15 Ocak 2025 Çarşamba

ANA DİLİ TANIKLIKLARI

 


ANA DİLİ TANIKLIKLARI

 

1930’lu yıllardan başlamak üzere, Lazca gibi “konuşanları sayıca (daha) az dillerin veya “yerel dillerin” konuşulma alanları ev içiyle sınırlandırılmaya çalışılır. Bu konuda Manisa Mebusu Mehmet Sabri Toprak’ın 1938’de verdiği kanun tasarısı çarpıcı bir örnek oluşturur. Bu tasarı, Türk vatandaşlarının evlerinin dışında umuma açık yerlerde, her zaman Türkçe konuşmalarını, aksi takdirde 1-7 gün arasında hapis ve 10 ile 100 kuruş arasında para cezasını öngörüyordu. Bunların diplomalarına da el konulacak ve doktorluk, öğretmenlik ya da gazetecilik yapamayacaklardı. Ceza olarak toplanan paraların bir bölümü de ihbarcılara “ödül” olarak dağıtılacaktı. Yine bu tasarıya göre Türkçe bilmeyen Türk vatandaşları bir yıl içinde öğrenmeye mecburdu. Yoksa onları Türk vatandaşlığından çıkartılmak bekliyordu.

 

Dönemin Antalya Mebusu Rasih Kaplan Meclis’te yaptığı konuşmada şunları söylüyordu : “... Bazı unsurlar pek arsızca hareket ederek Türk milletinin diline hürmet etmiyorlar. Evlerinde istedikleri dili konuşabilirler. Fakat umumi yerlerde ... bir kısım Türk vatandaşının  konuştuğu Türkçe değildir. Ey vatandaş, eğer Türk vatandaşı isen Türk diline saygı göster. Karşındaki Türkleri de rencide etme .”

 

Dil yasaklarıyla ilgili olarak M. Recai Özgün’ün tanıklığı oldukça ilginç:

 

“ ... Otuzlu yıllarda okullarda Temizlik ve İntizam Kolu, Kızılay Kolu  ... gibi isimlerle çalışma kolları oluşturulurdu ... Bunlar arasında “ Lazca Konuşanlarla Mücadele Kolu” diye bir kol daha vardı. Ben dördüncü ve beşinci sınıfta iken bir müddet bu kolun başkanlığını yaptığımı hatırlıyorum ... Bu işi ... faydalı olduğuna inanarak yapardık. Çünkü talebeler de öğretmenler de Laz kökenli idiler ve Türkçeleri meramlarını ifade edemeyecek kadar bozuktu ...”

 

M. Recai Özgün’ü devam ediyor: “ ... “Lazca Konuşanlarla Mücadele Kolu”ndaki faaliyetlerime hiç anlam veremezdim. Çünkü okulda tamam; Lazca konuşanlara ihtarımı yapardım, ama eve gelince, köye çıkınca hiç Türkçe bilmeyen babaannem, dedem, komşuma hiç etkili olamıyordum. Hal böyle olunca, onlarla ben de Lazca konuşuyordum. Yani “görevli  de suç işliyordu”. Garip, yüzeysel bir kandırmaca. Bir çocuğun iki yüzlü gelişmesinde felâket etkili olacak bir uygulama. Ayrıca onlara, “Lazca konuşmayın” demek , “Siz hiç konuşmayın” anlamına geliyordu. Çünkü Lazcadan başka dil bilmiyorlardı. Böyle bir teklif, onların aklımızdan şüphelenmelerini gerektiriyor ve şaşkın şaşkın gülmelerine vesile oluyordu. Bu çok büyük bir çelişki idi. Çocuk ruhumda oluşan bu çapraşık duygular, beni konunun nedenlerini anlamaya doğru iterdi, ama hiçbir izah tarzını da bulamazdım. Bu konudaki pozisyonumu ikiyüzlülük imiş gibi algılardım ve hatırladığıma göre utanır veya sıkılırdım...”

