Civciv,
otlamak için küçük bahçeye gitti. Orada
geziniyor, otluyordu. Bir elma ağacının altında otluyorken, ağaçtan bir yaprak
düşüp Civciv’in kuyruğuna dokundu. Civciv, çok korktu. Oradan kaçıp annesine
gitti.
--
Anne, anne! - Civciv seslendi.
--
Ne var, evlâdım, ne oldu sana böyle?
--
Anne, gök yarıldı.
Bir parçası da kuyruğuma düştü, kaçalım anne!
Hemen
oradan kaçtılar. Çok yol gittiler. Bir
Ördeğe rastladılar.
--
Hayır, hayır, oralarda gök yarıldı! Sakın gitme! - Kaz, Çakal’a böyle dedi.
--
Sen nereden biliyorsun?
--
Bana Ördek Kardeş söyledi.
--
Ördek Kardeş, sen nereden biliyorsun? - Çakal sordu.
--
Bana Tavuk Kardeş söyledi.
--
Tavuk Kardeş, sen nereden biliyorsun?
--
Bana Civciv’im, evlâdım söyledi.
--
Evlâdım, Civciv, sen nereden biliyorsun?
--
Ben kendi gözlerimle gördüm, göğün bir
parçası da kuyruğuma düştü.
Kurnaz
Çakal onlara şöyle dedi:
“Siz
hiç dert etmeyin! Benim çok iyi bir mağaram var. Oraya gidelim. Orada bize bir
şey olmaz.”
Kurnaz
Çakal’ın bu sözleri hepsinin de çok hoşuna gitti. Yola koyuldular. Mağaraya girdiler… Mağaraya girdikten sonra Kurnaz Çakal hepsini
afiyetle bir güzel yedi.
Onların
başına bütün bunlar küçük bir Civciv’in aklı yüzünden geldi.
+
ǮİP̆İLİ
Ǯip̆ili
getasuleşa idu ocuşeni. Gulun, cums. Ar uşkurişi ncaş tude ort̆uşi, but̆k̆a melu do Ǯip̆ilişi k̆udelis gyat̆u. Aşkurinu Ǯip̆ilis, imt̆u do nana muşişa komextu.
--
Nana, nana! - ucoxoms Ǯip̆ilik.
--
Mu noren, mu gağodu?
--
Nana, ʒa
gont̆roxu do ar finç̆a k̆udelis gemat̆u, bimt̆at, nana!
İgzales. Dido didi gzas ides do ar Bibi konages.
--
Bibi, so ulur? -Kotumek k̆itxu.
--
Oxorişa mebulur.
--
Hek ʒa
gont̆roxu. Ǯip̆ilik miǯu.
--Ǯip̆ili, si mik giǯu?
--
Ma toli çkimite bžiri, ʒaşi ar finç̆a k̆udelis gemat̆u.
Sumi-xolok
gza dokaçes. Ar mʒika idesşi, Ğorğoci konages.
--
Ğorğoci, si so ulur? - Bibik
k̆itxu.
--
Oxorişa.
--
Hek ʒa
gont̆roxu do muç̆o ulur?
--
Si mik giǯu?
--
Kotumek miǯu.
--
Kotume, si mik giǯu? - K̆itxu Ğorğocik.
--
Ǯip̆ilik
miǯu.
--
Ǯip̆ili,
si mik giǯu?
--
Ma toli çkimite bžiri, ʒaşi ar finç̆a ma k̆udelis gemat̆u.
Ğorğocis daceru do haǯi oxto-xolo ti nulunan. İdesşi, mk̆yapu konages.
--
Mk̆yapu, so ulur? - Ğorğocik k̆itxu.
--
Oxorişa.
--
Var, var, hek ʒa gont̆roxu, mo ulur! - Uǯu Mk̆yapus Ğorğocik.
--
Si mu giçkin?
--
Bibik miǯu.
--
Bibi, si mu giçkin? - Mk̆yapuk k̆itxu.
--
Kotumek miǯu.
--
Kotume, si mu giçkin?
--
Ǯip̆ilik
miǯu.
--
Ǯip̆ili,
si mu giçkin?
--
Ma toli çkimite bžiri, uci çkimite bogni, ʒaşi ar finç̆ati k̆udelis gemat̆u.
--
Ma k̆ayi mağara miğun, Mk̆yapuk mutepes uǯumers, hek bidat mutu var mağodenan.
["Ǯip̆ili/ Civciv" başlıklı fablın Türkiye'de yayınlandığı kaynak: Ali İhsan Aksamaz, “Dil-Tarih- Kültür- Gelenekleriyle Lazlar”, 1. Baskı, Sorun Yayınları, İstanbul, 2000]
Anadolu coğrafyası,
birçok halkı sinesinde barındırıyor. Bu halkların bazıları; Lazlar, Araplar,
Gürcüler, Kürtler gibi Anadolu’nun yerlisidir. Bazıları da Abhazlar, Çeçenler,
Boşnaklar, Çerkesler gibi başka diyarlardan çeşitli sebeplerle göçüp Anadolu’ya
yerleşmişlerdir.Kimileri Anadolu’nun
belirli bir bölgesinde çoklukla, kimileri de Anadolu’da dağınık bir şekilde
yaşarlar. Bu halklar ister Anadolu’da yerli ve toplu olarak yaşasınlar, isterse
de göçmen ve dağınık olarak yaşasınlar artık Anadolu’nun öz evlatlarıdır;
Anadoluludurlar ve sosyal kaderleri de aynıdır. Bu gerçeklik, en az yüzyıl
böyledir.
