1965 nüfus sayımı anadili verilerini mi dikkate aldı? Şimdi 1965 nüfus
sayımı anadili verilerine bir bakalım: Anadili ve ikinci dili olarak Boşnakçayı
57.209 kişi; Çerkezceyi 106.960 kişi ve Arapçayı 533.264 kişi konuşuyordu. Yine
aynı yıl verileriyle Lazcayı 81.165 kişi; Gürcüceyi 79.234 kişi; Pomakçayı
57.372 kişi; Arnavutçayı 53.520 kişi ve Abazacayı ise 12.399 kişi anadili veya
ikinci dili olarak konuşuyordu.
Bu rakamlar, TRT’nin bir anadilini, konuşanının sayısına
göre değerlendirmediğini gösteriyor. O zaman TRT’nin kıstası neydi? Bunu hiç
öğrenemedik. Eğer TRT o tarihte, Anadolu’ya göçmen dilleri, yani Boşnakça ve
Çerkesceyi dikkate alıyorsa, diğer göçmen dilleri olan Abazaca, Arnavutça, Pomakça Lazcayı da dikkate almalıydı. Eğer
TRT, Anadolu’da yerli dilleri, yani Kırmançi, Zazaca ve Arapçayı dikkate
alıyorsa diğer yerli diller olan Lazca, Gürcüce vd. dilleri de dikkate
almalıydı. TRT’nin bu beş anadilinde
yaptığı yayınlar birçok açıdan eleştiriye muhtaçtır. Ancak bu yayınlar, siyasî
otoritenin, Türkiye’nin anadillerini tanıdığını ifade etmesi anlamında
önemlidir.
Önemli
ancak yetersiz bir düzenleme
LAZCA SEÇMELİ DERS OLUYOR
Lazca, TRT’nin yayın yaptığı diller arasında yoktu.
Lazcayı çeşitli zeminlerde savunan aydınlar, TRT’ye farklı zamanlarda çeşitli
şekillerde başvurarak, TRT’nin Lazca yayınlara ne zaman başlayacağını, TRT
Lazca yayın yapamayacaksa sebebini soran ve TRT’nin Lazca yayın yapması
konusunda yardım, öneri ve ortak projeleri aktaran dilekçe ve makalelerine
rağmen, TRT, Lazca yayın yapmadı.
TRT Genel Müdürü, 2004 Haziran’ından beri TRT’ye Lazca
yayın konusunda yapılan başvurulara ilişkin olarak şöyle diyordu:
“Lazlar için kanal açmaya gerek duymuyoruz. TRT 6 bir
ihtiyacın ürünüdür. Doğu bölgesinde Kürtçe bilmeyen birçok insan vardı ve
onların böyle bir uygulamaya ihtiyacı vardı. Eğer Türkçe bilmeyen Lazlar ya da
Çerkesler olsaydı onlar için de benzer bir çalışma yapılırdı. Ancak Lazların
hepsi Türkçe de bildiği için böyle bir ihtiyaca gerek duymadık. Benden sonra
yerime gelecek olan kişi gerek görürse böyle bir çalışma yapabilir..."[48]
TRT’nin Lazca yayın yapmayacağı anlaşıldı.
Aydınlar bu konuda çabalarına devam devam etti. Bununla beraber ilköğretim
okullarında Lazcanın da seçmeli diller arasında yer alması için bir çalışmalar
başlattılar. Eğitim-öğretim müfredat programlarını hazırladılar ve Millî Eğitim
Bakanlığına sundular. Bu programları bakanlık tarafından onaylandı.
Ardından Lazca da seçmeli dersler
arasında yer aldı.[49]
Günümüzde Arhavi, Fındıklı, Borçka, Pazar ve Ardeşen ilçelerindeki kimi
okullarda Lazca seçmeli ders olarak okutulmaktadır. Hiç kuşku yok ki, bu ders
saatleri yetersizdir. Bunun yanı sıra, bu konuda başka birçok eleştiri
getirilebilir. Ne var ki, Lazcanın konuşulmasının bile yasaklanmaya çalışıldığı
yıllarla karşılaştırıldığı zaman, son yıllardaki gelişmelerin çok önemli olduğu
görülür.
1 Mayıs’ta Laz Kurumları
LAZCA
PANKARTLAR
Kemal Kılıçdaroğlu’nun, kendisine Lazca
konusunda sorulan bir soruya net bir cevap veremediğini hatırlıyorum. Kendisi
internetin karşısında sorulan soruları cevaplıyor. Bir genç soruyor:
“Lazca için ne gibi çalışmanız var?”