 

1926 doğumlu Mecit Çakırusta şu tanıklıkta bulunuyor: “Ben 1926 senesi 20 Mart doğumluyum. 1930’lu yıllarda ilkokul tahsilimi (Ardeşen) Tunca Beldesi’nde (Dutxe)   yaptım. Öğretmenimiz ….. ….  idi. Okulda Lazca konuşmak yasaktı. Yalnızca okulda değil, dışarıda da konuşulmayacaktı. Bunun tespiti için de talebeleri arasında görevlileri vardı. Lazca konuşanları tespit edip kendisine isimlerini getirenleri ödüllendiriyor ve talebeleri ispiyonculuğa teşvik ediyordu. Lazca konuşanları da –yine  talebelere yaptırdığı – özel fındık ağacından çubuklarla avuçlarını  kırbaçlıyordu veya parmaklarımızı birleştirip tırnaklarımıza cetvelle vuruyordu. Bu tutum ve davranışın bana yaptığı psikolojik tahribatın yaşam boyu uzun zamanımı aldığını, bu aşağılanma suçluluk, ama bu suç ve yabancılık bende hep var olacaktı. Üstümden atamayacaktım. Çünkü ben Lazdım ve Lazca konuşuyordum, Lazca şarkı söylüyordum. Ülkemizdeki bu tür baskılar, ülke insanına çok büyük beyin tahribatlarını yaptığına inanıyorum. Öyle düşünüyorum. Ülkemde bir tek Nobel ödüllü olmaması acaba bu tür baskıların bir sonucu mudur diye düşünüyorum.”

 

Yılmaz  Avcı’nın traji-komik anısı da şöyle :“ ... Okullar açıldığı gün öğretmenimizin okulda Lazca konuşmayı yasaklaması ile beraber bizim de en önemli iletişim kaynağımız kesilmiş oldu . Ancak teneffüslerde, öğretmenden uzak olduğumuz noktalarda kontrollü olarak Lazca konuşabiliyorduk. Zira, Türkçe bize çok zor geliyordu. Tabi bu arada yakayı suçüstü ele verenler de mutlaka cezalarını çekiyorlardı. Yine bir gün teneffüse çıkar çıkmaz, hala oğlu Muhammet’in, okulun önünden geçmekte olan bir atı görür görmez, iyi Türkçe bildiğini bizlere ispat etmek istercesine,“Aha, tskheni gelii !!! (İşte, at geliyor!!!) “ diye bağırmasıyla  beraber, öğretmenin parmaklarının kulağına yapışması bir oldu. Öğretmen,“ Aha, tskheni gelii, haa !!!” diye bağırıp bir tokat yapıştırdı. Sonra bir ve bir daha ... Bu olaydan sonra bizler de çaktırmadan Lazca konuşabilmek için bir arayış içine girmiştik ... O büyük mücadele sonunda, öğretmenin galip geldiğini söylemeye her halde gerek yok !”

Bugün kendisi bir ilköğretim okulu öğretmeni olan bir arkadaşım, “o dönem”e ilişkin tanıklığını şöyle aktarıyor :

 

“Türkçeyle ilk tanışmam, annemin beni elimden tutup kayıt yaptırmak için okula götürdüğü gün oldu. Bir odaya girdik. Annemin elini sıkı sıkı tutuyordum. Sonradan müdür olduğunu öğrendiğim adam, bir şeyler konuşuyordu. Ben ise hiçbir şey anlamıyordum.

(...)

Artık sınıftaydım. Sıramda oturuyor,bir yandan da okul bahçesinde bekleyen annemi gözlüyordum. Sınıftaki öğretmenin konuşması yine benim bilmediğim bir dildeydi ve O’nu anlamıyordum.

Teneffüsler benim için oyun oynamak için değil, arkadaşlarımla (Lazca ) konuşma ihtiyacını karşılayabildiğim yegâne zamanlardı.

Derslerin teneffüslerden sonraki ilk beş dakikası dayak seansları ile geçiyordu. Suçumuzun ne olduğunun bilincinde değildik. Sonraları anladık ki, suçumuz Lazca konuşmakmış. Lazca konuşanların isimlerini okulda kurulu olan “Lazca Konuşturmama Kolu”  görevlileri okul idaresine bildiriyordu. Bu görevliler, yaşça bizden daha büyük olanlardı. Bütün günlerimiz “bu uygulamalar”la geçiyordu.

Bir süre sonra, dayak yememek için Lazca konuşmamayı, yani susmayı tercih ettim. Başka bir dil, yani Türkçeyi bilmiyordum ve dolayısıyla da dersleri anlamıyordum. Tahtada yazılı olanları muntazaman defterime geçiriyordum. Öğretmen, başarılı bir öğrenci olduğumu (!) düşünmüş olacak ki, ikinci sınıfa geçtim.

İkinci sınıfta yavaş yavaş Türkçe konuşmaları anlamaya başladım.