Bu halklar kendi ana dilleriyle
ve kültürleriyle yalnızca Anadolu’nun değil, bütün insanlık tarihinin
dinamizmini ve zenginliğini de oluştururlar.
CHP’nin ideologluğunu
ve politikalarının da uygulayıcılığını yaptığı hâkim sınıflar, taa başından
beri bu halkları, ana dillerini ve kültürlerini yok saydı. Yok saymakla da
kalmayıp onları inkâr, imha ve asimilasyon politikalarıyla yok etmek için
elinden geleni yaptı. Önce Osmanlı İmparatorluğu’nun tasfiye yılları, Sovyet
Devrimi’nin ortaya çıkış yılları ve ardından da“Soğuk Savaş”yılları dedikleri, CHP’nin tek parti burjuva diktatörlüğü
ve onun haleflerine cömertçe engelsiz yıllar sundu.Sovyetler Birliği’nin çözülüşü, CHP’nin
projelerinin de yine taa başından beri başarısız olduğunu da gözler önüne
serdi. Günümüzde bütün yakıcılığıyla yaşadığımız “Kürt Ulusal Sorunu”, bunun en
belirgin ve net bir örneğidir.
Siyasî literatürde
“Millî Mesele” ve “Milliyetler Meselesi” olarak da bilinen bu soruna“Sosyalist Sol”başından beri somut projeler üretemedi,
Anadolu halkını meydana getiren çeşitli ana dillerden, kültürlerden ve
dinlerden, mezheplerden insanların emekdaşlık temelinde hem kendi kimliğini hem
de ortak Vatan Emekdaşlığı kimliğini bilinç, kararlılık ve kıskançlıkla
savunabileceği somut projeler üretemedi. Onların kültürel ve siyasal haklarının
savunulması noktasında da zayıf kaldılar. Sovyetler Birliği’nin çözülmesi;
birçok toplumsal olay, olgu ve sürecin daha iyi anlaşılmasına ve yorumlanmasına
katkı sağlayacak bir ortamın da ortaya çıkmasına imkân sağladı.
Türkiye’nin “Millî
Meselesi” ve “Milliyetler Meselesi”vardır.Bu vb. sorunların artık
slogan ve ajitatif lakırdılarla da geçiştirilemeyeceği açıktır. Sorunun
anlaşılması ve çözümü için somut projeler üretilmesi gerekmektedir. Bu ise bir
kişinin değil, konuya somut gerçeklikten hareketle kafa yoracak, emekçi
halklarımızın sosyal kurtuluşunu gündeme getirecek tüm ilerici Anadolu
aydınlarının görevidir. Emekçilerin sosyal ve siyasal hakları için somut
projeler üretemeyen “Sosyalist Sol”un, aynı emekçileri meydana getiren
halkların sosyal, siyasal ve kültürel hakları için somut projeler üretmesi söz
konusu olamazdı; öyle de oldu. Bu somut gerçekliğin de en belirgin örneği yine
“Kürt Ulusal Meselesi”nin gündemdeki arayış ve yönelişlerinde yaşandı.“Sosyalist Sol”un , “Kürt Ulusal Meselesi”ne,
sanki bütün bu gelişmeler başka bir ülkede yaşanıyormuşçasına uzun yıllar kayıtsız
ve ilgisiz kalması, konunun taraflarıyla tartışmamış ve somut projeler
üretememiş olmasından kaynaklanmaktadır. Kimi “Sosyalist Sol” örgüt ve
aydınlarının sınıfsız, sınırsız, sömürüsüz, eşitlikçi ve özgürlükçü bir
toplumda ancak çözüme kavuşturulacak olan bir sorunun sınıflı ve sömürücü
toplumlarda çözüleceğini hayal etmesi büyük bir paradoks sayılmalıdır. Ayrıca,
“Sosyalist Sol” bu türden konu ve sorunların hegemonların denetim ve kuşatması
altındaki sınıflı, sömürücü toplumlarda nasıl gündeme taşınacağından ve nasıl
bir çözüm yöntemi üretileceğinden de oldukça uzaktadır.
Sovyetler Birliği’nin
çözülmesiyle ve geçici yenilgisiylebaşlayan süreç, en temel konularda
hem devletin resmî söylemlerinin hem de “Sosyalist Sol”un çeşitli söylemlerinin
yasak savar, hamasete dayalı ve kof olduğunu gözler önüne sermiştir.Ne var ki, hamaset dolu ve kof söylemler hâlâ
çeşitli kesimlerde etkisini sürdürmektedir. Bu da yine sorunların çözümsüzlüğünü
ve kısır döngüyü dayatmaktadır.