Kemal Kılıçdaroğlu cevaplıyor:
“Herkesin kendi anadilini öğrenmesini istiyoruz. Lazca’yı
1976’da yaptığım bir minibüs yolculuğu sırasında ilk kez duydum.”[50]
Kemal Kılıçdaroğlu, yeri geldiği zaman partisi için,
devleti kuran parti tanımlamasını yapmaktadır. Ancak kendisine Lazca ile ilgili
sorulan soruya cevap veremiyor. Bunun bir sebebi var. Partisinin Lazlar ve
Lazcaya yönelik uyguladığı asimilasyon politikalarını ve bazı tanıklıkları
yukarıda aktardım. Bunları kendisi de biliyor olmalı.
Zamanın Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan
Ardeşen’e geldiği zaman şu Lazca pankart da açılır: “Sen Mazlumları, Yetimleri
Seviyorsun. Biz De Seni Seviyoruz.” Bu pankartın adlındaki imza Ardeşen Mahalle
ve Köy Muhtarlarına Derneklerine ait.[51]
Başbakanın, Lazca bir pankartla da karşılanabilmesi, devletin vatandaşların
anadillerine geç de olsa artık nasıl yaklaştığını göstermesi bakımından
anlamlıdır.
Lazca
kurumsallaştırılmalıdır
SOMUT ÖNERİLER
Anadilleri konusuna taraf olan enstitü,
vakıf, dernek ve kişilerin de içinde yer alacağı özerk yapıdaki bir
‘Anadillerini Planlama Kurumu’ nüve olarak bu anadili çalışmalarını
yürütebilir. Anadilleri ile ilgili bütün çalışmaları tek elden yürütecek böyle
bir kurum öncelikle oluşturulmalıdır. Bu kurum, anadillerine ilişkin olarak
demokratik özlü ve telâfi edici genel bir yönetmelik hazırlamalıdır. Bu
bağlamda, anadili konusu, anlaşılır ve bizim olan terimlerle tartışılmalı ve bu
alanda bir literatür oluşturulmalıdır.
Bu yasak diller, 1920’lerde esas olarak
Türkiye’nin belirli bölgelerinde konuşulurken, günümüzde doğal olan veya
olmayan sebeplerden dolayı yaşanan göçlerle Türkiye’nin hemen her yerinde
konuşulmaktadır.
Öncelikle, Türkiye’nin anadilleri envanteri
çıkarılmalıdır. Ardından oluşturulacak ilgili komisyonlar bu anadilleri için
Latin alfabesine dayanan alfabeleri oluşturmalıdır. İlk aşamada en az on bin
kelimelik temel Türkçe kelime dağarcığı tespit edilmeli ve buna göre bu
anadillerinin sözlükleri oluşturulmalıdır. Bu sözlükler (varsa diğer
alfabeleriyle ve) Latin alfabesine dayalı alfabeleriyle yayımlanmalıdır.
Başlangıçta ilköğretim birinci sınıf öğrencilerinin düzeylerine uygun masal
kitapları ve çizgi filmler radyo ve TV yayınlarında da kullanılabilecek şekilde
hazırlanmalıdır.
Bütün bunlarla eşzamanlı olarak, bu anadilleriyle ilgili
çalışmaları yürütecek, yani; masal kitapları, ilköğretim öğrencilerinin
düzeylerine göre “sosyal bilgiler” ve “fen bilgisi“ vb. kitapları, çizgi
filmler, tiyatro eserleri, radyo- TV programlarını hazırlayıp sunacak, gazete
ve dergileri yayınlayacak personelin ve öğretmenlerin yetiştirilmesi
sağlanmalıdır. Bu personelin yetişmesinde, bu anadilleriyle ilgili ve/veya
çalışmalar yapan komşu ülkelerin akademik personelinden de faydalanabilir. Gerek
personel yetiştirilmesi gerekse de yazılı, görsel, işitsel vb. her türlü
materyalin hazırlanmasındaki bütün harcamalar, kuşkusuz ilgili devlet
kuruluşları tarafından karşılanmalıdır.
