ANA DİLİ TANIKLIKLARI
1930’lu yıllardan başlamak üzere,
Lazca gibi “konuşanları sayıca (daha) az dillerin veya “yerel dillerin”
konuşulma alanları ev içiyle sınırlandırılmaya çalışılır. Bu konuda Manisa
Mebusu Mehmet Sabri Toprak’ın 1938’de verdiği kanun tasarısı çarpıcı bir örnek
oluşturur. Bu tasarı, Türk vatandaşlarının evlerinin dışında umuma açık
yerlerde, her zaman Türkçe konuşmalarını, aksi takdirde 1-7 gün arasında hapis
ve 10 ile 100 kuruş arasında para cezasını öngörüyordu. Bunların diplomalarına
da el konulacak ve doktorluk, öğretmenlik ya da gazetecilik yapamayacaklardı.
Ceza olarak toplanan paraların bir bölümü de ihbarcılara “ödül” olarak
dağıtılacaktı. Yine bu tasarıya göre Türkçe bilmeyen Türk vatandaşları bir yıl
içinde öğrenmeye mecburdu. Yoksa onları Türk vatandaşlığından çıkartılmak
bekliyordu.
Dönemin Antalya Mebusu Rasih Kaplan
Meclis’te yaptığı konuşmada şunları söylüyordu : “... Bazı unsurlar pek arsızca hareket ederek Türk milletinin diline
hürmet etmiyorlar. Evlerinde istedikleri dili konuşabilirler. Fakat umumi
yerlerde ... bir kısım Türk vatandaşının
konuştuğu Türkçe değildir. Ey vatandaş, eğer Türk vatandaşı isen Türk
diline saygı göster. Karşındaki Türkleri de rencide etme .”
Dil yasaklarıyla ilgili olarak M.
Recai Özgün’ün tanıklığı oldukça ilginç:
“ ... Otuzlu yıllarda okullarda Temizlik ve İntizam Kolu, Kızılay
Kolu ... gibi isimlerle çalışma kolları
oluşturulurdu ... Bunlar arasında “ Lazca Konuşanlarla Mücadele Kolu” diye bir
kol daha vardı. Ben dördüncü ve beşinci sınıfta iken bir müddet bu kolun
başkanlığını yaptığımı hatırlıyorum ... Bu işi ... faydalı olduğuna inanarak
yapardık. Çünkü talebeler de öğretmenler de Laz kökenli idiler ve Türkçeleri
meramlarını ifade edemeyecek kadar bozuktu ...”
M. Recai Özgün’ü devam ediyor: “ ... “Lazca Konuşanlarla Mücadele
Kolu”ndaki faaliyetlerime hiç anlam veremezdim. Çünkü okulda tamam; Lazca
konuşanlara ihtarımı yapardım, ama eve gelince, köye çıkınca hiç Türkçe
bilmeyen babaannem, dedem, komşuma hiç etkili olamıyordum. Hal böyle olunca,
onlarla ben de Lazca konuşuyordum. Yani “görevli de suç işliyordu”. Garip, yüzeysel bir
kandırmaca. Bir çocuğun iki yüzlü gelişmesinde felâket etkili olacak bir
uygulama. Ayrıca onlara, “Lazca konuşmayın” demek , “Siz hiç konuşmayın”
anlamına geliyordu. Çünkü Lazcadan başka dil bilmiyorlardı. Böyle bir teklif,
onların aklımızdan şüphelenmelerini gerektiriyor ve şaşkın şaşkın gülmelerine
vesile oluyordu. Bu çok büyük bir çelişki idi. Çocuk ruhumda oluşan bu çapraşık
duygular, beni konunun nedenlerini anlamaya doğru iterdi, ama hiçbir izah
tarzını da bulamazdım. Bu konudaki pozisyonumu ikiyüzlülük imiş gibi algılardım
ve hatırladığıma göre utanır veya sıkılırdım...”
1926 doğumlu Mecit Çakırusta şu
tanıklıkta bulunuyor: “Ben 1926 senesi 20
Mart doğumluyum. 1930’lu yıllarda ilkokul tahsilimi (Ardeşen) Tunca Beldesi’nde
(Dutxe) yaptım. Öğretmenimiz …..
…. idi. Okulda Lazca konuşmak yasaktı.