Lazlar konusu da,
Türkiye’nin “Millî Mesele”, “Milliyetler Meselesi” dâhilinde değerlendirilmesi,
anlaşılması, somut projeler üretilmesi gereken bir konudur. Araplar gibi,
Gürcüler gibi vd. gibi. “Sosyalist Sol”un, Türkiye’deki“Millî Mesele” ve “Milliyetler Meselesi”ne ilişkin
somut çözüm projelerinin olmaması ve devletin resmî ideolojisinin yıllardır yok
saydığı bu halkın içinden çıkan bir grup Laz aydınını, aynı bazı Çerkes
aydınları gibi, aynı bazı Gürcü aydınları gibi, kimliklerini geleceğe taşıma
noktasında bir arayışa itti. Böylece 1992’nin sonlarında Laz aydınları arasında
bir hareketlenme başladı. 1992’nin sonlarında başlayan bu hareketlilik halen
devam etmektedir. Bu hareketlilik bir türlü durulamamış, somutlaşmamış,
kolektif bir duruşa, net bir çizgiye kavuşamamıştır. Sıkıntı da buradadır. Laz
Aydınlarının bir kimlik sorununun bulunduğu açıktır. Böyle olunca da Laz
aydınları, somut gerçeklikten hareketle kimlik mücadelesine yönelememişlerdir.
Kimlik mücadelesi hem kültürel hak mücadelesi hem de siyasî hak mücadelesi
vermeyi gerektirmektedir. Aydınların kimlik mücadelesini de aydının yaslandığı
sınıfsal konumu ve sınıfsal tercihi etkilemektedir.
Günümüzde
bazı Laz aydınları arasındaki “sen-ben” kaynaklı ve geçmişi uzun yıllara
dayanan ilkesizlik, bilimsellikten uzak tavırlar, kişisel sürtüşmeler ve bunun
sonucun da “Arş-ı Ala”ya çıkan belden aşağı vurmalı dedikodular, kimlik sorunu
mücadelesine ağır darbeler vurmaktadır. Bunun sonunda da kişisel/ grupsal
saflaşmalar yaşanmaktadır. Bu durum, kimlik sorunu mücadelesinin kültürel hak
ve siyasal hak gibi iki yönü bulunduğunu da gözlerden uzakta tutmaktadır.
Kendilerine Laz aydını diyen ya da öyle bilinen insanların hem kültürel hem de
siyasal haklar için beraberce mücadele etmeleri gerektiğini söylemeye gerek
bile yoktur. Aralarında geçmişten kalan hesaplaşmaları, bir araya gelerek,
somut durumu irdeleyip tartışarak, çözüm yöntemleri üreterek en kısa zamanda
sonuçlandırmaları gerekmektedir. Bundan sonra da süratle oluşturacakları somut
çizgi, duruş, tavır ve projelerle kültürel ve siyasal hakları için kimlik
sorunu mücadelesine girişmelidirler.
Lazca, atalarımızın ana
dilidir. Bizim ana dilimizdir; ruhi şekillenmemizdir; kimliğimizdir. Lazca,
binlerce yıllık üretim, mülkiyet ve paylaşım ilişkileri içinde doğdu; gelişti;
bizlere ulaştı.
Kapitalizm, elinin
altında tuttuğu her çeşit kitle iletişim araçlarını acımasızca kullanıyor.
İnsanları çevresine, topluma ve kendisine yabancılaştıran, düşünmeyen,
araştırmayan, sorgulamayan, duyarsız, hareketsiz, obez, hastalıklı fakat yalnızca
tüketen ve itaat eden zavallı yaratıklar haline getirmeye çalışıyorlar.
Kapitalizmin en ince hücrelerimizi bile ele geçirdiği bir durumda dünya tek
pazar olacak. Tek dil olacak. Tek kültür, çılgınca tüketme ve doğayı yok etme
kültürü olacak. Kapitalizm; Lazcanın da, Laz kimliğinin de düşmanıdır. Lazca
da, Laz kimliği de, Laz kimliğinin can çekiştiği coğrafyanın doğası da
kapitalizmin boy hedefleri arasındadır.
Kimlik mücadelesi;
kapitalizme, emperyalizme karşı dik, onurlu ve ilkeli bir duruşu gerektirir.
Kimlik mücadelesi, hem emperyalizmin saldırısına, hem egemen ulus
kapitalizminin saldırılarına karşı, hem ülkemizin diğer ezilen, sömürülen,
asimile edilen kimlikleriyle, hem de komşu ülkelerin emekçi halklarıyla
emekdaşlık ortak paydasında anti-emperyalist (emperyalist kapitalizme karşı)
beraber bir duruş ve mücadeleyi de gerektiriyor.
Lazca, atalarımızın ana
dilidir. Bizim ana dilimizdir; ruhi şekillenmemizdir; kimliğimizdir. Lazca,
binlerce yıllık üretim, mülkiyet ve paylaşım ilişkileri içinde doğdu; gelişti;
bizlere ulaştı.
İşte bu anlamda; ABD ve
AB emperyalizminin gizli ve açık kültürel, siyasî vb. kurumlarıyla, bizi
çelişkili davranmaya yöneltecek her türlü ilişkiyi en baştan reddetmek
zorundayız. Bugüne kadar kimliğimizi törpüleyen, yok etmeye çalışan burjuva
resmî ideolojisi ve resmî tarih tezlerinin uygulayıcılarının arkasında
kapitalizmin ve emperyalizmin bulunduğunu görmemezlikten gelip, onlarla
işbirliğine giremeyiz. AB ve ABD emperyalistlerinin kurumlarıyla ilişkiye
girmek ve onlardan medet ummak kimliğimize vuracağımız en büyük darbedir.