Aradan yıllar geçti. Lazca konuştuğumuz için bizi döven öğretmenimizle “bu konu”yu konuştum. “Lazca Konuşturmama Kolu” diye “eğitsel kol”un olduğunu O’ndan öğrendim.

“Niye bizi çok dövüyordunuz? Çok mu yaramazdık ?” diye kendisine sorduğumda şu cevabı verdi :“ Hayır! Seni uslu bir çocuk olarak hatırlıyorum.”

“Sizden yediğim sopaları birbirine eklesem Boğaz’a üçüncü köprü olur.”

Öğretmenimiz, bugün güzel (!) Türkçe konuşmamızı “bu uygulamalar”a  bağlıyor. “Başarılı” olduğunu kabul etmek gerek !

“O dönem”de “riskleri göze alanlar” da görülür. Kimi tanıklar, kimi Hoca efendilerin cemaatlarına Lazca vaazlar verdiğini; kimi tanıklar da, kimi öğretmenlerinin her mahalleden bir çocuğa düşecek şekilde ve aralarında değiştirmeleri şartıyla,“Lazuri Alboni” (Lazca Alfabe) dağıttığını hatırlıyor.

Lazca konuşanlara belediyeler bile “ceza kesme” yetkisine sahiptir.

CHP 9. Bürosu tarafından,“İkinci Dünya Savaşı yılları”nda hazırlanan raporu irdeleyen Rıdvan Akar, Lazlara yönelik “tasarılar” hakkında şunları yazıyor :

 “ ... anadilleri Türkçeden başka olan, ancak küçük gruplar halinde yaşayan Müslüman yurttaşlar konu ediliyor ... Toplu halde yaşadıkları için kendi dil ve geleneklerini  muhafaza eden bu topluluklar potansiyel tehlike olarak anılıyor ... Lazların sınır boylarından iç kesimlere kaydırılması, toplu yaşamalarına engel olunması, bunun mümkün olmadığı hallerde en zengin ve verimli köylerden başlayarak buralara yüzde elli oranında Türk yerleştirilmesi ve okullar açılması öneriliyor ...”

“ CHP’nin tek parti yönetimi”, günlük hayatı sürdürmeye yönelik “nafaka ekonomisi ilişkileri”nin  hakim olduğu “Lazca’nın tarihsel konuşulma coğrafyası”nda “ulusal sanayi”nin “kapitalist üretim ilişkilerini ve kurumları”nı geliştiremedi. “Yerel üretim ilişkileri”ni tasfiye edemedi. Bu sebeple de dilsel ve kültürel farklılıkları “doğal” bir “yok oluş süreci”ne sürükleyemedi. Bunun yerine “yerel üretim ilişkileri”ni değil ; ama, dilsel ve kültürel farklılıkları “doğal olmayan bir yol”la, yani resmî ideoloji ve resmî tarih tezleriyle ortadan kaldırmaya çalıştı. “Doğal” olan bir “yok oluş süreci”nin başlayabilmesi için 1950’li yılların gelmesi,“çay tarımı”nın yörede yaygınlık kazanması gerekecekti.

 

1970’li yıllarda “yöresel” bir dergide yayınlanan bir “makale”, hem resmî ideoloji ve resmî tarih tezlerinin etkisini hem de yazarının “ruh hali”ni gözler önüne sermesi bakımından oldukça önemlidir. “Bu makale”,“ Rize’de Dil Sorunu“ başlığını taşıyor :

“ Türkiye’de öteden beri çeşitli diller yaşamaktadır. Bunlardan biri de Rize’nin bazı kazalarında hususiyle, Pazar, Ardeşen, Fındıklı ve bir de Çoruh’un bir iki ilçesinde konuşulanıdır. Bu dile nedense “Lâzca”  ismi atfedilir. Lâzcanın menşei bizi ilgilendirmediği gibi onun üzerinde söz edecek de değiliz. Konumuzun ilişeceği husus bu dilin mahzurları ve değersizliğidir.

Yukarıda yazdığım birkaç kazada bu dile Lâzca denmesi zannederim ki o muhitte yaşayanlara Lâz lakabı verilmesinden ileri geliyor.

Lâzca bundan öncesine kadar hemen hemen orada yaşayanların ilk öğrendikleri, diğer bir deyişle anadilleri idi. Daha yeni konuşmaya başlayan çocuk şüphesiz ki,Lâzca kelime ve deyimler kullanacaktır. Çünkü ebeveyn ve muhitin müşterek lisanı budur.