Yakın zamanlara kadar, Lazca gibi anadilleri gündeme
geldiğinde kimileri bu dilleri bölücülük sebebi olarak lânse etmeye
çalışmaktaydı. Kimileri de anadili tartışmalarını yalnızca ‘Kürtçe’ üzerinden
yapmaktadır. Oysa bu diller lânse edilmeye çalışıldığı gibi ne bölücülük
sebebidir ne de ‘Kürtçe’ Türkiye’nin tek yerel dilidir. Bu dillerin hepsi
ülkemizin ve bütün insanlığın ortak zenginliğidir. Binlerce yıllık bir geçmişe
sahip olan ve her türlü olumsuz şarta rağmen, günümüze ulaşma becerisini
gösteren bu diller, ister yüz kişilik bir köyde konuşuluyor olsun, ister çok daha
fazla insan tarafından toplu veya dağınık çok daha geniş yerleşim birimlerinde
yaşatılıyor olsun, aynı eşitlikte geleceğe taşıma hakkına sahiptir. Bu diller
de yaşamalı, geliştirilebilmeli ve her türlü iletişim aracıyla kurumsal olarak
gelecek kuşaklara aktarılabilmelidir.
Lazca
da Anayasal Güvence altına alınmalıdır
SONUÇ OLARAK
Müslüman Lazlar, Osmanlı- Rus Savaşlarında olsun daha
sonraki savaşlarda olsun ağır bedeller ödediler. Ancak yaşadıkları ülkelerin
resmî ideoloji ve resmî tarih tezleri onları ve anadilleri Lazcayı hep yok
saydı. Böylece de onların geçmişlerine ilişkin birçok kahramanlık, bilgi ve
belge yok sayıldı. Soğuk Savaş sonrası olumlu gelişmeler, Türkiye
Cumhuriyetinin artık kendi vatandaşlarını ve insanlığın ve ülkenin maddî- manevî
değerlerinden olan Lazca gibi anadillerini kucaklamasının yolunu açtı. Soğuk
Savaş yıllarının izleri henüz tam olarak her alanda silinememiş olsa da o
dönemin aktör ve figüranları tarihteki yerlerini aldı. Artık yeni bir dünya ve
yeni bir Türkiye’de yaşıyoruz.
Mustafa Kemal
Paşa’nın, Kurtuluş Savaşı yılları sırasında Misak-ı Millî ve Milletimizi
oluşturan unsurların hak ve hukuklarına ilişkin kullandığı dil ve ifade ettiği
düşüncelerinin ne kadar da isabetli olduğu artık günümüzde iyice anlaşılmış
bulunmaktadır. Bu sebeple yarının Çağdaş
Yeni Türkiye’sinin, Mustafa Kemal Paşa’nın o yıllarda kullandığı dil ve ifade
ettiği düşünceleriyle hayat bulabileceğini artık herkes kabul ediyor olmalı. İlhamını Mustafa Kemal Paşa’nın o düşünce ve
söylemlerinden ve Birinci Meclis’in ruhundan alacak, aslına uygun bir Misak-ı
Millî algısına dönülmesinin de zaruriyeti her geçen gün anlaşılmaktadır. Bütün
bunlara uygun olarak Mustafa Kemal Paşa’nın da 1 Mayıs 1920 tarihinde Mecliste
dillendirdiği gibi bir millet ve vatandaşlık yaklaşımına dönülmelidir. Bu
çerçevede vatandaşların hem ortak dilimiz Türkçe hem de kendi anadillerini
sahiplenecekleri daha bilinçli bir ortak vatan ve vatanseverlik duygusunun
geliştirilmesi için Anayasa ve ilgili diğer yasalarda düzenlemelere ve kalıcı
kurumsal uygulamalara gidilmelidir.
ÖNERİLEN OKUMALAR
-Andrew Mango, “Atatürk and the Kurds,” Middle Eastern
Studies, Vol. 35, No. 4, (1999)
( Çeviren: Hilal Bıçak),
Adnan Menderes Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, Sayı: 4.
-Ahmet Tevfik (Büyük Hasan Rıza Paşa Zâde),
“Sevgili Vatandaşlarım Lazlara Ricâ-yı Mahsûsum ve Târihten Şânlı İki Sahîfe”
(Hazırlayan: İrfan Çağatay), Lazi Kültür Yayınları, 1. Baskı, İstanbul, 2014.
- Baskın Oran, “Lozan’da Azunlıkların Korunması”, Toplumsal
Tarih, sayı 115, İstanbul, 2003.