Dünyanın bütün emekçi halklarının sosyal, siyasal ve kültürel haklarını içinden
çıkılmaz bir duruma sokan ve sömüren emperyalist-kapitalist sistemdir.
Atalarımızdan bize
miras kalan Laz kimliğini çocuklarımıza kurumsallaştırarak aktarma mücadelesini
yürütmek üzere; yaptığının farkında olan bütün samimi Laz aydınlarının
anti-emperyalist, anti-kapitalist bir platform oluşturması gerekmektedir.
Dünya, içinde yaşadığımız bölge ve Türkiye yeniden şekilleniyor.
Önümüzdeki günlerde yeni anayasa çalışmaları başlayacak. Laz aydınları bütün bu
ve buna benzer olay, olgu ve süreçleri değerlendirmek, tüm emekçi halkların ve
Laz kimliğinin yasalar ve anayasada güvence altına alınması için ortak görüş,
düşünce ve önerilerini açıkça ortaya koymak zorundadırlar. Bu yapılmazsa Laz
kimliğini, bugüne kadar olduğu gibi bundan sonra da hiçbir kurumun ciddîye
alması söz konusu olamayacaktır. Böyle bir durumda, Laz kimliği ancak tabi ve
yönlendirilen çalışmalara payanda olarak kullanılmaktan öte bir işleve sahip
olamayacaktır. Bu kabul edilebilir bir durum değildir.
Kendilerine Laz aydını diyenlerin, bugüne kadar yaptıklarını ve
söylediklerini dürüstçe gözden geçirmeleri gereklidir. Öncelikle de emperyalist
kuruluşlara angaje olarak Laz kimlik mücadelesi verilemeyeceğini, bunun hem Laz
kimliğine hem de içinde yaşanan ve emekdaşlıkla oluşturulan ortak vatan
duygusuna taban tabana zıt olduğuna inananların bir araya gelmesi ve mücadele
yürütmeleri gerekmektedir.
Kimlik mücadelesinin ne olduğu açık bir şekilde tanımlanmalıdır.
Gastronomik, folklorik, akademik ve nostaljik çalışmaların tek başına anlamlı
olmadığı görülmelidir. Bu noktadan hareketle Laz aydınları kendilerini
tanımlamalıdır. Tanınmış ya da “popülaritesi” olan kimi Laz kişiliklerinin
arkasına sığınmak, onların gölgesinde kişilerin kendilerine yer açması da tek
başına kimlik mücadelesi değildir. Laz aydınlarının ilericilik iddiası yeniden
sınanmaktadır. Bu sorunun çözüme kavuşturulması her şeyden önce bireyci,
benmerkezci, dar grupçu ve kariyerizm rahatsızlıklarından arınmasını
gerektirir.
Laz aydınları; başkalarına, başkalarının çalışmalarına destek olarak da
kendi kimliklerini yaşatmış olmazlar.
Laz aydınları; 31 Mayıs 2011 tarihinde Hopa’da yaşanan olayları nasıl
değerlendiriyor? Çaydaki sömürü ve çay politikaları konusunda neler
düşünüyorlar? Sarp Sınır Kapısı’ndan pasaportsuz gidiş-gelişler konusunu nasıl
değerlendiriyorlar? Kendi coğrafyalarında yaşanan olaylara, Somali’de yaşanan
olaylara yaklaştıkları şekilde mi yaklaşmayı düşünüyorlar? Laz Kültürel
Hareketi Nedir? Kimlik Mücadelesi nedir? Laz aydınları, kendileriyle ilgili
olay, olgu ve süreçlerin nesnesi mi, öznesi mi olacaklar?
Kafkasya’da önemli gelişmeler yaşandı. Gidişat daha da önemli
gelişmelerin yaşanacağına işaret ediyor. Bu konuda; olay, olgu ve süreçleri Laz
aydınları iyi okumak zorundadır. Abhazya’da 1992’de yaşananları yeniden
değerlendirmeliyiz. Ortaya çıkması muhtemel gelişmelere kafa yormalıyız.
2008’de Gürcistan ve Rusya Federasyonuarasındaki savaş hali ve ardındaki gelişmeleri nasıl değerlendiriyoruz?!
Bu gelişmeler Laz kimliğine ne katacak, ne götürecek?! Dilsel ve kültürel
akrabalığımızın bulunduğu Kafkasya’daki gelişmelere sırtımızı dönerek nereye
varabiliriz?!
2008’den sonra her yıl Türkiye’de yapılan Rusya protestolarına nasıl bir
tavır alacağız?! Bu protestoları, fikri derinlikten yoksun, ama kameralar
önünde boy göstererek bu işlerden nemalanmak isteyenlerin insafına mı
bırakacağız?!