Çocuk suçsuzdur. Hangi terbiye altında yetişirse o terbiye ile gelişir. Eğer bu bapta kendine bir suç atfedilecekse haksızlık edilmiş olur.  O halde ebeveyn de kendi ebeveyni tarafından aynı dil öğretişine mâruz kaldığına göre suçu araştırmak dilin menşeini araştırmak kadar derinliklere sürükler bizi. Burada bir suç işlenmişse bu telâfi edilmelidir ... Evet Lâzcayı ana dili yapmak suçtur. Şüphesiz ki bu suç hukukî değildir . Fakat içtimai bir suçtur.

Bugün bile ekseri köylerde (Sahilleri istisna edebiliriz)  altı yaşını doldurup ilk okul öğrencisi olmak hakkını edinen her çocuk hemen hemen hiçbir  Türkçe kelime bilmemektedir.

Böyle Türkçe kelimelerden yoksun boş kalıplar gibi okula gelen zavallı çocuklar zorlu bir sıkıntı içindedirler. Yalnız birinci sınıfların  mevcut olduğu bir köy ilkokulunda Türkçe’yi bilen yalnız tek kişidir. Tek kişi sadece Türkçe öğretip onları yetiştirme çabasındadır. Bereket öğretmenlerin de çoğu bu adı geçen dili bilmektedir. Lazcayı bilmeyen bir öğretmenin yukarıdaki tanımda olan bir ilkokuldaki manzarasını düşünün. Çocukla öğretmen arasında derin bir anlamamazlık fırtınası, kasırgası esecek ve netice olarak da semere sıfır olacaktır.

Burada öğretmenlerin bu kutsî çabalarını överek belirtebilirim. Onların öğrenci yetiştirmek babında ne kadar çok çalışıp ne keder güç sarf ettiklerini düşündükçe yüreğimde beliren hürmet ve saygı duyguları tüylerimi ürpertiyor.

Öğretmen önce okulda, yolda ve evde bu dili konuşmayı şiddetle yasaklar. Konuşanları şikâyet etmelerini tembihler. Konuşanlara en ağır müeyyideleri tatbik eder.

Fakat bütün bu tedbirler istenileni vermekten uzak düşmektedir. Çünkü bir kere bu dil çocuk üzerinde derin bir kök salmıştır. Onu unutmasına ve Türkçe’yi lâyıkı veçhile öğrenmesine hemen hemen imkân yoktur. Hayatı boyunca da bunun acısını daima çekecektir  ...

(...)

O halde bu derece hiçbir şey demek olan ve üstelik zararlı olan bu dil neden konuşulsun? Onu konuşup ana dili yapmak suç değil de nedir? Sonra hakiki dilimiz Güzel Türkçeyi ihmal etmek demek değil midir ?

Öyleyse bu dilin kökünü kazımalıyız. Diyeceksiniz ki dil bir havuç değildir ve kolay kolay bunun sonu getirilemez. Ama ben bunun aksini söylemekte israr edeceğim. Zira bu dili ayakta tutacak hiçbir kaynak yok ... maarif  ile ailelerin elbirliği ile çalışmaları yeter. Her aile en azından öğretmen kadar kendi çocuğu üzerinde dursa ve ona doğuştan Türkçeyi öğretse dava zamanla halledilmiş olur ve çocuklar da bu acaip dilin şerrinden kurtulmuş olurlar.”

 

“ Rize’de Dil Sorunu” başlıklı “makale”nin yazılıp yayınlandığı yıllarda bir ilkokul öğrencisi olan Selma Koçiva yıllar sonra “o yıllar”a ilişkin tanıklıklarını şöyle aktarıyor :“... ilkokula başladığımda, henüz hatırlarım, benzer yokluklara biz de katlanıyorduk. Özellikle Türkçe bilmemenin ve eğitimin Lazca olmamasından doğan komiklikler. Çocukluk arkadaşım Aysel’le okumayı sökmüş olmalıyız. Bir gün,anlamını bilmediğimiz kelimeleri okuyup Aysel’in  babasına sorardık. O da bize okuduklarımızın Türkçe karşılığını söylerdi. Türkçe bilmemenin sıkıntısı okulda Lazca konuşma yasağıyla pekişirdi. Ama her çocuğun başında bekleyemezdi “yabancı” dediğimiz, Laz olmayan, çoğu Orta Anadolu kökenli öğretmenler. Teneffüs zili çalar çalmaz dilimizin bağı çözülür, Lazca konuşuyorduk. İspiyoncu ve ihbarcı çocukların ikazlarına aldıran yoktu. Çocukluk arkadaşlarımı  hâlâ aynı canlılıkla hatırlarım, şevkle Lazca konuşmalarını, ince seslerinin yankıdığı  su değirmenindeki annelerinden öğrendikleri uzun Lazca  ağıtları ...