Yalnızca okulda değil, dışarıda da konuşulmayacaktı. Bunun tespiti için de
talebeleri arasında görevlileri vardı. Lazca konuşanları tespit edip kendisine
isimlerini getirenleri ödüllendiriyor ve talebeleri ispiyonculuğa teşvik
ediyordu. Lazca konuşanları da –yine
talebelere yaptırdığı – özel fındık ağacından çubuklarla avuçlarını kırbaçlıyordu veya parmaklarımızı birleştirip
tırnaklarımıza cetvelle vuruyordu. Bu tutum ve davranışın bana yaptığı
psikolojik tahribatın yaşam boyu uzun zamanımı aldığını, bu aşağılanma
suçluluk, ama bu suç ve yabancılık bende hep var olacaktı. Üstümden
atamayacaktım. Çünkü ben Lazdım ve Lazca konuşuyordum, Lazca şarkı söylüyordum.
Ülkemizdeki bu tür baskılar, ülke insanına çok büyük beyin tahribatlarını yaptığına
inanıyorum. Öyle düşünüyorum. Ülkemde bir tek Nobel ödüllü olmaması acaba bu
tür baskıların bir sonucu mudur diye düşünüyorum.”
Yılmaz Avcı’nın traji-komik anısı da şöyle :“ ... Okullar açıldığı gün öğretmenimizin
okulda Lazca konuşmayı yasaklaması ile beraber bizim de en önemli iletişim
kaynağımız kesilmiş oldu . Ancak teneffüslerde, öğretmenden uzak olduğumuz
noktalarda kontrollü olarak Lazca konuşabiliyorduk. Zira, Türkçe bize çok zor
geliyordu. Tabi bu arada yakayı suçüstü ele verenler de mutlaka cezalarını
çekiyorlardı. Yine bir gün teneffüse çıkar çıkmaz, hala oğlu Muhammet’in, okulun
önünden geçmekte olan bir atı görür görmez, iyi Türkçe bildiğini bizlere ispat
etmek istercesine,“Aha, tskheni gelii !!! (İşte, at geliyor!!!) “ diye bağırmasıyla beraber, öğretmenin parmaklarının kulağına yapışması bir oldu. Öğretmen,“
Aha, tskheni gelii, haa !!!” diye bağırıp
bir tokat yapıştırdı. Sonra bir ve bir
daha ... Bu olaydan sonra bizler de çaktırmadan Lazca konuşabilmek için bir
arayış içine girmiştik ... O büyük mücadele sonunda, öğretmenin galip geldiğini
söylemeye her halde gerek yok !”
Bugün kendisi bir ilköğretim okulu
öğretmeni olan bir arkadaşım, “o dönem”e ilişkin tanıklığını şöyle aktarıyor :
“Türkçeyle
ilk tanışmam, annemin beni elimden tutup kayıt yaptırmak için okula götürdüğü
gün oldu. Bir odaya girdik. Annemin elini sıkı sıkı tutuyordum. Sonradan müdür
olduğunu öğrendiğim adam, bir şeyler konuşuyordu. Ben ise hiçbir şey
anlamıyordum.
(...)
Artık sınıftaydım. Sıramda oturuyor,bir
yandan da okul bahçesinde bekleyen annemi gözlüyordum. Sınıftaki öğretmenin
konuşması yine benim bilmediğim bir dildeydi ve O’nu anlamıyordum.
Teneffüsler benim için oyun oynamak için
değil, arkadaşlarımla (Lazca ) konuşma ihtiyacını karşılayabildiğim yegâne
zamanlardı.
Derslerin teneffüslerden sonraki ilk beş
dakikası dayak seansları ile geçiyordu. Suçumuzun ne olduğunun bilincinde
değildik. Sonraları anladık ki, suçumuz Lazca konuşmakmış. Lazca konuşanların
isimlerini okulda kurulu olan “Lazca Konuşturmama Kolu” görevlileri okul idaresine bildiriyordu. Bu
görevliler, yaşça bizden daha büyük olanlardı. Bütün günlerimiz “bu
uygulamalar”la geçiyordu.
Bir süre sonra, dayak yememek için Lazca
konuşmamayı, yani susmayı tercih ettim. Başka bir dil, yani Türkçeyi
bilmiyordum ve dolayısıyla da dersleri anlamıyordum. Tahtada yazılı olanları
muntazaman defterime geçiriyordum. Öğretmen, başarılı bir öğrenci olduğumu (!)
düşünmüş olacak ki, ikinci sınıfa geçtim.
İkinci sınıfta yavaş yavaş Türkçe
konuşmaları anlamaya başladım.