-“İskender Tzitaşi’den Mektuplar/ Sovyet
Dönemi- Kızıl Lazistan- Laz Okulları” (Çeviren: Eren Mühürcü), Lazika Yayın
Kollektifi, 1. Baskı, İstanbul, 2014.
-Justin McCarthy, “The Ethnisc Cleansing Of
Ottoman Muslims (1821- 1922)”, Darwin Press, Michigan,1995.
-Sami N. Özerdim,
“Atatürk Devrimi Kronolojisi”, Çankaya Belediyesi, Ankara, 1996.
-M. I. Isayev, “National Languages in the
USSR: Problems and Solutions”, Progress Publishers, Moscow, 1977.
-James S. Olson,
Lee Brigance Pappas, Nicholas C.J. Pappas, “An Ethnohistorical Dictionary Of
The Russian And Soviet Empires”,
Greenwood, USA, 1994.
-Robert Conquest , “Soviet Nationalities
Policy in Practice”, The Bodley Head Ltd., London, 1967.
-Soner Cagaptay,”
Islam, Secularism and Nationalism in Modern Turkey”, Routledge, London, 2005.
-William Miller,
“The Ottoman Empire and Its Successors (1801- 1927)”, Cambridge University Press, London, 1936.
[1]
Bkz.: Ali İhsan Aksamaz, “ Bir Kafkasya Kavmi
Olarak Lazlar”, Yeni Türkiye 81, Kafkasya Özel Sayısı- XI, Ankara, 2016.
[2]İstanbul’da
yayımlandığı belirtilen “Tuta do Murutskhi/ Ay ve Yıldız)”ve “Lazım” isimli
dergiler ise henüz nüshalarına ulaşılamayan yayınlardandır. Bu konuda
bkz.:Cumhur Odabaşoğlu, “Trabzon Doğu Karadeniz Gazete ve
Mecmuaları,
1869-1928”, s.13, Trabzon, 1987. Ayrıca bkz.: Osman Tamtruli, “Nananena/
Anadili” Kaukasus- Verlag, Freudenstadt, Almanya
[3]
Aktaran: M. Şevket Eygi,
“İslâmsız Kurtuluş Olmaz”, Millî Gazete,
30. 03. 2013.
[4] Bkz.: Andrew Mango, “Atatürk and
the Kurds,” Middle Eastern Studies, Vol. 35, No. 4, 1999.
[5] Andrew Mango, a.g..m.
[6] Bkz.:https://www.tbmm.gov.tr/TBMM_Album/Cilt1/index.html
[7]
Aktaran: İsmail Aydın,
“Siyasî Parti ve Hükümet Programlarında Eğitim- Öğretim &
Öğretmenler (1908- 1997), Eğitim Sen Yayınları, Ankara.
[8] Bkz.: Seha L.
Meray, “Lozan Barış Konferansı Tutanaklar Belgeler”, Cilt: 1, Kitap: 1, Ankara
1969; Özer Faruk Gergerlioğlu, “Azınlıklara ve Azınlığı Hissedenlere Haksızlık
Bitiyor Mu?”, www.cagdaskocaeli.com
[9]
Bkz.:
Nuran Tezcan , “Atatürk’ün Yazdığı Yurttaşlık Bilgileri”, Cumhuriyet Yayınevi,
İstanbul, 1997.
[10]Lazistan
Sancağının günümüz Türkiye Cumhuriyeti ile Gürcistan Cumhuriyeti içinde yer
alan köy ve diğer yerleşim birimlerinin eski/ yeni adları için bkz.: Ali İhsan
Aksamaz, “Kafkasya Kültür Kökenli Bir Topluluk: Lazlar”, Birikim Sosyalist
Dergi, sayı 71/72, Birikim Yayınları, İstanbul,
1995.
[11] Aktaran: Oktay Ekşi, “Kopenhag
ve Lozan”, Hürriyet Gazetesi, 23. 07. 2000.
[12] Bkz.: W.E.D.
Allen, Paul Muratoff, “Kafkas Harekâtı, 1828- 1921 Türk- Kafkas Sınırındaki
Harplerin Tarihi”, Genel Kurmay Basımevi, Ankara, 1996.
[13] Bu döneme ilişkin sosyal hayatı
gözlerimiz önüne seren bir roman var. 93 Harbi diye bilinen bu Savaş sırasında
nişanlı Laz kızı Aşela ve çevresinde yaşanan olaylar anlatılır.: Zuhal Kuyaş,
“Aşela”, Kaynak Yayınları, İstanbul, 1985.