(...)

            ...  Lazca bilmenin, Türkçeye hakim olamadan bir okula devam ederken karşılaşılan zorlukları anlatıyordu. Bir ara,“okula giderdik de her anlatılanı öyle anlamazdık. Bir ara öğretmenimiz Pehlül Bey’in bize, kapıları sıkı sıkı kapatıp dersi Lazca açıkladığını bilirim. Pehlül Bey de Lazdı. Çok iyi Lazca konuşurdu, ancak bizimle konuşmazdı. Çok zorda kalırsa, çocuklar dersi anlamazlarsa Lazca konuşurdu. Çok kısa bir süre ve sesini alçaltarak ...”

 

Lazların, bu “son dönem”de yaptıkları çalışmalar esas olarak “ana dil Lazca”nın yaşatılması, geliştirilmesi ve gelecek kuşaklara aktarılması noktasında yoğunlaşmaktadır.

             

Sarigina  Beşli, çocuğun ikilemine dikkat çekerek şunları yazıyor :“ ... Köydeyken herkes Lazca konuşuyordu,bir sorun yoktu. Çocuk, Türkçe bilmiyor muydu? Biliyordu ama konuşması ve yazması gerekmiyordu. Zaten  aptal kutusunu anlamak için Türkçeyi  biraz   bilmek yeterliydi . Ama  okulda durum farklıydı ... 1991’de “Lazuri   Alfabe” adlı kitapçığın elime geçmesiyle benim için yeni bir dönem başladı ... çok sevdiğim dilimi artık yazıp okuyabilecektim ... Önümüzde açılan bu yeni dönemde kendi adımıza kazanımlar elde etmek için öncelikle sorumluluk duymamız gerekiyor. Kime karşı mı? Sana bu dili taşımış olan atalarına ve senin bu dili taşıman gereken çocuklarına yani geçmişine ve geleceğine !”

 

Yılmaz Avcı,“böyle giderse Lazcanın iki nesil sonra yok olacağı”na dikkat

 çekerken, İsmail Avcı Bucaklişi bu konuda şunları yazıyor:“ Bizi biz yapan değerler her geçen gün yok olup gidiyor. Daha dün bizimle birlikte Laz kültürüyle yaşayan, dolu dolu Lazca konuşup gülen, bize Lazca masallar anlatan nineler, dedeler yok artık. Laz masallarının gizemli dünyası çok uzaklarda kaldı ... Her  yaşlı  Lazın  ölümü,bir yanımızı  koparıp götürüyor  mezara ... Lazuri Nenapuna yaşayan bir halkın,yaşayan bir dili olduğunu gösteren açık bir delildir ...”

 

“Lazca-Türkçe / Türkçe-Lazca” sözlük hazırlayan Metin Erten, kendisini böyle bir çalışmaya yönelten sebepleri şöyle açıklıyor :“ ... doğduğumuz günden beri konuştuğumuz dilimizi, Lazcayı korumak, gelişmesine katkıda bulunmak gerekiyordu ...  Dedelerimizden Kurtuluş Savaşı’nı dinleyerek büyüdük. Ülkeyi kurtarmak için dilleri farklı da olsa insanlar bir araya gelmişler ve ortak savaşmışlardı. O orduların çok dili vardı  ama sonuçta tektiler. Farklı dillerinin olması bu ülke için savaşmalarına engel değildi. Bugün de farklı dillerimizin olması birlikte olmamız için bir engel değil ...”

 

M. Recai Özgün’ün de vurgusu ana dilinedir :“ ...  Türkiye’nin demokratikleşmesine paralel olarak, yerel diller üzerindeki baskıları kaldırılması, kültürel desteklerin geliştirilmesi gereklidir. Dil eğitimine en azından ilkokullarda “ana dili”  eğitimi statüsünde yer verilmesi; bu dilde eğitim verecek olanların üniversitelerde yetiştirilmesi ve resmî Radyo ve TV’lerde haber ve eğitici yayınlara geçilmesi, isimleri değiştirilen yerleşim birimlerine yeniden Lazca  isimlerin verilmesi gereklidir.”