Evet, bugünkü zaman diliminde ve bu dünyada yaşıyoruz. Laz aydınlarının;
dünyayı, sosyal gelişmeleri ve bütün olarak bunlarla bağlantılı kendi
kimliklerini ve geleceklerini değerlendirmeleri ve ortak bir duruşla eğilmeden,
bükülmeden bir mücadele vermeleri gerektiği açıktır. Kendilerini kültürel ve
siyasal haklar mücadelesinde başarıya ulaştıracak ve geleceğe taşıyacak olan da
ancak budur. (02.VIII.
2011)
[Kaynak: Ali İhsan
Aksamaz, “Laz Aydınları ve Sorumluluk/ Önsöz”, Sorun Yayınları, İstanbul, 2011]
Doğu
Karadeniz'de Resmi İdeolojiler Kuşatması/ Birinci Baskıya Sunuş
Sovyetler Birliği'ni oluşturan on beş birlik
cumhuriyetinin çözülme sürecine girmesi, bu ülke içinde ve dışında birçok
gelişmeyi de beraberinde getirdi. Öncelikle bu ülkede “etnik çatışmalara” tanık
olundu. Sovyetler Birliği'nin çözülüşüyle başlayan süreç ise, bu ülkenin
“milliyetler politikasının” da sorgulanmasını gündeme getirdi. Aynı süreçte,
ülkemizde varlıkları bilinmekle beraber resmî ideolojinin yok saydığı ve
kendilerini kültürel anlamda bile olsa ifade kanallarını tıkadığı “etnik
gruplar”ın da kendilerini şu ya da şu şekilde ifade etmeye başladığını
görüldü. Resmî ideolojinin emrindeki resmî tarih tezleri, bu “etnik gruplar”ın
geçmişlerini karartma konusunda hatırı sayılır bir ölçüde yol kat etmiş olsa
da, ülkenin yaşayan dilleri bütün dayatmaları yine bu süreçte etkisiz kılmaya
başlamıştır.
Literatürde “milliyetler meselesi,” çok genel
kullanım ifadesiyle “etnisite” Türkiye’de hemen hiç kafa yorulmamış bir
alandır. “Sağ” ve “sol”un da “etnisite” konusunda resmî ideoloji ve resmî tarih
tezleriyle hiçbir sorunu olmamış, aynı politikaları gütmüşlerdir. “Muhalif
sol” da “etnisite”nin bir “sorun” olduğunun farkına varamadığı için
“politikalar” geliştirememiştir.
Dün olduğu gibi bugün de “sağ” ve “sol”, “soğuk
savaş yılları”nda olduğu gibi “etnisite”ye ilişkin resmî tezleri birbirleriyle
yarış halinde sahiplenmektedir. Anayasa ve bazı yasalardaki değişikler “somut
gerçeklikler” ve ihtiyaçtan hareketle değil, sırf AB'ye girebilmek umuduyla
gerçekleştirilmektedir. “Muhalif İslâmî kesim”, kendisini de inkâr eden resmî
ideolojinin etkisinden kendisini kurtaramadığı için henüz “etnisite” konusunu
görememektedir.
“Muhalif Sol”, “Lenin Yoldaş şöyle dedi” ve “Stalin
Yoldaş bunu dedi”yi henüz aşamamıştır. Bunların, Sovyetler Birliği'nin “milliyetler
politikası”nı eleştirenleri “emperyalizmin safında sosyalizme saldırmakla,
emperyalizme hizmet etmekle” suçlamaları da politikasızlıklarının açık bir
göstergesidir. Sovyetler Birliği'nin tutarsız “milliyetler politikası”
yalnızca bu ülke içindeki bazı milliyetlerle ilgili olumsuzluklara sebep
olmakla kalmamıştır; diğer ülkelerdeki resmî ideolojilerin baskısı altındaki
milliyetlerin de bu olumsuzluklardan derinden etkilenmelerine ve sahipsiz
kalmalarına sebep olunmuştur.
Meselâ Sovyet yönetiminin Kafkasya'da uyguladığı
“milliyetler politikası” incelendiğinde, “birlik cumhuriyeti”, “özerk
cumhuriyet” veya “özerk bölge” siyasî örgütlendirme temelinde “kültürel hak”
veya siyasî örgütlendirme temelinde olmayan “kültürel hak” gibi kavramlarla yüz
yüze gelinmektedir.
Sovyet yönetiminin 1930'lu yılların sonlarına kadar
Kafkasya'da uyguladığı “milliyetler politikası”nı ele alacak olursak, bu politikanın
olumlu ve olumsuz yönleriyle günümüzde de farklı ana dillerini konuşan çeşitli
“etnik grupları” bünyesinde barındıran ülkeler için önemli bir “örnek”
oluşturduğu görülecektir. Bu dönemde Kafkasya’da uygulanan “milliyetler
politikası” kendi içinde bir bölgeden diğerine veya bir “etnik gruptan”
diğerine yönelik tutarsızlıklar taşımasına rağmen, kendilerine ait ana dilleri
olan sayıca daha az “etnik gruplardan” bazıları çeşitli temellerde “kültürel
haklara” kavuşmuştur.