[14]
Bkz.:EricLohr, “Russian Citizensip From Empire To Soviet Union (Report by vice
concul Peacock on Batoum and Its Future Prospect, April 8, 1882 in Adjara and
The Russian Empire)”, Harvard University Press, England, 2012; M. D. Sandwith,
The Siege of Kars, London, 1856; Bedri Habiçoğlu, “Kafkasyadan Anadoluya
Göçler”, Nart Yayıncılık, İstanbul, 1993. Batum’un savaş tazminatı olarak
Çarlık Rusyasına verilmesine karşı çıkan Müslüman Gürcü ve Lazların o dönem
Osmanlı Devletinin müttefiği olan Büyük Britanya nezdinde girişimlerde bulunmalara
ilişkin olarak bkz.: The Sydney Morning Herald, 31 August 1878. Batum’un Çarlık
Rusyasına verilmesi karşısında Müslüman Lazların tavrını Ahmet Tevfik de dile getiriyor. Bkz. Ahmet
Tevfik/ s. 23.; www.acikerisim.tbmm.gov.tr; Wiiliam Miller/ p.385.
[15]
Nazım Hikmet,
“Memleketimden İnsan Manzaraları”, Adam Yayınları, Yedinci Basım, İstanbul,
1992.
[16] Melahat Bul, “Lazca ile Mücadele
Kolu Başkanlığından Laz Kültürünün Araştırılmasına Uzanan Bir Yol: M. Recai
Özgün” Mjora, Sayı 1, Çiviyazıları Yayınları, İstanbul, 2000.
[17]Ali İhsan Aksamaz, vd., “Andilde Eğitim ve Azınlık Hakları, 1.
Baskı, Sorun Yayınları, İstanbul, 2005.
[18]
Yılmaz Avcı, “Türkçeyi Nasıl Öğrendik?”, Yeni Kafkasya
Gazetesi, sayı 3, İstanbul, 2002.
[19]
Yavuz Bahadıroğlu, “Kürtler, Lazlar ve sizler-bizler” Yeni Akit Gazetesi, 5 Ekim 2009.
[20]Nurdoğan Demir, “Hayde Biga Ezdi
Jile Bulurt” (21.02.2007), www.lazuri.com
[21]Ali İhsan Aksamaz, a.g.k.
[22]Aktaran: Selma Koçiva, Lazona, 1.
Baskı, Lazebura, Dortmund, 1999.
[23]
Aktaran: “Türkiye İhtilâlci İşçi Köylü Partisi Davası Savunma “, 1. Baskı,
Aydınlık Yayınları, İstanbul, 1974.
[24] Stalin
iktidarı, Lazları da Ahıska Türkleri, Hemşinliler ve Ahıskalı Kürtleri gibi
Türkiye sınırlarına yakın bölgelerden sürgün ederek soykırım uygulamıştır.
Lazlar da, Gürcistan’ın Acaristan Özerk Cumhuriyeti’niden Kazakistan,
Kırgızistan ve Özbekistan’a sürülmüşlerdir. Günümüzde Orta Asya’da yaklaşık 300
hane Laz yaşadığı sanılmaktadır. Bkz.: Nilüfer Devrişova, Bizim Ahıska
Dergisi, sayı 22, 2011, Ankara. Ayrıca Bkz.: “Kızıl Acaristan Salnamesi”
Acaristan Muhtariyeti Sosyalist Şura Cumhuriyeti Fırka Halk Komiteleri Merkez Bürosu, Batum,
1338/ 1922 (e-library.ircica.org).
[25]
Bkz.: Rıdvan Akar, “Bir Bürokratın Kehaneti Ya Da ‘Bir Resmî Metin’de Planlı
Türkleştirme Dönemi”, Birikim Sosyalist Dergi, sayı 110, Birikim Yayıncılık,
İstanbul, 1998.
[26]
www.nihal-atsiz.com. Ayrıca bkz.: Ali İhsan Aksamaz,“Asabi Olmak İçn
Mazeret Çok”, Birikim Sosyalist Dergi, sayı 77, Birikim Yayınları, İstanbul,
1995.
[27]
Aktaran: Selma Koçiva,
a.g.k.
[28]Georges Dumézil,
“Contes Lazes”, Institut d’éthnologie, Paris, 1937; Georges Dumézil,
“Documents Anatoliens Sur Les Langues et Les Traditions Du Caucase, IV : Récits
Lazes en Dialecte d'Arhavi (Parler du Şenköy)”, Paris, 1967.