 

2001 yılının Eylül’ünün son haftasında, ülkemizin “konuşanları sayıca (daha) az dilleri” veya “yerel dilleri”  konusunda önemli bir gelişme yaşandı. Bu konuda Akşam Gazetesi şu habere yer verdi :“ ...Anayasanın 28. maddesinin ikinci fıkrası da Anayasa değişiklik paketinin 10. maddesindeki bir düzenleme olarak Meclis Genel Kurulu’nda kabul edildi. ‘Kanunla yasaklanmış olan herhangi bir dilde yayım yapılamaz’ hükmü Anayasadan çıkarıldı ...” (27 Eylül 2001). 

 

 [Kaynak: Ali İhsan Aksamaz, “Yerel Diller”: Ana Dilleri Yaşatmak mı Öldürmek mi?”, Sorun Polemik/ Marksist İnceleme- Araştırma Dergisi”, Sayı 5, Kış 2002, Sorun Yayınları, İstanbul/ Sima Dergisi, Sayılar 5 ve 6, Sima Laz Vakfı Yayını, Fotosan Ofset, 2003, İzmit]



 

[Önerilen okumalar: Ali İhsan Aksamaz, Turabi Saltık, Şükrü Güvenç, Eyyüp Demir, Kemal Kök, “Anadilde Eğitim Ve Azınlık Hakları”, Sorun Yayınları, İstanbul, 2005; Ali İhsan Aksamaz, “Türkiye’nin Ana dili Zenginliği”, 27. XII. 2007, circassiancenter.com; Ali İhsan Aksamaz, “Kültürel Zenginliğimizin Farkında Olamayışımız”,  Sanat Estetik Politika / Kültür-Sanat Konferansı Tebliğleri, Sorun Yayınları, İstanbul, 2008; Ali İhsan Aksamaz, “Şu Bizim Sahipsiz Lazca”, Eğitim Sen/lazca.org/  circassiancenter.com.tr, 31. V. 2009; Ali İhsan Aksamaz, “CHP-TRT ve Lazca”, Sorun Polemik/ Marksist İnceleme Araştırma Eleştiri Dergisi, Sayı: 38, Sorun Yayınları, İstanbul, 2009/ jinepsgazetesi.com, 31. X. 2009;  Ali İhsan Aksamaz, “Kılıçdaroğlu’nun Lazca Hassasiyeti”, demokrathaber.org/ sonhaber.ch/ circassiancenter.com.tr, 7. VIII. 2011; Ali İhsan Aksamaz, “Yine Geldi 21 Şubat/ Xolo Komoxtu 21 K̆undura”, yusufbulut.com/ suryaniler.com/ sonhaber.ch/ circassiancenter.com.tr, 21. II. 2012;  Ali İhsan Aksamaz, "CHP’li Hiç Olmadım; AKP’li de Değilim!", yusufbulut.com/ sonhaber.ch/ circassiancenter.com.tr, 21. IX. 2013; Ali İhsan Aksamaz, “Ağlama! Değmez Bu 21 Şubat Gözyaşlarına!”,   kuzgunportal.com, circassiancenter.com.tr, 5. XI. 2020; Ali İhsan Aksamaz, “Ana Dili”nde Eğitim- Öğretim ve “Ana Dili” Eğitimi- Öğretimi Üzerine Makaleler”, circassiancenter.com.tr; Ali İhsan Aksamaz, “Ana dili” Eğitimi- Öğretimi Üzerine Makaleler", sonhaber.ch, 0. XI. 2022; Ali İhsan Aksamaz , “TBMM’de CHP Grubu adına Lazca Konuş[ama]ma”, 19. III. 2024; Semih Akgün (Ali İhsan Aksamaz ile Söyleşi): “Anadilleriyle ilgili insanların söyledikleri hamaset dolu lâflarının içini bir proje etrafında doldurmak üzere bir araya gelmeleri ve neyi nasıl yapacakları konusunda işbaşı yapmaları gereklidir.”, cherkessia.net, 28. VII. 2011; Semih Akgün (Ali İhsan Aksamaz ile Söyleşi): “Ana dillerin “ağız, şive, lehçe ve diyalekt” farklılıklarını öne sürenler, bu anadilleri küçümsemek için bunu yapıyorlar”, cherkessia.net, 19. VI. 2012; “TBMM Lazca Yazılan Dilekçeyi Ek Olarak Kabul Etti”/ Faik Aksamaz’ın Dilekçesi, Star Gazetesi, 16. XII. 2006]

 

 

aksamaz@gmail.com

 


https://www.circassiancenter.com/tr/ana-dili-tanikliklari/