Yaklaşık son on yıldan bu yana “etnisiteye” ilişkin
olarak Türkiye'de yayımlanan telif ve tercüme eserler, başlarda çok genel
anlamda resmî ideoloji ve resmî tarih tezlerinin etkilerinin şu ya da bu ölçüde
kırılmasında katkı sağlamışsa da, bu eserler somut tespitler yapmak ve özgün
çözüm yolları göstermekten uzaktır. Meydan günümüzde “mikro-milliyetçi
unsurların” eline kalmıştır. Yeni resmî ideolojiler ve yeni resmî tarih tezleri
yaratılmaya çalışılmakta, “kimliğimi ifade ediyorum”un adına insanların kafası
bulandırmaktadır ve insanlara “kimlik” dayatılmaya çalışılmaktadır. Bunların
telif ve tercüme eserleri “post-modern zamanlarda” bazı yayınevlerinin ekmek
kapısı haline gelmiştir; şimdilerde “etnisite” satıyor.
Yakın bir geçmişte
bazıları “sol” bazıları da “sağ” cenahta yer alırken Türkiye'deki resmî
ideoloji ve resmî tarih tezlerinin etkisinde“kültürel ve dilsel” aidiyetlerinin farkına varamayan ve birbirleriyle
de vuruşan aynı “etnik grubun bazı aydınlarının” bile günümüzde omuz omuza
mikro-milliyetçiliğe soyunmaları tehlikeli sonuçlara yol açabilecek bir gelişme
olarak karşımızda durmaktadır.
Günümüzün “yorgun demokrat” veya onların “çömezi”
hüviyetli “post-modern” mikro-milliyetçiler, “dayatılan alanda dayatılan
kavramlarla etnisite bezirgânlığı” yapmaktadır. Resmî ideolojinin bastırdığı
kimliklere aidiyet duyan bu insanlar, kendilerini yok sayan anlayışa duydukları
kini, aynı resmî ideolojinin yok saydığı bir başka kimliğe yönelerek çıkarmaya
çalışmaktadırlar. Hem de resmî ideolojinin kendilerine bu alanda sunduğu engin
tecrübeyle! Bu mikro-milliyetçiler, eğer başka coğrafyalarda aidiyet duydukları
milliyetin bir de “devleti” varsa daha da pervasızca hareket edebilmekteler. Gidip
hayatlarının bundan sonraki kalan kısımlarını “vatanlarında” tamamlamayı göze
alacak cesaretleri nedense hiç bulunmayan bu “post-modern dönem”
mikro-milliyetçiler, halkları birbirlerine düşman etmeye çalışarak tehlikeli
oyunlar oynamaktalar.
“Etnisite”, resmî ideoloji yok sayıcılığı ile
mikro-milliyetçiliğin şovenizmi arasında sıkışıp kalmıştır. “Etnisite” kültürel
özellikli olmakla beraber politik bir konudur. Dolayısıyla da ülkenin somut
gerçekliğinden hareketle politikalar üretecek politik irade ve kararlılığa
ihtiyaç vardır.
Bu kitapta yer alan makaleler, Kafkasya ve
Türkiye'de yaşayan “Kafkasya Kültür kökenli” “etnik gruplarla” ilgili olup
tamamına yakını daha önce “Tarih ve Toplum,” “Yeni Kafkasya” ve “Sorun Polemik”
adlı periyodiklerde yayınlanmıştı. Gözden geçirilen ve gerektiğinde ara başlıklar
konulan bu makaleler, kendi aralarında bir devamlılığı sağlayacak şekilde
sıralanmıştır.
Makalelerin bir
arada yayınlanmasını teklif eden ve yapıcı eleştirileriyle bu kitaba katkıda
bulunan “Sorun Kolektifi”ne şükranlarımı sunarım. (27. VII. 2003)
+
[Önerilen okumalar: Ali İhsan Aksamaz, “Lazlar, Çerkezler ve
Kürtler…”, 1995/ circassiancenter.com.tr; Ali İhsan Aksamaz, “Pontos Kültürü”ne
Dipnot”, Kafkasya Yazıları, Sayı 7, Sonbahar, Çiviyazıları Yayınevi,
İstanbul,1999; Ali İhsan Aksamaz,
“Bilinçli Olarak Geciktirilmiş Bir Değinme”, Tarih ve Toplum Dergisi”, Sayı
161, Mayıs 1997, İletişim Yayınları/ circassiancenter.com.tr; Ali İhsan
Aksamaz, “Yetersiz Bir Laz Kültürü Araştırması” Kafkasya Yazıları, Sayı 6,
Çiviyazıları Yayınevi, İstanbul, 1999/ circassiancenter.com.tr; Ali İhsan
Aksamaz, “Demagoji uzmanları!”, 05. VI. 2002/ circassiancenter.com.tr; Ali
İhsan Aksamaz, “Resmî Tarih Resmî Tarihe Karşı: “Hemşin Gizemi”, Sorun Polemik
Marksist İnceleme- Araştırma Dergisi, Sayı 4, Güz 2002, Sorun Yayınları/
circassiancenter.com.tr; Ali İhsan Aksamaz, “National Geographic”in Doğu
Karadeniz’i”, Sorun Polemik Marksist İnceleme- Araştırma Dergisi, Sayı 6, Bahar
2003/ circassiancenter.com.tr; Ali İhsan Aksamaz, “Bir Resmî Tarih Denemesi:
Abhazya Tarihi”, Sorun Polemik Marksist İnceleme- Araştırma Dergisi, Sayı 7,
Yaz 2003/ circassiancenter.com.tr; Ali İhsan Aksamaz, “Doğu Karadeniz'de Resmi
İdeolojiler Kuşatması/ İkinci Baskıya Sunuş”, circassiancenter.com.tr, 26. III.