[29] www.rizekulturturizm.gov.tr
[30]Sovyet
yönetiminin ilk yıllarında kültürel otonomiye sahip olan Sovyetler Birliği
Lazları, nüfus sayımlarına kendi etnik kimlikleriyle kaydedildi. Lazca anadil
okullar açıldı. Laz çocukları kendi anadillerinde de eğitim görmeye başladı.
Lazca, 1920’li yıllarda yazılı bir dil haline geldi. Latin Alfabesi’ne dayalı
bir alfabe kullanıldı. Lazca ders kitaplarının yanı sıra, kültür hayatıyla
ilgili kitaplar da yayımlanmaya başladı. Lazca tiyatro eserleri sergilendi, gazete ve broşürler çıkarıldı. Bu süreç
içinde ‘Mçhita Murutskhi’ adlı bir de gazete yayına başladı. 1937-38 siyasî
tasfiyeler döneminde Abhaz Halk Önderi Nestor Lakoba’dan sonra Lazca okullar
direktörü İskender Tzitaşi de Türkiye
hesabına casusluk yaptığı iddiasıyla idam edildi. Laz Halkının önderleri
baskılara uğradı. Laz Halkının kültür özgürlüğü engellendi. Bugünkü Batı
Gürcistan’dan Lazlar sürüldü. Bu insanlar sürüldükleri yerlerde eritilmeye
çalışıldı. Bkz.:Yura Argun,
“Abhazya’da Yaşam ve Kültür” (Çevirenler: Hayri Ersoy, Yalçın Karadaş) , s. 24,
Nart Yayıncılık, İstanbul, 1990; “Abhazya Parlamentosu’nun Açıklaması”,
Kafkasya Yazıları, Sayı 6, Çiviyazıları Yayınları, İstanbul, 1999; Ali İhsan
Aksamaz, “Sovyetler Birliğinin Milliyetler Politikası ve Kafkasya”, Yeni
Türkiye- 74, Kafkaslar Özel Sayısı- IV, Ankara, 2016.
[31]
Bkz.:Fahrettin
Kırzıoğlu, “Lazlar/ Çanarlar”, VII. Türk Tarih Kongresi, 2. Seksiyon,
Cilt I, Ankara, 1972.
[32]Asabi Gazetesi,
20.12.1997.Bkz.: Ali İhsan Aksamaz, “Doğu Karadenizde Resmî İdeolojiler
Kuşatması”, 2. Baskı, Belge Yayınları, 2011, İstanbul.
[33]
Bkz.: Fuat Dündar, “Türkiye
Nüfus Sayımlarında Azınlıklar”, Doz Yayınları, İstanbul, 1999.
[34]Aktaran:
Ali İhsan Aksamaz, “Laz Kültürel
Kimliğini Yaşatma Çabaları”, Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce, Cilt 4,
“MİLLİYETÇİLİK” sayfa: 924-926, İletişim Yayınları, 1. Baskı, İstanbul, 2002.
[35] Bkz.: Muhammed Vanilişi, Ali
Tandilava, ‘Lazların Tarihi’ (çeviren: Hayri Hayrioğlu, Ant Yayınları,
İstanbul, 1992. Bu kitap, 1964 yılında
Tiflis’te ‘Gamomtsemloba Sabçhota Sakartvelo’ tarafından ‘Lazeti’ adıyla
yayılanmış kitabın yeniden düzenlenmiş halidir.; Ayrıca bkz.: Ali İhsan
Aksamaz, “Sarp Sınır Kapısı”, www.hopam.com
[36]
Bkz.: Haşim Akman, “Laz Enstitüsü Kuruluyor”; Ahmet Hulusi Kırım, “Laz Burjuvazisi
De Destekliyor”, Aktüel, 8-14 Ekim 1992.
[37]Deniz Teztel, ”Lazlardan Alternatif Vakıf”, Cumhuriyet
Gazetesi, 19.01.1993.‘Girişim Komitesi’nin bu açıklamaları, 19.10.1983 tarih ve
2932 sayılı, ‘Türkçeden Başka Dillerle Yapılacak Yayınlar Hakkındaki Kanun’un
değiştirildiği bir döneme denk düşmektedir.
[38]Bugün Gazetesi, 31.01.1993.