Aradan yıllar geçti. Lazca konuştuğumuz için
bizi döven öğretmenimizle “bu konu”yu konuştum. “Lazca Konuşturmama Kolu” diye
“eğitsel kol”un olduğunu O’ndan öğrendim.
“Niye bizi çok dövüyordunuz? Çok mu
yaramazdık ?” diye kendisine sorduğumda şu cevabı verdi :“ Hayır! Seni uslu bir
çocuk olarak hatırlıyorum.”
“Sizden yediğim sopaları birbirine eklesem
Boğaz’a üçüncü köprü olur.”
Öğretmenimiz, bugün güzel (!) Türkçe
konuşmamızı “bu uygulamalar”a bağlıyor.
“Başarılı” olduğunu kabul etmek gerek !
“O dönem”de “riskleri
göze alanlar” da görülür. Kimi tanıklar, kimi Hoca efendilerin cemaatlarına
Lazca vaazlar verdiğini; kimi tanıklar da, kimi öğretmenlerinin her mahalleden
bir çocuğa düşecek şekilde ve aralarında değiştirmeleri şartıyla,“Lazuri
Alboni” (Lazca Alfabe) dağıttığını hatırlıyor.
Lazca
konuşanlara belediyeler bile “ceza kesme” yetkisine sahiptir.
CHP 9. Bürosu
tarafından,“İkinci Dünya Savaşı yılları”nda hazırlanan raporu irdeleyen Rıdvan
Akar, Lazlara yönelik “tasarılar” hakkında şunları yazıyor :
“ ...
anadilleri Türkçeden başka olan, ancak küçük gruplar halinde yaşayan Müslüman
yurttaşlar konu ediliyor ... Toplu halde yaşadıkları için kendi dil ve
geleneklerini muhafaza eden bu
topluluklar potansiyel tehlike olarak anılıyor ... Lazların sınır boylarından
iç kesimlere kaydırılması, toplu yaşamalarına engel olunması, bunun mümkün
olmadığı hallerde en zengin ve verimli köylerden başlayarak buralara yüzde elli
oranında Türk yerleştirilmesi ve okullar açılması öneriliyor ...”
“
CHP’nin tek parti yönetimi”, günlük hayatı sürdürmeye yönelik “nafaka ekonomisi
ilişkileri”nin hakim olduğu “Lazca’nın
tarihsel konuşulma coğrafyası”nda “ulusal sanayi”nin “kapitalist üretim
ilişkilerini ve kurumları”nı geliştiremedi. “Yerel üretim ilişkileri”ni tasfiye
edemedi. Bu sebeple de dilsel ve kültürel farklılıkları “doğal” bir “yok oluş
süreci”ne sürükleyemedi. Bunun yerine “yerel üretim ilişkileri”ni değil ; ama,
dilsel ve kültürel farklılıkları “doğal olmayan bir yol”la, yani resmî ideoloji
ve resmî tarih tezleriyle ortadan kaldırmaya çalıştı. “Doğal” olan bir “yok
oluş süreci”nin başlayabilmesi için 1950’li yılların gelmesi,“çay tarımı”nın
yörede yaygınlık kazanması gerekecekti.
1970’li yıllarda “yöresel” bir
dergide yayınlanan bir “makale”, hem resmî ideoloji ve resmî tarih tezlerinin
etkisini hem de yazarının “ruh hali”ni gözler önüne sermesi bakımından oldukça
önemlidir. “Bu makale”,“ Rize’de Dil Sorunu“ başlığını taşıyor :
“ Türkiye’de öteden beri çeşitli diller
yaşamaktadır. Bunlardan biri de Rize’nin bazı kazalarında hususiyle, Pazar,
Ardeşen, Fındıklı ve bir de Çoruh’un bir iki ilçesinde konuşulanıdır. Bu dile
nedense “Lâzca” ismi atfedilir. Lâzcanın
menşei bizi ilgilendirmediği gibi onun üzerinde söz edecek de değiliz.
Konumuzun ilişeceği husus bu dilin mahzurları ve değersizliğidir.
Yukarıda yazdığım birkaç kazada bu dile
Lâzca denmesi zannederim ki o muhitte yaşayanlara Lâz lakabı verilmesinden
ileri geliyor.
Lâzca bundan öncesine kadar hemen hemen
orada yaşayanların ilk öğrendikleri, diğer bir deyişle anadilleri idi. Daha
yeni konuşmaya başlayan çocuk şüphesiz ki,Lâzca kelime ve deyimler
kullanacaktır. Çünkü ebeveyn ve muhitin müşterek lisanı budur.