2010]
[Kaynak: Ali İhsan Aksamaz, “Doğu Karadeniz'de Resmi İdeolojiler
Kuşatması/ Birinci Baskıya Sunuş”, Sorun
Yayınları, İstanbul, 27. VII. 2003]
“Mübâdele”, Arapça kökenli bir kelime. TDK Sözlüğü, kelimenin
anlamını şöyle açıklıyor: “Değişim”. “Mübâdil” ise,
“başkasının yerine
getirilmiş, mübâdele edilmiş,” diye açıklanıyor.
30 Ocak
1923’de, T.B.B.M. Hükümeti ile Yunanistan Hükümeti arasında imzalanan “Nüfus
Mübâdelesi Anlaşması”nın ardından Anadolu’dan Yunanistan’a büyük bir Ortodoks
Hıristiyan “mübâdelesi”, Yunanistan’dan da Anadolu’ya büyük bir Müslüman
“mübâdelesi” yaşandı.
İki
ülke arasında yapılan bu anlaşmayla yaşanan karşılıklı bu kitlesel “göçlere”
ilişkin çeşitli kaynaklar, çeşitli rakamlar vermektedir. Konumuz, bu rakamların
azlığı veya fazlalığı değil, Müslüman ve Hıristiyanların yaşadıkları trajediler
olmalı!
Kimi
rakamlara göre, Anadolu’dan 1.200.000 Rum- Ortodoks Hıristiyan Yunanistan’a,
Yunanistan’dan da 500.000 Müslüman- Türk de Anadolu’ya “göç etmek” zorunda
kalmıştır. “Nüfus Mübâdelesi Anlaşması”yla İstanbul,
Gökçeada ve Bozcaada’nın Rum- Ortodoks Hıristiyanları ile Batı
Trakya’nın Müslümanları, bu mübâdele dışında bırakıldı.
Bu “Nüfus Mübâdelesi
Anlaşması”nda göz önünde bulundurulan “mübâdillerin”
etnik kökenleri ve/ya konuştukları “ana dilleri” değil, dinleriydi.
O günkü
şartlarda, “Rum- Ortodoks Hıristiyan” tanımı, nasıl yalnızca Anadolu’daki “Rum
etnik kökeni”nden olanları ifade etmiyorsa, “Müslüman- Türk” tanımı da yalnızca
Yunanistan’daki “ Türk Etnik kökeni”nden olanları ifade etmemektedir.
Anadolu’dan Yunanistan’a “göç eden” Rum- Ortodoks
Hıristiyanlar arasında “anadili” Türkçe olan Gagavuzlar ve “Karamanlılar”
ile “Pontoslular” bulunduğu gibi, Yunanistan’dan Anadolu’ya “göç edenler”
arasında “anadilleri” Türkçe olmayan Müslümanlar da vardı.Bulgarca ya da Makedonca
konuşan Pomaklar, Rumca konuşan Patriyotlar ve
Arnavutça konuşanlar ile Ulahlar da bu “Nüfus Mübâdelesi
Anlaşması”sıyla Yunanistan’dan Anadolu’ya “göç eden” Müslümanlar arasındadır.
“Nüfus
Mübâdelesi Anlaşması”sının sonuçlarından hareketle makalemde,
kısaca “Efsanelerde Livera Geyikleri” adlı kitabı tanıtacağım. Çünkü bu kitap, T.B.B.M. Hükümeti ile Yunanistan Hükümeti
arasında imzalanan “Nüfus Mübâdelesi Anlaşması”ndan etkilenerek Karadeniz
Bölgesi’nden Yunanistan’a “göç eden” Rum-
Ortodoks Hıristiyanlara ilişkin hikâyeleri de içeriyor.
Kitap, “Heyamola Yayınları”ndan çıktı. “Efsanelerde
Livera Geyikleri”, 2017’de vefât eden değerli eğitimci-yazar Yusuf Bulut’un
eseri. Yusuf Bulut, 1949’da, Trabzon- Maçka’nın Livera (bugünkü adıyla Yazlık)
Köyü’nde doğmuş.
Livera Halkı, Osmanlı olmanın şeref ve
itibarının kendilerinden sorulduğuna inanır ve bunu da kıskançlıkla savunurmuş.
Bunun da kendilerine göre bir sebebi varmış. Çünkü Osmanlı Sultanlarından Yavuz
Sultan Selim’in annesi Gülbahar Hatun, Livera Köyü’denmiş. Bu yüzden Livera
Köyü, birçok ayrıcalığa sahipmiş. İşte bu vb. sebeplerden, o zamanların Livera
Köyü’nün Müslüman ve Hıristiyanları, Gülbahar Hatun’un şahsında Osmanlı
Ülkesine olan büyük bağlılıklarıyla övünürlermiş. Eğitimci-yazar Yusuf Bulut, kitabında
bu bilgileri de aktarıyor.