[39]“Lazca Dergi Çıktı”, Hürriyet
Gazetesi, 10.11.1993; Toktamış Ateş, “Ogni Dergisi”, Cumhuriyet Gazetesi,
27.11.1993; Yalçın Pekşen, “Ogni: Skani Nena!”, Hürriyet Gazetesi, 30.11.1993;
Sadettin Kaşıkçı, “Lazlar Kimlik Arayışında”, Yörünge Haftalık Haber Dergisi,
sayı 155, İstanbul, 1993; Naki Özkan, “Artık Lazların Da Bir Dergisi Var”,
Ekonomi Politika (EP) Dergisi, sayı 53, İstanbul, 1993.
[40] Bkz.: “Ogni Kültür Dergisi”,
Sayı 1, İstanbul, 1993. Bu dergi, hem Türkiye Cumhuriyeti Lazları hem de
yurtdışında yaşayan Lazlar arasında büyük bir sevinçle karşılandı. Ne var ki,
bu dergi İstanbul DGM Savcılığı tarafından toplatıldı ve hakkında dava açıldı.
Dava beraatla sonuçlandı.
[41] Aktaran: M. Recai Özgün,
“Kurtuluşumuzun Öyküsü”, 1.Baskı, Sima Doğu Karadenizliler Hizmet Vakfı Yayını,
İzmit, 1998.
[42] Kimi yazarlar, hiç vazifeleri
olmadığı halde, Laz aydınlarının kendi anadillerini sahiplenmelerini casusluk faaliyeti ve
bölücülük olarak saymış ve ardından da kanunlardaki boşluklardan istifade
ederek bu insanları hedef göstermişlerdir. Bkz.: Ali Rıza Saklı, “Alman
Ajanlarınn Lazlar Üzerine Oyunları”, internetten yayın yapan net gazete, 2001;
Semih Tufan Gülaltay, “Tanrı’nın Türk’leri”, s.120-, 121, 133, Kafkas
Yayıncılık, İstanbul, 2003; ”Shalva Tevzadzenin
İddiaları”,www.gurculerinsesi.net; “Ali İhsan Aksamaz Kocaeli Gazetesinin
Yazarını Basın Konseyine Şikâyet Etti” , www.ozgurcerkes.com
[43]
Sima Laz Kültür ve
Dayanışma Vakfının Anayasa Teklifi Metni” için bkz.: www.slideshare.net
[44]Cumhuriyet Gazetesi, 16 Şubat
2002.
[45]Kanun no: 4771, Kabul tarihi: 03.08.2002, Resmî Gazete:
09.08.2002- 24841.
[47] Resmî Gazete, 25.01.2004 -25357.
[48]
09.07. 2009. Milliyet Gazetesi, 13. 06. 2004
tarihinde “Lazlar, Özel Yayına Karşı”
başlıklı bir haber yayınladı. Güya Lazlar TRT’nin Lazca yayın yapmasını
istemiyormuş. Bu gazetenin, bu haberinde bu Lazların kimler olduğu belli değil.
Milliyet Gazetesi, bu haberiyle Lazlardan tepki aldı. Bkz.: Ali İhsan Aksamaz,
“Bir Haberin Türkçesi”, Radikal Gazetesi/ Radikal İki, 04.07.2004. Milliyet
Gazetesini Ortadoğu Gazetesi izledi. Ortadoğu Gazetesi de, 14.06. 2004 tarihli “Lazlar’ın
Lazca Yayın İsyanı” başlıklı
haberiyle Lazlar arasında büyük tepki çekti. Bkz: Ali İhsan Aksamaz, “Asparagas Bir
Haber”, 22.06.2004, Birgün Gazetesi. Ali
İhsan Aksamaz, “TRT, Kararını Gözden Geçirmelidir”, Radikal Gazetesi/ Radikal
İki, 13.06.2004
[49] “Lazca Seçmeli Ders Oldu”,
www.eokul-meb.com
[50] Milliyet Gazetesi,
07.04.2011.
[51]www.kackar53.com
Fotoğraf kaynakları: Buba Kudava, Encyclopedia Britannica, taoklarjeti.com,turkcetarih.com,vikipedia, turksam.com, tarihakli.com, Lazca.org, kolkhoba.org, ozgurkocaeli.com, lazuri.com, besikduzu.bel.tr, lazi yayınları, siddethikayeleri.com, nasilolunur.net, patikaa.com,olay53.com)
Ali İhsan Aksamaz
aksamaz@gmail.com