Çocuk suçsuzdur. Hangi terbiye altında
yetişirse o terbiye ile gelişir. Eğer bu bapta kendine bir suç atfedilecekse haksızlık
edilmiş olur. O halde ebeveyn de kendi
ebeveyni tarafından aynı dil öğretişine mâruz kaldığına göre suçu araştırmak
dilin menşeini araştırmak kadar derinliklere sürükler bizi. Burada bir suç
işlenmişse bu telâfi edilmelidir ... Evet Lâzcayı ana dili yapmak suçtur.
Şüphesiz ki bu suç hukukî değildir . Fakat içtimai bir suçtur.
Bugün bile ekseri köylerde (Sahilleri
istisna edebiliriz) altı yaşını doldurup
ilk okul öğrencisi olmak hakkını edinen her çocuk hemen hemen hiçbir Türkçe kelime bilmemektedir.
Böyle Türkçe kelimelerden yoksun boş
kalıplar gibi okula gelen zavallı çocuklar zorlu bir sıkıntı içindedirler.
Yalnız birinci sınıfların mevcut olduğu
bir köy ilkokulunda Türkçe’yi bilen yalnız tek kişidir. Tek kişi sadece Türkçe
öğretip onları yetiştirme çabasındadır. Bereket öğretmenlerin de çoğu bu adı
geçen dili bilmektedir. Lazcayı bilmeyen bir öğretmenin yukarıdaki tanımda olan
bir ilkokuldaki manzarasını düşünün. Çocukla öğretmen arasında derin bir
anlamamazlık fırtınası, kasırgası esecek ve netice olarak da semere sıfır
olacaktır.
Burada öğretmenlerin bu kutsî çabalarını
överek belirtebilirim. Onların öğrenci yetiştirmek babında ne kadar çok çalışıp
ne keder güç sarf ettiklerini düşündükçe yüreğimde beliren hürmet ve saygı
duyguları tüylerimi ürpertiyor.
Öğretmen önce okulda, yolda ve evde bu dili
konuşmayı şiddetle yasaklar. Konuşanları şikâyet etmelerini tembihler.
Konuşanlara en ağır müeyyideleri tatbik eder.
Fakat bütün bu tedbirler istenileni
vermekten uzak düşmektedir. Çünkü bir kere bu dil çocuk üzerinde derin bir kök
salmıştır. Onu unutmasına ve Türkçe’yi lâyıkı veçhile öğrenmesine hemen hemen
imkân yoktur. Hayatı boyunca da bunun acısını daima çekecektir ...
(...)
O halde bu derece hiçbir şey demek olan ve
üstelik zararlı olan bu dil neden konuşulsun? Onu konuşup ana dili yapmak suç
değil de nedir? Sonra hakiki dilimiz Güzel Türkçeyi ihmal etmek demek değil
midir ?
Öyleyse bu dilin kökünü kazımalıyız.
Diyeceksiniz ki dil bir havuç değildir ve kolay kolay bunun sonu getirilemez.
Ama ben bunun aksini söylemekte israr edeceğim. Zira bu dili ayakta tutacak
hiçbir kaynak yok ... maarif ile
ailelerin elbirliği ile çalışmaları yeter. Her aile en azından öğretmen kadar
kendi çocuğu üzerinde dursa ve ona doğuştan Türkçeyi öğretse dava zamanla halledilmiş
olur ve çocuklar da bu acaip dilin şerrinden kurtulmuş olurlar.”
“ Rize’de Dil Sorunu” başlıklı
“makale”nin yazılıp yayınlandığı yıllarda bir ilkokul öğrencisi olan Selma
Koçiva yıllar sonra “o yıllar”a ilişkin tanıklıklarını şöyle aktarıyor :“... ilkokula başladığımda, henüz
hatırlarım, benzer yokluklara biz de katlanıyorduk. Özellikle Türkçe bilmemenin
ve eğitimin Lazca olmamasından doğan komiklikler. Çocukluk arkadaşım Aysel’le
okumayı sökmüş olmalıyız. Bir gün,anlamını bilmediğimiz kelimeleri okuyup
Aysel’in babasına sorardık. O da bize
okuduklarımızın Türkçe karşılığını söylerdi. Türkçe bilmemenin sıkıntısı okulda
Lazca konuşma yasağıyla pekişirdi. Ama her çocuğun başında bekleyemezdi
“yabancı” dediğimiz, Laz olmayan, çoğu Orta Anadolu kökenli öğretmenler.