Yusuf Bulut, Livera/ Yazlık
Köyü’nden yolculuğa çıkıyor ve bizleri yüzyıl öncesinin Doğu Karadeniz Bölgesi
insan ilişkilerine götürüyor. Kitabında,sözlü tarih aktarımlarından da büyük ölçüde faydalanıyor.
Yusuf Bulut,sıradan insan hikâyeleriyle, o dönemin
üretim, mülkiyet ve paylaşım ilişkileri konusunda değerli bilgiler aktarmakla
kalmıyor, “Nüfus Mübadelesi Anlaşması”yla
Livera Köyü Hıristiyanlarının yaşadığı trajedileri de
bizlere hatırlatıyor.
Burada sözü Yusuf Bulut’a
bırakıyorum:
“[…] Haklarında karar verilmiş, Türkiye Hıristiyanları
ile Yunanistan Müslümanları takas ediliyor…
Kara Hasan Efendinin evinde olan sıkıntı daha
başkaydı. Üç oğlu vardı; en küçüğü Şahin, on yedi yaşında yeni yetme bir
delikanlıydı… Mesele şu ki; arkadaşı Antonis ve ailesi ile beraber muhacir
gitmek istiyor…
Tasos Efendinin özürlü ve hasta oğlu vefat etmişti.
Bütün köy halkı cenazeye akın etti… definden sonra Georgios Kilisesinin önünde
dua yapılacaktı… Papazın yakınında duran Tasos Efendiye yaklaştı, kulağına
doğru eğildi; “Tasos Amca,” dedi. “Biliyorsun ben de sizinle geleceğim ama mübâdil
evrakım yok. Filipos’un evraklarını istiyorum senden, ver de bundan böyle senin
oğlun olayım.”
Adam dikkatle baktı ona;
“Ama sen Müslümansın!”
“Olsun, Tasos Amca, ikimiz de Liveralı değil miyiz?”
Bu söz karşısında hiç
ikilemedi Tasos, başka bir şey de diyemedi. Elini cebine soktu, diğerleri
arasından Filipos’un evrakını çıkardı verdi. Şahin boynuna sarıldı adamın…”
Karadeniz Bölgesi’nde
yüzyıl öncesi bir zaman dilimine kadar yan yana yaşamış Müslüman ve
Hıristiyanların o günlerdeki gündelik yaşam ve karşılıklı ilişkilerini öğrenmek
istiyorsanız, değerli eğitimci-yazar Yusuf Bulut’un bu eşsiz eserini mutlaka
okumalı ve okutmalısınız. (17. I. 2020)
[Önerilen Okumalar: Ari Çokona, “20. Yüzyıl Başlarında Anadolu ve
Trakya’daki Rum Yerleşimleri”,Literatür
Yayınları, İstanbul, 2016; Ali İhsan Aksamaz, “İki Ayrı Tarih ve İki Ayrı
Kültürün İki Ayrı Dili: Pontosça ve Lazca”, Kafkasya Yazıları, Sayı 5,
Sonbahar, Çiviyazıları Yayınevi, İstanbul, 1998; Ali İhsan Aksamaz, “Pontos
Kültürü”ne Dipnot”, Kafkasya Yazıları, Sayı 7, Sonbahar, Çiviyazıları Yayınevi,
İstanbul,1999; Ali İhsan Aksamaz,
“Lazlar ve “Pontuslular”/ Rumlar”, 14- 20. II. 1999, (“Dil-Tarih-Kültür-Gelenekleriyle
Lazlar”, 1. Baskı, Sorun Yayınları, 2000; 2. Baskı, Belge Yayınları, İstanbul,
2014)]/ aliihsanaksamaz.blogspot.com/;
Ali İhsan Aksamaz, “National Geographic”in Doğu Karadeniz’i”, Sorun Polemik
Marksist İnceleme- Araştırma Dergisi, Sayı 6, Bahar 2003 (“Doğu Karadeniz’de
Resmî İdeolojiler Kuşatması”,1. Baskı, Sorun Yayınları, 2003; 2. Baskı, Belge
Yayınları, İstanbul, 2011)/ circassiancenter.com.tr; Ali İhsan Aksamaz,“Efsanelerde Livera Geyikleri Adlı Kitabın
Eleştirisi”, yusufbulut.com.tr/ yusufbulut49.blogspot.com/
circassiancenter.com.tr, 16. IV. 2015; Müfide Pekin, Çimen Turan,“Lozan Nüfus
Mübadelesi İle İlgili Yayınlar ve Yayımlanmamış Çalışmalar”, Lozan Mübadilleri
Vakfı Yayını, İstanbul, 2002; Ömer Asan, “Pontos Kültürü”,Belge Yayınları, İstanbul, 1996; Ömer Asan, “Yok
Oluyoruz Ya Siz”, Kafkasya Yazıları, Sayı 8, İlkbahar-Yaz, Çiviyazıları Yayınevi, İstanbul, 2000; Ömer
Senan Arslaner, “Yunanistan ile Mübadelenin Nedenleri ve Sonuçları”,
acikbilim.yok.gov.tr, İstanbul, 2016; “Stefanos Yerasimos, “Milliyetler ve
Sınırlar/ Balkanlar, Kafkasya ve Ortadoğu”, İletişim Yayınları, İstanbul, 1994]