Teneffüs zili çalar çalmaz dilimizin bağı çözülür, Lazca konuşuyorduk.
İspiyoncu ve ihbarcı çocukların ikazlarına aldıran yoktu. Çocukluk
arkadaşlarımı hâlâ aynı canlılıkla
hatırlarım, şevkle Lazca konuşmalarını, ince seslerinin yankıdığı su değirmenindeki annelerinden öğrendikleri
uzun Lazca ağıtları ...
(...)
... Lazca bilmenin, Türkçeye hakim olamadan bir
okula devam ederken karşılaşılan zorlukları anlatıyordu. Bir ara,“okula
giderdik de her anlatılanı öyle anlamazdık. Bir ara öğretmenimiz Pehlül Bey’in
bize, kapıları sıkı sıkı kapatıp dersi Lazca açıkladığını bilirim. Pehlül Bey
de Lazdı. Çok iyi Lazca konuşurdu, ancak bizimle konuşmazdı. Çok zorda kalırsa,
çocuklar dersi anlamazlarsa Lazca konuşurdu. Çok kısa bir süre ve sesini alçaltarak
...”
Lazların, bu “son dönem”de
yaptıkları çalışmalar esas olarak “ana dil Lazca”nın yaşatılması,
geliştirilmesi ve gelecek kuşaklara aktarılması noktasında yoğunlaşmaktadır.
Sarigina Beşli, çocuğun ikilemine dikkat çekerek
şunları yazıyor :“ ... Köydeyken herkes
Lazca konuşuyordu,bir sorun yoktu. Çocuk, Türkçe bilmiyor muydu? Biliyordu ama
konuşması ve yazması gerekmiyordu. Zaten
aptal kutusunu anlamak için Türkçeyi
biraz bilmek yeterliydi .
Ama okulda durum farklıydı ... 1991’de
“Lazuri Alfabe” adlı kitapçığın elime
geçmesiyle benim için yeni bir dönem başladı ... çok sevdiğim dilimi artık
yazıp okuyabilecektim ... Önümüzde açılan bu yeni dönemde kendi adımıza
kazanımlar elde etmek için öncelikle sorumluluk duymamız gerekiyor. Kime karşı
mı? Sana bu dili taşımış olan atalarına ve senin bu dili taşıman gereken
çocuklarına yani geçmişine ve geleceğine !”
Yılmaz Avcı,“böyle giderse Lazcanın iki nesil sonra yok olacağı”na dikkat
çekerken, İsmail Avcı Bucaklişi bu konuda
şunları yazıyor:“ Bizi biz yapan değerler
her geçen gün yok olup gidiyor. Daha dün bizimle birlikte Laz kültürüyle
yaşayan, dolu dolu Lazca konuşup gülen, bize Lazca masallar anlatan nineler,
dedeler yok artık. Laz masallarının gizemli dünyası çok uzaklarda kaldı ...
Her yaşlı Lazın
ölümü,bir yanımızı koparıp
götürüyor mezara ... Lazuri Nenapuna
yaşayan bir halkın,yaşayan bir dili olduğunu gösteren açık bir delildir ...”
“Lazca-Türkçe / Türkçe-Lazca”
sözlük hazırlayan Metin Erten, kendisini böyle bir çalışmaya yönelten sebepleri
şöyle açıklıyor :“ ... doğduğumuz günden
beri konuştuğumuz dilimizi, Lazcayı korumak, gelişmesine katkıda bulunmak
gerekiyordu ... Dedelerimizden Kurtuluş
Savaşı’nı dinleyerek büyüdük. Ülkeyi kurtarmak için dilleri farklı da olsa insanlar
bir araya gelmişler ve ortak savaşmışlardı. O orduların çok dili vardı ama sonuçta tektiler. Farklı dillerinin
olması bu ülke için savaşmalarına engel değildi. Bugün de farklı dillerimizin
olması birlikte olmamız için bir engel değil ...”
M. Recai Özgün’ün de vurgusu ana dilinedir :“ ...
Türkiye’nin demokratikleşmesine paralel olarak, yerel diller üzerindeki
baskıları kaldırılması, kültürel desteklerin geliştirilmesi gereklidir. Dil
eğitimine en azından ilkokullarda “ana dili”
eğitimi statüsünde yer verilmesi; bu dilde eğitim verecek olanların
üniversitelerde yetiştirilmesi ve resmî Radyo ve TV’lerde haber ve eğitici
yayınlara geçilmesi, isimleri değiştirilen yerleşim birimlerine yeniden
Lazca isimlerin verilmesi gereklidir.”
2001 yılının Eylül’ünün son
haftasında, ülkemizin “konuşanları sayıca (daha) az dilleri” veya “yerel
dilleri” konusunda önemli bir gelişme
yaşandı. Bu konuda Akşam Gazetesi şu habere yer verdi :“ ...Anayasanın 28. maddesinin ikinci fıkrası da Anayasa değişiklik
paketinin 10. maddesindeki bir düzenleme olarak Meclis Genel Kurulu’nda kabul
edildi. ‘Kanunla yasaklanmış olan herhangi bir dilde yayım yapılamaz’ hükmü
Anayasadan çıkarıldı ...” (27 Eylül 2001).
[Önerilen okumalar: Ali İhsan Aksamaz, Turabi Saltık, Şükrü Güvenç,
Eyyüp Demir, Kemal Kök, “Anadilde Eğitim Ve Azınlık Hakları”, Sorun Yayınları,
İstanbul, 2005; Ali İhsan Aksamaz, “Türkiye’nin Ana dili Zenginliği”, 27. XII.
2007, circassiancenter.com; Ali İhsan Aksamaz, “Kültürel Zenginliğimizin Farkında
Olamayışımız”, Sanat Estetik Politika /
Kültür-Sanat Konferansı Tebliğleri, Sorun Yayınları, İstanbul, 2008; Ali İhsan
Aksamaz, “Şu Bizim Sahipsiz Lazca”, Eğitim Sen/lazca.org/ circassiancenter.com.tr, 31. V. 2009; Ali
İhsan Aksamaz, “CHP-TRT ve Lazca”, Sorun Polemik/ Marksist İnceleme Araştırma
Eleştiri Dergisi, Sayı: 38, Sorun Yayınları, İstanbul, 2009/
jinepsgazetesi.com, 31. X. 2009; Ali
İhsan Aksamaz, “Kılıçdaroğlu’nun Lazca Hassasiyeti”, demokrathaber.org/
sonhaber.ch/ circassiancenter.com.tr, 7. VIII. 2011; Ali İhsan Aksamaz, “Yine
Geldi 21 Şubat/ Xolo Komoxtu 21 K̆undura”, yusufbulut.com/ suryaniler.com/
sonhaber.ch/ circassiancenter.com.tr, 21. II. 2012; Ali İhsan Aksamaz, "CHP’li Hiç Olmadım;
AKP’li de Değilim!", yusufbulut.com/ sonhaber.ch/ circassiancenter.com.tr,
21. IX. 2013; Ali İhsan Aksamaz, “Ağlama! Değmez Bu 21 Şubat
Gözyaşlarına!”, kuzgunportal.com,
circassiancenter.com.tr, 5. XI. 2020; Ali İhsan Aksamaz, “Ana Dili”nde Eğitim-
Öğretim ve “Ana Dili” Eğitimi- Öğretimi Üzerine Makaleler”,
circassiancenter.com.tr; Ali İhsan Aksamaz, “Ana dili” Eğitimi- Öğretimi
Üzerine Makaleler", sonhaber.ch, 0. XI. 2022; Ali İhsan Aksamaz , “TBMM’de
CHP Grubu adına Lazca Konuş[ama]ma”, 19. III. 2024; Semih Akgün (Ali İhsan
Aksamaz ile Söyleşi): “Anadilleriyle ilgili insanların söyledikleri hamaset
dolu lâflarının içini bir proje etrafında doldurmak üzere bir araya gelmeleri
ve neyi nasıl yapacakları konusunda işbaşı yapmaları gereklidir.”,
cherkessia.net, 28. VII. 2011; Semih Akgün (Ali İhsan Aksamaz ile Söyleşi):
“Ana dillerin “ağız, şive, lehçe ve diyalekt” farklılıklarını öne sürenler, bu
anadilleri küçümsemek için bunu yapıyorlar”, cherkessia.net, 19. VI. 2012;
“TBMM Lazca Yazılan Dilekçeyi Ek Olarak Kabul Etti”/ Faik Aksamaz’ın Dilekçesi,
Star Gazetesi, 16. XII. 2006]
https://www.circassiancenter.com/tr/ana-dili-tanikliklari/